Google+ boş mideye iki duble viski: 2009

25 Aralık 2009 Cuma

Eskiler ve dünyanın küçüklüğü

NP: Ünlü - Rüya

Hayvan olduğumu biliyorum, eyvallah. Hatta bazen aynaya bakmakta zorlanıyorum ona da eyvallah. İçgüdülerimle yaşadığım da apaçık ortada...

1 haftadır tatava yapıyorum arkadaşlara... Eski sevgiliyle neden dost olamadığım konusunda.

Hayır olmayınca olmuyor işte. Suçu her zaman karşıda aramamak lazım ama, ne bileyim ulan... Arkadan laf çıkaran modeliyle bile karşılaştık sonunda. Sonra "Mahmut sen hiç arkadaş canlısı değilsin". Afedersin de skerim ben öyle arkadaşın canını...

Eskimiş konusunda geçen bir sinir harbinin sonunda, zar zor dışarı atmaya niyetlendim kendimi. Cuma akşamı... İçmeceli eğlenceli olacak ya... Wingman Celal yarına erteleyelim dedi. Ben de oturdum evde GTA Vice City kasıyorum... (Eski bilgisayarlarımda çalışmayan oyunlar konusunda bir hırsım vardır. Zaten elimin altındaki laptopta da doğru düzgün oyun çalıştırmak imkansız.) Tak, bir mesaj... Ver elini Taksim.

Geçtik oturduk Taksim'e. İki arkadaş ve ben... Daha sonra bu iki arkadaştan biri kalktı gitti. Başka biri geldi. Oyuncu değişikliği hesabı... Ama kızın yüzünden düşen bir parça. Dokunsan ağlayacak modda. Dedim "Tamam rahat olun. Ben sizi dolmuşa bindiririm oradan da evime giderim." Özür dilediler, teşekkür ettiler... Canları sağolsun. Saate baktım. Daha 22.00...

"Tek başıma Thales'te bira demlenirim." mantığı oturuverdi kafaya. Geçtim Thales'e... Etrafıma baktığım bile yok. Bir bira içip kalkmak zaten amaç.

O an, dostlarım, hayatın ne kadar garip olduğunu anladım. Ulan İstanbul'dasın. Tek başına herkesin bilmediği ama sana ev gibi gelen bara gidiyorsun... Demleniyorsun bar taburesinde inceden inceye... Hesabı ödemek için kalkmış iki kızdan bir tanesi MERSİN'den eski sevgilin çıkıyor.. Hoş, kötü de ayrılmamıştık ama kafayı çevirdim tabii ne yapayım. Hele hele bir hafta boyunca arkadaşlarla eski sevgili muhabbetinin çok tiksinç olduğunu konuştuktan sonra.

Kafayı çevirdim ama dipdibeyiz. Boynum tutuldu tutulacak. Neyse ki aranan kan(50 lira üstü) bulundu da gitti bizim "ex".

Akabinde demlenmeye devam. Bir "vuuuv" sesi geldi Thales'in portatif çatı açılınca. Ses tanıdık... Ulan bir daha çevir kafayı, hop; bambaşka bir eski hatunun "kankisi". Allah dedim şimdi sçtık... Kafayı çevirecek iki opsiyon kaldı: önümde; barın vitrininde duran viski şişesi ve solumdaki bıyıklı abi. Eh, her mantıklı insan gibi viski şişesini seçtim.

Hemen bir kendine gelme, birayı hızlı hızlı bitirme ve kaçma durumu... Zar zor eve attım kendimi.

Şimdi düşünüyorum da, hayat tesadüflerle dolu bir labirent aslında...

Şaka lan şaka, entelliğe kuntelliğe gerek yok. Olayların üstüste gelmesi sarsıcı işte o kadar. Hayat mı? Bir rakipten ibaret. Ona karşı kaybettikçe bir daha oynamak istemiyorsun. Ancak kazanmanın tadını bir aldın mı da, sürekli onunla oynamak istiyorsun.

FAX!

saatler sonra gelen edit(saat: 01.56): Eve gidenler "Taksim'e çıkalım tekrardan" dediler.Gitmedim... Az önce de mesaj geldi; (x i gördük hatta beraber arafa gdiyoruz sanirim) X=arkadan laf çıkaran eski sevgili modelinden kastım...

Demek ki bir gazla çıksaydım dışarı tekrardan; bu geceyi "EX LER PARTİSİ" yapacaktım kendi çapımda.
FAX!

29 Kasım 2009 Pazar

Zorluklar karşısında ayakta kalabilme yetisi...

Hepimizin hayatında sorunlar, sorunsallar var... Doğruya doğru... Kimimiz benimkilerden çok daha büyük problemlerle baş etmek zorunda, kimimizse sevdiği kadının yüzüne bakmadığından, arabasının jantını yenileyemediğinden, PS3 alamadığından şikayetçi...

İnsanların sorunlarını basite indirgemek ve "Sen asıl benim durumumu bir dinle" şeklinde bir sidik yarışına girmek değil amacım.

Çok değil, yaklaşık iki hafta önce yeni bir eve taşındık. Hesapta benim sınavların olmadığı, kafamın rahat olduğu bir zaman ev değiştirecektik lakin böyle bir zaman da bulunamadı, sömestr tatili için yaptığım yurtdışı planlarım sebebiyle. Dönem başı da taşınamayınca, olay kasımlara kaldı iyi mi...

Gelgelelim, taşındık. Tam tarih hatırlamıyorum ancak perşembeye denk geliyor olması lazım.

Şöyle de kol gibi, kolbastı gibi bir sınav takvimim var....

Taşınmadan sonraki;
1. Hafta: Pazartesi Otomatik Kontrol Sistemleri(vize), Salı Enerji Üretimi(vize), Pazar Elektrik Makineleri(vize)
2. Hafta: Salı Aydınlatma Tekniği(vize), Çarşamba Güç Elektroniği(vize)

Fakat söyledik bir kere... Taşınılacaksa uygun olabilecek tek tarih budur diye...
Yılmayıp ayakta kalmayı denedim. "Az buz çalışırım, ilk vizelerden ortalama bir not alırım." diye düşündüm.
Salı günü bomba bir patladı tabii... "Haftaya ödeviniz var arkadaşlar." dedi hoca ve bir bit yeniği, bir kafa kurcalayan daha soktu işin içine.
Çarşamba günü varan 2... Vizeye yetiştirilmesi gereken bir ödev.

Şimdi öyle bir adam düşünün ki, daha evini yerleştirememiş ve vizelerle boğuşmaya çalışıyor. Öte yandan çok hoş bir Rus kadından aldığı Rusça dersleri ve hem sınıfına; hem de o güzel kadına rezil olmama arzusuyla çalışılması gereken bir Rusça dersi...

Tekmeye kafa sokan mücadeleci futbolcu tipi vardır ya, aha işte benim durum da ona dönüştü bir nevi.

"Alayına isyan ulan!" diyip bastırıverdim derslere. Nefes bile almıyordum. Ya derslere asılıyordum, ya da başka bir şeye... Neyse geçti gitti sınavlar... Orta şekerli hem de... Kurs da aynı şekil.

Rahat bir "oh" çektik bayramda.

Peki ben neden anlattım bu kişisel hikayeyi size?
Hayat, karşımıza ne çıkaracağını asla belli etmeyen bir orospu çocuğudur. Tam mutlu olduğunuzu düşündüğünüz anda, bir tekme daha atar. Veya her şeyi yoluna koyduğunuzu, planladığınızı düşündüğünüz an; bir bakarsınız yapılacaklar listenize bir yenisi daha eklenir...

Misal benim bu sıkıntılı dönemimde çok sağlam bir reddediliş hikayem oldu ki eski sevgiliden gelmesi daha fena koydu. Hırs yapmaya gerek bile görmedim gerçi... Olmadı, yeniden başlayamadı, fakat "hayat devam ediyor; bin bir zorluğuyla, önüme çıkarmaktan yorulmadığı engellerle" zihniyetini benimseyip çatır çatır devam ettim yaşamaya....

Bu hırstır muhtemelen beni ayakta tutan şimdiye kadar.
Son olarak diyeceğim odur ki, hayatın kötü sürprizlerine alışmak ve onlara karşı sürekli hazırlıklı bulunmaktansa, bırakın bir tekme de o koysun size. Ve ayakta durmaya çalışın. Linç edilmekte olan; başı açık bir İran'lı kadın gibi...
O lince karşı ayakta kalabilirseniz eğer, bu tamamen sizin hırsınız, özgüveniniz ve sorunlarınızın üstesinden gelme yetinizdir. Bu işin bala götesi yoktur.
İnanın bana, bir kez kapışmaya başlayınca hayatla; bir kez o zevki, hayatı yenme zevkini tadınca, bir daha asla bırakmak istemeyeceksiniz.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Yağmur

Dışarıda sıradan bir sonbahar yağmuru var...

Hava çok soğuk değil. Sadece yağmur. İnsanları korkutan yağmur, fırsatçı girişimcilere, sokakta; 5 liradan, 10 liradan rezalet şemsiyeler sattıran yağmur, tikilerin saçını bozan yağmur... Severim yağmuru. Özellikle de insanların, o bastırdığı anda kaçıştığı köşe başlarını gösterdiği için, o panik anında yüzlerindeki çaresiz ifadeyi gösterdiği için. Kimi yeni fönlettiği saçını korumak için hayatının deparını atar, kimi eşşek yüküyle para döktüğü; marka takıntısını körükleyen hırkasının ıslanmaması; madara olmaması için koşuverir köşe başına.
Ben mi?

Kaybedecek neyim var ki çöküvereyim bir köşebaşına yağmur başlayınca?

Şemsiye, bere, kapişon vs kullanmam. Karizmamı düşürdüğünü düşündüğüm için değil, daha canlı hissedebilmek, yaşadığımı yüzüme düşen her damlayla biraz daha hissedebilmek için. Öyle sahte bir his de değildir bu hani... Yağmura olan aşkım sekiz yaşında bir çocuğun sınıfındaki sarışın ve beyaz tenli kıza aşkı gibidir... Saf...

Hoş, bu aşkın da sahteleri gözüme çarpıyor arada bir... "Aa canım bilmiyor musun? Ben yağmurda yürümeyi çok severim" diyip sözde aşkını afiş eden mi görmedim; aşkını herkesle paylaşınca havalı olduğunu sanan, lakin daha sonra eve gidince oflayıp poflayarak giysilerini kurumaya bırakan mı görmedim... Günümüzde saf olan pek bir şey kalmadı zaten. Bari yağmuru bana bırakın be mahluklar... Sigaramı tüttüre tüttüre, "Riders On The Storm" dinleye dinleye, ıslanmış saçlarım yüzüme düşerken aşkımı bir kez daha pekiştireyim yağmurla.

Bari onu almayın elimden...

NP: Portishead - Sourtimes

27 Ekim 2009 Salı

Isolation Desolation

That song is for all the women who couldn't make their mindz 'bout me; or for all the women who have no characteristic balance which makes me nervous and which makes this young vagrant can not predict wha' they gonna do!

Hey yo, it's on the bookz, it's on the wallz, it's everywhere... It's a single rule that is remembered from time to time but has to be given the importance ALL THE TIME.

"BRO'S BEFORE HO'S!"

Note that down, kid.




Wait for me
At the edge of the world
Don't come to me if you're not quite sure
Do you feel the emptiness inside your soul
Did it break that heart of coal

Did your walls of sin
Crumble at your feet
Does the blood on your face
And on your hands, taste too sweet

In my mind you ain't lookin fine
So isolation
And inside you ain't fine to me
So isolation desolation

Don't wait for me
At the edge of the world
Don't come to me at all
The way you look
And think of me
Is much much much
Too small

Southern notlarına devam... Lynyrd Skynyrd'dan gelsin... Freebird

Neden güzeldir bu şarkı? Çünkü tüm 'kısa ve tatlı' ilişkilerin sonunda dinlenebilitesi vardır. İnsanın kaçıp gitmesidir, o biten ilişki için ağlamaması; sadece güzel anıları hatırlamasıdır. Çok şükür zırladığımız bir ilişkimiz olmadı ancak misal; Alice In Chains'ten Love Hate Love dinleyerek çilingir sofrasını kurduğumuz bir dolu anımız oldu, genelde karşı cinsle ilgili...
Gelgelelim; şu anda geriye bakıyorum da, hiç bir bok ettiğim, terk edildiğim vs. ilişkiyle ilgili üzülmüyorum bu şarkıyı dinlerken. Cansın lan Lynyrd...


If I leave here tomorrow
Would you still remember me?
For I must be travelling on, now,
'Cause there's too many places I've got to see.
But, if I stayed here with you, girl,
Things just couldn't be the same.
'Cause I'm as free as a bird now,
And this bird you can not change.
Lord knows, I can't change.

Bye, bye, its been a sweet love.
Though this feeling I can't change.
But please don't take it badly,
'Cause Lord knows I'm to blame.
But, if I stayed here with you girl,
Things just couldn't be the same.
Cause I'm as free as a bird now,
And this bird you'll never change.
And this bird you can not change.
Lord knows, I can't change.
Lord help me, I can't change.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Garip...

Uzaklaşmak istiyorum... İş, güç, ders, arkadaş, dost demeden...
Yanlış coğrafyada yaşıyor olduğumu düşünmüyorum aslında. Tamam örf ve adetlere, gericiliğe falan çok sövdüm de bu seferki farklı...
Sırtım yine yaslandı duvara, çünkü şartlar bunu gerektirdi. Ayrıca, şimdiye kadar ne zaman yoğun olsam; yapacak bir sürü iş, çözülmesi gereken bir sürü sorunum olsa; duygusal çöküntü içinde olsam, veya -en kötüsü- bunların hepsi üstüste gelse, bunlarının hepsinin üstesinden de tek başıma gelmeye çalışırdım. Hani vardır ya tek tabanca diye bir terim... İşte beni tanımlayan buydu. Ne ciddi sorunlarımı ve diplerimi insanlarla çözmeyi severim, ne de onların kafalarını bu sorunları anlatarak ütülemeyi... Ve görünen o ki, şimdiye kadar hep üstesinden geldim bir şekilde, hep mutlu olmasını bildim.
Ama dedim ya, bu seferki farklı... Çünkü bu sefer yaslandığım duvarın da yıkılmak üzere olduğunu hissediyor, önümü göremiyorum. Nefes alamıyorum.
Kurulu düzenimin sürekli değişmesinden, öğrencilik hayatından, ülkemizin yerlerde gezinen yaşam standartlarından, dengesiz ve kafamı meşgul etmekten başka bir işe yaramayan, kapıdan kovulunca bacadan girilen kadınlardan, çevremdeki; kaçtığım zaman "böyle uygun gördü böyle oldu" diyeceği yerde "nerelere gittin bizi bırakıp?" diye ağlayacak olan insanlardan... Sırf şekil olsun diye beni özleyeceğini iddia edeceklerden...
Şu anda beni buraya bağlayanlara bakıyorum da, fazlasıyla sınırlı... Üç beş yakın dost ve deniz kenarından ibaret.
Kaçtığım yerde hayat standartlarım çok mu yükselecek? Bilinmez... Ancak başıma buyruk olmanın, kimsenin yükünü taşımıyor olmanın rahatlığını hissedeceğim...
Nereye mi kaçarım? Bilinmez.
Peki kaçar mıyım gerçekten de? Belli olmaz...

29 Eylül 2009 Salı

İçsel...

Not: Yazıda geçen "o" zamirleri tüm terk edenler, tüm terk edilenler, tüm kuyruk acıları, tüm değeri bilinmeyenleri temsil eder yazar için.

NP: Kyuss - Space Cadet
Alice In Chains - Rotten Apple

-Ne düşündün? Onu ayrılıktan sonra ilk kez, okulda gördüğünde?
-Hiç bir şey.
-Seni senin kadar tanıyorum...
-Biliyorum. Aslında, bilmiyorum. "Hassiktir lan" dedim geçtim sadece. Arkadaş kalamayan sevgililerdenim galiba.
-Evet de, hiç bir şey kıpırdanmadı mı içinde? En ufak bir acı bile? Veya eski günlerin hatrına yüzünde bir gülümseme?..
-Bilmem, bir cesede bakıyor gibiydim. Tanıdığım birinin cesedine. Veya bir yakınımın ölüm haberini almış gibiydim. Kısacası, boş hissediyordum. Bomboş, ruhsuz...
-Peki daha sonraki görüşlerinde?
-Üzüldüm denilebilir birazcık. Bok ettiğim ilişkilerimden bir tanesiydi belki de...
-Şimdi ne durumdasın ki?
-Orada buradayım. Onunla bununlayım. İlişki adamı olmadığımı anlayabildim belki de... Veya ne bileyim aşık olmaya aşık olan, ilişkinin hevesi geçince kadınını sahiplenmeye devam ederken aldatmayı ve kaçamak yapmayı seven adam değilim belki de...
-Yine diptesin. Çıkmaya çırpınıyorsun mutluluğu bedenlerde arayarak, ama onu bir bedende değil, bir ruhta bulabileceğini asla öğrenemeyecek kadar aptalsın.
-Kim bilir.
-Belki de hep dipte kalacaksın.

-Ne düşündün? Seni reddettikten sonra, onu ilk kez gördüğünde?
-Sadece beni kabul etmeyen sıradan bir kız olduğunu.
-Onunla asla beraber olamayacağın gerçeği mi daha çok acı verdi, yoksa egolarının zedelenmesi mi?
-...
-Cevap ver.
-Egolarımın zedelenmesi...
-Bir türlü aşamadın onları değil mi? Kimseyi egolarını bir kenara atarak sevemedin değil mi?
-Bilmem. Belki sevmişimdir... Veya aşkı yaşamışımdır...
-"Belki" diyorsan yaşamamışsındır. Ayrıca bütün "Ben Hiç" oyunlarında* aşık olmak sorusu işin içine girdiğinde kadehine bakıyorsun, kafaya dikmiyorsun içkini.
-O zaman olmamışımdır. Şunu keser misin?
-Peki onu üniversite belgelerinin sonuncusu olan, Verem Sağlık Raporu'nu almaya gittiğinde, baban yanındayken gördüğünde neler hissettin?
-Karnımda bir ağrı. Biraz bulantı... Kuyruk acısı. Her şey...
-Bunun senin sorunun olmadığını düşündün mü hiç? O 35lik sevgilileri tercih ediyordu ve seni bu yüzden seçmedi. Aklına geldi mi bu hiç?
-Sorunu hiç bir zaman onda görmedim. Ya kendimde, ya da ağzını burnunu kırmak istediğim 35likte gördüm. Kim bilir, belki de iyi bir adamdır.
-Yine diptesin. Şu anda da hissediyorsun o karın ağrısını değil mi?
-Evet...
-Belki de hep dipte kalacaksın...

-Ne düşündün? Seni tek gecelik ilişki olarak kullanıp, çöpe attıktan sonra onu ilk gördüğünde?
-Acı. Saf...
-Peki... Onunla daha sonra muhabbetini sürdürecek kadar zayıf ve aptal olduğunu düşündün mü hiç?
-Düşünmedim. Düşünüyorum. Sürekli...
-Daha sonra ona karşı son bir kurşun kullandığında, son nefesinle, son gücünle cinselliğe değil de, aşka bir şans vermek istediğinde, ve o klişe cevabı aldığında?
-Ucuz bir kaltak olduğunu düşündüm.
-Belki de o değil de, aşk ucuz bir kaltaktı? Veya sen aptaldın?
-Hayır. Veya evet. Kafamı karıştırmaya devam ediyorsun.
-Tamam biraz rahatla. Onunla muhabbeti kestin. Onu gördüğün her ortamda yanındaki kızlara sulandın, onlarla yakınlaştın, halka açık bir yerde girebileceğin her pozisyona girdin... Onu kıskandırdın. Onun yüzünü ekşitmeyi, mekanı terkedip gitmesini sağladın... Eline ne geçti?
-İntikam soğuk yenen bir yemektir...
-Aptalın tekisin. Hep dipte kalacaksın. Belkisi falan yok. Kendini yenilemenin veya tam bir birey olmanın sorumluluğunu taşıyamayacak kadar zayıfsın.
-Hayır... Sadece yorgunum. Benim geçtiğim zorlukları sen de çok iyi biliyorsun.
-Biliyorum. Anlam vermeye çalışıyorum. Çözülmene yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama sen yine masanda bira, küllüğünde sigara, üstündeyse sadece bir jean, bilgisayar başındasın.
-Yani?
-Bu güne kadar renkli bir hayatın oldu, ama o yoktu hiç bir zaman değil mi? Ruhen?
-Evet. Bedenense onlar hep vardı.
-Belki bir şans daha vermelisin?
-Aşka mı? Kimin için?
-Belki vardır birileri aklını kurcalayan.
-Yok. Şu anda içtiğim biradan zevk almamı engellemek dışında hiç bir işe yaramıyorsun. Çekip gider misin?
-Hayır. Çünkü ben senim. Bilinçaltında hep var olacağım. Ama beni her zaman dinlemeyeceksin. Hatta arkadaşlarından duygularını sakladığın için, genelde yalnızken aklına geleceğim. Ve yine o aptal bilgisayarının başına geçip gereksiz blog'una bir şeyler yazmaya devam edeceksin...
-Bana uyar...

*: Ben hiç oyunu, topluca oynanan bir içki oyunudur. Oyun sıra tabanlıdır. Sırası gelen kişi, "Ben hiç" le başlayan bir eylem söyler. O eylemi yapanlar da içkilerini içer.

6 Eylül 2009 Pazar

...

Sıkıntılı dönemler var, yazamıyorum pek. Hatta anlık facebook durumumu paylaşayım, siz beni anlarsınız diye tahmin ediyorum.

yine kafamda bin bir tilki; masamda bir içki; çözmeye, çözülmeye çalışıyorum, yapamıyorum...

28 Ağustos 2009 Cuma

Gemiden sıkılan Cypher misali, stajdan sıkılan ben, Ankara'yı terkediyorum. [SONUNDA]

"I'm tired, Trinity. Tired of this war, tired of fighting... I'm tired of the ship, being cold, eating the same goddamn goop everyday..."
böyle diyordu cypher, neo'yu öldürmek üzereyken...
ben işbirliği falan yapmayacağım çok şükür, ama birazcık kaçış durumu da yok değil...

3 hafta önce geldim buraya. 4 hafta yapmam gereken stajı 3 haftada bitirip memlekete dönüyorum. bakalım ben cypher olsam ve ankara da gemi olsa, ne derdim?

"yoruldum... yalnızlıktan, çalışmaktan... sabah ve akşamları -yaz mevsiminde-üşümekten, her gün toplam 4 saat otobüs yolculuğu çekmekten... eve 9'da gelip 11'de yatağa girmekten... kırık mutfak musluğundan, çamaşır makinesi olmamasından, yemek yemek için otobüse binmekten... ramazan dolayısıyla iş çıkışı ağzına kadar dolu olan lokantalara gidememekten... her gün aynı lanetolası izbe barda aynı lanetolası tavuklu sandviçi yemekten ve aynı boktan birayı içmekten..."

24 Ağustos 2009 Pazartesi

En prensipli "odun".

Bağırıyor...
"Yanıma gel!"
Yatağa uzanmış...
En tiksindiğim iki şey... Birincisi köpek gibi çağırılmak, ikincisi ısrar. İkinciye geçmesi çok uzun sürmüyor.
"Mahmut hemen yanıma gelmeni istiyorum."
"Lütfen buraya gelir misin?"
"Uf iyi gelmezsen" gelme diyor ve yastığa sarılıyor.
Seks çok garip bir şey aslında. Türkiye'de bir mücevher erkeklerin ulaşmak için bin bir numara çevirdiği... Benimse kimi zaman tiksindiğim. "Hadi lan oradan!" dediğinizi duyar gibiyim ama olmayınca olmuyor işte. Bütün zevki, tutkuyu, arzuyu kıran bir hareket, bir tavır oluyor.
Bazen, prezervatif almaya banyoya gidiyorum. Dönüşte gördüğüm manzara: cenin şeklinde uzanmış bir kadın yatağımda... Tiksindiriyor. Tecavüz ediyormuş gibi hissediyorum ki bu aslında son dakika direncinden, nazdan ibaret bir tavır. Ama gururu kırılıyor işte insanın... O tutkuyu karşı taraftan da görmeyince...
Film nasıl mı bitiyor? Doğruluyor, oturuyorum yatağın kenarında. Elimde bir sigara, sırtım partnerime dönük... Akabinde iyice soğuyorum karşımdaki insandan ve başka bir şeyle ilgileniyorum. Yazının başındaki diyalog da dejavu misali tekrar ediyor kendini...
Olmayınca olmuyor işte.

23 Ağustos 2009 Pazar

Alıntı...

Uzun süredir yazmıyorum... Yaz okulunda bir abazanlık öyküsü yazdık ve bitti bir süreç. Sebebini bilmiyorum. Sanırım çok üşendim bir şeyler karalamaya. Bir şeyler üretmektense bir şeyler tüketmek daha ilgi çekici geldi. Özellikle de "gerçek" Bukowski'ler tüketmek.
Sonra sınavlar girdi araya, ve şimdi Ankara'dayım. Çok kurallara uyan, çok rezil ve çok uyuşuk insanlara sahip bir kent olmasının yanısıra, otobüste müzik dinlerken herkesin size baktığı bir başkent burası. Yalnızım. Stajdayım. Eski sevgili ve burada staj yapmamı isteyen patron dışında kimsem de yok. Kitaplara sardım bu sebeplerden... 2 hafta geçti 5. kitaba geçtim... Can sıkıntısı işte. Her gün 2 saat gidiş, 2 saat de dönüş yolu çekmemden ötürü çıtır çerez gibi gidiyor kitaplar. En çok da Bukowski eserlerini beğendim ne yalan söyleyeyim. Çakma öyküsünü yazdığımda alakam yoktu kendisiyle. Hiç okumamıştım... Ayrıca kitapları beni tek başına olmak ve yalnızlıktan keyif almak gibi durumlara alıştırdı ne yalan söyleyeyim. Ne insanlarla tanışma meğilim var artık, ne de buradaki azıcık tanıdıkla görüşme eğilimim. Herhangi bir izbe bara gidiyor, bar sandalyesine oturuyor ve içiyorum. Ruh halime göre kitap okuyor veya bir içki şişesine gözümü dikiyorum... İnsanlar şaşkınlıkla karşılıyor, terası olan barlar ise "Sadece siz varsanız sigara içilen bölüme geçmeniz imkansız." diyor. Çok da fifi...
Şimdi "Kimse Bilmez Ne Çektiğimi" isimli şiir kitabı var elimde.. 5 10 sayfa sonra bitecek o da... Ardından Factotum'a geçeceğim yüksek ihtimal. Ama şu eserini de paylaşmadan edemedim.

buhran
çok fazla,
çok az,
ya da çok geç

çok şişman
çok zayıf
ya da çok kötü

kahkaha
ya da gözyaşı
ya da kusursuz
kayıtsızlık

nefret edenler
sevenler

ellerindeki şarap şişelerini sallayarak
önlerine çıkanları süngüleyip
kadınların ırzına geçen ordular

ya da ucuz bir pansiyon odasında
marilyn monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar

o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.

o denli büyük ki yalnızlık
onu vegas'ta, baltimore'da ya da münih'te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.

insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.

yeni hükümetlere ihtiyacımız yok
yeni devrimlere ihtiyacımız yok
yeni kadınlara ihtiyacımız yok
yeni yollara ihtiyacımız yok
şefkate ihtiyacımız var.

müşfik davranmıyoruz
birbirimize.
müşfik davranmıyoruz.

korkuyoruz.
nefretin gücü simgelediğini
sanıyoruz.
cezalandırmanın
sevgi olduğunu.

daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler.

bir odada
bir başına acı çeken
öpülmemiş
dokunulmamış
bir başına bitki sulayan
olsa da çalmayacak
bir telefondan yoksun
insanın dehşetini unutuyoruz.

müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize

boncuklar sallanır, bulutlar örter
köpekler gül bahçesine işer
bir çocuğun kafasını koparır cani
dondurma külahından bir ısırık alır gibi
okyanus bir gelip
bir giderken
anlamsız bir ayın esaretinde.

müşfik davranmıyor insanlar birbirlerine.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Anlamlı


"tek başına olmakla yalnızlık arasında büyük bir fark vardır." jiddu krishnamurti

25 Haziran 2009 Perşembe

Çakma Bukowski Öyküsü FİNAL

Adamlardan, zayıf, gür bıyıklı, sırtında atlet, kafasına t-shirt bağlamış olanı seslendi;
-Öğrenci misin?
-Evet usta.
Bunu söylerken kesik sorular ve kısa cevaplar sürecinin başladığını bilmiyordu.
-Hangi okulda?
-İstanbul Teknik Üniversitesi.
-Hangi bölümde okuyon?
-İnşaat mühendisliği.
-Kaçıncı sınıf?
-3 bitti işte usta.
-4. sınıfsın yani?
Ağzını açmaya yeltenirken orta yaşlı, göbekli ve bir dal uzun Marlboro'yu kulakarkası yapmış olan;
-Tabii ki 4 olacak lan salak. 3'ten sonra 4 gelir çünkü.

"Allahım ben nasıl bir işe giriştim? Zeka yaşı 6'yı geçmeyen adamlarla başbaşayım. Sigaraları da bitti ama pezevenkler iş yapmamak için muhabbete sarmaya çalışıyorlar. Aklımı sikeyim aklımı..." diye homurdandı içten içe.

-Prof olmak için ne yapmak gerekiyor? dedi yaşlıca olan, kamyonlar karlı.
-Bilmem ki usta. Bir dolu prosedürü vardır. Yavaştan başlasak olur mu?
-Abdullah! Hadi kalkın çocuğun işi gücü vardır.

Adamlar, eşyaları Halil'in yönlendirmeleriyle yerleştirmeye başladılar. Taşınma işlemi bitmek üzereydi ancak Melis hala dönmemişti. Bu herifler sonuçta para da isteyecekti ama Melis yoktu, cebinde para da yoktu, hatta parlak basketbol şortunda cep de yoktu... Anahtarını kapıp çıkmıştı evden...
-Bak hele yiğenim!
Kamyonlar kralının sesiydi bu...
-Buyur usta.
-3 5 parça bir şey kaldı. Ödemeyi sen mi yapacan?
-Yok usta. Sizinle birlikte gelen kız yapacak. Zaten ben bir üst katta oturuyorum.
-Ee, biz şimdi karıyı mı bekleyeceğiz? Gür bıyıklıdan çıkmıştı bu soru.

Bir an her şeyi unutup, bu adamlarla ne kadar çok ortak noktası olabileceğini düşündü... Sonuçta "Karı olsun, çamurdan olsun, sikmeyen ibne olsun" felsefesiyle hareket eden homosapienslerdi bunlar. Kendisinin de pek farklı olduğu söylenemezdi. Öte yandan "karı" diyorlardı kendi aralarında konuşurken bir karşı cins mevzubahis olduğunda. Düşünse daha ne ortak yönler çıkacaktı kim bilir...

-Birazdan gelir usta. Durun ben size su getireyim, yorulmuşsunuzdur.

Bir koşu eve çıktı. Göt cebinde ezilmiş Winston softunu ve yakınca üstündeki kadın figürünün bikinisinin ortadan kaybolduğu pezevenk çakmağını almayı da unutmadı 5 litrelik şaşalla plastik bardak indirirken aşağıya...

Sessizlik, plastik bardağın doldurulurken çıkardığı blop blop sesiyle yarılıyordu ara ara. Onun dışında ter kokusu, asık suratlar ve sararmış dişler apartmanın girişinde tam bir feng-shui oluşturuyordu.

Melis ufukta göründü. Bir bardağı, daha doğrusu bir şat bardağını anca doldurabilecek göpüsleri yüksek bir frekansta zıplıyordu koşar adım yürürken. Şoföre yaklaştı;
-Beyefendi buyrun paranız. Kusura bakmayın geciktim.
-Biştik burada bacım ba. dedi şoför ve toplanıp yola koyuldu "Satılmışoğlu Nakliyat" kamyonu...

-Ya, Halil... Gerçekten çok özür dilerim bir türlü düşüremedim Mısır'a. Nedenini de bilmiyorum. Gerçekten çok özür dilerim.
-Önemli değil. Halledebildin mi bari sonunda?
-Evet evet hallettim.
-Neyse geçmiş olsun. İstersen bakalım eve, yerini değiştirmek istediğin ağır eşyalar olursa birlikte çekeriz.

Böyle bir teklif yapabildiği için kendine şaşıyordu. "Keşke kolsuz bir şeyler giyseydim. Kol kaslarım, terli vücut... Hoop seks olurdu. Aksilik..." diye düşünürken Melis:

-Ama çok yordum seni.
-Yok yok önemli değil. Sadece adamların başında durdum, dedi ve gülümsedi.

Birlikte yukarı çıktılar. Melis önden giderken, Halil de Melis'in çatalına bakmayı ihmal etmedi tabii.
-Aaa, tam istediğim gibi. Salon konusunda da zevklerimiz yaklaşık olarak aynı hihi. Çok teşekkür ederim.
-Lafı bile olmaz. Ev arkadaşının odasına eşyaları yığdık. Sorun olur mu?
-Yok zaten o evine gitti. 1 ay kadar yok.
-Peki. Ben artık gideyim öyleyse...
-Ya, otur biraz. Sonuçta o kadar başında durdun adamların, oyaladın onları. Hem hiç bir şey yok gibi görünebilir ama iki üç ithal biram var eski evden. İçelim beraber.
-Olur.
İyice coşmaya başladı. Şimdi olmasa bile ileride kesin bir şey olacaktı, buna emindi.
-Ama önce ben bir tuvalete gideyim, ok?
-Tamam ben de kolilerden bulayım biraları.

Vücudundaki boşaltım sistemi, aç karnına içtiği sigarayla hızlı bir biçimde çalışmaya başlamıştı. Ancak sıçmaya fırsat bulamamıştı bir türlü ve bırakmayı planladığı kütle, baş göstermişti. Hemen tuvaletine girdi yeni taşınılmış evin. Oturdu ve kendisini bekleyen sürprizden habersiz, bırakıverdi. Daha sonra gözleri, kıçının kıllarına asılmış komando bokları silebileceği bir rulo tuvalet kağıdı aradı. İşte o an dank etti kafasına. "Aşkın gözü kördür, yeni taşınılan evde tuvalet kağıdı mı olur amuğa goyim" dedi. Terlemeye başladı... Ne anlama geldiğini bilmeden "Ya hevro ya mevro" diyip çekiverdi don ve basketbol şortundan oluşan kombinasyonu. Sifona asıldı. Tık yoktu su vanası açılmamış olduğu için. Dolayısıyla şimdi ciddi anlamda bir problem vardı.

Beş dakika kadar "Melis'e seslenmeden bu sorunu nasıl çözebilirim" diye düşünüp bir beş dakika kadar da Melis'e tuvaletten durumu nasıl anlatabileceğini düşündü. Cesaret edemiyordu. Melis'in evine kendini davet ettirebilmişti kızın, ama bu kokunun yanına bile yaklaşmaması lazımdı Melis'in. Zaman tik tak ilerlerken gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı ve elini klozetin içine soktu. Kütleyi ileri itecek veya parçalayacak, çıkınca da elini donuna silecek ve muhabbetin ortasında "depoda bir miktar su kalmış ama suyu açayım ben vanadan yine de" diyecek, vanayı açtıktan sonra tuvalete "çok terledim elimi yüzümü yıkayayım" bahanesiyle tekrar girip sorunu kökten çözmeyi planlıyordu. Melis'se içeriden ses gelmemesine iyice meraklanmaya başlamıştı. Tuvaletin kapısına geldi...
-Halil, iyi misin? Bayağıdır içeridesin de... diyip kapıyı tıklattı lakin kapı tam kapanmamıştı ve birazcık esinti amaçlanarak açılmıştı evin tüm camları. Bunun sonucunda da kapı tek bir tıkla aralandı... Halil'in klozetin içindeki kolunu, şaşkın ve eblek bir ifadeyle kendisine bakan sivilceli yüzünü görünce afalladı Melis. Halil'se utancından yerin dibine girdi. Açıklama yapabileceği bir durum da yoktu ortada. Kolunu klozetten çıkardı ve kahverengi sıvı taneciklerini kolundan sıçrata sıçrata koşarak evden ayrıldı.

O günden sonra da Halil'i gören olmadı.


-SON-

24 Haziran 2009 Çarşamba

Çakma Bukowski Öyküsü Pt. 4

Onun yolunu gözler olmaya başlamıştı. Ne zaman taşınacaktı? Ne zaman o yüzü bir daha görebilecekti, yaklaşık 8 saattir bunu düşünüyordu... Balkonda sigarayı Türk gibi dibine kadar içip içeri geçti.

Tabanına kuruttuğu ve yuvarlak yaptığı sümük parçalarını yapıştırdığı yatağından ani bir biçimde uyandı dışarıdan gelen sesler sebebiyle. Odasının, eve yerleştiğinden beri bir kez bile silinmemiş camından aşağı baktı. Ufak ama -Hint usulü- bir sürü eşyanın üstüste konulup iple sabitlendiği kamyon yolu tıkamıştı. Kamyonun etrafına bakarken onu gördü.

"Ulan şimdi ben aşağı insem, bu adamların başında dursam, kızın işlerini hafifletsem, kız kesin daha sonra verir bana. Evet kesin verir. Yardım ediyoruz sonuçta." diye düşündü.

Yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Rahat bir erkek imajı oluşturabilmek için lise basketbol yıllarından kalma dizaltı şortu ve parmakarası terliklerini giyip, iniverdi aşağıya.

-Günaydın, dedi Melis.
Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı Melis'i görünce.
-Günaydın. Yardımcı olmamı ister misin? Yani yapılacak bir şey var mı? En azından adamların başında durup eşyaları istediğin şekilde yerleştirmeleri konusunda onları yönlendirebilirim.

Kendisi bile inanamadı bu kadar akıcı ve düzgün bir cümle kurabildiğine.

-Yahu çok iyi olur aslında. Annemi aramam lazım çünkü. Yukarı çıkalım göstereyim ben sana kendi odamın düzenini. Ondan sonrasında istediğin gibi dekore et evi, nasılsa daha sonra sürükleyerek biz eşyaların yerlerini değiştiririz.
-Tamamdır.

Melis 15 dakika kadar direktifleri ve brifingi verdi.
-Burada nerede kontörlü telefon var biliyor musun? Yurtdışını arayacağım da...
-Az ileride bakkal var oradan arayabilirsin.

"Ooo, ailesi yurtdışında yaşıyor veya yurtdışına seyahat ediyor, kesin verir bu." diyordu beyninin hayvanlık ve osbir komutlarını veren kısmı... Arabesk yanı ise kalbinin, "Ayrı dünyaların insanıyız." diyor ve iç çekiyordu.

-Peki. Birazdan dönerim ben.

Adamların yanına gitti.
-Ağabey başlayalım mı artık taşımaya?
-Olur yiğenim. Sigaralarımız bitsin hele, başlarız.

Sigaralara baktı. Yeni yakılmıştı Samsun'lar...

NOT: Yakın zamanda final bölümüyle birlikteyiz. İki bölüm birlikte yayınlanacak finalde... Lost hesabı yani. Ama merak etmeyin. Bir sezonluk yazı dizisi bu. Kafanızdaki tüm sorulara -böyle iğrenç bir öyküde de aklına soru takılan varsa bana ulaşsın, gerekli muameleyi yapayım- cevap bulacaksınız...

23 Haziran 2009 Salı

Çakma Bukowski Öyküsü Pt. 3

Arkasını döndü.

-Merhaba, ev arkadaşımla bu apartmana taşınmayı düşünüyoruz da, burası nasıl bir yerdir acaba? Güvenli midir? Mahalle baskısı falan hani...

İlk kez böyle bir soruyla karşılaşıyordu. Yurttan ayrıldığından beri burada kalmasına rağmen, sosyal çevresi ve gece hayatı olmadığı için; muhiti hiç geçerken gözlemlemiyordu. Okul dönüşlerinde de bir an önce eve gitmeyi düşünüyordu hep, etrafına bakmadan, elinde sigarası... Hatta hanesinde yaşayanlar dışında şimdiye kadar konuştuğu kişiler bakkal, "çöp var mı yiğenim?" diye soran kapıcı, kapıcının karısı, bir de meşhur Hilmi Bey'den ibaretti. Lakin hormonları pompolanmaya, şahin marka boxer'ının içindeki de terlemeye başlamıştı ve cevap vermesi gerektiğinin farkındaydı...

-Imm, şey... Yani... Ne bileyim? Ben 3 senedir burada yaşıyorum ve hiç bir sıkıntım olmadı.
-Teşekkür ederim. Yakında büyük ihtimalle komşu olacağız öyleyse... Ben Melis.
-Iı, evet ben de Halil. Memnun oldum.
-Kendine iyi bak Halil, yakında görüşürüz.

Çıldırıyordu adeta. İçi kıpır kıpırdı. Sigarasını söndürdü. Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünerek otobüse bindi. Melis'in çıtı pıtı vücudunu, gülümseyen yüzünü, minik ellerini ve zamazingosunun o ellerin arasında ne kadar büyük görüneceğini düşündü yol boyunca.

Medeni bir biçimde ilk kez bir kadınla tanışmıştı ve egosu bu yüzden tavan yapmıştı.

"Neyse evdekilere anlatmayayım da onlar yazmasın karıya" diye düşündü otobüsten inerken.

NOT: Kafama estikçe devam edeceğim hikayeye. Hikaye kimseye karşı bir saldırı içermemekle beraber, karakterler tamamiyle hayal ürünüdür. Hadi sağlıcakla kalın.

18 Haziran 2009 Perşembe

Çakma Bukowski Öyküsü Pt. 2

Karşı komşusu Hilmi Bey kapıdaydı. Hilmi Bey'in asık bir suratla kapıda olmasına alışıktı, zira dişi sineğin bile evinin civarında gezinmediği post-final [böyle kullanınca da güzel oluyormuş lan bu "post" kelimesi] döneminde günler süren batak partilerinin okey partilerinin ertesi günü Hilme Bey hep kapıda olurdu.

Ancak bu sefer durum farklıydı. Hilmi Bey, kapıcının karısı Hacer'in bir ineği andıran göğüslerini basmalı fistan üzerinden avuçlamaya çalışıyor, Hacer de kalkan tarağı indiren ses tonuyla "yapma kurbanın olayım Hilmi Bey" diyerek Hilmi'nin eşi öldüğünden beri çektiği osbirlerin hıncını çıkarmasına engel olmaya çalışıyordu.

Ne yapacağını şaşırmıştı koridorda karşılaşan üç apartman sakini... En atik davranan Hacer içi bok rengi suyla dolu kovayı kaptığı gibi merdivenlerden kaçıverdi, Hilmi Bey ise kızarmış sıfatsız ve benekli suratıyla içeri girip kapıyı kilitledi.

O ise merdivenleri ağır ağır inmeye başladı. Kafası karışmıştı. Hayatında ilk kez dijital olmayan bir ortamda, kanlı canlı bir biçimde sekse yakınsayan bir duruma şahit olmuştu. Çünkü ona göre öpüşmenin akabinde seks olmuyordu. En azından evde tombul şişeleri hafifletip "belki bugün karı kaldırırım" diye düşünerek haftada bir kez uğradığı ve başarısız olduğu, 15-20 yaş aralığındaki gençlere hitap eden kafede millet manitasıyla öpüşüyor, ama sonuç hiç bir zaman malabadi köprüsüyle bitmiyordu. Ayrıca izlediği pornolarda ön sevişme kısmını atladığı için, bu konuda haksız sayılamayacak bir abazaydı o...

Apartmandan çıktı. Omzunda bir el, arkasında bir kadın kokusu hissetti. Hormonları tavan yaparak geriye baktı ki.....

NOT: Kafama estikçe devam edeceğim hikayeye. Hikaye kimseye karşı bir saldırı içermemekle beraber, karakterler tamamiyle hayal ürünüdür. Hadi sağlıcakla kalın.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Çakma Bukowski Öyküsü Pt. 1

Uyandı...

Attırdığı kağıt peçetelere, üstüste dizdiği kağıt havlulara baktı. Düşündü. Ne kadar zamandır eline kadın eli değmediğini düşündü. Rüyasında Jesse Jane'i gördüğü için düşünmeye başlamıştı eline kaç senedir kadın eli değmediğini.

Lisede "onu sevsem, bunu sevsem, şunu sevsem" muhabbetlerinin ötesinde bir de banyo fasıllarında aklına gelen "onu s.ksem buna kaysam" düşünceleriyle akıp giderken hayatı, gidişata dur demek için bir amguard'dan daha fazlası olmayan ve asla olamayacak Nebahat'le çıkmıştı... Sırf bahar geldiği için... Hormonlarını ve güdülerini halı saha maçlarında, ekran başında elinde malafat terleme seanslarında baskılayamadığı için, arkadaşlarının adeta bir McDonalds logosunu andıran kaşlarıyla dalga geçtiği Nebahat'i uygun görmüştü kendine. Sadece iki hafta sürdü ve bu aynı zamanda kaşlı insan Nebahat'in de ilk tecrübesi olduğu için bırak kaş konusunda aşmış bir insan olan "çıktığı kişinin" elini tutmayı, okul dışında buluşamamışlardı Nebahat'in haftasonu öğrencileri at gibi koşturmayı seven dershanesi sebebiyle.

Dolayısıyla yeni uyanan her insan gibi ağır işleyen kafası, bulunduğumuz yıl olan 2009'dan doğum tarihi olan 1985'i çıkardı ve 24 yıldır eline kadın eli değmediğini farketti. Anahtarını, göt cebinde lime lime olmuş öğrenci sigarası Winston paketini, telefonunu, cüzdanını, ha bir de Dinamik notlarını alıp çıktı evden.

Evinden memnundu. İstediği kadar asılabiliyor, istediği kadar içebiliyor, istediği kadar ders çalışabiliyordu. Evet ders çalışmak artık bir istek halini almıştı çift anadal programını sürdürdüğü teknik üniversitesinde. Hala mezun olamamasını da ailesi bu nedene bağlıyordu. Sık sık "Benim oğlum çift diploma alacak di mi evladım? Bu yüzden 4 senede bitiremiyor Nevriye ablası..." diyordu annesi çatkapı komşu Nevriye'ye.
3 artı 1'di arkadaşlarıyla beraber tuttuğu ev. 4 kişi yaşıyorlar, kendi odalarından dışarı nadiren çıkıyorlardı. Zaten o çıkışları da genelde işemek, bulaşık konusunda aldıkları sıra numarasını kullanmak ve bakkala gitmek için oluyordu.


Kapıyı kilitledi, merdivenlerden inmeye başladı ve bir de ne görsün?

NOT: Kafama estikçe devam edeceğim hikayeye. Hikaye kimseye karşı bir saldırı içermemekle beraber, karakterler tamamiyle hayal ürünüdür. Hadi sağlıcakla kalın.


15 Haziran 2009 Pazartesi

Aşık olmaya aşık olan erkek modeli

bazı adamlar vardır. aşık olmazlar kimseye, aşık olmaya aşık olurlar. gönül adamı denir bazen bunlara, bazı kadınlarsa bu tip adamların duygusal olduğunu düşünür...

gecemi aydınlatan ateş böeceği misalidir bu adamlar. sıradan bir insan kimi zaman bir kadını güzel bulur sadece dışarıdan bakıp. ama sadece güzel bulmak, beğenmektir yaptığı... bunlarsa kadınla daha iletişime geçmeden, karşı tarafın sadece ilişki konusunda değil, genel olarak tutumunu, davranışlarını, konuşmasını ve dünyasını anlamadan hoşlanırlar. medeni cesareti ve iyi bir ilk adımı olanlar "o"nunla tanışma fırsatı bulur, bu meziyetlere sahip olamayanlarsa pek bir ilerleme gösteremezler.

ancak tünelin sonunda ışık, sürecin sonunda ilişki olsun olmasın, belli bir süre avarel gibi gezer bu adamlar. yanlış anlaşılmasın aşk sarhoşu değil... bildiğin avarel. "abi kız şöyle", "abi kız böyle" şeklinde olur genel dertleşmeleri bu süreç içerisinde. tamam abicim, anlıyorum, kızı beğeniyorsun da neden "ben bu kızdan hoşlanıyorum" gibi iddiali bir cümlenin altına imza atıyorsun? belli ki tek gecelik bir ilişki veya fuckbuddy olmaktan öte; dilberle, uzun süreli bir ilişki peşindesin fakat "o"nunla ilgili bildiklerin "o"nun saç rengi, göz rengi, belki yuvarlak vücut hatlarından öteye gitmiyor.

"kendine gel" de diyemiyorsun bunlara... hele bir de adam kafayı kırmış bir arabesk ise, geri adım atmanın tam sırası... "o"nunla ilgili buz gibi gerçekleri -genelde "o"nun kötü yönlerini-, mr. arabesk'in yüzüne söylersen bir arkadaş daha kaybetme potansiyelin oluyor resmen. "silkelen artık" dediğin zaman duruyor... müziğin sesini açıyor... iyice kuduruyor, rakıyı fondip yapıyor ve halının ortasına kusuveriyor.

lisede bir arkadaşım vardı, ayda 5 kızdan hoşlanan... arabeskgiller familyasındandı bu eleman. akşama rakı teklifinde bulunmuştu. ben de onayladım.

alışkanlıkları arasında olmamasına rağmen bir paket malbuş çıkardı, bana uzattı. ailem ve arkadaşlarım herhangi bir maddeye karşı zaafım olduğunu bilmesin istediğimden sosyal sigara içicisi değildim. reddettim kırmızı beyaz mucizeyi...

-ne oldu abi derdin nedir?
-kardeş çok seviyorum ya....
-başladınız mı hatunla?
-2 haftadır çıkıyoruz. kardeş çok seviyorum yaaa...
-peki.

sessizlik oldu. müziğin sesini arttırdı... rakısını yudumladı kendi etrafına efkar ve negatif enerji saçarak... ağzımı bile açmadım belki yukarıda bahsettiğim sebeplerden ötürü... belki de yaş olarak, hatta hayat tecrübesi olarak benden çok daha ileride olduğunu düşünerek.... lakin şimdi düşünüyorum da;

"ulan e be ******* **********. hatunla birliktesin. aynı şehri bırak, aynı okuldasınız. güzel bir ilişkiye başlamışsınız daha neyine efkar keder yapıyorsun ortamı bozuyorsun? amaç ne? ne zaman mutlu olacaksın?"

lakin şimdi düşünüyorum da;
"o masada elinde nokie n95le mutsuzum diyen emodan farksızmışsın..."

13 Haziran 2009 Cumartesi

Lan?

Sıradan bir yaz gecesi... Taksim'e çıkacağız Caner'le. Ecem ve Gün diye iyi insanlardan oluşan bir çiftin yanına gideceğiz, hiç bir beklenti yok bir iki arjantin dışında... Gün aldı bizi Tünel'den, yürüyoruz Asmalımescit'te... İlk kez geçiyorum oradan, göz bebeklerim büyüdü tabi. Bir sürü yabancı, herkes eğleniyor çıldırıyor.

Sakin bir mekana geçtik, hoş bir teras... Biralarımızı yudumlarken 5 (sayıyla 5) adet yabancı kız geldi, masa bakarlarken Caner de bunlara bakıyor. Bense hem kızlara hem Caner'e bakıyorum. Süper perspektifteyim ama ne yalan söyleyeyim benim de dikkatimi çekti hatunlar...
-Yavaş ulan yavaş bu kadar bakma, dedim.
-Yok ben garsona bakıyorum göz teması kurmaya çalışıyorum.

Ecem'le Gün'ün kahkahaları akabinde kızlar oturdular terasın bir köşesine. Biz de Caner'le birlikte kızlarla göz kontağı kurmaya çalışıyoruz, ne yapıp oturulabilir yanlarına bunu düşünüyoruz. Çok taş değiller de bir tanesi Paris Hilton'un klonu... Kafayı çevirip muhabbetimize devam ettik orada olduklarını bilerek... Bir iki göz teması tuvalet kalkışları sırasında. Sonra Gün bize masayı gösterdi... Beynimden vurulmuşa döndüm. 4 saplı masadan 1 sap, daha doğrusu 1 apaçi ilk adımını çok iyi kullanmış ve kızların yanına oturmuştu. Ben çıldırmalardayım... Kızlarla bir şey yaşamak değil amacım, [yaşasak güzel olabilir lakin muhabbet tamamen yüksek egolarımdan kaynaklanıyor] ama az buz bir şeklimiz var ve kendime kızıyorum neden onlar bunu becerebiliyor da ben beceremiyorum diye. Akabinde bir kahkaha geldi o masadan... Kafayı bir çevirdim 4 sap kurmuşlar merkez üssü kızların masaya.

-Ama bu nispettir, dedi Caner.
-Çekip vuracam kendimi anasını satayım, şeklinde cevapladım.

Ecem içinde bulunduğumuz duruma kopuyor. Gün 15 20 dakika sonra asılan suratlarımızı bir gözlemiyle, bir tespitiyle tekrar eski moduna geçirtti.

-Abicim rahat olun, bakın masaya kızlar deli gibi sıkılıyor ve birazdan elemanlar ne yapacaklarını düşünecekler çünkü muhabbet kesiliyor. Muhtemelen ya kızlar gidecekler, ya da elemanlar kalkacaklar masadan ve meydan size kalacak.

Bekliyoruz, hiç öyle olmuyor... Nispetler devam ederken tuvaletin yolunu tutuyorum. Kapıyı 2 tıklattıktan sonra içeri girmeye çalışıyorum... Kilitli. Kapı açılıyor, yabancı kızlardan biri çıkıyor ve ben nazikçe "excuse me" diyor içeri giriyorum. İşte o anki hislerimi size anlatamam sayın okur. Kız sucuğu bırakmış tuvalete... Sifonu çekiyorum sucuk uzak diyarlara kaçıyor, evini terk edip göç ediyor büyük şehre. Evet, kızlar da sıçabilir ama sorun şu ki, neden? Neden sifonu çekmek konusunda hiç bir hassasiyet göstermiyor bu kız, bu Elaine, bu Helen, bu Andrea? Bak ben çektim gitti. Tüm konsantrasyonumu yitiriyorum işemekle ilgili. Korkuyor içimde büyüyenler, "o canavarın girdiği deliğe girmeye hazır değiliz" diyorlar sanki. Üzülüyorum. Hem kendi sağlığım için, hem de içimdekilerin psikolojisi için... Masaya geçiyor olayı anlatıyorum kopuyorlar. Sinir yine had safhalarda... Suratım iyice asılıyor. "Yabancıların masasına gidip Türk elemanlara kızın sucuğu nasıl bıraktığını anlatsam mı?" diye düşünüyorum.

Kalkıyoruz mekandan ağır ağır. Barın girişinde paralar ödenirken nispetin hası geliyor. Sucuğu bırakan hatun omzumdan hafifçe dürterek ateş istiyor. Yakıyorum sigarasını. Bir şeyler bekliyor, elim ayağıma dolaşıyor, konuşamıyorum. Sucuk geliyor aklıma, apaçilerin suratları geliyor aklıma, egolarım geliyor aklıma ve kilitleniyorum. O da arkasını dönüp gidiyor. Ama ne diyebilirsin ki kıza, şunun İngilizce'sini o an düşünebilirsin küçük bir ihtimal de nasıl söylersin?

-Güzel kızsın çekicisin, Natalie'sin ama sucuğu bırakmışsın utanmadan. Ayıp değil mi ulan?

Çıkıyoruz bardan, dolambaçlı yollardan geçerek yürümeye devam ediyoruz... Yol boyu sigara üstüne sigara yakıyorum çünkü gururu örselenmiş hissediyorum kendimi her ne kadar sucuğu bırakan kız ateş istese de... Gecenin en güzel kısmını da işte o aralar yaşıyorum. Leman Kültür'ün oradan geçiyoruz. Bardan kızlarla birlikte çıkan saplar sap sap ortam aramaya devam ediyorlar. Sırıtıyorum. "Durum 1-1" diye düşünüyorum ama bu gidişatın nasıl değiştirilebileceği, bu egolarımın nasıl dizginlenebileceği sorusu da kafamı kurcalıyor... Eve gidiyorum, büfeden 10 liralık rezil bir şarap alıyorum. Demleniyorum evde... Ruh yolculuğum yatağımda bitiyor.


6 Haziran 2009 Cumartesi

Mersin'de 1 Haftalık Yaz Tatili Günceleri Pt. 3

Tarih: Haziran Başı 2009

NP: David Bowie - The Man Who Sold The World

(loop mode: on)

3 saat sonra evden çıkmam gerekiyor... havaalanı şirketinin servisine atlayıp adana havalimanı yolları... oradan da istanbul.

ancak acı olan şu ki, bugün, bir an için de olsa, yaz okulunu güzelim mersinim'de okuyabileceğimi düşündüm. annemin fikriydi tabii...

-oğlum bir araştırsana burada okuyanlar var yaz okulunu...
-oha çok mantıklı.

araştırdık, içimizde patladı tabii... okulun forumuna sordum, olmaz dediler. bir an bunun için umutlanmak bile ne kadar sevindirdi beni anlatamam. tekrar ana ocağında okula gitmek gibisi var mıdır be... hani yemeğini bulaşığını geçtim, ailenin değeri apayrı. her ne kadar çoğu zaman bunu reddetsek de, çoğu zaman arkadaşlarımıza havalı görünebilmek için bunu inkar etmeye çalışsak da, gerçekten çok ayrı bir değeri var ailenin. bunu geçen yıl anladım ben... telefonla konuşmaktan zevk almıyorum annemle veya babamla, onun dışında msn kişi listemde annem var ve engellenmiş vaziyette. ama her mersin'den istanbul'a geçişte, bir daha anlıyorum onları ne kadar çok sevdiğimi.

tarihi tam olarak hatırlamıyorum, 9.30'ta adana'dan kalkıyordu uçağım... 9.30'ta kalkan uçağa yetişebilmek için de arabayla 15 dakika mesafede olan mezitli migros'un önüne geçmek gerekiyordu 6 sularında. hesapta babam götürecekti beni migros'un önüne, ancak akşamdan kalma olduğu için annemle yola çıkmıştık.

daha güneş bile doğmamıştı... sokak lambalarıyla aydınlanan mavi gözlü kızın asfaltını, yavaş yavaş geçiyorduk. hiç bir şey düşünmüyordum...

servis daha gelmemişti migros'un önüne vardığımızda. annemle birlikte beklemeye koyulduk. gözünden uyku, yüzünden hüzün akıyordu. bakmamaya çalışıyordum pek yüzüne, gözlerimden o sıcak, tuzlu ve duygusal sıvıyı dökeceğimden korkarak. çünkü böyle bir durumda hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktı ve ağlaması, gidişime üzülmesi, duygulanması istediğim son şeydi.

servis geldi, valizlerimi yerleştirip içeri geçtim. hala bekliyordu. "kalksa da şu anı bir atlatsak" diye geçiriyordum içimden, kulağımda limp bizkit'ten everything şarkısıyla birlikte. derin bir şarkıydı, melankolikti ve deneyseldi. 1 dakika, 2 dakika, 3 dakika... servis kalkmak bilmiyordu. motor çalıştı nihayet. bu sefer tutamamıştım işte kendimi, ona camdan bakıyordum yaşlı gözlerle. gözleri doldu, yüzünü eliyle kapatıverdi... perdeyi örttüm ve iğrenç bir ruh haliyle yola koyuldum.

bu benim hikayemdi, bu benim yazgımdı. süper bir evlat olamamıştım belki, duygularımı hep saklamıştım belki, ama ailemin değerini geç anladım. bana koyan da buydu işte...

Mersin'de 1 Haftalık Yaz Tatili Günceleri Pt. 2

klasik sıkıntılı bir denizhan - 2 gecesiydi... her zamanki geyikler;

"abi şu sitede neden hiç kız yok?"
"lan sitenin resmini ben x'deki arkadaşlara gösteriyorum, inanmıyorlar burada yaşadığıma."
"kayıp nesiliz resmen. 90 ve altıyla 85 ve üstünde bir dolu hatun var biz yaşlarda hiç yok anasını satayım."

sivri bir arkadaş atladı;
"abi gidelim dışarıya. kızlarla tanışıp buraya çağıralım."

plan mantıklı geldi de onu yapmak için belli bir first-step'le birlikte, cesaret lazımdı. ihtimal vermiyordum ben, açıkçası kız olması için de çabalamıyordum 1 haftadan fazla kalmayacağım için.

gittik forum'a... o sivri arkadaşa, "hadi lan tanış kızlarla bak bir sürü kız var burada." diyordum, çocukta tık yok tabi söylemesi kolay. akabinde dumurlardan dumur yaşayacağımı nerden bileyim...

dolmuş durağında beklerken biz, bir kız geldi yanımıza. bu sivri arkadaşa "pardon..." dedi. arkadaş döndü, biz de kendi muhabbetimize baktık hayvanlık olmasın diye. sivriye sorduk dönünce...

-ne konuştun lan karıyla? (bkz: vizontele)
-"çok şanslısın arkadaşım senden hoşlanmış telefon numaranı istiyor" dedi kız.
-oha. bayılın ha.
-ben msn'imi verdim buradan numara almadığım için.
-vay anasını... helal olsun lan.

siteye dönünce çocuklara anlattık olayı. ohannesburgerledi arkadaşlar bir güzel. lakin 3 kız 1 erkek takılmaları gerçeğini belirtince biz, elemanlardan bir tanesi;

-lan erkek için istemiş olmasın numarayı?
-hakikaten ha, çocuğun saçlar falan da emo gibiydi. oha lan...
-hevesini kursağında bırakmayın adamın.

dur bakalım sonunda nolacak... heyecanla beklemedeyiz.

3 Haziran 2009 Çarşamba

Mersin'de 1 Haftalık Yaz Tatili Günceleri Pt. 1

14 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra ayak bastım memlekete... direk bir sigara tellendirdim. sitemin kapısına baktım uzun uzun... yürüdüm yavaş yavaş, esnafa ve sabahın köründe dışarıda olan tanıdıklara birer selam çaktıktan sonra eve geç. bir duş, ardından hemen dışarıya damlamalar.

okay'la forum alışveriş merkezi. gittik, mayo beğenecekmiş bu. bakıyoruz, fiyatları çok pahalı buluyor paşa, çünkü para biriktirmesi lazımmış falan fişman. geldiğimden beri maksimum 4 saat geçmiş. 1. bomba patladı...

yer: forum avm'de billabong, quiksilver mayoları satan bir dükkan
girdik içeriye, ufak bir saçmalama yaptım;
"merhaba mayo bakıyorduk da. yani mayo ama şort. yani slip olmayacak kesinlikle. evet olmayacak."
kız bizi buyur etti gösterdi mayoları, okay bakıyor ben okay'a dönüp "oğluşum hangisini alalım sana" diyorum çocuğunu şımartan baba hesabı. kız bu espriyi kahkahalarla olmasa da, işi gereği gülümseyerek karşılıyor. okay mayolara daha rahat bakabilsin diye bir adım geri atıyor kız...

okay mayoya bakıyor, etikete bakıyor, kızın arkasında olmadığını düşünerek bana dönüp;
-95 milyon diyor ammına koyiim.
cümlesini patlatıveriyor. yüzümü avcumun içine alıyorum. hafif bir rezillik ama sadece küfürden ötürü değil, çingene pazarlığı da yapabilirmişiz potansiyeli yarattığımızdan ötürü. akabinde kız geçen sezondan kalan tek ürünü gösteriyor, okay "ben bunun içine girmem" diyor. inceden uzuyoruz...

devamı gelmiyor olayın. ama benzer dumurlar yaşayacağımızın garantisini alıyorum bu 1 haftalık süre içersinde.

31 Mayıs 2009 Pazar

hayatın ne kadar ibne olduğunun anlaşıldığı anlar pt.3

ders çalışıyordum... bir flashback yaşadım adeta lost hesabı.

çok değil, 2 ay önce elektrik makinaları 2 sınavındayız. arkadaş hesap makinesini aldı, arkası da kopya. ulan bu ampul dedi mi asistanın önünde "hocam arkadaşa bir şey söyleyebilir miyim, hesap makinası değerleri yanlış veriyor" diye... o an yusuf yusuf çekme durumu sebebiyle pek umursamamıştım. vizeden de iyi not geldi vesselam.

bugün aklıma takıldı, hakikaten yanlış mı yapıyordu makina hesaplamaları? sin(30) yazdım komut satırına ve 0.5'le uzaktan yakından alakası olmayan bir değer geldi. o an öyle bir dank etti ki kafaya, sormayın gitsin. açıları derece yerine radyan cinsinden yazmak lazımmış meğersem. 6. dönemi bitiriyorum bu hesap makinesiyle ben, bölüm itibariyle de paso sinüs kosinüs takılıyoruz... "ulan yoksa ondan mı gözetim sınırındayım?" diye bir düşünceye daldım...

allah belanı versin casio. bu okul uzarsa senin yüzünden uzar. öte yandan gel de aileye anlat bunu, "sus eşşek sıpası" diye fırlatıverir benim peder yarı dolu rakı bardağını... oof oof.

hayatın ne kadar ibne olduğunun anlaşıldığı anlar pt.2

itü 2008-2009 sezonu güz finalleri...

hani böyle her final dönemi yaptığım şekil... nba'de final oynayan takımlar gibi takılıyorum. her kötü geçen sınav boynumu biraz daha bükecek, saha avantajı zaten finallerde. öte yandan her kötü geçen final seride karşı takıma verdiğim 1 maç gibi.

1. hafta geçiyor. bir bakıyorum apış arasının tam orada kafam kadar apse çıkmış. başlangıçta çok acıtmıyor. dört final daha kalmış... birazcık dişimi sıkarsam geçecektir, diye düşünüyorum. şimdi doktor moktor kim uğraşacak, değil mi ama? ertesi gün iki tanesine gireceğim. az bir şey çalışıp yattım... iki saat oldu, üç saat oldu. uyuyamadım. debeleniyorum yatakta saat oldu gecenin dördü. sabah da erken uyanmak lazım halbuki.
işte o an anladım hayatın ne kadar ibne olduğunu. sonra ne mi oldu?

ablayı uyandır... apar topar pijamalarla şişli etfal'e git. suratı asık ve uykudan yeni kalkmış bir ürolog baksın alete, antibiyotik yazsın ve ikinci bombayı patlatsın "iki haftadan kısa sürede geçmez bu...". lanet okumalar... şansa küsmeler...

her şeye rağmen, topallayarak da olsa girdim sınavlara ertesi gün. kantine indiğimde arkadaşlara olayı anlattım... kantinde alay konusu etti piçler. "aleti bu kadar kullanırsan (manuel veya sevişme babında) olacağı bu" şeklinde... o günün akşamı yine küfrederek eve yürüyordum ki ilaçları almak geldi aklıma. yazılan ilaçları aldıktan sonra düşündüm ki, antibiyotiklerden başka bir şeyler de yapmak gerekliydi... eczaneye girdim. bir kadın. çekici ve alımlı. gel de anlat derdini... "ıı merhaba, ya benim... ıı şey. apışarasında kocaman apse çıktı, nasıl geçer bu?" benzer bir cümle kullandım. kadın sırıtarak yüzüme baktı. batticon çıkardı bir adet. aldık onu gittik eve... daha sonra diğer iki final, sabaha kadar acıdan uyuyamamalar, iğrenç batticon kokusu, sigara üstüne sigara... ömrümden ömür gitti lan. apse ne zaman geçti peki? finallerin bitiminden iki gün sonra. eşşek sıpası çıkacak başka zaman mı bulamadın?

hayatın ne kadar ibne olduğunun anlaşıldığı anlar pt.1

bol bol kahve içer insan final öncesi sabahlayabilmek için. ama çalışamadığını farkedip uyumaya karar verir.

yatağa girdikten yarım saat sonra uyuyamadığını farkeder kahvenin etkisiyle. işte o an bu andır.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Duyuru

Uzun bir aradan sonra tekrardan itüsözlük'te yazar oldum. daha önce nasıl uçurulduğumu sormayın, özel bir nedeni yok, tamamen duygusal.

beğendiğim ve insanların da beğendiği entry'leri buraya yapıştırırım ara ara, lakin eskisi kadar sık yazamayacağım sanırım. esas makara orada dönmeye başladı, "dis" nickiyle bulabilirsiniz beni belirli bir süre. o sürenin sonunda da uçurulurum muhtemelen. kalın sağlıcakla ahali.

garip bir gün...

(not: aşağıdaki olaylar zinciri yaşanırken kafa yerinde, bünye sağlıklıdır. ayrıca kişi, final dönemindedir)

sabah 10 gibi uyandım. amaç bilgisayarı şişli'de bir teknik servise bırakmak (fanının temizlenmesi için), akabinde de okula gidip 3'te başlayacak olan sınava birazcık çalışmaktı.

şişli'ye gittim sırtımda laptop, yanıyorum ama öyle böyle değil. güneş tepede... izzetpaşa mahallesi'ni aramaktayım. daha önce mecidiyeköy'den gayrettepe zincirlikuyu'ya giderken sol tarafta bir yerler vardı... böyle inancı güçlü insanların bilgisayar tamirinde başarılı oldukları bir yer. izzetpaşa orasıdır herhalde diye gittim, bakkala sordum... "izzetpaşa mahallesi buradan yukarıya, çağlayan'a doğru giderken yeğenim" cevabını aldım. cepte doğru düzgün para da yok... bastım yürüyorum. güneş pişirmeye devam ediyor. bir taksi durağı gördüm. "herhalde bu adamlar biliyordur mahalleyi sokağıyla mokağıyla, 3 5 kağıda götürürler dediğim yere" diye düşünerek sordum açık adresi. "yakın orası bak ben sana tarif edeyim, buradan ışıklara kadar yürü, daha sonra ibne muhtar var bir tane, bizim ibne laz muhtar, hah onun bürosunu göreceksin. muhtarın karşısında da bakkal remzi var, ona sor adresi, söyler sana neresi olduğunu" cevabını aldım. ibne muhtar olayı biraz da olsa sıcakta pişmiş bünyeyi güldürdü. akabinde devam ettik yola... mekanı buldum bilgisayarı verdim okula döndüm. 12'de okula gidip 3 saat boyunca yayılan, toplam yarım saatçik masada kopya hazırlamak için oturan ben, arkadaşlarla çay çorba muhabbeti döndürmeyi daha mantıklı bir hareket olarak düşünmüştüm ki sınava girerken şu soru aklıma geldi:

"ulan ne diye erken uyandın o zaman amına kodumun?"

sınavda sadece 1 soru yapıp 15. dakikada çıktım. bir sigara içip tekrar o iğrenç izzetpaşa mahallesi'nin yolunu tuttum. ama bu sefer içim kıpır kıpırdı, çünkü bilgisayarımı alacak, bir daha da asla oraya uğramayacaktım. gittim, sıcak terletmeye, kavurmaya devam ediyor... bilgisayarcı çocuk yetiştiremediğini, ancak 2 saat sonra bilgisayarı teslim alabileceğimi söyleyince, bana bir hal geldi. metroya kadar en az 15 dakika pişmek vardı. öte yandan mahalleden geçen otobüslerin mecidiyeköy'e mi döndüklerini, yoksa daha önce hiç gitmediğim ok meydanı, cevizlibağ gibi yerlere mi gittiklerini düşünerek otobüs durağına geçtim. yaklaşık olarak 20 dakika boyunca bunu düşünürken, etraftaki insanlara bakıyordum. çok kalabalıklardı. bazen bir otobüse aşağı yukarı 15 kişi bindiğinde "yine iyi yolcu aldın ha çakal" diye düşünüp sırıtıyordum. veya "off 54ör'yi bekleyen de çokmuş ha, hadi şükür kavuşturana binin lan". olayı çözdüğümü düşünüyordum inceden. en azından 41at geldiğinde, levhayı okudum ve maslak tarafına döneceğini düşündüm otobüsün. otobüse bindim, bir sıkıntı baş gösterdi... cevizlibağ'a, olmayan trafikte yardırıyordu otobüs. ama etrafımdaki insanlar "2 durak için otobüse binmiş ibne" diye düşünmesin diye, 4. durakta indim. otobüsün durağı geçmesini bekledim, otobüs durağı geçer geçmez karşıya geçtim. karşıdaki durakta "diş poliklinikleri" gibisinden bir şey yazıyordu. o an hasta ruh örneği gösterdim ve "nasıl olsa başka işim yok, muayene mi olsam" diye düşünerek dolgularımı kontrol ettim. sonra bu fikir saçma gelince bir daha otobüse bindim mecidiyeköy tarafına giden. saatime baktım, sadece yarım saat geçmişti. ne yapsam diye düşünürken uzun zamandır almayı düşündüğüm galatasaray atkısını almaya karar verdim. gittim aldım atkıyı, oradan simit sarayında 1 erkek 2 kadın kombinasyonundaki bir masada oturan bir milfle kesiştim, elimdeki uykusuz dergisini okudum, 7 sularında da gittim aldım bilgisayarımı. şimdi mutluyum. ama ciddi ciddi yordu beni bugün. neden erken kalktım ki?

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Semt.

2-3 hafta önce ersin karabulut bir şeyler karalamıştı uykusuz'a. yaşadığı semtle ilgiliydi, spoiler vermek istemiyorum, merak edenler olabilir. gerçi 2 3 hafta öncesinin dergisinin spoiler'ını vermek istememek de saçma bir olgu. neyse...

yurttan ayrıldığımdan beri 3 farklı meskende kaldım.

birincisi bahçeköy'de çok başarısız bir tecrübeydi, lakin ev arkadaşım sağolsun taksim dönüşlerinde taksiyi bölüşerek en büyük sıkıntımızı atlatıyor, mahalle baskısına karşı direniyorduk. zor bir yerdi bahçeköy... adı üstünde, köydü. az yukarısında bizim semtin, zekeriyaköy vardı. şirket sahiplerinin, ntv çalışanlarının evleri buradaydı. ince bir çizgiydi resmen zekeriyaköy ile aramızdaki. bahçeköy'de yaşamış olduklarımızsa apayrı hadiselerdi. neler mi yaptık?

evde timsah beslemek(kesinlikle ev arkadaşımın fikriydi) yaptığımız en basit şeydi. ha onu da 3-4 ay besledik sonra öldü gitti hayvancağız aşırı yemekten. japon balığıyla(tanesi 1 milyon) besliyorduk hayvanı, bir gün aşırı doz ve altın vuruş. (huzur içinde yat rıfkı...)

ulaşım sıkıntı olmaya başlıyordu yavaş yavaş, özellikle de dünyanın en gerizekalıca düşünülmüş rotasına sahip 42m, 42t ve 42 otobüsleriyle... otostop çekmeye karar verdik. her sabah çekiyorduk bahçeköy'den okula giderken. dört çarpı dört grubunun basisti ve davulcusunun, bir de celal pir'in arabasına bindim buradan kendilerine selam ederim. [dört çarpı dört elemanları cd bile verdiler ama jelatinini bile açmadım aylarca]. işler çok kolaylaşmıştı, kolaylaşınca da ben olayı abartıp akşamları bahçeköy'den ayrılırken de otostop çekmeye başladım. birinde iki üç çakalın arabasına rastgelip binmekten bile akıllanmayıp devam etmiştim, çok şükür başıma da bir iki komik muhabbet dışında (misal: emekli MIT görevlisinin arabasına binmem ve adamın "benim de ev var mersin'de, pozcu'da. karıyı falan buraya yolladım orada karı *kiyorum. siz de evinizde iyi *kiyor musunuz bari" demesi) bir şey gelmedi.

mahalle baskısı, altımızdaki deli ressam ("bu evde bağırta bağırta karı *kiyorlar" şikayetini yaptığında uzun bir süre eve bırakın kızı, dişi sinek girmemişti), karşı komşunun askere gidecekleri için annelerini babalarını yollayıp evde alem yapmaları ve apartmanda tek bekarlar biz olduğumuz için suçun üstümüze kalması vs vs. tiksinmeye başlıyordum hayattan.

sonra annem yine bir ışık gibi doğup ablamla birlikte bir eve çıkmamıza karar verdi, ev bulundu, yerleşildi... bahçeköy'den beşiktaş'a terfi ettiğim için havalara uçuyordum. yıldız'da, çok merkezi ama merkezi olduğu kadar da sessiz bir sokaktaydık. sokakta 2 tane eşşek kadar köpeği olan çirkin bir emlakçı kadın, körler ve sağırlar... garipti. sorun etmiyorduk, zaten bizim bacı karşı komşumuz olan bir dul(boşanmış veya eşi ölmüş, 60lı yaşlarında), bir de hiç evlenmemiş(60lığın çocuğu, 40ı bulmuştur muhtemelen onun da yaşı) kadınla muhabbeti kurmuştu. x teyze de x teyze. neyse her şey güzel güzel giderken bunlar bir gün kafayı çizdi mi abicim, hani ufak bir gerginlik olmuştu 1 ay kadar önce kağıttan duvarlar sebebiyle... neyse gecenin 12sinde kapı tak tak çalınıyor, bacı da o sırada benim siyah noktaları sıkıyor. aldım elime bıçağı yürüdüm kapıya, delikten baktım karşı komşu. bıçağı ayakkabılığa koyup açtım kapıyı. car car car car... bir sürü tantana, bir sürü iftira... (özellikle de bir gün benim, bir gün de ablamın sevgilisi gelmiş. ablamla sevgilisi çıkmışlar ben de evde malum şeyleri yapmışım iftirasına çok güldüm. bir kere olayın mantıken böyle gerçekleşmesi imkansız, eve herhangi bir kızı getireceksem ablamı kovarım elbet) neyse iftiralar büyüdü, artık bokunun çıktığını anladık. sadece 6 ay olmuştu taşındığımızdan beri ve ben yine huzuru bulamamıştım. ha iddiaların çoğunun kadınların ablamı kıskanması sonucu oluştuğunu ve bir bakıma ablamın müzisyen olması yüzünden şeker gibi beşiktaş'tan olduğumun da altını çizeyim, kendisi 4 sene kullandı beşiktaş kredisini, ben de 6 ay. ama taşınacağımız belli olunca çocuklarla yılbaşında hayvan gibi bağıra bağıra muhabbet etmemiz, kahkahalarla nispet yapmamız hala aklımdadır.

taşındık oradan da, apar topar... bir kurtuluş vardı. hakikaten de ismi gibi "kurtuluş" oldu bizim için bu semt. başlangıçta evi çekip çevirmek (özellikle de kışın) zor iş olduğu için, sıkıntılar yaşadık. hani donduk diyemem, çatı katı olmamıza rağmen altımızda yaşayan ailenin deli gibi kombi yakması sonucu ben üşümedim, bacı hastalanıp arkadaşlarında kaldı ilk günlerin çoğunda. atlattık şimdi tüm sorunları... burada mutluyum. hani karışanımız cartımız curtumuz yok, burası full gayri müslim zaten, gürültü yapsan kimsenin ruhu duymaz çünkü caddenin kendisi gürültülü. altımızdaki aile zaten gürültülü... ekmek elden su gölden. ulaşım mulaşım da sıkıntı olmuyor. daha az ödüyor, daha küçük bir evde kalıyoruz lakin bir şeyi farkettim... ben hakikaten sokak kavramını özlemişim. bugün güneş son ışınlarını salonun penceresinden içeri salarken, oturmuş ders çalışıyordum salonda... pencereyi, balkonun kapısını da açmıştım sıcak olmasın diye... aşağıdan çocukların cıvıltıları gelmeye başladı. çıktım balkona çocukları izlemeye başladım. şu diyaloğu gördükten sonra kendimi o kadar buraya ait hissettim ki... [iki çocuk. aralarında 50 metre falan var. biri diğerinin ablası]

abla: özgüüüüüüür!
çocuk: ne var lan gerizekalı!!!

10 Mayıs 2009 Pazar

Galatasaray-Takım İçi Revizyon

-----Facebook'taki Galatasaraysözlük grubunda yazdığım yazıdan alıntıdır-------
amatör ruhla ve profesyonel yaklaşımla doğru bir revizyon yapılabilir. tabii ki gelecek hocanın tercihlerine ve kişiliğine göre revizyon yapılması yerinde olacaktır.


hasan şaş, ümit karan'dan başlanılacağı yazılıp çiziliyor lakin anlattığım ruh ve yaklaşım işte burada devreye giriyor. hasan şaş gibi bir adamın takımda kalmasında sakınca görmüyorum açıkçası. ya efendi gibi jübilesini yapar, ya da bir sene daha -veya ne kadar istiyorsa- oynar (mecazi anlamda). zira, hasan şaş galatasaray tarihi için değerli bir oyuncudur ne kadar formdan düşmüş, ne kadar göbek bağlamış olursa olsun...elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan ve her daim armaya bağlılığını gösteren bir adamdır. şahsi görüşüm, kulis yapıp takım içi ayrılıklar yaratacak bir aslan olmadığıdır. kalmasında bir sakınca yoktur. ancak yönetim kendisiyle ilgili öyle düşünmez muhtemelen ve sezonun faturasını hasan şaş'a, hasan şaş'ı oyuna sokmakta çekince görmeyen ve teknik direktörlüğe getirilmesinden, yaptığı oyuncu değişikliklerine anlam veremediğim bülent korkmaz'a keser büyük ihtimalle...

ümit karan'a gelecek olursak, yıllar yılı alemci futbolcu sıfatıyla anıldığı doğrudur. alemcidir evet, aynı zamanda aile babasıdır da... ancak kendisiyle ilgili çıkan bir dedikodu eğer ki gerçekse acilen gönderilmelidir. o dedikodu da hasta dedesini ziyaret edeceği için izin alıp barlarda sabahlamasıdır. huylu huyundan vazgeçmez evet ama bu kadar yıl forma terletmek bir oyuncuyu hiç değiştirmiyorsa ve o oyuncu formsuz olmasına rağmen bu kadar sorumsuz davranabiliyorsa gönderilmelidir.

lincoln konusunda tam bir fikir ayrılığı yaşanmakta sözlüğümüzde belki, ama bence pılını pırtını toplayıp bedavaya yollayacağımıza, transfer döneminde daha akıllı davranıp felix magath'a kendisini iteleyebilirsek çok şükela olur. ha bu konuya çok değinmek istemiyorum ancak yönetimi hakikaten zor bir sınav bekliyor lincoln konusunda.

sabri sarıoğlu her ne kadar kanser etse de cümlemizi, iyi bir rotasyon oyuncusu olabilir ve -kısmetse- gelecek sene üç kulvarda birden koşturan galatasaray'ın kilit yedeklerinden biri haline gelebilir. ama karakteri düşünüldüğünde işin içinden çıkmak biraz güçleşiyor, akıllanması için bir takıma kiralık vermek de mantıklı aslında, neyse, akşamın bu saatinde aklım bilemedi şimdi...

volkan yaman'ınsa işi bitmiştir artık, 1 milyon euro'ya alıp kendisini bedavaya bir kulübe yollamak kuvvetle muhtemeldir. zamanı gelmiştir artık... geldiğinde attığı frikik golüyle tanıdık kendisini ama zerre gelişme gösteremedi ve bu saatten sonra da göstereceğine inanamıyorum. ha frikik golleri mi? aman nolur kalsın.

görüşüm budur, baktım discussion board'da harbi diskaşın var, dedim biraz kaşınayım :)

dis ellerinizden öper.

saygılar ahali.


-----------alıntı-------

Teşekkürler...

her ne kadar hitlerin yarısını ben oluşturuyor olsam da, 3000'e doğru ilerliyoruz. şimdiye kadar siteye giren, okuyan, eden herkese teşekkürü bir borç bilirim.

yeri geldi, ota boka 3 nokta koymama tanıklık ettiniz ve beni sırf bu yüzden çok duygusal, veya çok edebi bir adam sandınız.

yeri geldi, kendimi yerin dibine; itin götüne soktum bunu bir tebessümle karşıladınız.

yeri geldi, ona buna laf soktum, sevindiniz, güldünüz eğlendiniz, beni içinizden biri olarak gördünüz.

çok teşekkür ederim her şey için. yazılara devam edeceğiz elbet, ancak bu saçma sapan teşekkür etme ve kendimi bir internet mahir, bir sezen aksu forumunun mahmut'u sanma seansına başlamamın bazı sebepleri var. sözlük olsun, last.fm olsun, facebook olsun her yere reklamımızı yaptık ve iyi/kötü feedback'ler aldık elbet.

"sen roman yaz abi", "heyecanla takip ediyoruz" gibi tepkilere kısaca "eyvallah" demekle birlikte, gelelim kötü reaksiyon veren arkadaşlara...

onlara göre kendimi bir bok sanmakla birlikte dünyaya tepeden bakıyor, herkesi eleştiriyor, bunu yaparken de kendimle çelişiyorum. bakın arkadaşım, tek tek açıkladım anlamadınız. lakin iki yazı okuyup da, ironi ve dalga geçme içerikli genellemelerimi görüp de üstünüze alınmanızı ben size söylemedim. ben lafı ortaya koydum, gerçekten öyle olsanız arkadaşım olmazdınız ancak hakikaten benzer karakterlere sahip olanlarınız varmış. özellikle de "kadınlar" ve "üniversite gençlik" başlıklı yazılarımı okuyup yüksek dozajda öfke içeren tepkilerinize (misal, kendini bir bok sanıyorsun) tek cevabım, diğer yazılarımı da okumanızdır. ulan kendimi bir bok sansam, sosyomat'ta gördüğüm taş bir hatunla otobüste karşılaştığımda, elimdeki poşet sebebiyle duyduğum utancı sizinle paylaşır mıyım? veya tanıştığım gün alkolün etkisinde inceden yazıldığım kızın lezbiyen olduğunu duyduğumda hissettiklerimi sizinle paylaşır mıyım? okuyun ulan birazcık. tamam son yazılar ekstrem düzeyinde agresiflik, öfkenin dışa vurumunu taşıyabilir ama bu benim kendimi bir bok sandığım anlamına gelmez.

tüm blog ahalisine saygılar, buradan anneme, babama, iskenderun'da askerlik yapan arkadaşım emre'ye, gültepe'de omegle.com alemlerine akan reha'ya ve tüm türkiye'ye selamlarımı gönderiyorum. (kameraya el sallama efekti)

haydi, kalın sağlıcakla.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Nickelback'e dair...

Bir haftadır yalnız yaşıyorum evde... Ablayı postaladık Bursa'da konser vermeye. Yarın sınavım olması dolayısıyla bu 1 haftayı istediğim gibi geçiremedim aslına bakarsanız. Gerçi sınav var da çalışmadık orası ayrı... Televizyon başında geçirdim saatlerimi, 1 kilo çekirdek alıp adeta bir hala, bir anane hayatı yaşadım. 2 gün önce televizyonda zap yaparken "Yaşamak İçin Öldür" isimli bir filme rastladım... Film klasik Amerikan aksiyon filmiydi. Vurdulu kırdılı... Ama diyorum ya hala, anane hayatı yaşıyorum, umrumda değildi filmin nasıl bir şey olduğu. Maksat çekirdek çitle, gez dolaş evde, bulaşık yıka, az televizyon izle. Sonra da yat... Güzeldi böyle hayat, muhtemelen yaşlandığımda (yani 60ıma kadar ölmezsem) da böyle sessiz sakin, dırdırdan uzak, kendi halimde bir hayatı seçerim ve kafa rahat takılırım, diye düşünüyordum. Gelgelelim filmin sonunda Nickelback öyle bir sahnede girdi ki -esas oğlan yıllar sonra sevgilisiyle buluştuğunda- aklım almadı, çok etkilendim, ama filmden değil, şarkıdan... Hemen internette bir iki tık, buluverdim ne olduğunu. Filmin esas ismi "The Condemned" olmakla beraber, yıllardır harici diskimde tutup izlemediğimi gördüm. Buradan ATV ekibine de selam ediyorum filmin Türkçe ismi için...
Neyse IMDB'den soundtrack bulundu, indirildi, şu anda bu yazıyı yazarken de o sahnede giren şarkıyı, "Savin' Me"'yi dinliyorum. 13 yaşımdayken, bir soundtrack (Spider Man) vasıtasıyla, Hero şarkısı vasıtasıyla tanıştığım Nickelback bana kendini yine bir soundtrack'le hatırlattı... Özlemişim adamları, Chad Kroeger'ın sesini... İyi oldu bu. Buyrun şarkının sözleri.

Prison gates won't open up for me
On these hands and knees I'm crawlin'
Oh, I reach for you
Well I'm terrified of these four walls
These iron bars can't hold my soul in
All I need is you
Come please I'm callin'
all I scream for you
Hurry I'm fallin', I'm fallin'

[Chorus:]
Show me what it's like
To be the last one standing
And teach me wrong from right
And I'll show you what I can be
And say it for me
Say it to me
And I'll leave this life behind me
Say it if it's worth saving me

Heaven's gates won't open up for me
With these broken wings I'm fallin'
And all I see is you
These city walls ain't got no love for me
I'm on the ledge of the eighteenth story
And all I scream for you
Come please I'm callin'
And all I need from you
Hurry I'm fallin', I'm fallin'

[Chorus]

Hurry I'm fallin'

All I need is you
Come please I'm callin'
And all I scream for you
Hurry I'm fallin', I'm fallin', I'm fallin'



Show me what it’s like
To be the last one standing
And teach me wrong from right
And I’ll show you what I can be

And say it for me
Say it to me
And I’ll leave this life behind me
Say it if it’s worth savin' me
Hurry I’m falling

And say it for me
Say it to me
And I’ll leave this life behind me
Say it if it’s worth savin' me

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Gereksiz Diyaloglar Kuplesi

Okulumuzda İTÜfest adı altında bir festival düzenleniyor her sene... Pek tutmadım, pek sevmem... Farklı isimlerle de karşımıza çıktı, Sporfest gibi... Genelde sahne alan isimler Türk pop camiasının önde gelen isimleri. (Kim ne derse desin) Duman, Nev gibi... Bu sene de Manga, Tarkan, Nev ve Duman'ı getiriyor organizatörler. 25 Lira öğrenci bileti... Tarkan da televizyonlara çıkıp açıklama yaptı "en ucuz İTÜ'ye geliyorum" şeklinde... Bana ne ulan tohumuna para mı saydım?
Gelgelelim bu konuda beni en çok sıkan olay, uzun süredir muhabbet etmediğim veya benimle selamı sabahı kesen kızların;
-Canım yarın Duman sizin okuldaymış, uğrayalım mı yanına?
-Canım Duman geliyormuş sizin okula Tarkan'la birlikte, biz de sizin festivale geleceğiz.
şeklindeki mesajları. Cevaplamıyorum elbette. Nasıl olsa gitmeyeceğim festivale, ve sadece Tarkan konserinde tokmakçısız kalmak istemeyen, fortçulara karşı bir amguard aradığı için bana ulaşan kadınlarla işim olmaz zira.

İkinci en çok sıkan diyalog ise, dövmelerim olduğunu bilen herkesin "Ne kadara yaptırdın? Ben de yaptıracağım." şeklindeki diyalogları... Hiç birinin de yaptırdığını görmedim. "Ne yaptıracaksın" diye sorduğumda cevap vermekte güçlük çeken bu organizamların hayat felsefesini anlamakta güçlük çekiyorum gerçekten. Benimle muhabbete girmeye mi çalışıyorsun? Pek sanmıyorum. -hiç de eskisi kadar öyle olmadığım halde- Benim kadar asi olduğunu göstermeye mi kasıyorsun? Belki olabilir ama bu da 2. planda bir çözümleme. Nedir peki amaç? 18 yaşını geçtiğin için her şeyi deneyecebilecek kapasitede olduğunu düşünmen ve bunu dışa vurman mı?
Dövme ayağa düştü edebiyatı yapmayacağım, seviyorum dövmelerimi de, dövmecileri de... Ama insanları sevmediğim doğru olabilir. Death'ten Misanthrope mu dinlesem ne yapsam...

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Ulan hayatımızda hiç bir şeyi beceremedik... Low life olmayı bile...




geçen geceyle ilgili...

evden sigara almak için bile çıkmaya üşenen gençler olarak, kaldırdık başımızı ileriye...
zorlu bir maratona girdik, fat boy slim'den "right here, right now" eşliğinde...
arkadaş maratonu tamamlayamadan sızıp kalınca, ben de devam edemedim tabi. yoksa kesin içerdim.

aklımızda kalan tek anektod ise, bakkalın önünden geçemeyeceğimiz oldu. biraları alırkenki muhabbet:
-selamın aleyküm abi, biz şimdi sana 10 tane depozitolu şişe vereceğiz.karşılığında da bir kasa bira alacağız.
-nasıl yani?
-yok yani üstüne para da vereceğiz ama kasasını da istiyoruz biranın.
-tamam gençler. ne oldu parti mi var?
-yok valla biz içeceğiz.
-oha. tamam yarın isterim ama kasamı.
-rahat ol abi yarına kasa elinde. depozitolarıyla birlikte.

dolayısıyla lowlife olmayı bile beceremedik.

30 Nisan 2009 Perşembe

Mutsuzluk...

Ekşisözlük'te, ssg'nin doğumgünü sebebiyle yazar yapmışlardı beni de bir aralar... Sabırtaşı yazar... Şimdi tekrar çaylak yaptılar, sabırtaşı çaylak... Uçurmadılar da çaylak yaptılar, nedenini de bilmiyorum. Araftaymışım gibi, 21000 çaylakla birlikte beklemedeyim. Ama yazar olduğum dönemde 1 başucu, 3 zamanın ötesinde entarim vardı. Çok kendimi beğenmiş olduğumdan sadece ve sadece başucu entarimi buraya yapıştırmayı uygun gördüm. Gerçi yok lan, "dis" diye aratın bulursunuz beni.

Neyse, başlık: mutsuzluk.
çok farklı şekillerde tanımlanabilir. ancak bugün yaşadığım bir olay itibariyle tanımım şudur. akşam 4 sularında okulun spor salonundan çıkıp 10 dakika boyunca durağa yürürken, durakta -haftaiçi durağı dolduran yaklaşık 50 kişilik öğrencilerden oluşan kalabalığın- yine orada beklemesiyle ağzımda oluşan kekremsi tattır. durakta mı yatıp kalkıyorsunuz amuğa goyum? onun dışında hikayenin devamı ise artık mutsuzluk değil, hipneliktir, höt oğlanlığıdır. zira durağa yanaşan ve iki kişilik oturacak yer görünen dolmuşa, "kimse davranmadı, otura otura rahat rahat giderim" diye yönlenirken durağa yeni gelmiş üç kişinin çat diye önünüze geçmesi ve oturacak yerleri anında doldurarak parayı önlerindeki teyze vasıtasıyla uzatmasıdır. "neyse 4 levent'te inerler, beşiktaş'a gidene kadar da ben otururum" diye kendini avutur yorgun vücudunuzu kontrol eden beyin. amma ve lakin bu maya da tutmaz, zira hipnetorlar "3 beşiktaş uzatır mısınız" diye seslenir teyzelere. topunuzun allah belasını versin, ne diyeyim beni bu hale düşürenler utansın.

Kadınlar... Pt. 2

Onlara asla ama asla söyleyemediğim tek bir şey var sanırım... Bana hitap şekillerini değiştirmeleri... Fitil oluyorum,
-Bebeim.
-Bebeğim.
-Bebişim.
-Bebikim.
-Bebekim.
-Baby.
şeklinde hitap edilmeye. Ulan ne bebeği?! Kaç yaşına geldik?! Ayrıca bıktırıyorsunuz yani bana böyle hitap ederek. Öncelikle aklıma 5 10 sene önce, bir karton(2 sayfalık) dergiyle birlikte satılan, "Soygun Planı", "Bayan Monte" gibi Türkçe seslendirilmiş veya Türkler tarafından çekilmiş erotik filmler geliyor siz bana böyle seslendikçe. Midem kalkıyor, muhabbetin içine ediliyor. Özellikle MSN'de yaşanırsa bu olay hakikaten çok rezil bir tecrübe oluyor. Ejekülasyon sonrası konuya yabancılaşma gibi, muhabbet sırasında karşımdakine yabancılaşıyorum.
Onun dışında bir de sevgililerin hitap şekilleri var.
-Aşkım.
-Aşkitom.
-Sevgilim.
-Hayatım. [Bu yine diğerleri kadar kötü değil]
-Canom.
-Canım.
-Güzelim. [Bu da o kadar kötü değil]
-Yavrum. [Bu da o kadar kötü değil]
Saçma geliyor. Ne bileyim ne ara bu kadar samimiyet kurduk ki? Altı üstü çıkıyoruz anasını satayım. Veya bir şeyler yaşıyoruz her neyse. Ama "Aşkitom" lafını duyar duymaz kafamdan aşağı kaynar sular döküldüğünü fark edersiniz umarım...

Gelgelelim... Ben neden bana hitap şekillerini değiştirmeleri ricasında bulunmuyorum kadınlardan? Bilmiyorum. "Ayrılmak istiyorum." "Bence bir bok değilsin sadece ihtiyaçlarımı gideriyorum seninle" bile diyebildim kadınlara ama bunu değiştirmelerini söyleyemiyorum. Kronik bir rahatsızlığım var bu konuda ve sanırım psikoloğa gitmesi gereken etrafımdaki kadınlar değil de, benim... Bak şimdi kafam karıştı. Aklım bilemedi...

29 Nisan 2009 Çarşamba

Yaran Diyalog... Yine, Yeni, Yeniden...

sabahki dersim bitmişti. öğleden sonraki dersimin sınıfının kapısından içeri girip defteri atmayı planlarken, içeriden hocanın sesi dışında çıt gelmiyordu. hangi hoca veya hangi dersin işlendiğini de bilmiyordum açıkçası. tek derdim öğle yemeğine elimde defterle hammallık yaparak gitmemekti. yavaşça arka kapıyı açtım. tam defteri bıraktım, kapıya yönelirken;
hoca: hayırdır?
dis: bir arkadaşa baktım, yokmuş, çıkacağım hocam.
h: eşyalarını bıraktın ama.
d: onları birisi alır yea.

evet aklıma sadece bu cevap geldi ve kapıyı kapatıp hızlı adımlarla sınıftan uzaklaştım. öğle arası da "hoca benim arkamdan nasıl sövmüştür, acaba defterimi yere atıp üstünde zıplamış mıdır?" diye düşünmekle geçti.

28 Nisan 2009 Salı

Bir kadın arıyorum...

yüzünü veya fiziğini tam hatırlayamadığım... sivri esprilerine ve hazır cevaplılığına hayran kaldığım...

neyse baştan anlatayım iyisi mi...

bir arkadaşla okulda çay çorba demleniyorduk. havaların da ne olacağı belli değil malumunuz. bende de dünden kalma, kalın sweat shirt falan var. yanıyorum tabi deli gibi. [gerçek anlamda] e napalım dedik bari bir tshirt alalım kampüs içindeki boyner'den. [o kadar zenginim ki, hava değişirse diye kredi kartımı yanımda taşıyorum.] neyse gittik biz boyner'e. gözüm hemen bir timsah t shirtüne takıldı, üstünde kocaman harflerle TARLABAŞI SEXNICAL UNIVERSITY yazıyordu. hemen denedim üstümde, beğendim, kasaya yöneldim. kasadaki t box prezervatiflere takıldı gözüm, limonlu ve elmalısı vardı. o sırada arkadaş da arkamda sanıyorum... döndüm arkamı hehehehehe dedim. meğersem bizimkisi gitmiş kadın parfümlerini koklayıp "oah" diye orgazm oluyor. arkamda da bir kız. tatlı bir şeydi... hayatında ilk kez prezervatif görmüş abazan bir ergen olduğumu düşünürcesine;
-alabiliyorsun onlardan biliyorsun di mi? dedi.
-biliyorum da bakınıyorum ben yahu.
-ahaha biz de bakınıyoruz.
-yok ya t-box'tan kafama göre bir şey bulamıyorum. belki bunlar olabilir, diyerek prezervatifleri gösterdim.
-onlar kafana göre değil bence başka bir organına göre.
-veya başka bir organın kafasına göre, diye hayvan bir cevap verdim.
gülüştük birazcık. ama verdiğim cevap o kadar hayvancaydı ki, "aras!" diye bağırarak arkadaşına seslendi. bense malladım tabi... o mallıkla parfüm koklayarak orgazm olan arkadaşımın yanına gidip, neden beni yalnız bıraktığını sordum.
-bak bu çok güzel, cevabını alınca kafa gitti adeta.

nihayetinde gittiler, biz de aldık t-shirt'ü çıktık. umarım bir daha görürsem hatunu, yüzünü hatırlayabilirim.. özür dilemek ve tanışmak için bir fırsat diye düşünürken, yok lan hayatta hatırlayamam. şimdi bile hatırlayamıyorum baksana.

neyse işte böylece bir hayvanlık hikayemin daha sonuna geldik... siz siz olun, prezervatiflere karikatür muamelesi yapmayın bundan sonra...

26 Nisan 2009 Pazar

Kadınlar...

ablamla aramızda bir işbirliği var. tabii ki bu durumdan şikayetçi değilim. sonuçta sadece çamaşırları asıyor ve bulaşıkları yıkıyorum. o da karşılığında yemeği yapıyor, temizliği yapıyor, alışverişi yapıyor vs vs. cin gibi cin... gelgelelim bugün çamaşır asarken düşünmeye başladım. her hafta evde 2 posta çamaşır yıkanıyor aynı gün içerisinde. mahmut da paşa paşa balkona çıkıp bunları asmakla meşgul tabi.
as as bitmiyor, ama çamaşırları asarken de gözüm takılmadan edemiyorum. yıkanan çamaşırlar arasında 3 5 boxerım, 5 6 çift çorabım, spor malzemelerim ve maksimum 1 pantolonla 2 sweat shirtüm oluyor. gerisi full ablaya ait. çeşit çeşit bodyler mi dersin, pantolonlar, etekler, şortlar mı dersin... hayır anlamadığım 1 haftada nasıl bu kadar çok kirli çıkarıyor bir bünye. lan diyorum acaba elinde ne var ne yoksa saatte bir değiştiriyor da sonra bu yüzden mi bu kadar çok çamaşır asmak zorunda kalıyorum ben. veya nispet mi yapıyor bana...
açtım baktım gardrobunu çamaşırları astıktan sonra. bunun 5 katı kadar daha kıyafet var. ulan dedim kadınların alışveriş merağına lafımız yok, bilimadamları tarafından ispatlanmış bir olay da, bir gün giydiğini ertesi gün giymemek de doğal mıdır e *mına kodumun isviçreli bilim adamları?!
anlayamıyorum... gerçekten... anlayan birisi varsa çıkıp söylesin, nedir derdiniz?!
haftasonu annem bizdeydi. ilk gün dışarı çıktı, bir geldi elinde bir dolu incik cıncık, bok püsür, t shirt cart curt.
tamam alıyorsun onları da, hayatında daha ne kadar çok kullanabileceksin ki? aldığın t shirtü maksimum 3 ya da 4 kez... incık cıncığı, boncuğu boku püsürü belki kullanmayacaksın bile. IKEA'ya gitmişti bir ara yine ablamla annem. hiç bir şey almadan gelmişler sözde... bakıyorum poşete. IKEA kalemleri, IKEA notlukları, mumlar, buz kıracağı, bir de kitabı dik tutabilmek için kullanılan bir hede.
bir buz kıracağı eksikti bizim evde... en büyük eksiğimiz buz kıracağı.
hani paso kokteyl yapıyoruz ya, lazım tabi... okuldan çocuklarla evde rakı içerken bile ihtiyaç duymadık, muhtemelen ablam da hiç kullanmadı. neden aldınız sorusuna da indirime girmişti cevabını verince karşı taraf, babam lafa atlamıştı "sizin bu aldıklarınızı ada(3 yaşındaki kuzenim) oyuncak niyetine bile oynamaz"...
zorsunuz kadınlar... gerçekten zorsunuz...

[ bir gün sonra gelen edit]: an itibariyle buz kıracağı almayı eve gelen elektrik ihtarnamesinde görünen borcu ödemekten daha fazla önemseyen ablam sebebiyle yine evimden olmuş bulunmaktayım.

Galatasaray

sezon başında büyük umutlarla, çok sağlam bir kadroyla başlamıştı aslanlar yola. lig, kupa ve avrupa'da başarı gibi ütopik hedefler koyduk kimine göre... şampiyonlar ligi'nden elendi türkiye'nin yıldızlar karması. neden mi yıldızlar karması diyorum? öyle bir kadro düşünün ki, yerli gençlerinin ardından tüm avrupa koşuyor... servet çetin'iyle, mehmet topal'ıyla, hatta ve hatta sabri sarıoğlu'suyla milli takımın belkemiğini oluşturan bir kadro. eklemeler yapın üstüne, başarıya aç olmasa da, artık kariyerinde patlamak isteyen bir milan baros, bir harry kewell. geçen sezon tüm taraftarın gözünde kredisini kaybeden bir lincoln, adeta bir top cambazı(ki skibbe'nin pohpohlamalarıyla harika bir ilk yarı geçirmişti)... adı sanı duyulmamış, ancak gelmesiyle ve çıkardığı başarılı maçlarla birlikte taraftarın gönlünde taht kurmuş bir morgan de sanctis, üstelik yedeği de geçen sezonu çok başarılı geçirmiş olan aykut erçetin... belki kan uyuşmazlığı sebebiyle çok eleştirilen ve -bence- turkcell super lig'deki bir çok orta saha oyuncusundan daha teknik bir defans, değeri bilinmese ve bir iki yaptığı hata sebebiyle yerin dibine sokulsa da fernando meira. daha saymama gerek var mı? müzmin sakat linderoth'u silelim hadi bu kağıt üstünden.
gelgelelim neden bu kadro başarılı olamadı, saçmaladı, skibbe kovuldu?
harika bir futbol gözlemcisi veya yorumcu değilim, ancak skibbe, takımın yıllar yılı dayanmış olduğu mücadeleci futbol anlayışını yıkıp, mental futbol anlayışını aşılamaya çalıştı aslanlara. bu sistemi oturtmaya çalışırken tabii ki de maçlar kaybetti, ama biraz sabırdı kendisine gösterilmesi gereken. gösterilmedi, oturtmaya çalıştığı sistem benimsenmedi. hatta ben de kendisine bir iki kez giydirmiştim de akabinde bir avrupa galibiyeti sonrası söylediklerimi yalayıp yutmuştum. belliydi ama, sen yılların doldur boşalt galatasaray'ına, akılcı bir futbol oynatmaya çalışırsan, meyveli ağacı taşlarlar hesabı seni de taşlarlar, takım buzdolabının kapağını açmayı öğrenir gibi sistemi anında öğrenemeyeceği için... "sakatları bahane ediyor, takıma top oynatamıyor", "korkak, rotasyon yapmasını bilmiyor"[kendisiyle ilgili katıldığım nadir eleştirilerden biri budur, korkak değildi ama rotasyon konusunda gerçekten beceriksizdi], "takımı motive etmesini bilmiyor" gibi bir dolu eleştiriye maruz kaldı. ligde harika bir başarı elde edememişti, amma ve lakin avrupa'da dolu dizgin yoluna devam ediyordu galatasaray. nasıl mı oluyordu bu? oyuncular bariz bir biçimde maç seçiyordu. bunun benim gözümde başka açıklaması da yok. (isteyenle saatlerce tartışmam bu konuyu. sadece bir tez benim ortaya attığım.) peki neden motive edemiyordu skibbe oyuncularını? saygı mı duymuyordu oyuncular skibbe'ye?
evet, saygı duymuyorlardı, onu çok seviyorlardı belki, ancak gereken saygıyı ve hocasıyı dinleme, verdiği talimatları uygulama gibi konularda sıkıntılar yaşanıyordu. bir allahın kulu da(yönetim kurulundan) -yapmak zorunda olmasa bile- oyuncularla görüşüp "hocanız ne diyorsa onu yapacaksınız" şeklinde bir ayar vermedi. sadece basın toplantılarında, karizmasına hayran olduğumuz adnan polat "skibbe'nin sonuna kadar arkasındayız" açıklamalarını yaptı... skibbe yalnızdı... asistanları kovuldu, dert etmedi. üstüne kuma getirir gibi bir de karl heinz feldkamp getirdiler, yine sesini çıkarmadı. ve ne olduysa o maç oldu... galatasaray kocaelispor gibi bir takıma 5-2 yenilince, ipler koptu... gönderdiler adamı.
ama benim gözümde skibbe'nin gönderilmesiyle hiç bir şey bitmiş değildi, hiç bir şey yeni başlamış da değildi. bülent korkmaz'la anlaşıldı... umutlandık tabii, en azından oyuncuların futbolculuk kariyeri sebebiyle saygı duyacağı bir isimdi bülent korkmaz. oyuncuları motive etmek konusunda hiç bir sıkıntı yaşamayacak, tek eksiği motivasyon olan bu takımda isa mesih olacaktı adeta. fakat bir şeyi gözden kaçırdık camia... bülent korkmaz'ın oynattığı futbol, galatasaray'ın yıllar yılı oynadığı futboldu. bol pres yap, doldur boşalt, mücadele, hırs vs... yani o akılcı futboldan, yeni yeni oturmaya başlayan sistemden bir kez daha ayrıldı galatasaray. aslanlar ambale oldu bence, "ulan neydik ne olduk" diye düşünmüştür sabri sarıoğlu mesela. akabinde avrupa'ya veda etmek, ligde yaşanan puan kayıpları vs. derken, şimdi de bülent korkmaz eleştiri oklarının hedefi... ama bence ne skibbe, ne de bülent korkmaz bu eleştirileri hak etmedi.
şimdi burada yöneticiler neden eleştirilir? bülent korkmaz'ı böyle bir durumda galatasaray'a getirdikleri için mi? skibbe'yi sezon başında teknik direktör yaptıkları için mi? skibbe'ye sabırlı yaklaşmadıkları için mi? getirilen kumalar, görevine "sadece tercümanlık yapıyordu, oyuna ve takıma bir etkisi yoktu" bahanesiyle kovulan skibbe'nin yardımcıları için mi?
"bir takım nasıl yanlış yönetilir" örneğini gösterdiler bize bu sene de yönetim kurulumuz. artık seneye bakıyoruz...

19 Nisan 2009 Pazar

"Mahmut sen niye böylesin lan?"

Evet aynen bunu dedi, tarlasında pompalı tüfekle bir köpeği başından vuran, redneck diye dalga geçtiğimiz, ama bir ara intihar eğilimleri ve festival sırasında ortalıkta görünmemesi ve telefonunun cevap vermemesi sebebiyle acele ve telaş içinde yurdunu basacak kadar kendisini sevdiğim adanalı arkadaşım. Deme sebebi de, önemsediğim bir kız arkadaşımı bozmamdı. Diyalog:
Kızcağız: k
Ben: b
Adanalı: a

b: napıyorsun lan?
k: iyidir ya işte sahne arkasındaymış (bilmem ne) grubu. onun yanına gideceğim birazdan. sen napıyorsun?
b: sana ne lan (küfür).
Lafı koyduktan ve gülüşmelerden sonra biraz uzaklaşınca hatundan;
a: mahmut sen niye böylesin lan? kızlara karşı öfkeni k'dan mı çıkartıyorsun?
b: seksist değilim de olabilir ya harbi...

Skandal!



Okulumuz çalkantıda... Sprite'tan Acı Gerçekler'i bilmeyenimiz yoktur. Sprite harika bir kampanyayla okulumuzun da ağzına sçmış durumda çok afedersiniz. Acı gerçekleri okula taşıdılar. İyi de yaptılar bence... Helal olsun. Buyrun telefonumla çektiğim iki enstantene.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Çok garip bir şey lan...

Gerçekten çok garip bir şey... İçinde bulunduğum durumu büyümek olarak algılamak istemiyorum ancak galiba büyüyorum... 3 senedir İstanbul'dayım. İlk sene en sık takıldığım mekan Dorock'tı. Geçen seneyse Katharsis'e geçtik... Bu sene alayına isyan diyip ikisine de gitmiyorum. (Evet Old School'a da gitmiyorum). Gelgelelim neden? İlk sene Mersin'den gelmiş taşralı delikanlı olarak Dorock'a gitmeyi çok severdim. Özellikle ne zaman Pantera veya Lamb of God tshirtlü bir eleman görsem gözlerim dolardı. Malum, Mersin'de sahil gecelerinde Teoman çalan gençlere içten içe küfrederek geçmişti zamanımız, en çılgın gençliğimizi herhangi bir mekana fazla geldiğimizi düşünüp, arabada son ses müzik dinleyip bira içerek geçirmiştik. Kendimizi bir yere ait hissetmiyorduk. Daha doğrusu sıkıştığımızda biramızı yudumlayabileceğimiz bir mekanımız yoktu dolayısıyla Dorock büyülü bir yer gibi geliyordu bizlere, biz Mersin'li tayfaya... Gün oldu, devran döndü ve Dorock'ın bizim içimn en çekici mevzuu olan Murder King Dorock'ta çıkmayı bıraktı, Sin City'de çıkmaya başladı. Biz de Murder King için Sin City'ye kaydık tabii. Aslında yerinde bir "kayış"tı bu. Zira ilk gidişimizi hayatım boyunca unutamam. İki Mersinli... Daldık mekana "Murder King nerede ulan" diyerek... Sahnede başarılı bir biçimde metalcore yapan, basçıdan yoksun bir grup vardı.(gerçek anlamda basçıdan yoksun). Çatır çutur çalınca elemanlar, biz de önlere kaydık tabii. Ama en önde kendi başına pogo yapan elemandan birazcık daha uzakta, sigaramızı biramızı içiyorduk. Neyse Lamb of God girdi, Redneck girdi elemanlar, biz de ayı gibi eşlik ediyoruz. Şarkı arasında grubun gitaristi Sertay(şu anda Murder King ve muhtemelen False In Truth'la birlikte çalıyor paşa):
-Abi siz niye orada duruyorsunuz ya önlere gelsenize, dedi.
Benim cevap çok bariz:
-Hocam biz öne gelmeyelim öne gelirsek biz kesin kan çıkar.
Sustu... Malladı bir müddet. Sonra çalmaya devam ettiler. Gelgelelim akabinde barda bira yudumlamaya devam ediyorduk. Grubun gitaristi arkadaşımın yanına geldi, arkadaş da tabii adamlar fena çalmadıklarından ötürü;
-İyiydi hocam tebrikler.
-Teşekkür ederim.
Bir 10 saniye falan geçti, kafayı çevirdik herif hala orada, gözlerinde bir yaşama enerjisiyle bize bakıyor. Hayırdır babında bir baktık çocuğa:
-İki haftalık grup, ilk konser, üç stüdyo!
-Ha iyiymiş hocam.
Herif ağzımızın içine düşüyordu az daha. Bizi orada çekici kılan ayı kılıklarımızın altındaki ağır ağabey havalarıyla oturup kalkmamız mıydı, üstümüzdeki atlas pasajından alınmış 15 liralık motörhead tshirtleri miydi bilemeyeceğim... Ancak o gece mekanın kralı biz olmuştuk garip bir biçimde.
Neyse... Murder King Dorock'a döndü tekrardan, araya yaz mevsimi girdi, Katharsis'te çalan Gore ve Ötesi'ndeki arkadaşlarımıza destek olmak için biz de Katharsis'e kaydık. Sonra Gore ve Ötesi de Katharsis'i bıraktı. Alayına isyan dedik Thales dedik... Ama bu kadar sık bar değiştirmemizin sebebi sanatçıların değişmesi miydi? Hiç sanmıyorum.
Tıpkı manavcı gibi, "metalci" diye tabir edilen, uzun yağlı saçlı kıçındaki kılları sayarak sertlik katsayısını ölçen adamlardı muhtemelen benim buralardan ayrılma sebebim.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Hastaneler, doktorlar, terlikler ve Linderoth...

Çok sevdiğim bir teyzem ve bir de eniştem var... Adana'da... Ara ara Adana'ya gün aşırı giderdim [gece treninin sefası bir başka oluyor, özellikle de harvest moon veya tuesday's gone dinlerseniz, ha bi de günlerden salıysa, yazın 7 sularında trene binerseniz, tuesday's gone kulaklarınızdaysa ve sevgiliniz o gün sizi terk etmişse apayrı bir tecrübe oluyor, neyse...]Mersin'den trenle, gara yakındı teyzemin çalıştığı hastahane de, uğrayıverirdim dolayısıyla yanına... Şimdi aklıma bir sorunsal geldi... Hastahanede neden hep ceyo/sabo terlikler giyer personel, doktor, hemşire vs? Estetik mi? Bence hiç değil, 90larda kalmış, tiksinç, topuklu bir moda. Rahat mı? Hayır sorumuzun cevabı bu da değil topuklu bir kere. "Ayağı kapatıyor ama..." derseniz o tezi de çürütürürüm. Ayakkabı veya ayakkabı üstüne galoş giyin komple kapatın ayakları... Nedir amaç? Sırf yürürken çıkan tok sesi duymayı çok sevdiğiniz için giyiyorsanız bunu doktor abilerim, ablalarım; tabii ki de Linderoth 2 sene boyunca maç oynayamaz sizin gibi fizyoterapistlerle çalıştığı için.
Gelgelelim sebebini bilen varsa, veya ayar vermeye çalışan doktor varsa, lütfen versin ayarı. Gerçekten merak ettiğimden dile getirdim bu sorunu ve yazıyı yazarken aklıma yarınki derbi geldiği için buraya bağladım.

Esen kal ey okur!