Google+ boş mideye iki duble viski: Nisan 2009

30 Nisan 2009 Perşembe

Mutsuzluk...

Ekşisözlük'te, ssg'nin doğumgünü sebebiyle yazar yapmışlardı beni de bir aralar... Sabırtaşı yazar... Şimdi tekrar çaylak yaptılar, sabırtaşı çaylak... Uçurmadılar da çaylak yaptılar, nedenini de bilmiyorum. Araftaymışım gibi, 21000 çaylakla birlikte beklemedeyim. Ama yazar olduğum dönemde 1 başucu, 3 zamanın ötesinde entarim vardı. Çok kendimi beğenmiş olduğumdan sadece ve sadece başucu entarimi buraya yapıştırmayı uygun gördüm. Gerçi yok lan, "dis" diye aratın bulursunuz beni.

Neyse, başlık: mutsuzluk.
çok farklı şekillerde tanımlanabilir. ancak bugün yaşadığım bir olay itibariyle tanımım şudur. akşam 4 sularında okulun spor salonundan çıkıp 10 dakika boyunca durağa yürürken, durakta -haftaiçi durağı dolduran yaklaşık 50 kişilik öğrencilerden oluşan kalabalığın- yine orada beklemesiyle ağzımda oluşan kekremsi tattır. durakta mı yatıp kalkıyorsunuz amuğa goyum? onun dışında hikayenin devamı ise artık mutsuzluk değil, hipneliktir, höt oğlanlığıdır. zira durağa yanaşan ve iki kişilik oturacak yer görünen dolmuşa, "kimse davranmadı, otura otura rahat rahat giderim" diye yönlenirken durağa yeni gelmiş üç kişinin çat diye önünüze geçmesi ve oturacak yerleri anında doldurarak parayı önlerindeki teyze vasıtasıyla uzatmasıdır. "neyse 4 levent'te inerler, beşiktaş'a gidene kadar da ben otururum" diye kendini avutur yorgun vücudunuzu kontrol eden beyin. amma ve lakin bu maya da tutmaz, zira hipnetorlar "3 beşiktaş uzatır mısınız" diye seslenir teyzelere. topunuzun allah belasını versin, ne diyeyim beni bu hale düşürenler utansın.

Kadınlar... Pt. 2

Onlara asla ama asla söyleyemediğim tek bir şey var sanırım... Bana hitap şekillerini değiştirmeleri... Fitil oluyorum,
-Bebeim.
-Bebeğim.
-Bebişim.
-Bebikim.
-Bebekim.
-Baby.
şeklinde hitap edilmeye. Ulan ne bebeği?! Kaç yaşına geldik?! Ayrıca bıktırıyorsunuz yani bana böyle hitap ederek. Öncelikle aklıma 5 10 sene önce, bir karton(2 sayfalık) dergiyle birlikte satılan, "Soygun Planı", "Bayan Monte" gibi Türkçe seslendirilmiş veya Türkler tarafından çekilmiş erotik filmler geliyor siz bana böyle seslendikçe. Midem kalkıyor, muhabbetin içine ediliyor. Özellikle MSN'de yaşanırsa bu olay hakikaten çok rezil bir tecrübe oluyor. Ejekülasyon sonrası konuya yabancılaşma gibi, muhabbet sırasında karşımdakine yabancılaşıyorum.
Onun dışında bir de sevgililerin hitap şekilleri var.
-Aşkım.
-Aşkitom.
-Sevgilim.
-Hayatım. [Bu yine diğerleri kadar kötü değil]
-Canom.
-Canım.
-Güzelim. [Bu da o kadar kötü değil]
-Yavrum. [Bu da o kadar kötü değil]
Saçma geliyor. Ne bileyim ne ara bu kadar samimiyet kurduk ki? Altı üstü çıkıyoruz anasını satayım. Veya bir şeyler yaşıyoruz her neyse. Ama "Aşkitom" lafını duyar duymaz kafamdan aşağı kaynar sular döküldüğünü fark edersiniz umarım...

Gelgelelim... Ben neden bana hitap şekillerini değiştirmeleri ricasında bulunmuyorum kadınlardan? Bilmiyorum. "Ayrılmak istiyorum." "Bence bir bok değilsin sadece ihtiyaçlarımı gideriyorum seninle" bile diyebildim kadınlara ama bunu değiştirmelerini söyleyemiyorum. Kronik bir rahatsızlığım var bu konuda ve sanırım psikoloğa gitmesi gereken etrafımdaki kadınlar değil de, benim... Bak şimdi kafam karıştı. Aklım bilemedi...

29 Nisan 2009 Çarşamba

Yaran Diyalog... Yine, Yeni, Yeniden...

sabahki dersim bitmişti. öğleden sonraki dersimin sınıfının kapısından içeri girip defteri atmayı planlarken, içeriden hocanın sesi dışında çıt gelmiyordu. hangi hoca veya hangi dersin işlendiğini de bilmiyordum açıkçası. tek derdim öğle yemeğine elimde defterle hammallık yaparak gitmemekti. yavaşça arka kapıyı açtım. tam defteri bıraktım, kapıya yönelirken;
hoca: hayırdır?
dis: bir arkadaşa baktım, yokmuş, çıkacağım hocam.
h: eşyalarını bıraktın ama.
d: onları birisi alır yea.

evet aklıma sadece bu cevap geldi ve kapıyı kapatıp hızlı adımlarla sınıftan uzaklaştım. öğle arası da "hoca benim arkamdan nasıl sövmüştür, acaba defterimi yere atıp üstünde zıplamış mıdır?" diye düşünmekle geçti.

28 Nisan 2009 Salı

Bir kadın arıyorum...

yüzünü veya fiziğini tam hatırlayamadığım... sivri esprilerine ve hazır cevaplılığına hayran kaldığım...

neyse baştan anlatayım iyisi mi...

bir arkadaşla okulda çay çorba demleniyorduk. havaların da ne olacağı belli değil malumunuz. bende de dünden kalma, kalın sweat shirt falan var. yanıyorum tabi deli gibi. [gerçek anlamda] e napalım dedik bari bir tshirt alalım kampüs içindeki boyner'den. [o kadar zenginim ki, hava değişirse diye kredi kartımı yanımda taşıyorum.] neyse gittik biz boyner'e. gözüm hemen bir timsah t shirtüne takıldı, üstünde kocaman harflerle TARLABAŞI SEXNICAL UNIVERSITY yazıyordu. hemen denedim üstümde, beğendim, kasaya yöneldim. kasadaki t box prezervatiflere takıldı gözüm, limonlu ve elmalısı vardı. o sırada arkadaş da arkamda sanıyorum... döndüm arkamı hehehehehe dedim. meğersem bizimkisi gitmiş kadın parfümlerini koklayıp "oah" diye orgazm oluyor. arkamda da bir kız. tatlı bir şeydi... hayatında ilk kez prezervatif görmüş abazan bir ergen olduğumu düşünürcesine;
-alabiliyorsun onlardan biliyorsun di mi? dedi.
-biliyorum da bakınıyorum ben yahu.
-ahaha biz de bakınıyoruz.
-yok ya t-box'tan kafama göre bir şey bulamıyorum. belki bunlar olabilir, diyerek prezervatifleri gösterdim.
-onlar kafana göre değil bence başka bir organına göre.
-veya başka bir organın kafasına göre, diye hayvan bir cevap verdim.
gülüştük birazcık. ama verdiğim cevap o kadar hayvancaydı ki, "aras!" diye bağırarak arkadaşına seslendi. bense malladım tabi... o mallıkla parfüm koklayarak orgazm olan arkadaşımın yanına gidip, neden beni yalnız bıraktığını sordum.
-bak bu çok güzel, cevabını alınca kafa gitti adeta.

nihayetinde gittiler, biz de aldık t-shirt'ü çıktık. umarım bir daha görürsem hatunu, yüzünü hatırlayabilirim.. özür dilemek ve tanışmak için bir fırsat diye düşünürken, yok lan hayatta hatırlayamam. şimdi bile hatırlayamıyorum baksana.

neyse işte böylece bir hayvanlık hikayemin daha sonuna geldik... siz siz olun, prezervatiflere karikatür muamelesi yapmayın bundan sonra...

26 Nisan 2009 Pazar

Kadınlar...

ablamla aramızda bir işbirliği var. tabii ki bu durumdan şikayetçi değilim. sonuçta sadece çamaşırları asıyor ve bulaşıkları yıkıyorum. o da karşılığında yemeği yapıyor, temizliği yapıyor, alışverişi yapıyor vs vs. cin gibi cin... gelgelelim bugün çamaşır asarken düşünmeye başladım. her hafta evde 2 posta çamaşır yıkanıyor aynı gün içerisinde. mahmut da paşa paşa balkona çıkıp bunları asmakla meşgul tabi.
as as bitmiyor, ama çamaşırları asarken de gözüm takılmadan edemiyorum. yıkanan çamaşırlar arasında 3 5 boxerım, 5 6 çift çorabım, spor malzemelerim ve maksimum 1 pantolonla 2 sweat shirtüm oluyor. gerisi full ablaya ait. çeşit çeşit bodyler mi dersin, pantolonlar, etekler, şortlar mı dersin... hayır anlamadığım 1 haftada nasıl bu kadar çok kirli çıkarıyor bir bünye. lan diyorum acaba elinde ne var ne yoksa saatte bir değiştiriyor da sonra bu yüzden mi bu kadar çok çamaşır asmak zorunda kalıyorum ben. veya nispet mi yapıyor bana...
açtım baktım gardrobunu çamaşırları astıktan sonra. bunun 5 katı kadar daha kıyafet var. ulan dedim kadınların alışveriş merağına lafımız yok, bilimadamları tarafından ispatlanmış bir olay da, bir gün giydiğini ertesi gün giymemek de doğal mıdır e *mına kodumun isviçreli bilim adamları?!
anlayamıyorum... gerçekten... anlayan birisi varsa çıkıp söylesin, nedir derdiniz?!
haftasonu annem bizdeydi. ilk gün dışarı çıktı, bir geldi elinde bir dolu incik cıncık, bok püsür, t shirt cart curt.
tamam alıyorsun onları da, hayatında daha ne kadar çok kullanabileceksin ki? aldığın t shirtü maksimum 3 ya da 4 kez... incık cıncığı, boncuğu boku püsürü belki kullanmayacaksın bile. IKEA'ya gitmişti bir ara yine ablamla annem. hiç bir şey almadan gelmişler sözde... bakıyorum poşete. IKEA kalemleri, IKEA notlukları, mumlar, buz kıracağı, bir de kitabı dik tutabilmek için kullanılan bir hede.
bir buz kıracağı eksikti bizim evde... en büyük eksiğimiz buz kıracağı.
hani paso kokteyl yapıyoruz ya, lazım tabi... okuldan çocuklarla evde rakı içerken bile ihtiyaç duymadık, muhtemelen ablam da hiç kullanmadı. neden aldınız sorusuna da indirime girmişti cevabını verince karşı taraf, babam lafa atlamıştı "sizin bu aldıklarınızı ada(3 yaşındaki kuzenim) oyuncak niyetine bile oynamaz"...
zorsunuz kadınlar... gerçekten zorsunuz...

[ bir gün sonra gelen edit]: an itibariyle buz kıracağı almayı eve gelen elektrik ihtarnamesinde görünen borcu ödemekten daha fazla önemseyen ablam sebebiyle yine evimden olmuş bulunmaktayım.

Galatasaray

sezon başında büyük umutlarla, çok sağlam bir kadroyla başlamıştı aslanlar yola. lig, kupa ve avrupa'da başarı gibi ütopik hedefler koyduk kimine göre... şampiyonlar ligi'nden elendi türkiye'nin yıldızlar karması. neden mi yıldızlar karması diyorum? öyle bir kadro düşünün ki, yerli gençlerinin ardından tüm avrupa koşuyor... servet çetin'iyle, mehmet topal'ıyla, hatta ve hatta sabri sarıoğlu'suyla milli takımın belkemiğini oluşturan bir kadro. eklemeler yapın üstüne, başarıya aç olmasa da, artık kariyerinde patlamak isteyen bir milan baros, bir harry kewell. geçen sezon tüm taraftarın gözünde kredisini kaybeden bir lincoln, adeta bir top cambazı(ki skibbe'nin pohpohlamalarıyla harika bir ilk yarı geçirmişti)... adı sanı duyulmamış, ancak gelmesiyle ve çıkardığı başarılı maçlarla birlikte taraftarın gönlünde taht kurmuş bir morgan de sanctis, üstelik yedeği de geçen sezonu çok başarılı geçirmiş olan aykut erçetin... belki kan uyuşmazlığı sebebiyle çok eleştirilen ve -bence- turkcell super lig'deki bir çok orta saha oyuncusundan daha teknik bir defans, değeri bilinmese ve bir iki yaptığı hata sebebiyle yerin dibine sokulsa da fernando meira. daha saymama gerek var mı? müzmin sakat linderoth'u silelim hadi bu kağıt üstünden.
gelgelelim neden bu kadro başarılı olamadı, saçmaladı, skibbe kovuldu?
harika bir futbol gözlemcisi veya yorumcu değilim, ancak skibbe, takımın yıllar yılı dayanmış olduğu mücadeleci futbol anlayışını yıkıp, mental futbol anlayışını aşılamaya çalıştı aslanlara. bu sistemi oturtmaya çalışırken tabii ki de maçlar kaybetti, ama biraz sabırdı kendisine gösterilmesi gereken. gösterilmedi, oturtmaya çalıştığı sistem benimsenmedi. hatta ben de kendisine bir iki kez giydirmiştim de akabinde bir avrupa galibiyeti sonrası söylediklerimi yalayıp yutmuştum. belliydi ama, sen yılların doldur boşalt galatasaray'ına, akılcı bir futbol oynatmaya çalışırsan, meyveli ağacı taşlarlar hesabı seni de taşlarlar, takım buzdolabının kapağını açmayı öğrenir gibi sistemi anında öğrenemeyeceği için... "sakatları bahane ediyor, takıma top oynatamıyor", "korkak, rotasyon yapmasını bilmiyor"[kendisiyle ilgili katıldığım nadir eleştirilerden biri budur, korkak değildi ama rotasyon konusunda gerçekten beceriksizdi], "takımı motive etmesini bilmiyor" gibi bir dolu eleştiriye maruz kaldı. ligde harika bir başarı elde edememişti, amma ve lakin avrupa'da dolu dizgin yoluna devam ediyordu galatasaray. nasıl mı oluyordu bu? oyuncular bariz bir biçimde maç seçiyordu. bunun benim gözümde başka açıklaması da yok. (isteyenle saatlerce tartışmam bu konuyu. sadece bir tez benim ortaya attığım.) peki neden motive edemiyordu skibbe oyuncularını? saygı mı duymuyordu oyuncular skibbe'ye?
evet, saygı duymuyorlardı, onu çok seviyorlardı belki, ancak gereken saygıyı ve hocasıyı dinleme, verdiği talimatları uygulama gibi konularda sıkıntılar yaşanıyordu. bir allahın kulu da(yönetim kurulundan) -yapmak zorunda olmasa bile- oyuncularla görüşüp "hocanız ne diyorsa onu yapacaksınız" şeklinde bir ayar vermedi. sadece basın toplantılarında, karizmasına hayran olduğumuz adnan polat "skibbe'nin sonuna kadar arkasındayız" açıklamalarını yaptı... skibbe yalnızdı... asistanları kovuldu, dert etmedi. üstüne kuma getirir gibi bir de karl heinz feldkamp getirdiler, yine sesini çıkarmadı. ve ne olduysa o maç oldu... galatasaray kocaelispor gibi bir takıma 5-2 yenilince, ipler koptu... gönderdiler adamı.
ama benim gözümde skibbe'nin gönderilmesiyle hiç bir şey bitmiş değildi, hiç bir şey yeni başlamış da değildi. bülent korkmaz'la anlaşıldı... umutlandık tabii, en azından oyuncuların futbolculuk kariyeri sebebiyle saygı duyacağı bir isimdi bülent korkmaz. oyuncuları motive etmek konusunda hiç bir sıkıntı yaşamayacak, tek eksiği motivasyon olan bu takımda isa mesih olacaktı adeta. fakat bir şeyi gözden kaçırdık camia... bülent korkmaz'ın oynattığı futbol, galatasaray'ın yıllar yılı oynadığı futboldu. bol pres yap, doldur boşalt, mücadele, hırs vs... yani o akılcı futboldan, yeni yeni oturmaya başlayan sistemden bir kez daha ayrıldı galatasaray. aslanlar ambale oldu bence, "ulan neydik ne olduk" diye düşünmüştür sabri sarıoğlu mesela. akabinde avrupa'ya veda etmek, ligde yaşanan puan kayıpları vs. derken, şimdi de bülent korkmaz eleştiri oklarının hedefi... ama bence ne skibbe, ne de bülent korkmaz bu eleştirileri hak etmedi.
şimdi burada yöneticiler neden eleştirilir? bülent korkmaz'ı böyle bir durumda galatasaray'a getirdikleri için mi? skibbe'yi sezon başında teknik direktör yaptıkları için mi? skibbe'ye sabırlı yaklaşmadıkları için mi? getirilen kumalar, görevine "sadece tercümanlık yapıyordu, oyuna ve takıma bir etkisi yoktu" bahanesiyle kovulan skibbe'nin yardımcıları için mi?
"bir takım nasıl yanlış yönetilir" örneğini gösterdiler bize bu sene de yönetim kurulumuz. artık seneye bakıyoruz...

19 Nisan 2009 Pazar

"Mahmut sen niye böylesin lan?"

Evet aynen bunu dedi, tarlasında pompalı tüfekle bir köpeği başından vuran, redneck diye dalga geçtiğimiz, ama bir ara intihar eğilimleri ve festival sırasında ortalıkta görünmemesi ve telefonunun cevap vermemesi sebebiyle acele ve telaş içinde yurdunu basacak kadar kendisini sevdiğim adanalı arkadaşım. Deme sebebi de, önemsediğim bir kız arkadaşımı bozmamdı. Diyalog:
Kızcağız: k
Ben: b
Adanalı: a

b: napıyorsun lan?
k: iyidir ya işte sahne arkasındaymış (bilmem ne) grubu. onun yanına gideceğim birazdan. sen napıyorsun?
b: sana ne lan (küfür).
Lafı koyduktan ve gülüşmelerden sonra biraz uzaklaşınca hatundan;
a: mahmut sen niye böylesin lan? kızlara karşı öfkeni k'dan mı çıkartıyorsun?
b: seksist değilim de olabilir ya harbi...

Skandal!



Okulumuz çalkantıda... Sprite'tan Acı Gerçekler'i bilmeyenimiz yoktur. Sprite harika bir kampanyayla okulumuzun da ağzına sçmış durumda çok afedersiniz. Acı gerçekleri okula taşıdılar. İyi de yaptılar bence... Helal olsun. Buyrun telefonumla çektiğim iki enstantene.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Çok garip bir şey lan...

Gerçekten çok garip bir şey... İçinde bulunduğum durumu büyümek olarak algılamak istemiyorum ancak galiba büyüyorum... 3 senedir İstanbul'dayım. İlk sene en sık takıldığım mekan Dorock'tı. Geçen seneyse Katharsis'e geçtik... Bu sene alayına isyan diyip ikisine de gitmiyorum. (Evet Old School'a da gitmiyorum). Gelgelelim neden? İlk sene Mersin'den gelmiş taşralı delikanlı olarak Dorock'a gitmeyi çok severdim. Özellikle ne zaman Pantera veya Lamb of God tshirtlü bir eleman görsem gözlerim dolardı. Malum, Mersin'de sahil gecelerinde Teoman çalan gençlere içten içe küfrederek geçmişti zamanımız, en çılgın gençliğimizi herhangi bir mekana fazla geldiğimizi düşünüp, arabada son ses müzik dinleyip bira içerek geçirmiştik. Kendimizi bir yere ait hissetmiyorduk. Daha doğrusu sıkıştığımızda biramızı yudumlayabileceğimiz bir mekanımız yoktu dolayısıyla Dorock büyülü bir yer gibi geliyordu bizlere, biz Mersin'li tayfaya... Gün oldu, devran döndü ve Dorock'ın bizim içimn en çekici mevzuu olan Murder King Dorock'ta çıkmayı bıraktı, Sin City'de çıkmaya başladı. Biz de Murder King için Sin City'ye kaydık tabii. Aslında yerinde bir "kayış"tı bu. Zira ilk gidişimizi hayatım boyunca unutamam. İki Mersinli... Daldık mekana "Murder King nerede ulan" diyerek... Sahnede başarılı bir biçimde metalcore yapan, basçıdan yoksun bir grup vardı.(gerçek anlamda basçıdan yoksun). Çatır çutur çalınca elemanlar, biz de önlere kaydık tabii. Ama en önde kendi başına pogo yapan elemandan birazcık daha uzakta, sigaramızı biramızı içiyorduk. Neyse Lamb of God girdi, Redneck girdi elemanlar, biz de ayı gibi eşlik ediyoruz. Şarkı arasında grubun gitaristi Sertay(şu anda Murder King ve muhtemelen False In Truth'la birlikte çalıyor paşa):
-Abi siz niye orada duruyorsunuz ya önlere gelsenize, dedi.
Benim cevap çok bariz:
-Hocam biz öne gelmeyelim öne gelirsek biz kesin kan çıkar.
Sustu... Malladı bir müddet. Sonra çalmaya devam ettiler. Gelgelelim akabinde barda bira yudumlamaya devam ediyorduk. Grubun gitaristi arkadaşımın yanına geldi, arkadaş da tabii adamlar fena çalmadıklarından ötürü;
-İyiydi hocam tebrikler.
-Teşekkür ederim.
Bir 10 saniye falan geçti, kafayı çevirdik herif hala orada, gözlerinde bir yaşama enerjisiyle bize bakıyor. Hayırdır babında bir baktık çocuğa:
-İki haftalık grup, ilk konser, üç stüdyo!
-Ha iyiymiş hocam.
Herif ağzımızın içine düşüyordu az daha. Bizi orada çekici kılan ayı kılıklarımızın altındaki ağır ağabey havalarıyla oturup kalkmamız mıydı, üstümüzdeki atlas pasajından alınmış 15 liralık motörhead tshirtleri miydi bilemeyeceğim... Ancak o gece mekanın kralı biz olmuştuk garip bir biçimde.
Neyse... Murder King Dorock'a döndü tekrardan, araya yaz mevsimi girdi, Katharsis'te çalan Gore ve Ötesi'ndeki arkadaşlarımıza destek olmak için biz de Katharsis'e kaydık. Sonra Gore ve Ötesi de Katharsis'i bıraktı. Alayına isyan dedik Thales dedik... Ama bu kadar sık bar değiştirmemizin sebebi sanatçıların değişmesi miydi? Hiç sanmıyorum.
Tıpkı manavcı gibi, "metalci" diye tabir edilen, uzun yağlı saçlı kıçındaki kılları sayarak sertlik katsayısını ölçen adamlardı muhtemelen benim buralardan ayrılma sebebim.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Hastaneler, doktorlar, terlikler ve Linderoth...

Çok sevdiğim bir teyzem ve bir de eniştem var... Adana'da... Ara ara Adana'ya gün aşırı giderdim [gece treninin sefası bir başka oluyor, özellikle de harvest moon veya tuesday's gone dinlerseniz, ha bi de günlerden salıysa, yazın 7 sularında trene binerseniz, tuesday's gone kulaklarınızdaysa ve sevgiliniz o gün sizi terk etmişse apayrı bir tecrübe oluyor, neyse...]Mersin'den trenle, gara yakındı teyzemin çalıştığı hastahane de, uğrayıverirdim dolayısıyla yanına... Şimdi aklıma bir sorunsal geldi... Hastahanede neden hep ceyo/sabo terlikler giyer personel, doktor, hemşire vs? Estetik mi? Bence hiç değil, 90larda kalmış, tiksinç, topuklu bir moda. Rahat mı? Hayır sorumuzun cevabı bu da değil topuklu bir kere. "Ayağı kapatıyor ama..." derseniz o tezi de çürütürürüm. Ayakkabı veya ayakkabı üstüne galoş giyin komple kapatın ayakları... Nedir amaç? Sırf yürürken çıkan tok sesi duymayı çok sevdiğiniz için giyiyorsanız bunu doktor abilerim, ablalarım; tabii ki de Linderoth 2 sene boyunca maç oynayamaz sizin gibi fizyoterapistlerle çalıştığı için.
Gelgelelim sebebini bilen varsa, veya ayar vermeye çalışan doktor varsa, lütfen versin ayarı. Gerçekten merak ettiğimden dile getirdim bu sorunu ve yazıyı yazarken aklıma yarınki derbi geldiği için buraya bağladım.

Esen kal ey okur!

4 Nisan 2009 Cumartesi

Üniversite gençlik (dişiler için)

babasının üniversiteye giriş hediyesi olarak laptop almasıyla başlar hikaye. liseyi muhtemelen amguard(lisede bir erkekle bir kız çıkmadan önce tanışma konuşma muhabbetlerindeyse, erkek kızı sınıfına bıraktığı anda kızın etrafına amguard olan diğer kızlar toplanır) modunda geçirmiştir. genelde popüler kızın amguardı olmuş, ama hiç bir erkek tarafından ilgi görmemiştir. bastırılmış duyguları fazladır. üniversiteye geldiğinde yurt odasına hemen bir poster yapıştırır. bu poster yurttaki ablalarının kendisine izlettirdiği 90larda çekilmiş bir filmin posteri olur. amelie, leon önceliklidir.
kitap okumaya sardırır kendini. bulabildiği tüm entel dantel kitapları okur. artık onun için "şu çılgın türkler", "sefiller" yoktur. artık onun için "da vinci code" vardır. bakınız da vinci şifresi değil da vinci code. çünkü bu varlıklar ingilizce konuşmaya bayılır.
lisedeyken serdar'la kopan, şehirlerindeki izbe clublarda bulunmaktan hoşlanan bu arkadaşlar istanbul'a geldiği an bambaşka bir eğlence anlayışına sahip olurlar. zira bundan gayri onlar için sakin müzikler çalan mekanlar, arada kızkıza takılmalar için tercih edilen çiçek pasajındaki meyhaneler uygundur. ezik geçmiş lise hayatlarından ötürü her gün dışarı çıkarlar, yurda döndüklerinde laptoplarının başına geçer ve iletiye "akşamdan kalmayım çok feci canlarım" yazarlar. teknolojiyle araları laptop, telefon ve profesyonel fotoğraf makinesinden ibarettir. arkadaşlarından photoshop'un cdsini alıp az bir şey öğrenirler, taşşaklı profesyonel fotoğraf makinesini otomatik modda çalıştırarak hakkını vermezler. öte yandan "fotoğrafçıyım ben" diye takılmaktan büyük zevk alırlar. (bkz: kıçında donun yok ne fotoğrafçısı!)
karşı cinsle ilişkileri genelde başarısızdır. zira bunlarla ilgilenen karşı cins ya okulun eskilerinden aşırı dozda hormon sargılayan uzun saçlı, sakallı, küpeli entel takımdan (bkz: üniversite gençlik) biridir, ya da okulun ıssız adam olduğunu sanan, gerilerde takılan ve medeni cesaret konusunda sıkıntı yaşayan zavallı anadolu çocuklarıdır. 1. kısmetli skip atma üstüne bir politika geliştirirken 2. kısmetli ona değer vermeyi uygun görür. ancak kızımız yaşlı erkek fetişliğinden ötürü 1'i seçer her zaman. çünkü o üniversite gençliktir...

Üniversite gençlik

büyük üçlemelerin, thriller olarak etiketlenmiş filmlerin hastasıdır, bilim kurgu sinemasına bayılır ve izlediği her filmi kültür piçliği yaparak, entellektüelizm pezevenkliği yaparak her ortamda dile getirir ve anlatır. genel olarak metallica'ya bok atmakla övünür ve lisede dinlediği ibrahim erkal'ları, müslüm gürses'leri inkar eder. ayrıca üniversiteye adımını attığı an saç uzatıp kulağını deldirir. müzik evreleriniyse yavaş yavaş tamamlar.
önce rock, metal dünyasının tanıdık isimlerine sardırır. kurban, athena, hayko cepkin gibi. daha sonra bunu metallica'lar, epica'lar, nightwish'ler takip eder. en sonundaysa hoşlandığı kız "sigur ros sever misin sen" dediğinde "evet evet çok severim" diyip ekşisözlüğe girer, sigur ros'u aratır ve şarkı içeren ilk entry'deki şarkı ismini "en sevdiğim şarkı şudur" diyerek lanse eder kıza. daha sonra youtube'dan şarkıyı dinlediğini de es geçmeyelim tabi
kıza yazacağım derken kendini bir anda sigur ros'ların, god is an astronaut'ların arasında bulur. hiç uyuşturucu kullanmasa da lsd, eroin ve bunların halüsinasyonları hakkında yorum yapmaya bayılır. cinsel yönden zayıf yaradılışlıdır. genelde kız yerine ortam kovalar. yani kızlı erkekli kalabalık arkadaş grupları, onun için bir kızla el ele tutuşmaktan daha tahrik edicidir.küçük beyoğlu, kafepi, pulp gibi mekanlarda takılır. çünkü o üniversiteli gençtir...
onun için asla ama asla koruyacağı bir çizgi olamayacaktır, hangi ortama girerse o ortamın zevklerine kayacak, o ortamdakilerin düşündüklerini düşünecektir. çünkü o üniversiteli YAVŞAK gençtir...

3 Nisan 2009 Cuma

Ben bugün bunu gördüm dostlarım...

Çok basit aslında anlatacağım şey... Ama anlayana...

Efendim malumunuz süper yerli dizilerimiz var x-seks=y formülüyle yapılan. Burada x yabancı dizi, y de yerli dizi. Örneğin Dawson's Creek-seks=Kavak Yelleri... İşte bugün yabancı bir diziye rastladım, ara ara takip ederim kendisini. e2'de yayınlanan O.C. dizisiydi, hani şu müziğini zamane gençlerinin telefon melodisi yaptığı, erkekler arasında "Alayına isyan, Marissa'nın annesine çakarım gerisi boş" muhabbetlerinin döndüğü dizi... Bir an düşündüm, ulan dizide herkes iş pişirdi anasını satayım. Yani gavurların deyimiyle "everybody got laid". Az buz hatırladığım kadarıyla Ryan dediğimiz esas oğlan Marissa'nın bekaretini bozuyordu romantik bir günde... Bir iki kaynaşma daha görmüştüm de hatırlamıyorum isimleri, sonuçta "hepsi bahçıvanı"...

Gelgelelim benim aklıma kazınan tek bir karakter vardı bu dizide. Önce Marissa isimli tatlı reklam kızıyla çıkan, daha sonra da Marissa'nın annesine çakan Luke karakteri. Ne bomba herifti lan o... Helal olsun kendisine.

Neyse baktım aksiyon yok dizide, o ağlıyor, bu aldatıyor, sıkıldım cnbcE'ye geçtim. [Çok entel bir adamımdır ben, paso Doğuş Yayın Grubu'nun kanallarını izledim. Yok beyav, sadece bunlar sarıyor ondan NTV, NTVspor, cnbcE, e2 arasında zap yapıyorum. Ne izleyeceğim zaten başka, Adanalı mı?]

Ulan bir çevirdim kanalı, cnbcE'de One Tree Hill var, bu da gençlik dizilerinden, seksli olanlarından yani. Eleman bilgisayarına bakıyor, bilgisayar da Apple yanlış anlaşılmasın, bizim amele Windows XP işletim sistemi yok yani... Bakıyor, 3 tane online şahsiyet var messenger'ında. Bir tanesi kız, aklı hep oraya gidiyor. Daha sonra kızı gösteriyor, kızın ekranında eşşek kadar "Lucas wants to have a video chat with you" yazıyor. Kız da "Decline"a tıklıyor 3 saniye kadar düşündükten sonra. Şimdi gelgelelim ben size bunları neden anlattım...

Hani diyoruz ya, "Avrupa'da veya Amerika'da olsam .m üstünde fındık kırardım"... Yok öyle bir şey arkadaşım, ayıysan hiç bir şey yapamazsın işte. Al bak Lucas çat diye kamera teklifi yolladı kıza sonunda ne oldu, mal mal ekrana baktı üzüldü bozardı. Kızla ilişkisi umrumda bile değil ancak durum bu yani... Olay sende bitiyor hocam. Eğer ki az da olsa kadın dilinden anlıyorsan Amerika'da olmana gerek yok. Yazın bunu bir kenara lan, güzel laf oldu harbi...