Google+ boş mideye iki duble viski: Haziran 2012

28 Haziran 2012 Perşembe

Neden "dis"?

Çok soruldu şimdiye kadar, neden koluma kazıttığım kelimenin "dis" olduğu, neden bir çok sosyal platformda kullandığım lakabın "dis" olduğu... Şimdi de açıklaması geliyor.

Önceydi, çok önce belki de...Lise zamanlarındayız. Her yere, -kravatım dahil- "dark inn side" yazıyordum, kısalttım; bu aptal lise tamlamasını "dis" haline getirdim.

Yine aynı yıllar... O aralar "Rome" dizisi dönüyor Cnbc-e kanalında. Elemanlardan bir tanesi adak adarken "in the name of dis" demişti. Karıştırılsın ansiklopediler, şunlar bunlar... Wikipedia'lar... Öğrendim ki, "Dis"; Roma Mitolojisi'ndeki "Ölüm Tanrısı" için biçilen isimlerden sadece bir tanesiymiş. Yani sizin için biraz daha açayım burayı... Dis, Hades imiş.

Biraz daha özdeşleştim lakabımla; bu kısaltmanın, mitlerden bir karakterle ilgili olduğunu görünce. Sonra hatırlamaya başladım; ki ben bir ölüm tanrısı değildim ancak beklenen veya ani; bir dolu ölüm görmüştüm. Aklımda en çok kalanlar ise 5 ve katları yaşımdayken gerçekleşenlerdi.

Yaş beş; ölümü beklenen dedemin vefatı... Hepimiz son zamanlarında yanında olalım diye yayla evine gitmiştik. Uzun bekleyiş, çocuklar içinse "Hadi yatın uyuyun artık." serzenişleri ve ardından çığlıklar, gecenin üç veya dördü; o zamanki çocuk aklımla yanlış hatırlıyor olabilirim. Bir anda yükselen çığlıklar ve ilk kez bir ceset görmek... Ne ağlamış, ne de gülmüştüm. Dedim ya, ismini taşıdığım dedemi o zamanlar bir hayal kahramanı olarak görürdüm hep; tanışmışlığımız pek olmamıştı. Sadece kısa kısa muhabbetler...

On yaşımdayken, bir kez daha duyuldu aynı çığlıklar. Bu sefer mevzu biraz daha farklıydı. Çünkü; annem ve babam memur olduklarından ötürü; beni halam, babaannem ve eniştemin yaşadığı eve bırakırlardı arada. Dolayısıyla gördüğüm ilgiyi, daha ziyade bu üçgen içinde görürdüm. Bir gün eniştem de fenalaştı. Doktorlar, hastaneler ve en son sözler: "Son günlerini evinde geçirsin, tanıdıklarıyla." Ve uzun zaman içinde yaşadığım o evde bu sefer sadece üçgen ve ben yoktuk. Hayatımda her daim güçlü gördüğüm karakterlerden biri zayıf konumdaydı, ve tüm akrabalar oradaydı ve ben vardım. Kim tahmin edebilirdi ki, o enişte; o hukuk adamı; o "adam" son nefesini; ben odasında kolonyayla oynarken ismimi söyleyerek verecek. Korkup aşağı inmiştim hemen, kaçmıştım. Ve çığlıkları dinlemiştim...

On beş yaşıma bastığımdaysa mevzu beklenen ölümden farklı bir hal almıştı. Mersin'deki sitemizde; sürekli birlikte basketbol maçı yaptığımız arkadaşlarımızdan biri, liseye giriş sınavının ertesinde stres atmak için havuza inmişti. Havuz kaydırağından baş aşağı kayarken kafasını zemine çarpmıştı... Havuz suyuna karışan kan ve yetişmeye çalışan ambulans. Ardından alır götürürler Arda'yı hastaneye... İki hafta boyunca süren koma hali ve çıkan sonuç "beyin ölümü". Ailesinin doldurduğu organ bağışı belgesi ve "gözleri hariç tüm organlarının bağışına karar verilmesi..." Cenazesine bile gidememiştim; ailemin zoruyla yaylaya çıkarıldığımdan ötürü.

Yaş yirmiye dayandığında tekrar aynı hastanede aldık soluğu. Bu sefer nereden baksan on senedir tanıdığım ve görüştüğüm bir arkadaşımdı "giden"... Aslı, hayatımda tanıdığım en düzgün kadınlardan biriydi. Yardımsever olmasını siktir et; aile yapısıyla da, iç dünyası ve disipliniyle de; hepimizin gönlünde taht kuran bir kahramandı. Ve o da gidiyordu şimdi... Jet Ski kazası, önce babasının; sonra babasıyla beraber Jet Ski'ye binen Aslı'nın vefatı. O zamana kadar Levent Kırca'nın Jet Ski skeci üzerinden espri yapan bizler; o günden sonra kesmiştik bu şakaları.

Saydığım tüm isimlerin mekanı cennet olsun; arada atladığım ölümler de var ki yakın akrabalarım bu ölümlere dahil olan kişiler. Ancak beni en çok etkileyenler bunlardı. Ve aslına bakarsanız, bunların hiç birinde ağlamamıştım. Ağlamamaya yemin etmiştim. Birini kaybetmek konusunda çocuk aklıyla Gandalf'ın söylediklerini hatırlar ve "Ölüm sadece bir başlangıçtır." demiştim... Bir kişi dışında, daha doğrusu bir kişinin gidişi konusunda. O da yukarıda bahsettiğim üçgenin köşelerinden biri olan  babaannem konusunda... Hüngür hüngür ağlamıştım öleceğini fark ettiğimde. Şimdi bana hiç biriniz ölümden bahsetmeseniz, lakabımı sormasanız; veya sorduğunuz sorunun cevabını verdiğimde buna "ergen" yakıştırması yapmasanız her şey çok güzel olur öyle değil mi? Siktirin gidin şimdi.

Bunları söylediğim için beni megalomanyak kategorisine sokacak insanlar da vardır kesin. Veya beni "Ben o kadar çok şey yaşadım ki şartlar beni bu hale getirdi" klişelerine baş rol oyuncusu yapacak olanlar da vardır. Aslında cevap basit; bir diyalogda söylemiştim. Kısa değil; ancak özdü. Yukarıda yaşadıklarım ve yazdıklarımdan bağımsız olarak; durum şudur, siz kabullenin veya kabullenmeyin...

Neden böylesin sorusuna verdiğim bir cevap altı üstü... Daha doğrusu sorunun devamında gelen bir mevzu. Basittir bazen bazı şeyler...

"Bu yüzden dünya benim gibi egoist ve "küçük dünyaları ben yarattım" tipinde insanlara ihtiyaç duyar. Çünkü biz o kadar direkt konuşuruz ki, kaybedecek hiç bir şeyimiz olmadığını biliriz her zaman. Ha bir kadının ilk tercihi olamayız, genelde kadınların sevgililerini aldattıkları adama evriliriz ancak olsun, filmlerde yan rol ve figüranlara da ihtiyaç vardır her zaman; eğer ki boktan bir amatör porno veya kısa film festivali
ödül adayı çekmiyorsan; yani küçük bir dünyan ve at gözlüklerin yoksa; (ha bir de ucuz condomun)..."

Yazarken dinledim diyerekten şu linki de iliştirir ve gömülürüm.
http://www.youtube.com/watch?v=tKOA6fKEH2c


22 Haziran 2012 Cuma

Sinyal Çekmek

üniversiteyi kazanıp istanbul'a atmışım kapağı...
hoş, daha kayıt işleri falan gerçekleşmemiş ancak sene 2006. yaşım daha 17. deftones-katatonia konseri vardı. biz de izliyoruz işte üç tane 31cik. yanımızda da bir arkadaşımızın kuzeni ve o kuzenin arkadaşları var. toplamda 6 7 sap varızdır. zaten o konser benim "hassiktir neredeyim lan ben" dememe sebep olmuştu. zira, herkeste dövmeler, kulaklarda köprüler falan; aklım götüme girmişti. "istanbul harika yeaa" diye düşünürken bir an kuru götümde bir el hissettim. arkama baktım, üç beş eleman; ellerinde bira, bir bana, bir de başka bir yöne bakıyorlar. o yöne ben de döndüm baktım tabii. havalı mı havalı, dik yürüyen taş gibi bir hatun. bildiğin avuçladı gitti lan!

ardından devam ediyorum takılmaya. sarışın ve benden büyük; (en az 25) bir hatunu kesiyorum, sahnede de çilekeş var o sırada. "allahım ne güzel hatun bu! aşık oldum lan!" diyorum içimden, o da bana bakıyor arada... sonra çilekeş konseri bitiyor, bir bakıyorum hatunun olduğu tarafa, çilekeşin gitaristiyle öpüşüyor. bayağı samimiler ama, muhabbet falan da ediyorlar. hani sadece yiyişme olsa groupie diyeceğim de hatunun bir asaleti de var, "herhalde herifin sevgilisi; ayıp ettik" diyor ve kafayı çeviriyorum.

ve gotikler... her konserin vazgeçilmezleri. ya çok şişmanlar, ya çok zayıf. bir tane gotik yanaşıyor yanımıza... zayıf olanlardan ve aynen şunu diyor "hepiniz birer lira verirseniz bira alacağıııııııııııım". o sırada, sadece ben, arkadaş ve arkadaşın kuzeni bulunuyoruz ortamda. arkadaşın kuzeninin adı hayko. hayko döndü kıza, önce elini omzuna attı kızın. sonra kendine doğru çekti... "bak güzelim, bizde para yok ama şu abilerinde var" diyerekten kendi arkadaşlarına gönderdi kızı. sonra hayko'nun arkadaşları da dalga geçtiler kızla falan da; işte o an öğrenmiştim "sinyal yapmak" kelimesinin anlamını.

çok şatafatlı bir akşamın ardından; istanbul'u sevmeye başlamıştım. ha şimdi tiksiniyorum orası ayrı, hatta mersin'le asla değişmem de, o konser hayatımda egomun zirve yaptığı nadir konserlerden biriydi. keşke kıçımı avuçlayan hatunun peşinden gidebilecek kadar "etli" bir adam olsaydım o aralar... neyse...


Roadhouse Originals bu sefer de Nevizade Teras'ta!

Bundan yaklaşık bir ay önce, Roadhouse isminde bir projeye başladık. Bir radyo istasyonuydu internetten yayın yapan... Ardından geçti zaman, geldi yeni DJ'ler, sonrasında geldi bir iki tanıdık bardan "gel çal" teklifi. Ağaç Ev'de çalmaya devam etmekle beraber; 23 Haziran 2012'de bir ekstraya çıkacağım Roadhouse Originals programıyla.

Buyrun bu da link.
Gelen olursa beni ilginç dj kabininde görebilir. Aslında tam bir kabin de değil ama ekipman iyiydi lan.

https://www.facebook.com/events/386737291382934/

Roadhouse radyo linki de şuradadır.

http://roadhouse.caster.fm

21 Haziran 2012 Perşembe

"Sold My Soul"

Eskiden çok sık Facebook temizliği yapardım... Kadınlar girerdi listeye, kadınlar çıkardı. Tanımadığım veya sadece selamlaştığım adamlar eklerdi; hunharca silerdim. 150 ulaşabildiğim en minimal rakam olmuştu.

Daha sonra Facebook'ta bu temizliğin önüne geçemeyeceğimi farketmem çok sürmedi tabii. Tamamen reklam amaçlı kullanmaya başladım Facebook'u. Hunharca blog postlarının, radyonun reklamını yapıyor; katılacağım veya düzenleyeceğim etkinliklere adam topluyordum. Hoş, pek de bir etkinlik müptelası olma durumu yaşanmadı ancak işe yarıyordu.

Dün dışarıdaydım. Rastgele parçalar dinliyorum telefondan... Bir tını, uzun zaman sonra o kadar güzel geldi ki. Zakk Wylde'dı gitarı kucağına oturtan ve mikrofona yakaran. "Sold My Soul..." Sözleri benim durumumla belki birebir alakalı değil, çünkü bana bir sözleşme imzalatacak iblis yok. Ancak, "I have sold my soul for you" bile yeterliydi. Ardından "All for you." ve o nefis solo.

Ağaç Ev'e gittim oturdum. Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla hasret giderme temalı bir sohbet, ardından evlere dağılış. Eve geldim, yayına girdim; tabii ki "Sold My Soul" ile başladım yayına. Alkolün de etkisiyle yapıştırmaya başladım bir iki parçayı, büyük resmi görebilmek adına. Yine Facebook'um dolup taşmıştı. Rahatsız etmiyordu insanlar da, tek gecelik ilişkilerim veya benimle bir daha yatma ihtimali düşük kadınlar; asla yatamayacağım kadınlar ve cinsel çekim dışında hiç bir şey hissetmediğim, muhabbetlerine bile tav olmadığım kadınlar... Teker teker sildim hepsini. Eğleniyordum, ve arkada "Ain't nothing I wouldn't do..." diyordu Zakk Wylde.

Çünkü emindim, bu kadınlarla tekrar birlikte olmak beni bitirecekti. Daha fazla çapkınlığa halim olmadığını düşünecektim, elimdekiyle yetinmeye çalışacaktım; ancak benim hayatımı değiştirmemin vakti gelmişti. Bunu kolilediğim eşyalara, taşınıyor olmama bakarak; Taksim'e son çıkışlarımı yaptığımı hatırlayarak bir kez daha idrak ettim.

Sonuç mu? Belki kadınım tekrar bana dönmeyecek, zaten bir sene geçti benim iletişime girmeye kastığım... Ve hiç bir şey olmadı, kesik kesik "Defol artık!" sözlerinden başka. Ancak şunu biliyorum ki, o ufak Facebook temizliğini yapmasaydım, buna pişman olacak; ve sadece bir iki saat için ihtiyaç duyacağım kadınları aramaya; onlara ısrar etmeye devam edecektim.

Şimdi tekrar canlı hissediyorum, en az ilk sigarayı bıraktığım zaman kadar. Zakk Wylde kimdir belki bunu saatlerce anlatamam burada, ancak parçanın linki de şudur.

http://www.youtube.com/watch?v=Q29SbuuvGEM



16 Haziran 2012 Cumartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 31

Bir diyalog, kısa kısa...
Yaklaşık 3 haftadır Ağaç Ev'de çalmaya devam ediyorum. Radyonun lansman partisiyle başladı teras macerası, süregeldi... Aranızdan Ağaç Ev'i ziyaret eden var mı, bilmem; benim bulunduğum bölge, barın arkasındaki bilgisayarın başı. Barmen de, zamanında "Pencü Se" isimli, ilk programda kovulduğumuz İTÜ radyo yayınını birlikte yaptığımız Erinç... Tencere yuvarlanır kapağını bulur hesabı, Ağaç Ev terasta barın arkasındaydık.
Diyalog şuydu:
-Biz, asla kadınların birinci tercihi olamayacağız. Sadece kadınların sevgililerini aldattıkları adam olacağız.
-Neden lan?
-Ne zamandır aynaya bakmıyorsun?

Haklı olduğuma bu kadar emin hissettiğim bir sınavım olmadı hayatım boyunca, veya bir davam. Ardından müziği verdim tekrar; o sürekli dalga geçtiğim grubun parçasıydı çalan... Tam her şeyi yoluna koydum, unuttum dediğim anda karşıma çıkan parça; "En Güzel Yerinde Evin".

http://www.youtube.com/watch?v=hbFX3NhS3AE

14 Haziran 2012 Perşembe

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 30 "Uyandıran Düğün"

Annem ve anne tarafından akrabalarım İstanbul'daydı geçen hafta.
Diyalog...
-Oğlum Çırağan'da X teyzenin oğlu Y'nin düğünü olacak. Gelmek ister misin sen de?
-Çırağan'daysa evet. Kaç yaşında ki bu çocuk?
-Yirmi beş...

Neyse takım elbiseler giyildi, traşlar olundu; tuttuk Çırağan'ın yolunu. Damadı şimdiye kadar hayatımda sadece bir kez görmüştüm. Beş yaşındayım... Pek değişmemiş. Düğün boyunca hiç bir şeye "Vaouvvv..." diye bakmamıştım. Hatta "Allah daha fazlasını versin." kalıbını bile kullanmıştım. Ardından nikahı kıymak için Mustafa Sarıgül sahneye geldiğinde düşüncelere daldım.

"Ben Şişli sakiniyim, Sarıgül bana hayatı boyunca 'kardeşim' diye hitap etmedi." ile başladım, akrabam olan damadın "Galatasaraylı İş Adamları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi" olduğunu duyunca düşünceler deryasının dibine kadar değdim ve kumu çıkardım...

Ben şu son iki durumda olamayacaktım hiç bir zaman. Bunun, benim büyük adam olma potansiyelimle alakası da yoktu. Hoş, o potansiyeli de hiç bir zaman çok yüksek görmedim ama neyse... Biraz ayıldım, kendime geldim.

Yemek faslı bitince de "Bana yollar görünür." diyerek, ortamdan uzaklaştım. Beşiktaş'a kadar yürüdüm. Bıraktığım halde bir paket sigara aldım, bir tane de ufak Bomonti bira. Beşiktaş'ta, yine Mark Lanegan eşliğinde yürüyordum. "Yine" kalıbını kullanmamın bir sebebi var... Şu...
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2011/09/beyin-kemirgenleri-bolum-15.html

O zamanlar da, Meltem'in bir daha geri dönmeyeceğini güç bela idrak ettiğim gece yapmıştım bu hareketi. Bazen, yaşadıklarınızın bir rüyadan ibaret olduğunu anlar ve uyanırsınız. Bu, gerçek uykunuzda yaşayacağınız en kötü kabustan, karabasandan bile daha sert bir uyanıştır. Sonra bilemezsiniz ne yapabileceğinizi, sadece yürürsünüz. Boş, bomboş... Ve bu yürüyüş için en ideal yol, Beşiktaş'tadır.  İstikametiniz neresi olursa olsun...

Ancak bir yandan da, iyi ki bunları yaşamışım diyorum. Özellikle Pazar günkü düğünde zerre eğlenmesem de iyi ki gitmişim ve uyanmışım diyorum. Çünkü, bir şekilde bu bana görüş kattı. Saçma değil mi? Ancak hayatımda nefret ettiğim çoğu durumun, olayın, şartın, kişinin gelip geçici olacağını anladım. En basitinden her gün önünden geçtiğim Okyanus Kitabevi'nin kitaplarını çıkardığı internet fenomenlerinin saman alevi misali sönüşlerini hatırladım tekrardan. Ve bu konuda tartıştığım birine şunu diyebildim:

" tarih; gerçek kralları, imparatorları, savaşçıları, düşünce adamlarını, edebiyatçıları, şarkıcıları yazdı şimdiye kadar. ve yine gerçekleri yazacak; ama subjektif, ama değil.
bu tip; attention whore'lar (atwa da dahil), sosyal medya fenomenleriyse silinip gidecekler... saman alevi gibi söneceklerdir. andy warhol'un dediği gibi, "15 minutes of fame" "

Uyanış iyidir. Tatlı bir bahar uykusundan uyanırken yaşadığınız zorluğu, zihinsel bir uyanışta da tecrübe edersiniz. Ancak bahar gelmiştir ve görür, yorumlar, analiz edebilirsiniz çünkü ayıksınızdır artık.