Google+ boş mideye iki duble viski: Mayıs 2013

19 Mayıs 2013 Pazar

Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan dokuz bira

-İşte ben Zeynep'i sikeceğim. İrem'i de ayarlayacağım...
Üzerinden ne kadar geçti, bilmiyorum fakat bu tarz cümleleri kurduğum zamanlar çok eski değil. Modern tüketim aleminde, kadınları, çeşitli ayak oyunlarıyla tüketmeyi denemiştim. Cümleyi kuran herifin gözlerinin içine bakan, karşısındaki elemanın bir gece, bu herif sayesinde skora gidebileceğine dair inancı gördüm. Hayatımda bu kadar büyük bir inanç kütlesi görmemiştim. Yancının götünden, göt deliğinden; "inanç" kelimesini oluşturan harflerin çıkması an meselesiydi. Neyse ki, modern maymunlar olarak, sokağın ortasına çıkmıyorduk.
Sonra, şu an üstünü karaladığım defter ve 31 çekmek için penisim yerine kullandığım bu kalemi aldım. Bara geçtim. Devrimci, alkolik solcu kadınla, faşist bir herif ve ofisi yakınlarda bulunan bir bilgisayar mühendisi, ortak payda olarak maltı seçmişti. (NOT: Devrimci çirkin kadınla faşist herif gecenin sonunda el ele kol kola eve gittiler. Bir kez daha tiksindim.) Kadın sordu:
-Adem ile Havva kardeş olarak gönderilmedi mi?
-Öyle de olsa, Tanrı tek bir çift yerine gönderemez miydi?
Bu saçma diyalog, aklıma, yaradılışa dair düşündüğüm tek soruyu getirdi.
"Günden güne aptallaşıyoruz. Dakika dakika, saat saat... Çünkü hepimiz akraba evliliğinin, ensest ilişkilerin sonucuyuz. Her yerine nesil, birer ucuz, ahmak nesle sebep olacak. Savaşlar ya da polisler için alkış tutan çığırtkanlar bile göreceğiz. İnsanoğlu, başarısız bir proje olarak kalacak yaratıcının gözünde. Muhtemelen, projenin üstüne tıklayan programcı; yani yaratıcı, Shift+Delete'e basan da olacak.
İşte o gün, eskilerin deyimiyle kıyamet günü olacak ancak; ilk taşı atakabilecek kadar günahsız olamayacak kimse. Çünkü; 'Günahların en büyüğü, aptallıktır.' "

17.05.2013

14 Mayıs 2013 Salı

Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan sekiz bira

"SPOILER VERME!"
Sanırım, günlük hayatta sık sık duyduğumuz bu tepkinin tonunu, metnin boyutunu değiştirmeden en fazla böyle açıklayabilirim.
"Kullan-at" veya "Aç-bitir" devriminin altın çağını yaşıyor olmamıza rağmen, kimi; değerli vaktinden birazcık ayırıp, bizim izleyip, okuyup, oynayıp bitirdiklerimize yetişemiyor. Ya işsiz güçsüz oluyor ve önünde sezonlarca dizi duruyor, ya öğrenci olduğundan batak masasının keyfini çıkarmaya çalışıyor, ya da gece hayatına akıyor, gidiyor. Örnekler arttırılabilir tabii ki, fakat ilk aklıma gelenler bunlar.
Zaten diyalogdan mahrum kalmaya yeminli bir nesliz, ancak bir de tam etrafımızdaki biriyle; bir şey paylaşmak istediğimizde bu tepkiyi almak, çıldırtıyor bizi. Duymaya dayanamadığım tek cümle olabilir bu, yaklaşık dört senedir de duyuyorum, beyin kıvrımlarımı katılaştırıp, çatlatarak.
İşin garip tarafı, spoiler duymak değil, "Spoiler verme!" cümlesini duymak rahatsız ediyor beni. Önünde sonunda izleyeceğin bir dizi o, ya da film; veya okuyacağın bir kitap, oynayacağın bir oyun. Neresi rahatsız ediyor bu kadar, bu insanları; ah bir de bunu anlayabilsem...
Uzun zamandır "başlamak" için bekliyorsun, tamam da; daha başlamadın bile ve buna rağmen o kadar büyük hayranı (fanboy, fangirl, adını sen koy) olmuşsun ki, anandan babandan daha kutsal olmuş o sana. Yakın bir arkadaşın senden bir iki adım önde ve seninle bu bir iki adımdan güzel bir iki kesit anlatmaya yelteniyor, sense yıllar sonra "belki" tüketeceğin bir ürün; bir sanat ürünü yüzünden, yıllardır tükettiğin ve senden bıkmayan arkadaşını tersleyebiliyorsun ki, başarılı bir tersleme de değil bu. İnsan ilişkilerinin çarpıklığı konusunda kimsenin şüphesi yok da, Hakan Ural'ın dişlerinin arası kadar uçurumlar var aramızda, buna rağmen iletişim kurmak isteyenler; bir köprü kurmadan, aşağıya düşüveriyor. Diğerleri, yerlerinde sabit zaten. Onları ilgilendirmiyor, olmayan köprünün karşı tarafında ne olup bittiği; çünkü onların kucaklarında laptopları, ellerinde telefonları ya da gözlerinin 30 santimetre önünde ipadleri var. Hipnotize olmuşçasına bir ekrana bakıyorlarken;
-Off, izlemeyerek çok şey kaçırıyorsun aslında. Bu bölümde de şöyle oldu!
-Spoiler verme!
Hoş, uzun soluklu işler; zaten önemini çoktan yitirdi.
Blogger yerine Twitter,
Youtube yerine Vine,
Picasa yerine Instagr.am,
Yürüdük gittik işte.  Bakalım, ne zaman; "gerçek bilgi" değer kazanacak, kısa metraj olanına oranla...


Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan yedi bira

Dün kısa bir muhabbet geçmişti arkadaşla aramızda. Sosyal medyadaki tüm hesaplarımı neden kapattığımı anlayamadığını söylemişti. Bense çok üretken olduğumu, kapattığım hesaplar sayesinde bol bol dizi izleyebildiğimi söylemiştim. Evet, çok yararlı oldu, çok üretkenleştim.
Bugün...
Bitirme projemin yarısını yazdım neredeyse. Biraz nefes alıp keyiflenmek için bilgisayarın başına geçtim. Uzun zamandır bilgisayar oyunu oynamıyorum. Big Bang Theory'nin bölümlerini ise çatır çatır izliyorum. Farklı bir şey yapmak istedim. Bulamadım, aklıma farklı bir şey de gelmedi. Kararsız, aval aval ekrana bakarken buldum kendimi. Ekşisözlük'teki hesabımı aktive edip, Ekşi Duyuru'ya şunu yazdım:
"Okul bitince İstanbul/Fulya'daki evimi kapatacağım için ev eşyalarımı satıyorum. En göze çarpanlar/en temel olanları temmuz sonu bırakabilirim. Kapora bırakırsanız sizden başka kimseye de satmam. (temmuz sonu ev boşalmış olacak)

(iletişim için; morningglorywine@hotmail.com)

*bir sürü kıyafet, (erkek, 191 boyundayım, çoğu xl, bedenimi bilmiyorum ancak 85 kiloyum) parça başına 1 ile 5 lira arasında satacağım ilgilenen olursa.
*bir adet küçük kitaplık, 180 boyunda, 50 cm genişliğinde yaklaşık olarak, 20 lira.
*bir dolu yorgan, yastık,  tanesi 10 lira.
*çarşaf, nevresim, kılıf vs. (yine bir dolu var) tanesi 5 lira.
*üç adet aynı renk, metal iskeletli sandalye. (açık bej) tanesi 10 lira.
*bir dolu bardak(su bardağı, çay bardağı, kupa, viski bardağı, shot bardağı, vodka bardağı, bira bardağı, şarap bardağı, vs) içki bardaklarının tanesi 5 lira genellikle, su ve çay bardakları ile nescafe muglar 1er lira.
*bir adet çaydanlık, demliğiyle beraber 10 lira.
*bir adet eskiler eskisi tv ünitesi. raflarından biri kırık. bedava.
*bir adet tippa s daktilo, 250 lira. bakımı gerekiyor, onun dışında gayet çalışmakta. 
*bir adet eski, çalışmayan, mini televizyon, 8 pilli falan olması lazım, adaptörü de mevcut ancak radyosu bile düzgün çalışmıyor=10 lira.
*bir adet tam fonksiyonel, havada karada çalışan, 2007'de alınmış philips müzik seti=50 lira.

temel eşyalar:
*bir adet vantilatör, 20 lira.
*bir adet çizim masası, ikea marka, fazlasıyla büyük. bilgisayar ünitesi gibi kullanabilmek için klavyeliği vs de var. 50 lira.
*bir adet açılır kapanır masa, plastik, standart, 20 lira.
*bir adet çift kişilik, 200 cm boyunda, 150 cm genişliğinde yatak, (sandıklı bazası, yatağı, her şeyiyle işte 150 lira.)
*iki adet açılır kapanır igdaş çekyat (biri bordo, biri hardal rengi, bildiğin maklube yenilecek çekyattır bunlar)tanesi 50 lira.
bir adet kahve masası (ikea) üstünde, boyutlarına göre kestirdiğim camı da var. 30 lira.
*iki adet gardrop. iki gardrobun da birer kapağı yok, çünkü kapak oturtma yerleri yalama olmuş durumda. 30 lira tanesi. biri çam ağacı,bayağı ağır ve büyük, öteki bildiğin temiz kullanılmış normal gardrop.
*camlı vitrin, üst kısmı dairesel; 20 lira.
başucumda duran küçük komidin; 20 lira.
*bir tane eskiler eskisi çekyat. bedava.
*bir adet yüz havlusu. 5 lira. (kahverengi ya da turuncu renklerimiz mevcuttur)
*bir adet kahve makinası, 10 lira. (sinbo marka)
*bir adet su kaynatıcı, 5 lira.
*bir adet sinbo marka, garantisi devam eden tost makinası, 5 lira.
*bir adet arçelik, no frost buzdolabı. ön panel göstergeleri yeşil olanlardan, 50 lira.
*iki adet çamaşırlık,  tanesi 10 lira. (çamaşırlık=çamaşır asmak için)
*bir adet çamaşır leğeni, 5 lira.
*bir adet arçelik çamaşır makinası, 3119s model. 80 lira.
*bir adet plastik iskemle, 1 lira.
*bir adet plastik 50*50 sehpa, 1 lira.
*bir adet sarı, açılır kapanır sandalye, 5 lira. (hafif)
*tencere, tava, teflon vs bir sürü var. tanesi 5 lira.
*tabaklar, tanesi 1 lira. (porselen, cam, plastik fark etmeksizin)

"alana şimdiden hayırlı olsun." "


Ardından bir durgunluk oldu. Bir tane bile entry girmedim Ekşisözlük üzerinden. Canım iyice sıkılıyordu. Twitter'ımı açtım. Can sıkıntımda bir azalma ya da artış olmadı. OKCupid'den kadınlara salça olmak istedim, yattığım veya benimle asla yatmayacaklarına dair yemin eden kadınlar vardı. Ne bok yediğimi bilemeden, tekrar kapattım iki hesabı da.
Telefonumu kurcalayıp yatabileceğim kadınlara ulaşmayı denedim, o da olmadı. Hiç biri istemedi. Sonunda Ryan Horne'dan Terrible Tommy'yi açtım, dinliyorum.
Canım sıkılıyor bu ara... Hem de çok...

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan altı bira

İnanıyordum. Onunla geçirdiğim zamana ya da onunla geçirebileceğim zamana, iri göğüslerine ya da benden yaklaşık yirmi beş santim kısa boyuna değil... Siktir olup gidebileceğime inanıyordum, sonunda.
Yürümeye başladık...
-Nasıl intikam alırsın biliyor musun, eski erkek arkadaşından?
-??
-Onun ev arkadaşıyla yatarak.
-Aaa çok mantıklı.
Gecenin sonu ne oldu bilemem lakin, bana on beş dakika boyunca, sevgilisinin ev arkadaşının; onun ağzının içine baktığını, sevgilisinin ise ters 69 seven gizli bir ibne olduğunu anlattı. Hatta sevgilisinin, ev arkadaşına sürekli olarak yemek hazırlamaya çalıştığını bile anlattı. Nasıl bir üçlü trene dahil olduğumu bilmiyordum lakin isimden bağımsız olarak herhangi bir oyun konusunda akıl yürütebilecek kadar zeki olduğumu da sanmıyordum, o gecenin başına kadar...
Kadıköy dolmuşuna binmek üzereydi...
-Gittiğinde ne olacak biliyor musun? "İstersen gel." diyen sevgilinin "Ama zili çalma, ev arkadaşım uyuyor." ihtarına uymayacaksın. Zili çalacaksın ve içeri gireceksin. Muhtemelen ikisini, birbirine sakso çekerken yakalayacaksın, ikisi de birer gizli ibne olduğunu açıklayacak.
-Pisleşme.
-Tamam, peki. Sen, sevgilinden intikam almaya gittiğini söylüyorsun ve bunun için de sevgilinin ev arkadaşını uyandırman lazım. Sevgilin ise, ev arkadaşının uyuduğunu ve bu yüzden zili çalmaman gerektiğini söyledi sana. Dolayısıyla kendini kandırıyorsun.
Bu muhabbetin arasına, sanırım en güzel kobramı saldım...
-Ben, seninle bir şeyler yaşamayı tabii ki de istedim. Ancak, ben gidiyorum. Anladın mı? İki ay sonra yüzümü bile göremeyeceksin. Bizden ne arkadaş olur, ne de sevgili... Bu yüzden, tanıştığımızda seninle arama mesafe koymaya çalıştım. Çünkü biliyorum, mesafeyi ortadan kaldırmaya çalıştığım kimse benimle bambaşka bir yerlere gelebilecek kadar "taşşaklı" değil.
Gözleri doldu, "Daha yeni ev düzdüm, keşke üç ay önce tanışsaydık..." dedi.
Aptallığı, tahammül edebileceğim düzeyde değildi ancak zehri almıştım. Manipülasyon zehrini...
Hiç bir şey hissetmeden ona döndüm ve bir kez daha sihirli kelimeleri söyledim.
-Şimdi, gidiyorsun. Bu sefer, gerçekten sileceğim numaramı, telefonundan. Telefonunu ver.
-Hayır, vermeyeceğim.
-Bu, beni son kez hayal kırıklığına uğratışın. Oraya, intikam almaya değil, saatlerdir arkasından sövdüğün sevgilinin yanına gidiyorsun.
-Oradan sana gelirim belki?
-Ben ikinci şans mıyım? Hayır, olmaz. Ver şimdi telefonunu.
Birazcık özgüven veya küfürle, maalesef ki Türk erkeklerinin elde edemeyeceği bir şey yoktur, Türk kadınları üzerinde...
-Tamam al.
Önce numaramı sildim, sonra arama kayıtlarını sildim, o sırada o "Merak etme hatırlamam numaranı ya uff!" derken.
-Numaran bende yok ama nolur eve gidince beni ara.
-Ben yolumu bulurum, bu travestilerin arasında az yürümedim.
-Ben de yürüdüm ama ne olur. (Altta kalmama çabası...)
-Belki ararım.
Yoldan bir taksi çevirdim, onun beynini allak bullak ettiğimi bilerek. Taksiye binince attığım mesaj tam olarak şuydu:
"Şarjın az önce bitti. Eve vardığımdan, atacağım bir mesajla haberin olacak evet. Sorun numaram değildi, şarjındı. Numaramı sil olayını da yedin... İki aya numaram bile değişecek zaten...."
not: Muhtemelen ibne olduğunu düşündüğü erkek arkadaşının altında şu an, Selen. Ama, yaşadığım ego tatmini, her şeyden öteydi. Telefon numarası? Çoktan değişti... 

Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan beş bira

Öncelikle, boktan bir sabaha uyandım. Dört saat bile uyumamıştım. Boktan bile değil, gerçekten zor bir sabahtı. Okula gittim, midem yanıyordu; gecenin dördünde yediğim bir buçuk çift lavaş Adana dürümden ötürü. Ardından aklımdan hep Skyrim'deki (Clan Battleborn'dan bir eleman, Whiterun'da) "You've been a good friend to me, that means a lot." repliğiyle aklıma gelen Can ile eve geçtik. Sabah boyunca sadece bir poğaça ve metro çıkışında bir portakal suyu içmiştim. Kahveye abanınca midem fena oldu. Kusmak için kendimi zorladım, beceremedim. Çıkan, üç beş balgamlı hafif meşrep; kısa menzilli kusmuk kütlesiydi ki, vücudum gece yediğim hurmaları sindirebilmiş olmalıydı.
-Off, şöyle on bir, on iki gibi bir seks olsa...
Evet, aynen bu cümleyi kurdum. Cümlenin ardından bir saatten belki biraz fazla, belki biraz az vakit geçti ki telefonum çaldı, "Ben uyuyacağım." dedikten sonra, yatakta kıvranırken. Arayan; şuradaki kadındı ki numarasını bile silmiştim o ara yaşadığım egoistik travmanın ve şokun üstesinden gelebilmek adına: (http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2013/04/glikozla-kuvvetlendirilmis-msr_26.html)
Beni Dorock'a çağırdı, ben onu Turgut Abi'nin shot barına çağırdım, "Olmaz, Taksim'de buluşalım." dedi, "Rock N Rolla'ya gidelim, param yok." dedim. Anlaştık. Hoş, bizim anlaşmamızın ardından, ben hazırlanırken ev arkadaşımın "RNR kapanmış." demesi pek olmadı gibi ancak en azından intikam almaya gidiyordum. Aklımda üç ihtimal vardı...
Birincisi, cinsel ilişki sonrası "Hadi bana eyvallah yavrum." diyerek pılımı pırtımı toplayıp eve dönmek; ikincisi "Ben buraya sadece bunu yapmaya geldim." diyerek telefon numaramı onun telefonundan silip bambaşka bir hayal kırıklığı yaratmak ve üçüncüsü; ilk iki şıkkı beceremeyip eve sap sap dönmekti. Sanırım, benim için en sağlamı oldu...
Selen, gittiğimde çökük, bitik bir vaziyetteydi. Makyajı yoktu, en yakın arkadaşıyla buluşup içmeye gelmiş gibi bir hali vardı ve ölüydü. Biramın yarısına gelemeden ben, ağlamaya başladı. İlk başta kıpırdandım, ardından sessiz kaldım. Evet, yaklaşık bir ay önce onu çok arzulamıştım, deliydi çünkü ve çok güzel göğüsleri vardı. Kendini sakınmayı da çok iyi bildiği için çıldıracak konuma getirmişti beni ki benim çıldırmam iki gün bile sürmez, "kafamın içinde filler sikişirken." Sonuç olarak karşımdaydı, iş bulamadığından, bir ay içinde hayatına(ya da içine) aldığı insanları nasıl öldürecek konuma geldiğinden bahsediyordu. Bahsederken de gözyaşı döküyordu.
Bir kadının sarhoş, yalancı ya da "sevgilisinden yeni ayrılmış" gözyaşlarından ne zaman etkilendiğimi hatırlamıyorum en son ki bunun için kendi blogumda geriye gitmem lazım. Ne bu hikayeye, ne de birazdan hikayesinin devamını getireceğim kadına değer bir şey değil bu, özellikle bu kafadayken.
Bir telefon geldi, sevgilisinden.
Yaklaşık on beş dakika konuştu sanırım ki o sırada ben, ters tarafta oturan Zehra'ya bakıyordum. Evet, bu benim en son geçen sene yattığım iri göğüslü Zehra'ydı. Kendi memeucunu yalayabilecek kadar büyüktü memeleri. Game Of Thrones'taki Joffrey piçinin fantezileri gibi, kamerada yalatmıştım kendi memelerini ona. Joffrey piçiyle farklarımız; onun "babadan" ötürü değil, "anadan"ötürü piç olması ve benim; Zehra göğüslerini kamerada yalarken otuz bir çekmemdi ki en iyi on sanal seksime girer sanırım bu. Hoş, bir de Westeros'ta webcam icat edilmemişti daha...
Sonuç olarak Zehra'ya birazcık salça oldum, Selen telefonda eski-yeni veya komplike sevgilisyle konuşurken. Ardından, gayet iyi hissedereken yerime döndüm çünkü o gece herhangi bir şeyi yapmaya doğru eğilip büküldüğünü hissettiğim Selen yediğim bokları görmemişti.
Selen, önce telefonu kapattı. Ardından yavaşça masaya koydu ve anlatmaya başladı. Sevgilisinin ona "Bizim eve giren kadın çok oluyor ve senin bunu kıskanman beni gergin ediyor." diyerekten kendisini fuckbuddy kıvamına getirmeye çalışmasından başlayıp, bunun kendini rahatsız hissetmesine; sorunun kendisinde olduğunu bilmesine ve "Ben oraya geliyorum." dediği anda adamdan aldığı "Tamam, istersen gel." şeklinde yarım ağızlı cevaba kadar. (Hoş, sorun bence sinsi sinsi "Imm, ben bir şeyler yaşayabilirim bebeğim, ama yaşamayadabilirim, bu yüzden rahatsız oluyorum." diyecek kadar 'ilişki' kavramının anasını siken "booty call master"dadır her zaman.)
Gideceğini söyledi. Ancak, ben buna hazır değildim. "Telefonunu ver, en azından numaramı sileceğim, beni siki bokuna buraya getirdin." dedim. Bunu da yedi safım... İki ay sonra ondan millerce uzakta, serserilik peşinde koşacaktım fakat bunu bilmesine rağmen tek cevabı, "Sen, güçlü bir karaktersin. 'Ver telefonunu numaramı sileceğim' diyebiliyorsun ancak ben senin kadar güçlü değilim." oldu. Canımı yakmıştı, canını yakmak istiyordum ve düşündüğü kadar güçlü değildim. Sadece, bu oyunu en son seneler önce oynamıştım ve yalan söyleyebildiğimi fark etmiştim uzun zaman sonra. Oysa, benim hissettiğim enerjinin farkında bile değildi...
Velhasıl, biralar bitti; yenileri geldi ve bu bir kaç kez tekrarladı kendini...
Sonra koluna girdim, "Seni çok güzel bir yere götüreceğim." diyerek, alkol ruhsatı bile olmayan bir jazz bara geçtik. Orayı sevmiyordum, ancak az öncesinde nefes almaya çalıştığımız Dorock'ı da sevmiyordum. Taksim'deki hiç biryeri sevmeyen adamdım ben. Marjinal değildim, sadece kalabalıklardan tiksiniyordum.
Mevzu-bahis dükkan bozması jazz barda birer bira daha, sonra "Son bir bira içebilir miyiz?" diyerek gözlerinin içine bakmam, aldığım "Ben içmeyeceğim hayır." cevabı ve aldığım tek bir Efes Malt...

Hikayenin devamı? Birazdan... Çünkü en heyecanlı bölümü devamı...

Duyuru

"Depozitolu Şişelerin İadesi İle Alınan Bira"  isimli seri konusunda çok güzel bir yorum geldi yakın zamanda. Hem yapıcı, hem de yaratıcı. Öncelikle aşağıdaki linkteki ikinci yorumu yazan arkadaşı tebrik ediyorum. (İroni değildir.)
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2013/05/depozitolu-siselerin-iadesi-ile-alnan_10.html
Bugünden itibaren bu seri; "Depozitolu Şişelerin İadesi İle Alınan Bira (yazı numarası)" şeklinde değil, "Depozitolu Şişelerin İadesi İle Alınan (yazı numarası) Bira" şeklinde devam edecektir. Anonim arkadaşımıza buradan şükranlarımı iletiyorum.
Ha duyurunun esas amacı, ben galiba mutluyum lan. (Hayatımda değişen pek bir şey yok, ama mutluyum.)

10 Mayıs 2013 Cuma

Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan bira 4

Sabah uyanır uyanmaz, bir iki dal sigara içtim.
Pakedim bitince, bakkala gittim,
Hem aileme göndereceğim albüm, kitap gibi "yarayışlı" eşyaları,
Hem de anısı olanları içine koyabilecek bir koli almak ve
Yine masa altından bir paket sigarayı "hesaba" yazdırmak için.
Eve geçince, yıllarca doldurduğum cdlere baktım.
Kiminin içi film, kimi porno, kimi dizi, kimi müzik...
Teker teker bilgisayara taktım hepsini,
Bazı pornoları seçip, bilgisayarıma aktardıktan sonra,
Sosyal medyada son "iyiliğimi" yaptım ve bir ilan yazdım.
"Yüzlerce film, porno, şarkı ve dizi içeren DVDlerimi,
Alıcı ödemeli kargoyla birilerine gönderebilirim."
Kimse siklemedi, "Cloud Computing" sebebiyle.
O dvdlerin arasından çıkan bir iki eski fotoğraf,
Bir iki eski video (2006 öncesi, yaş 16 iken çekilenler),
Bu bok çukurunun, bataklığın içine girmeden önce de,
Mutlu olduğumu hatırlattı bana.

Sonra, patlattım.
Nerede hesabım varsa sildim.
Speed dating sitelerinden tutun da;
"Artık kısa cümleler kuruyorum." şeklinde;
Milletin götünü yırttığı Twitter'a kadar...
Facebook, Getglue,
Ekşisözlük(blog reklamını yaptığım için yarayışlıydı) bile kapandı.
Bunları yazarken telefonumu bile sessize aldım,
Faith No More'dan Evidence çalıyor yine.

Dijital dünyamı siktim.
Dijital dünyamın içine bir "glory hole" açtım ve ter kokan aletimi içine soktum.
Başlangıçta delik çok kuru geldi, canım yandı,
Deliğin etrafındaki tırtıklar aletimin damarlarını kesti.
Sonra, bir kez daha tükürdüm "sosyal medyaya" ve;
Bakire olduğunu iddia eden ancak ağzına ya da arkasına almaktan hoşlanan;
Bir kadının götüne girdiğim gibi girdim, kayganca.

Yarın öbür gün, tekrar sosyal medyanın bir takma yarrakla,
Bana arkadan girmesini isteyebileceğim için,
Yaptığım çoğu hareketin geri dönüşü vardı.
Bu yüzden, Linked.in ve Couchsurfing profilim kaldı. 
En azından yarayışları vardı.
Ya da Ekşisözlük, en azından blog reklamı yapıyordu.
Ya da speed dating, kolay saksoyu getiriyordu.
Alayının canı cehenneme.
Götümü sandalyeye çivileyip daha fazla yazmamı sağlayacaksa;
Alayının canı bir kez daha cehenneme.

Hem, insanlardan nefret ettiğini söyleyen çakma Bukowski'nin;
Sosyal medyanın içinde işi ne?
Günün en keyif aldığım vakti, koliyi doldurduğum vakitti.
Gülümsüyordum, çünkü sikik okulumu bitirebileceğime,
Gerçek bir avare olabileceğime,
Hafif bir çanta ya da valizle gezebileceğime inanıyordum.
Sonra bilgisayarın başına geçtim, bunları karaladım işte.

O hesapların üstünü çizer,
Hepsini tek tek "Geri Dönüşüm Kutusu"na yollarken de;
Aklımdan geçen tek bir şey vardı.
Şarkının sözleri...

"I didn't feel a thing,
It didn't mean a thing."
http://www.youtube.com/watch?v=TPuSJeVOw7I

7 Mayıs 2013 Salı

Neden "Boş Mideye İki Duble Viski?"

Bu hikayeyi anlatma gereği duymamın sebebi, Twitter'daki kardeşim Can Erol'dur. (@canerrol) Blog adresimi sevdiğini söylemiş, ben de hikayeyi anlatma gereği duydum.
Öncelikle, bu adresin telifi bana ait değil. Hatta, telifi birine aitse de ağzına sıçayım onun. Bu adresi seçme sebebim, yıllar öncesine dayanır. 2006'da, üniversiteye girmeden önce; bol bol dergi okurdum. cnbc-E'nin dergisini bile alırdım, bütün L-Manyak, Lombak'lar ile beraber. İşte cnbc-E derginin, o zamanlar; müzik kısmı da olurdu, radyo Eksen sponsorluğunda. Helldorado'yu tanıtmak adına, "boş mideye iki duble viski" kıvamında bir grup, demişlerdi. O ara, aklıma kazındı bu tanım. Daha on altı yaşındaydım ve toplasan üç kez viski içmemiştim. Aama dedim ya, aklıma kazındı, hatta gaza getirdi.
Ablam o ara İrlanda'da bir konser vermiş, dönüşünde de babama bir şişe İrlanda viskisi getirmişti. Derginin ilgili kısmını okur okumaz, o şişeyi açtım. Kendi başıma. Anneannemden aldığım minik çay bardağını, shot bardağı niyetine kullanarak; iki değil, on iki duble içtim belki de... Kusup, ağzımı yüzümü sildikten sonra da pert olup yatağa girmiştim. Evde tektim ve saat akşamın altısı bile değildi...
Ertesi gün, babam kendine viski doldurup; üzerine de su katarken utana utana;
-Biraz da ben içeyim mi?
-Sus ulan eşşoğlueşşek! Yarısını içmişsin zaten!
-Bari üstüne su katma, direkt buz koy. Öyle içilmez.
-Hayır, ben böyle içerim.
Tabii seneler sonra öğreniyorum, o füme kokusunun daha derin alınabilmesi adına, viskinin üzerine bir iki parmak su katıldığını. Dedim ya, on altı yaşındaydım ve her boku bildiğimi sanıyordum.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan bira 3

Suçluyu oynadığım ya da suçlu hissettiğim o kadar çok zaman oldu ki, ne ara mutlu olduğumu unuttum. Sadece annemi ya da babamı hatırlıyorum, "suç" kelimesi aklıma geldiği zaman. Altı aydır doğru dürüst görüşmüyoruz ancak görüştüğümüzde de onlara karşı duyduğum tek şey "suçluluk" duygusu. Sikik, boktan bir döngü... Bu yüzden, uzak durmayı seçiyorum, çünkü bir şeyler borçlu olduğum insanlar sadece onlar. Kabul etsem de, reddetsem de...
Bu haftasonu annem İstanbul'a geldi. Amacı, son virajı atlatmak üzere kafayı sıyırmış olan beni biraz sakinleştirmek, bana biraz daha yardım etmekti. Bilmiyordu, benim kafayı yıllar önce kırdığımı. Suicite Note pt. I'ı; sadece "Mother's angel, getting smarter." kısmı için dinlediğimi. Cumartesi, aradı; saat sabahın on biri...
-Heah.
-Ben birazdan kuzeninde olacağım, sen de gel. Bir gibi Beşiktaş'a ineceğiz. Adalar'a geçeceğiz oradan da.
-Anne, benim oraya gelmem en az bir saat. Sadece yarım saat görüşmek için beni oraya getirme.
Bunu diyip, kapattım. Ardından, uyuyamadım da. Aptal bir suçluluk duygusu... En son altı ay önce gördüğün, sana "can" veren kadın, sen ne kadar aksini istesen de; "Ben böyle iyiyim." desen de, sadece on beş dakika uzağında. Sadece alacağın duş ve içeceğin kahve lüksü sebebiyle onun yanına gitmen bir saat sürüyor.
Kalktım, güç bela duş alıp, yarım litreye yakın süt içtim. Telefon tekrar çaldı. Arayan annemdi.
-Biz gidemedik, vapur seferleri iptal olmuş, eve dönüyoruz.
Sesinden anladığım ton, hayal kırıklığının desibellere dönüşmüş haliydi. Lakin ne vapur seferleri umrundaydı, ne de batan Adalar planı... Benim sabahleyin verdiğim tepkiydi, kaldıramadığı.
Dişimi fırçalayıp çıktım. Bunu, annemi özlediğim için yapmadığımı adım gibi biliyordum. Onu mutlu hissettirmek için yapıyordum çünkü, borçluydum. Biraz takıldık kuzenimin evinde, ardından yemek yedik. Ertesi gün gelip çatınca, annem soluğu benim bekar evinde, fakirhanede aldı.
Temizlemeye çalıştı, uğraştı, çabaladı... Uğraşmaması ya da çabalamaması için elimden geleni yaptım. Sonuç olarak annem, temizlikçi kadın değildi. Yırtındım, "Yapma." derken... Vakti kısıtlıydı, ona rağmen, yaptı. Yırtındı... Bunu amaçlı yapmıyordu, yani; kötü hissetmemi sağlamak değildi amacı. Tek bir amacı vardı, o da benim "iyi hissetmem" ve "rahat yaşamam" idi.
Bense o köprüleri çoktan attığım için, o ne yaparsa yapsın kötü hissedecektim. Beş sularında üstünü değiştirdi. "İyi bak kendine, sana çok değer veriyoruz." dedi. Ağlayamadım, yine güçlü görünmeye çalıştım. Ne Adsız Alkolikler'e katılmak adına içinde bulunduğum kötü denemelerden, ne bileğimde olması gereken dikey jilet izlerinin; beceremediğim her gece avcumun içinde patladığından bahsedemedim. Tek yapabildiğim, "Sen de." demek oldu.
"Ben, her gün; akıl hastanesine yatırılmış olmayı diliyorum. Her gece, ölmeyi, mutsuzluk ya da mutluluğa; cennet ya da cehenneme kavuşmayı diliyorum. Her sabah, kendi başıma uyanıyor ve aynaya bakamıyorum. Omuzlarımdaki, kaldırabileceğimden fazla oldu her zaman, artık taşıyamıyorum."
Diyemedim işte hiç bir şey. Taş kalpli sikik bir çocuk öyküsü karakteri gibi sarıldım ona, öptüm ve gönderdim. O ana kadar her şey normaldi. Ta ki, ev arkadaşım; "Allah kavuştursun." diyene kadar.
O an işte gözlerim doldu, o an fark ettim, yine yapıyordum. Yine...


Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan bira 2

2009... Myspace'im vardı o aralar. Facebook'tan daha fazla bakardım. Kendi çapımda bir sanatçı bile değildim, ne bok yemeye Myspace sayfam olduğunu bile bilmiyorum. Oradan bir mesaj gelmişti. Katherina isimli bir Rus kadınından. Bu şekilde tanıştık.
2010... Katherina, İstanbul'a geldi; Tanya isminde bir arkadaşıyla birlikte. Benim evimde kaldılar. Ablam evde olmadığı için, ablamın odasını verdim onlara. Kırmızı bir kimonosu vardı; hatta net hatırlıyorum, duş alıp dışarı çıkmışlardı ve yıkadıkları çamaşırları asmışlardı. Efsanevi kimono ve kırmızı iç çamaşırı takımını, evde yürüyerek telefon ile konuşurken görmüştüm. İçim içimi yemişti. Fetişist gibi kokladığımı da hatırlıyorum sütyeni.
İki gece kalacaklardı. İlk gece, getirdikleri Parliament marka vodkayı içerek ve Rus turşularını yiyerek doğruluk-cesaret oynadık. O zamanlar, adabımla içmez, oyun oynamaya sıcak yaklaşırdım. Bana; "Anal seks hakkında ne düşünüyorsun?" diye sormuştu. Parçaları kafamda birleştirip, bakire olduğuna kanaat getirmiştim bu soruyla beraber. Tanya aracılığıyla da, hayatımda tanıştığım ilk safkan Rus kadının bakire olmasına isyan etmiştim.
2011... Ocak ayında yine geldi İstanbul'a. Görüştük. Ama sadece "görüştük". Onunla yatamamak değil de, onun beni cinsel ya da duygusal olarak kabullenememesi çıldırtmıştı beni. Sinirlendim, tüm niyetimi anlattım. Dürüst ve direkt bir dille, sade bir dille hatta. Kısacası, "bacaklarına girmek isterdim." dedim. "Ama olmadı, bu yüzden ben gidiyorum." diyerek her türlü kontak listemden sildim Katya'yı.
2013... İki sene boyunca zaman zaman taciz etti beni Katya. Nedenini hala bilmiyorum. Benden bir şey istemiyordu, arkadaşlığım da onu arzuladığım için yeterince çekici değildi. Ama Facebook'tan yazmaya devam ediyordu. Defolup gitmesini istiyordum, gitmiyordu. Onu engellemek ve şikayet etmekle tehdit ediyordum, susuyordu. Baltalı Mehmet Paşa olma ve aynı kaderi paylaşmama adına bir süre umursamadım. Çok güzeldi, harika gözleri ve harika göğüsleri olan bir sarışındı ancak kontrol, sadece onu başımdan savmamla bana geçerdi. Bu düşünce bile işe yaramadı... Yazmaya devam etti ve bir gün, şu minvalde bir mesaj gönderdi:
"Size özel bir teklifimiz var! Bize adresinizi ve telefon numaranızı verirseniz, size güzel bir şişe Jack Daniel's hediyemiz olacak!"
Telefonumu yazdım, adresimi de yazdım. Sadece Jack için... Bugün buluşmak üzere anlaştık. Buluştuk, biraz kilo almıştı. Bir litrelik Jack'i bana hediye etti. Bense oturduğumuz barda hesabı bile çekmedim. Gecenin sonları benim için yaklaşıyordu. Ya benimle gelecekti ve yıllardır içimde biriktirdiklerimle apışıp kalacaktım. Benimle gelmeyi reddetti. Hostelinin olduğu yöne doğru yola çıktık. Hostelin önüne geldiğimizde, bir öpücük isteyip istememem gerektiği konusunda tereddüte düşmedim bile. Tam ona döndüğüm sırada sikik bir tinerci gelip para istedi. Cebimdeki son 1 lirayı da ayakkabıcı bir dayıya verdiğim için, tinerciyi başımdan savamadım para vererek. Sikik tinerci, bir daha asla görmeyeceğim (İstanbul'da yaşamayacağımı söylemiştim ona) bu kadınla arama girip, limonun kralını sıkmıştı muhabbete. Tinercinin gidip hostelin girişine çökmesiyle beraber, iyice tedirgin oldu. Ona hafifçe sarılıp; "Bir başka hayatta görüşürüz." dedim.
Hostele girişini bile izlemeden, arkamı döndüm, elimde; şeffaf plastik poşete koyulmuş bir şişe Jack ile. "Yaz Çakma Bukowski, yaz!" dedim kendi kendime. Bunu defalarca duymuştum çünkü. Bir diğer Tekel Bayii'ne girip siyah poşet dilenmek aptalca geldiği için, yoldan bir taksi çevirdim. Küfürlerim bu sefer Katherina'ya değil de, Taksim'in altını üstüne getiren belediyeyeydi. Sikikti hayatım, ama Jack hala benimleydi.

5 Mayıs 2013 Pazar

Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan bira 1

İçeride, Polonyalı misafirlerimizle ev arkadaşım bir şeyler konuşuyor. Ne konuşuyorlar bilmiyorum, ancak salondan gelen sesi bastırmak adına kapıyı kapattım, ışığı kıstım ve masa lambasını yaktım. Günlerdir dinlediğim şarkıyı tekrar açtım; Faith No More - Evidence.
Yeni bir seriye başlama sebebim, bir önceki serinin isminin çok zor akılda kalmasıydı. 20 bölüm gayet güzel gitti; tutmayan bir Türk dizisi gibi. Neyse ki metrajımız Türk dizileri kadar uzun değil, genellikle. Yazdığım "dizi" ya da "seriler"in içinde hep alkol geçiyor, bir şekilde, farkındayım. Ancak, sizin gösterisini yaptığınız alkol, benim hayatımın bir parçası. Uyuşturucuyla işim olmaz, sosyal hayatım zaten yok, gece hayatı? Hahah. Dolayısıyla, benim boş zamanlarımda sarılacağım tek şey alkol. Bu yüzden; "İçtiğini belli etme çabasında." tespiti ya da yorumu yapanların hepsini damıtıp içerim zaten. Siz "fasıldayım canım."lara devam edin, olur mu?
Mezuniyete yaklaştığım şu mühim günlerde (imkansız yoktur, temmuzda mezun oluyorum) yazmaktan elimi eteğimi çekmek zorunda kalıyordum. Aptal aptal Facebook'ta takılmaktansa, Facebook'u kapatıp, kısa cümleleri(Twitter'ı) bir kenara bırakmak ve "timeline" diyaloglarından arınıp bir şeyler karalayabilmek mantıklı geldi. Çoğunuz hangi şartlar altında yazdığımı bilmiyorsunuz. Evet, bir daktilo var ancak çalışmıyor artık. Dolayısıyla MS Word dışında ana ekranda hiç birşey görünmez kıçımı sandalyeye sabitlediğimde. Gelgelelim, mevzu bahis daktilo da; artık görüşmediğim arkadaşlarımın hediyeleri ve diğer eşyalarımla beraber, evi kapatmadan önce satışa çıkaracağım bir eşya olacak. Açık arttırma falan değil, sadece az çok para edecek şeyleri sahibinden.com'a koyduktan sonra (bilgisayar, daktilo, nostaljik tv vs) Facebook'umu açacağım ve evden ayrılmadan bir hafta önce insanların gelip evde ne var ne yok, cüzi miktarlarda satın alabilmeleri için bir organizasyon yapacağım. İlgi çekmeyen bazı şeylerin ayrı hikayeleri var ki, dileyene önce hikayeyi anlatır; sonra da o ilgi çekmeyen küllüklerin, bibloların en fazla beş liraya elimden çıkmasını sağlarım. Çünkü, ben bir "göçmen" olacağım ve yeni bir bilgisayara ihtiyaç duyacağım, ya da yeni bir daktiloya.
Buradan duyuruyu yaparım zaten, konuyla ilgili.
Mezuniyet ya da kendi ayaklarımın üzerinde durabilmek değil de, gereksiz her şeyden kurtulabilmenin hafifliği heyecanlandırıyor beni.
Yazıyı yazarken aklıma geldi. Küçük bir çantam vardı. Sadece mp3 çalar, telefon gibi dijital ekipmanları sahile inerken içine koymak adına aldığım. (Fazlasıyla gay bir çanta evet ancak elde taşınınca çok da sırıtmıyordu.) Kitaplığımda ne kadar boş beleş biblo, hediyelik eşya varsa içine koymuştum. Bu "satış" muhabbeti aklıma gelince, içinde; kullanmayacağım her şeyi çıkardım. Seks zarları, iki çift barbut zarı(biri kırmızı) ve bir Paris anahtarlığı ile Tayland'dan gelmiş bir su aygırı figürü. Bunları bana hediye eden veya benim evimde bırakan insanlarla daha fazla görüşmediğim için "Satarım, anasını bile satarım." diye düşündüm. Bir kısmı, "ailemden" gelen insanların hediyeleri ancak sikimde olmadı o an. Masanın üstüne koydum. Satmasam bile birilerine vereceğim, elimde kalmasın diye.
Anılara veya "boş insanların" bıraktığı anılara bu kadar değer verdiğim için evimi çöp ev haline getirmiştim, şimdiyse tek amacım bu çöp evin, çöp durumundan kurtulmak. Hatta kendi "çöp" durumumdan kurtulmak. Küçük çantanın içinde ne mi kaldı? Ablamın bana aldığı minik Dirk Nowitzki heykelciği, annemin İngiltere'den getirdiği kurşun askerler ve şu an Beykoz'da bir villada keyif süren köpeğim Bourbon'un kemirme topu... Hayat, zor değilsin; ancak insanlar zor ve sen, olayları karmaşıklaştırmaya bayılıyorsun.

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 20

(Galatasaray!)

120. blog okuruna ulaştığım için; bu "aroma" yazısının 20. olması çok da manidar oldu aslında. Neyse, Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması; sadece bir kelime ile bitiyor. O da Galatasaray.

(Yeni yazı birazdan...)

2 Mayıs 2013 Perşembe

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 19

"Sonuçta Facebook dediğin, biriyle buluşmadan önce fotoğraflarına baktığın sosyal mecradan fazlası değil."
Bunu iç ses yaparak, Facebook'umu kapattım. Henüz yarım gün bile olmadı. Sadece bir kereliğine elim gitti, alışkanlıktan ötürü. Ctrl+T yapıp yeni sekmede Facebook açmayı denerken; "Ne yapıyorum lan ben?" dedim.
Aslına bakarsanız, sosyal medya orospusu olduğumu düşünmüyorum. Yani, "speed-dating" diye tabir edilen ve size kolay vücut sağlayan web siteleri dışında orada burada hesabım yoktur. Bir blogumuz var, bir de Twitter işte. Blog'u ölsem kapatmam, Twitter'sa belki de Facebook'tan önce kapatmam gereken mecraydı fakat Facebook ile Twitter arasında şöyle bir fark var: Facebook'ta ne kadar yırtınırsanız yırtının, ne kadar kişinin sizin önünüze çıkmasını engellemek isterseniz isteyin; yine, aptal bir post ile karşılaşıyorsunuz. Son zamanlarda sadece 4CHAN ve benzeri sitelerin paylaşımlarının çıkmasını sağlayabilmiştim ana ekranda. Ancak illa ki; biri çıkıveriyordu. "30 kupona alınmadı bu memleket..." "Herkese hayırlı cumalar!" "Yavru kediciklere yuvacık lazım." "Erasmus anıları!"gibi standart paylaşımlar ve durum güncellemeleriyle. Tiksinmeye başlamıştım bayağı, ama bırakmak aklımın ucundan geçmemişti. Bakalım, denedik, bir yola girdik.

Bu arada, Erasmus anıları demişken, yurtdışında yaşayan Türkler ile ilgili de söylemek istediğim bir iki şey var. Bir arkadaşım hariç (Selçuk, Avusturalya'da yaşıyor) yurtdışına kısa ya da uzun vadede giden, buradan kurtulmayı başarabilmiş bir hayat süren herkesin ağzında aynı şarkı... "Bülbülü altın kafese koymuşlar ben vatanımı özledim." demiş. O şoven, salyalı söylemleriniz, özlemlerinizin sahteliği, şüphe götürmez bir gerçek. Anlayamadığınız veya anlatamadığım bu. Buradayken, Tuborg'a; Guinness'e dadandığınız için "Iııy, iğrenç o ya!" dediğiniz Efes Pilsen'i bile özlediğinizi iddia edersiniz. Ayda bir kez konuştuğunuz anne babanızı (görüştüğünüz değil, konuştuğunuz) özlediğinizi söylersiniz. Orada çok daha iyi şartlarda okur, çok daha "güzel" eğlenirsiniz; yabancılık çekmezsiniz çünkü artık "Facebook" var, illa ki birileriyle tanışırsınız, dışarı çıkarsınız, içersiniz. Takılırsınız; hele uzun vadede oralardaysanız, kışın doğalgaza ne zam gelir; bu sene kaç kez sigara zammı olur, Nevizade ve Asmalımescit'teki masalar da kalktıysa insanlar nerede oturacak gibi dertleriniz yoktur. Her şey yolundadır, yüzünüz gülüyordur ancak elbet bir gün sike sike buralara döneceğinizi düşündüğünüzden ötürü, ardınızda bıraktığınız insanlarla da iyi geçinmeye çalışırsınız. Çünkü onların, iştahla sizin "anı"larınızı dinlemek isteyeceğinize eminsinizdir. Ne şiş yansın, ne kebap...
Anı dinlemek, hayatımda en tiksindiğim eylemlerden biri sanırım. Özellikle de seyahat veya yurtdışı veya askerlik anısı. Harika bir hayal gücüm yok, belki ondandır ancak hayatım boyunca bir kez olsun bulunmadığım bir yeri bana ballandıra ballandıra anlatmaları; ilk cümleden itibaren ilgimi yitirmeme sebep oluyor. Çünkü umrumda değil! Umursamıyorum! Gitmek bile istemiyorum Louvre Müzesi'ne, Amsterdam'daki Coffee Shoplara, Berlin Duvarı'na... Sikimde değil. Ama anlatamazsın işte. Ya anlar gözlerle yüzüne bakarlar, ya da "Hiç ilgini çekmiyor olamaz." derler. Benim ilgimi çeken yer belli halbuki. Amerika, yani büyük rüya. Oradan biri gelince de ağzının içine gömülüp "Hadi bana Amerika'yı anlat." dememe sebebiyet verecek kadar geri değil teknoloji. Bir şekilde görüyorsun; filmdir, dizidir. Ama insanlar bayılıyor anlatmaya... Tekrar tekrar...
En kötüsü de, o hikayeleri; aynı adamlarla ya da kadınlarla, farklı arkadaş gruplarına girdiğinde tekrar tekrar duyuyorsun. Sonra çekiliyorsun. Çekilmiyorsun. Bırakıyorsun. Telefonla oynamaya başlıyorsun. Ondan da sıkılınca "Hadi bana eyvallah." diyip insanların "Nereye?" soruları eşliğinde yol alıyorsun.
Beynim akmaya başladı yine...