Google+ boş mideye iki duble viski: Mayıs 2009

31 Mayıs 2009 Pazar

hayatın ne kadar ibne olduğunun anlaşıldığı anlar pt.3

ders çalışıyordum... bir flashback yaşadım adeta lost hesabı.

çok değil, 2 ay önce elektrik makinaları 2 sınavındayız. arkadaş hesap makinesini aldı, arkası da kopya. ulan bu ampul dedi mi asistanın önünde "hocam arkadaşa bir şey söyleyebilir miyim, hesap makinası değerleri yanlış veriyor" diye... o an yusuf yusuf çekme durumu sebebiyle pek umursamamıştım. vizeden de iyi not geldi vesselam.

bugün aklıma takıldı, hakikaten yanlış mı yapıyordu makina hesaplamaları? sin(30) yazdım komut satırına ve 0.5'le uzaktan yakından alakası olmayan bir değer geldi. o an öyle bir dank etti ki kafaya, sormayın gitsin. açıları derece yerine radyan cinsinden yazmak lazımmış meğersem. 6. dönemi bitiriyorum bu hesap makinesiyle ben, bölüm itibariyle de paso sinüs kosinüs takılıyoruz... "ulan yoksa ondan mı gözetim sınırındayım?" diye bir düşünceye daldım...

allah belanı versin casio. bu okul uzarsa senin yüzünden uzar. öte yandan gel de aileye anlat bunu, "sus eşşek sıpası" diye fırlatıverir benim peder yarı dolu rakı bardağını... oof oof.

hayatın ne kadar ibne olduğunun anlaşıldığı anlar pt.2

itü 2008-2009 sezonu güz finalleri...

hani böyle her final dönemi yaptığım şekil... nba'de final oynayan takımlar gibi takılıyorum. her kötü geçen sınav boynumu biraz daha bükecek, saha avantajı zaten finallerde. öte yandan her kötü geçen final seride karşı takıma verdiğim 1 maç gibi.

1. hafta geçiyor. bir bakıyorum apış arasının tam orada kafam kadar apse çıkmış. başlangıçta çok acıtmıyor. dört final daha kalmış... birazcık dişimi sıkarsam geçecektir, diye düşünüyorum. şimdi doktor moktor kim uğraşacak, değil mi ama? ertesi gün iki tanesine gireceğim. az bir şey çalışıp yattım... iki saat oldu, üç saat oldu. uyuyamadım. debeleniyorum yatakta saat oldu gecenin dördü. sabah da erken uyanmak lazım halbuki.
işte o an anladım hayatın ne kadar ibne olduğunu. sonra ne mi oldu?

ablayı uyandır... apar topar pijamalarla şişli etfal'e git. suratı asık ve uykudan yeni kalkmış bir ürolog baksın alete, antibiyotik yazsın ve ikinci bombayı patlatsın "iki haftadan kısa sürede geçmez bu...". lanet okumalar... şansa küsmeler...

her şeye rağmen, topallayarak da olsa girdim sınavlara ertesi gün. kantine indiğimde arkadaşlara olayı anlattım... kantinde alay konusu etti piçler. "aleti bu kadar kullanırsan (manuel veya sevişme babında) olacağı bu" şeklinde... o günün akşamı yine küfrederek eve yürüyordum ki ilaçları almak geldi aklıma. yazılan ilaçları aldıktan sonra düşündüm ki, antibiyotiklerden başka bir şeyler de yapmak gerekliydi... eczaneye girdim. bir kadın. çekici ve alımlı. gel de anlat derdini... "ıı merhaba, ya benim... ıı şey. apışarasında kocaman apse çıktı, nasıl geçer bu?" benzer bir cümle kullandım. kadın sırıtarak yüzüme baktı. batticon çıkardı bir adet. aldık onu gittik eve... daha sonra diğer iki final, sabaha kadar acıdan uyuyamamalar, iğrenç batticon kokusu, sigara üstüne sigara... ömrümden ömür gitti lan. apse ne zaman geçti peki? finallerin bitiminden iki gün sonra. eşşek sıpası çıkacak başka zaman mı bulamadın?

hayatın ne kadar ibne olduğunun anlaşıldığı anlar pt.1

bol bol kahve içer insan final öncesi sabahlayabilmek için. ama çalışamadığını farkedip uyumaya karar verir.

yatağa girdikten yarım saat sonra uyuyamadığını farkeder kahvenin etkisiyle. işte o an bu andır.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Duyuru

Uzun bir aradan sonra tekrardan itüsözlük'te yazar oldum. daha önce nasıl uçurulduğumu sormayın, özel bir nedeni yok, tamamen duygusal.

beğendiğim ve insanların da beğendiği entry'leri buraya yapıştırırım ara ara, lakin eskisi kadar sık yazamayacağım sanırım. esas makara orada dönmeye başladı, "dis" nickiyle bulabilirsiniz beni belirli bir süre. o sürenin sonunda da uçurulurum muhtemelen. kalın sağlıcakla ahali.

garip bir gün...

(not: aşağıdaki olaylar zinciri yaşanırken kafa yerinde, bünye sağlıklıdır. ayrıca kişi, final dönemindedir)

sabah 10 gibi uyandım. amaç bilgisayarı şişli'de bir teknik servise bırakmak (fanının temizlenmesi için), akabinde de okula gidip 3'te başlayacak olan sınava birazcık çalışmaktı.

şişli'ye gittim sırtımda laptop, yanıyorum ama öyle böyle değil. güneş tepede... izzetpaşa mahallesi'ni aramaktayım. daha önce mecidiyeköy'den gayrettepe zincirlikuyu'ya giderken sol tarafta bir yerler vardı... böyle inancı güçlü insanların bilgisayar tamirinde başarılı oldukları bir yer. izzetpaşa orasıdır herhalde diye gittim, bakkala sordum... "izzetpaşa mahallesi buradan yukarıya, çağlayan'a doğru giderken yeğenim" cevabını aldım. cepte doğru düzgün para da yok... bastım yürüyorum. güneş pişirmeye devam ediyor. bir taksi durağı gördüm. "herhalde bu adamlar biliyordur mahalleyi sokağıyla mokağıyla, 3 5 kağıda götürürler dediğim yere" diye düşünerek sordum açık adresi. "yakın orası bak ben sana tarif edeyim, buradan ışıklara kadar yürü, daha sonra ibne muhtar var bir tane, bizim ibne laz muhtar, hah onun bürosunu göreceksin. muhtarın karşısında da bakkal remzi var, ona sor adresi, söyler sana neresi olduğunu" cevabını aldım. ibne muhtar olayı biraz da olsa sıcakta pişmiş bünyeyi güldürdü. akabinde devam ettik yola... mekanı buldum bilgisayarı verdim okula döndüm. 12'de okula gidip 3 saat boyunca yayılan, toplam yarım saatçik masada kopya hazırlamak için oturan ben, arkadaşlarla çay çorba muhabbeti döndürmeyi daha mantıklı bir hareket olarak düşünmüştüm ki sınava girerken şu soru aklıma geldi:

"ulan ne diye erken uyandın o zaman amına kodumun?"

sınavda sadece 1 soru yapıp 15. dakikada çıktım. bir sigara içip tekrar o iğrenç izzetpaşa mahallesi'nin yolunu tuttum. ama bu sefer içim kıpır kıpırdı, çünkü bilgisayarımı alacak, bir daha da asla oraya uğramayacaktım. gittim, sıcak terletmeye, kavurmaya devam ediyor... bilgisayarcı çocuk yetiştiremediğini, ancak 2 saat sonra bilgisayarı teslim alabileceğimi söyleyince, bana bir hal geldi. metroya kadar en az 15 dakika pişmek vardı. öte yandan mahalleden geçen otobüslerin mecidiyeköy'e mi döndüklerini, yoksa daha önce hiç gitmediğim ok meydanı, cevizlibağ gibi yerlere mi gittiklerini düşünerek otobüs durağına geçtim. yaklaşık olarak 20 dakika boyunca bunu düşünürken, etraftaki insanlara bakıyordum. çok kalabalıklardı. bazen bir otobüse aşağı yukarı 15 kişi bindiğinde "yine iyi yolcu aldın ha çakal" diye düşünüp sırıtıyordum. veya "off 54ör'yi bekleyen de çokmuş ha, hadi şükür kavuşturana binin lan". olayı çözdüğümü düşünüyordum inceden. en azından 41at geldiğinde, levhayı okudum ve maslak tarafına döneceğini düşündüm otobüsün. otobüse bindim, bir sıkıntı baş gösterdi... cevizlibağ'a, olmayan trafikte yardırıyordu otobüs. ama etrafımdaki insanlar "2 durak için otobüse binmiş ibne" diye düşünmesin diye, 4. durakta indim. otobüsün durağı geçmesini bekledim, otobüs durağı geçer geçmez karşıya geçtim. karşıdaki durakta "diş poliklinikleri" gibisinden bir şey yazıyordu. o an hasta ruh örneği gösterdim ve "nasıl olsa başka işim yok, muayene mi olsam" diye düşünerek dolgularımı kontrol ettim. sonra bu fikir saçma gelince bir daha otobüse bindim mecidiyeköy tarafına giden. saatime baktım, sadece yarım saat geçmişti. ne yapsam diye düşünürken uzun zamandır almayı düşündüğüm galatasaray atkısını almaya karar verdim. gittim aldım atkıyı, oradan simit sarayında 1 erkek 2 kadın kombinasyonundaki bir masada oturan bir milfle kesiştim, elimdeki uykusuz dergisini okudum, 7 sularında da gittim aldım bilgisayarımı. şimdi mutluyum. ama ciddi ciddi yordu beni bugün. neden erken kalktım ki?

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Semt.

2-3 hafta önce ersin karabulut bir şeyler karalamıştı uykusuz'a. yaşadığı semtle ilgiliydi, spoiler vermek istemiyorum, merak edenler olabilir. gerçi 2 3 hafta öncesinin dergisinin spoiler'ını vermek istememek de saçma bir olgu. neyse...

yurttan ayrıldığımdan beri 3 farklı meskende kaldım.

birincisi bahçeköy'de çok başarısız bir tecrübeydi, lakin ev arkadaşım sağolsun taksim dönüşlerinde taksiyi bölüşerek en büyük sıkıntımızı atlatıyor, mahalle baskısına karşı direniyorduk. zor bir yerdi bahçeköy... adı üstünde, köydü. az yukarısında bizim semtin, zekeriyaköy vardı. şirket sahiplerinin, ntv çalışanlarının evleri buradaydı. ince bir çizgiydi resmen zekeriyaköy ile aramızdaki. bahçeköy'de yaşamış olduklarımızsa apayrı hadiselerdi. neler mi yaptık?

evde timsah beslemek(kesinlikle ev arkadaşımın fikriydi) yaptığımız en basit şeydi. ha onu da 3-4 ay besledik sonra öldü gitti hayvancağız aşırı yemekten. japon balığıyla(tanesi 1 milyon) besliyorduk hayvanı, bir gün aşırı doz ve altın vuruş. (huzur içinde yat rıfkı...)

ulaşım sıkıntı olmaya başlıyordu yavaş yavaş, özellikle de dünyanın en gerizekalıca düşünülmüş rotasına sahip 42m, 42t ve 42 otobüsleriyle... otostop çekmeye karar verdik. her sabah çekiyorduk bahçeköy'den okula giderken. dört çarpı dört grubunun basisti ve davulcusunun, bir de celal pir'in arabasına bindim buradan kendilerine selam ederim. [dört çarpı dört elemanları cd bile verdiler ama jelatinini bile açmadım aylarca]. işler çok kolaylaşmıştı, kolaylaşınca da ben olayı abartıp akşamları bahçeköy'den ayrılırken de otostop çekmeye başladım. birinde iki üç çakalın arabasına rastgelip binmekten bile akıllanmayıp devam etmiştim, çok şükür başıma da bir iki komik muhabbet dışında (misal: emekli MIT görevlisinin arabasına binmem ve adamın "benim de ev var mersin'de, pozcu'da. karıyı falan buraya yolladım orada karı *kiyorum. siz de evinizde iyi *kiyor musunuz bari" demesi) bir şey gelmedi.

mahalle baskısı, altımızdaki deli ressam ("bu evde bağırta bağırta karı *kiyorlar" şikayetini yaptığında uzun bir süre eve bırakın kızı, dişi sinek girmemişti), karşı komşunun askere gidecekleri için annelerini babalarını yollayıp evde alem yapmaları ve apartmanda tek bekarlar biz olduğumuz için suçun üstümüze kalması vs vs. tiksinmeye başlıyordum hayattan.

sonra annem yine bir ışık gibi doğup ablamla birlikte bir eve çıkmamıza karar verdi, ev bulundu, yerleşildi... bahçeköy'den beşiktaş'a terfi ettiğim için havalara uçuyordum. yıldız'da, çok merkezi ama merkezi olduğu kadar da sessiz bir sokaktaydık. sokakta 2 tane eşşek kadar köpeği olan çirkin bir emlakçı kadın, körler ve sağırlar... garipti. sorun etmiyorduk, zaten bizim bacı karşı komşumuz olan bir dul(boşanmış veya eşi ölmüş, 60lı yaşlarında), bir de hiç evlenmemiş(60lığın çocuğu, 40ı bulmuştur muhtemelen onun da yaşı) kadınla muhabbeti kurmuştu. x teyze de x teyze. neyse her şey güzel güzel giderken bunlar bir gün kafayı çizdi mi abicim, hani ufak bir gerginlik olmuştu 1 ay kadar önce kağıttan duvarlar sebebiyle... neyse gecenin 12sinde kapı tak tak çalınıyor, bacı da o sırada benim siyah noktaları sıkıyor. aldım elime bıçağı yürüdüm kapıya, delikten baktım karşı komşu. bıçağı ayakkabılığa koyup açtım kapıyı. car car car car... bir sürü tantana, bir sürü iftira... (özellikle de bir gün benim, bir gün de ablamın sevgilisi gelmiş. ablamla sevgilisi çıkmışlar ben de evde malum şeyleri yapmışım iftirasına çok güldüm. bir kere olayın mantıken böyle gerçekleşmesi imkansız, eve herhangi bir kızı getireceksem ablamı kovarım elbet) neyse iftiralar büyüdü, artık bokunun çıktığını anladık. sadece 6 ay olmuştu taşındığımızdan beri ve ben yine huzuru bulamamıştım. ha iddiaların çoğunun kadınların ablamı kıskanması sonucu oluştuğunu ve bir bakıma ablamın müzisyen olması yüzünden şeker gibi beşiktaş'tan olduğumun da altını çizeyim, kendisi 4 sene kullandı beşiktaş kredisini, ben de 6 ay. ama taşınacağımız belli olunca çocuklarla yılbaşında hayvan gibi bağıra bağıra muhabbet etmemiz, kahkahalarla nispet yapmamız hala aklımdadır.

taşındık oradan da, apar topar... bir kurtuluş vardı. hakikaten de ismi gibi "kurtuluş" oldu bizim için bu semt. başlangıçta evi çekip çevirmek (özellikle de kışın) zor iş olduğu için, sıkıntılar yaşadık. hani donduk diyemem, çatı katı olmamıza rağmen altımızda yaşayan ailenin deli gibi kombi yakması sonucu ben üşümedim, bacı hastalanıp arkadaşlarında kaldı ilk günlerin çoğunda. atlattık şimdi tüm sorunları... burada mutluyum. hani karışanımız cartımız curtumuz yok, burası full gayri müslim zaten, gürültü yapsan kimsenin ruhu duymaz çünkü caddenin kendisi gürültülü. altımızdaki aile zaten gürültülü... ekmek elden su gölden. ulaşım mulaşım da sıkıntı olmuyor. daha az ödüyor, daha küçük bir evde kalıyoruz lakin bir şeyi farkettim... ben hakikaten sokak kavramını özlemişim. bugün güneş son ışınlarını salonun penceresinden içeri salarken, oturmuş ders çalışıyordum salonda... pencereyi, balkonun kapısını da açmıştım sıcak olmasın diye... aşağıdan çocukların cıvıltıları gelmeye başladı. çıktım balkona çocukları izlemeye başladım. şu diyaloğu gördükten sonra kendimi o kadar buraya ait hissettim ki... [iki çocuk. aralarında 50 metre falan var. biri diğerinin ablası]

abla: özgüüüüüüür!
çocuk: ne var lan gerizekalı!!!

10 Mayıs 2009 Pazar

Galatasaray-Takım İçi Revizyon

-----Facebook'taki Galatasaraysözlük grubunda yazdığım yazıdan alıntıdır-------
amatör ruhla ve profesyonel yaklaşımla doğru bir revizyon yapılabilir. tabii ki gelecek hocanın tercihlerine ve kişiliğine göre revizyon yapılması yerinde olacaktır.


hasan şaş, ümit karan'dan başlanılacağı yazılıp çiziliyor lakin anlattığım ruh ve yaklaşım işte burada devreye giriyor. hasan şaş gibi bir adamın takımda kalmasında sakınca görmüyorum açıkçası. ya efendi gibi jübilesini yapar, ya da bir sene daha -veya ne kadar istiyorsa- oynar (mecazi anlamda). zira, hasan şaş galatasaray tarihi için değerli bir oyuncudur ne kadar formdan düşmüş, ne kadar göbek bağlamış olursa olsun...elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan ve her daim armaya bağlılığını gösteren bir adamdır. şahsi görüşüm, kulis yapıp takım içi ayrılıklar yaratacak bir aslan olmadığıdır. kalmasında bir sakınca yoktur. ancak yönetim kendisiyle ilgili öyle düşünmez muhtemelen ve sezonun faturasını hasan şaş'a, hasan şaş'ı oyuna sokmakta çekince görmeyen ve teknik direktörlüğe getirilmesinden, yaptığı oyuncu değişikliklerine anlam veremediğim bülent korkmaz'a keser büyük ihtimalle...

ümit karan'a gelecek olursak, yıllar yılı alemci futbolcu sıfatıyla anıldığı doğrudur. alemcidir evet, aynı zamanda aile babasıdır da... ancak kendisiyle ilgili çıkan bir dedikodu eğer ki gerçekse acilen gönderilmelidir. o dedikodu da hasta dedesini ziyaret edeceği için izin alıp barlarda sabahlamasıdır. huylu huyundan vazgeçmez evet ama bu kadar yıl forma terletmek bir oyuncuyu hiç değiştirmiyorsa ve o oyuncu formsuz olmasına rağmen bu kadar sorumsuz davranabiliyorsa gönderilmelidir.

lincoln konusunda tam bir fikir ayrılığı yaşanmakta sözlüğümüzde belki, ama bence pılını pırtını toplayıp bedavaya yollayacağımıza, transfer döneminde daha akıllı davranıp felix magath'a kendisini iteleyebilirsek çok şükela olur. ha bu konuya çok değinmek istemiyorum ancak yönetimi hakikaten zor bir sınav bekliyor lincoln konusunda.

sabri sarıoğlu her ne kadar kanser etse de cümlemizi, iyi bir rotasyon oyuncusu olabilir ve -kısmetse- gelecek sene üç kulvarda birden koşturan galatasaray'ın kilit yedeklerinden biri haline gelebilir. ama karakteri düşünüldüğünde işin içinden çıkmak biraz güçleşiyor, akıllanması için bir takıma kiralık vermek de mantıklı aslında, neyse, akşamın bu saatinde aklım bilemedi şimdi...

volkan yaman'ınsa işi bitmiştir artık, 1 milyon euro'ya alıp kendisini bedavaya bir kulübe yollamak kuvvetle muhtemeldir. zamanı gelmiştir artık... geldiğinde attığı frikik golüyle tanıdık kendisini ama zerre gelişme gösteremedi ve bu saatten sonra da göstereceğine inanamıyorum. ha frikik golleri mi? aman nolur kalsın.

görüşüm budur, baktım discussion board'da harbi diskaşın var, dedim biraz kaşınayım :)

dis ellerinizden öper.

saygılar ahali.


-----------alıntı-------

Teşekkürler...

her ne kadar hitlerin yarısını ben oluşturuyor olsam da, 3000'e doğru ilerliyoruz. şimdiye kadar siteye giren, okuyan, eden herkese teşekkürü bir borç bilirim.

yeri geldi, ota boka 3 nokta koymama tanıklık ettiniz ve beni sırf bu yüzden çok duygusal, veya çok edebi bir adam sandınız.

yeri geldi, kendimi yerin dibine; itin götüne soktum bunu bir tebessümle karşıladınız.

yeri geldi, ona buna laf soktum, sevindiniz, güldünüz eğlendiniz, beni içinizden biri olarak gördünüz.

çok teşekkür ederim her şey için. yazılara devam edeceğiz elbet, ancak bu saçma sapan teşekkür etme ve kendimi bir internet mahir, bir sezen aksu forumunun mahmut'u sanma seansına başlamamın bazı sebepleri var. sözlük olsun, last.fm olsun, facebook olsun her yere reklamımızı yaptık ve iyi/kötü feedback'ler aldık elbet.

"sen roman yaz abi", "heyecanla takip ediyoruz" gibi tepkilere kısaca "eyvallah" demekle birlikte, gelelim kötü reaksiyon veren arkadaşlara...

onlara göre kendimi bir bok sanmakla birlikte dünyaya tepeden bakıyor, herkesi eleştiriyor, bunu yaparken de kendimle çelişiyorum. bakın arkadaşım, tek tek açıkladım anlamadınız. lakin iki yazı okuyup da, ironi ve dalga geçme içerikli genellemelerimi görüp de üstünüze alınmanızı ben size söylemedim. ben lafı ortaya koydum, gerçekten öyle olsanız arkadaşım olmazdınız ancak hakikaten benzer karakterlere sahip olanlarınız varmış. özellikle de "kadınlar" ve "üniversite gençlik" başlıklı yazılarımı okuyup yüksek dozajda öfke içeren tepkilerinize (misal, kendini bir bok sanıyorsun) tek cevabım, diğer yazılarımı da okumanızdır. ulan kendimi bir bok sansam, sosyomat'ta gördüğüm taş bir hatunla otobüste karşılaştığımda, elimdeki poşet sebebiyle duyduğum utancı sizinle paylaşır mıyım? veya tanıştığım gün alkolün etkisinde inceden yazıldığım kızın lezbiyen olduğunu duyduğumda hissettiklerimi sizinle paylaşır mıyım? okuyun ulan birazcık. tamam son yazılar ekstrem düzeyinde agresiflik, öfkenin dışa vurumunu taşıyabilir ama bu benim kendimi bir bok sandığım anlamına gelmez.

tüm blog ahalisine saygılar, buradan anneme, babama, iskenderun'da askerlik yapan arkadaşım emre'ye, gültepe'de omegle.com alemlerine akan reha'ya ve tüm türkiye'ye selamlarımı gönderiyorum. (kameraya el sallama efekti)

haydi, kalın sağlıcakla.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Nickelback'e dair...

Bir haftadır yalnız yaşıyorum evde... Ablayı postaladık Bursa'da konser vermeye. Yarın sınavım olması dolayısıyla bu 1 haftayı istediğim gibi geçiremedim aslına bakarsanız. Gerçi sınav var da çalışmadık orası ayrı... Televizyon başında geçirdim saatlerimi, 1 kilo çekirdek alıp adeta bir hala, bir anane hayatı yaşadım. 2 gün önce televizyonda zap yaparken "Yaşamak İçin Öldür" isimli bir filme rastladım... Film klasik Amerikan aksiyon filmiydi. Vurdulu kırdılı... Ama diyorum ya hala, anane hayatı yaşıyorum, umrumda değildi filmin nasıl bir şey olduğu. Maksat çekirdek çitle, gez dolaş evde, bulaşık yıka, az televizyon izle. Sonra da yat... Güzeldi böyle hayat, muhtemelen yaşlandığımda (yani 60ıma kadar ölmezsem) da böyle sessiz sakin, dırdırdan uzak, kendi halimde bir hayatı seçerim ve kafa rahat takılırım, diye düşünüyordum. Gelgelelim filmin sonunda Nickelback öyle bir sahnede girdi ki -esas oğlan yıllar sonra sevgilisiyle buluştuğunda- aklım almadı, çok etkilendim, ama filmden değil, şarkıdan... Hemen internette bir iki tık, buluverdim ne olduğunu. Filmin esas ismi "The Condemned" olmakla beraber, yıllardır harici diskimde tutup izlemediğimi gördüm. Buradan ATV ekibine de selam ediyorum filmin Türkçe ismi için...
Neyse IMDB'den soundtrack bulundu, indirildi, şu anda bu yazıyı yazarken de o sahnede giren şarkıyı, "Savin' Me"'yi dinliyorum. 13 yaşımdayken, bir soundtrack (Spider Man) vasıtasıyla, Hero şarkısı vasıtasıyla tanıştığım Nickelback bana kendini yine bir soundtrack'le hatırlattı... Özlemişim adamları, Chad Kroeger'ın sesini... İyi oldu bu. Buyrun şarkının sözleri.

Prison gates won't open up for me
On these hands and knees I'm crawlin'
Oh, I reach for you
Well I'm terrified of these four walls
These iron bars can't hold my soul in
All I need is you
Come please I'm callin'
all I scream for you
Hurry I'm fallin', I'm fallin'

[Chorus:]
Show me what it's like
To be the last one standing
And teach me wrong from right
And I'll show you what I can be
And say it for me
Say it to me
And I'll leave this life behind me
Say it if it's worth saving me

Heaven's gates won't open up for me
With these broken wings I'm fallin'
And all I see is you
These city walls ain't got no love for me
I'm on the ledge of the eighteenth story
And all I scream for you
Come please I'm callin'
And all I need from you
Hurry I'm fallin', I'm fallin'

[Chorus]

Hurry I'm fallin'

All I need is you
Come please I'm callin'
And all I scream for you
Hurry I'm fallin', I'm fallin', I'm fallin'



Show me what it’s like
To be the last one standing
And teach me wrong from right
And I’ll show you what I can be

And say it for me
Say it to me
And I’ll leave this life behind me
Say it if it’s worth savin' me
Hurry I’m falling

And say it for me
Say it to me
And I’ll leave this life behind me
Say it if it’s worth savin' me

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Gereksiz Diyaloglar Kuplesi

Okulumuzda İTÜfest adı altında bir festival düzenleniyor her sene... Pek tutmadım, pek sevmem... Farklı isimlerle de karşımıza çıktı, Sporfest gibi... Genelde sahne alan isimler Türk pop camiasının önde gelen isimleri. (Kim ne derse desin) Duman, Nev gibi... Bu sene de Manga, Tarkan, Nev ve Duman'ı getiriyor organizatörler. 25 Lira öğrenci bileti... Tarkan da televizyonlara çıkıp açıklama yaptı "en ucuz İTÜ'ye geliyorum" şeklinde... Bana ne ulan tohumuna para mı saydım?
Gelgelelim bu konuda beni en çok sıkan olay, uzun süredir muhabbet etmediğim veya benimle selamı sabahı kesen kızların;
-Canım yarın Duman sizin okuldaymış, uğrayalım mı yanına?
-Canım Duman geliyormuş sizin okula Tarkan'la birlikte, biz de sizin festivale geleceğiz.
şeklindeki mesajları. Cevaplamıyorum elbette. Nasıl olsa gitmeyeceğim festivale, ve sadece Tarkan konserinde tokmakçısız kalmak istemeyen, fortçulara karşı bir amguard aradığı için bana ulaşan kadınlarla işim olmaz zira.

İkinci en çok sıkan diyalog ise, dövmelerim olduğunu bilen herkesin "Ne kadara yaptırdın? Ben de yaptıracağım." şeklindeki diyalogları... Hiç birinin de yaptırdığını görmedim. "Ne yaptıracaksın" diye sorduğumda cevap vermekte güçlük çeken bu organizamların hayat felsefesini anlamakta güçlük çekiyorum gerçekten. Benimle muhabbete girmeye mi çalışıyorsun? Pek sanmıyorum. -hiç de eskisi kadar öyle olmadığım halde- Benim kadar asi olduğunu göstermeye mi kasıyorsun? Belki olabilir ama bu da 2. planda bir çözümleme. Nedir peki amaç? 18 yaşını geçtiğin için her şeyi deneyecebilecek kapasitede olduğunu düşünmen ve bunu dışa vurman mı?
Dövme ayağa düştü edebiyatı yapmayacağım, seviyorum dövmelerimi de, dövmecileri de... Ama insanları sevmediğim doğru olabilir. Death'ten Misanthrope mu dinlesem ne yapsam...

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Ulan hayatımızda hiç bir şeyi beceremedik... Low life olmayı bile...




geçen geceyle ilgili...

evden sigara almak için bile çıkmaya üşenen gençler olarak, kaldırdık başımızı ileriye...
zorlu bir maratona girdik, fat boy slim'den "right here, right now" eşliğinde...
arkadaş maratonu tamamlayamadan sızıp kalınca, ben de devam edemedim tabi. yoksa kesin içerdim.

aklımızda kalan tek anektod ise, bakkalın önünden geçemeyeceğimiz oldu. biraları alırkenki muhabbet:
-selamın aleyküm abi, biz şimdi sana 10 tane depozitolu şişe vereceğiz.karşılığında da bir kasa bira alacağız.
-nasıl yani?
-yok yani üstüne para da vereceğiz ama kasasını da istiyoruz biranın.
-tamam gençler. ne oldu parti mi var?
-yok valla biz içeceğiz.
-oha. tamam yarın isterim ama kasamı.
-rahat ol abi yarına kasa elinde. depozitolarıyla birlikte.

dolayısıyla lowlife olmayı bile beceremedik.