Google+ boş mideye iki duble viski: Mart 2013

30 Mart 2013 Cumartesi

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 8

Alabama3'yi ilk dinleyişim, iki sene önceydi. Zaten Alabama3'yi görüp de "Ben kesinlikle bu adamları dinlemeliyim." dememiştim; sadece Sopranos'un jeneriğinde çalan şarkının kendilerine ait olduğunu öğrendim.
Boktan bir sabah, dişçiye giderken; açtım Alabama3'nin diskografisini, kulağımdaki pası gidermesi için. "Too Sick To Pray" isimli parçaya denk geldiğimde fena oldum, hatta McDonald's'tan, dişçiye aç girmemek için aldığım çizburgeri bile yarıda bırakıp sardım parçaya.

-Bir yerden sonra alışkanlık oluyor işte! Bir hafta çıkmıyorsun, iki hafta çıkmıyorsun ve "böyle iyiyiz yahu!" diyorsun.
-Belki evet de ben durumdan şikayetçi değilim.
-Evde beş altı bira içeceğimize dışarı çıkıp iki üç bira içelim. En azından eğleniriz! En son ne zaman eğlendin?
-En son Mersin'de çıktığımızda eğlendim, hatun yanımıza oturdu falan ya, o hesap.
-Tamam işte, çok küçük bir ihtimal, belki on kere çıksan bir kere eğleniyorsun ya da bu olayın tekrar gerçekleşme ihtimali seksende bir. Ama çıkalım işte!
-Eğlence aramıyorum ki. Etrafımızda kadınlar varken çıktığımızda bile eğlenmiyorum o kadar veya ben asla dans edebilen bir adam olmadım, hatta en son dans ettiğimde de beraberdik ya işte, geçen sene eylül falan...
-O zaman görüşlerimiz veya bakış açılarımız farklı.
-Eğlenmiyorum belki ancak en fazla keyif aldığım an bilgisayar başında içmek.
-Ondan ben de keyif alıyorum.
-Tamam işte, onu yapmak benim için keyif. Diğerleri değil. Oturup bir şeyler yazmak keyif yani.
Ev arkadaşımla girdiğimiz en ağır tartışmalardan biridir. Çıkalım, çıkmayalım, ne yapabiliriz tarzı soruların ardından girilir genelde bu evreye. Hoş, adam tuttu beni ortak arkadaşımıza benzetti ki ortak arkadaşımızla aramdaki fark, benim sadece keyif alıyor olmam ve eğlenmek için değil, kendi başıma rahat hissedebildiğim için evde takılmam. Yani, mevzu bahis arkadaş "Evde her şey var ya burada takılalım işte, bak burada böyle votka var, şöyle kadın var, müziğimizi de açarız." şeklinde bir yaklaşımla yine "ortam" olayına benim gibi yaklaşan bir arkadaş. Ha ben milleti haftasonu evime doldurmaktan ziyade kendi başıma odama çekilmeyi tercih ediyorum, ayrıldığımız nokta da bu.
Ne demiştik, "Too Sick To Pray".

"Don't call a doctor,
I'm gonna get better.
Don't run for the priest,
I'm gonna find some faith.

Just because I burned my bible baby,
It don't mean, too sick to pray."


24 Mart 2013 Pazar

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 7

"Her temas iz bırakır." 
 Emrah Serbes'in Behzat Ç. karakterini yarattığı ilk romandı bu. Behzat Ç.'yi de bir buçuk en fazla iki sezon izleyip bırakmıştım. Neden bıraktığımı veya neden artık tat almadığımı bir ara yazarım belki... Ancak cümle o kadar çok hoşuma gidiyor ki, her gün; akşam sekizden sonra işemeye giderken aklıma geliyor. Her temas iz bıraktı çünkü bende. Kimi zaman kısa sürede, kimi zaman uzun süreli ilişki ile.

"Şövalye olmaya çalışan evsiz serseri."
Bu çok basit işte. Connected2.me'de takılıyorum bir iki gündür. Yaş sınırını, kendi etik düzenime  göre kurdum. Basitçe ifade ettim işte, "20 yaş altıyla konuşmak istemiyorum; lütfen zorlamayın." diyerekten. Çünkü sitedeki fotoğrafımın amacı belli, orada neden bulunduğum belli, sadece bir iki diyaloğun ardından kısa süreli; hatta tek atımlık süreli bir ilişkim olacaktı ve olaysız dağılacaktık. Olmadı, yazdığım o kadar ibareye rağmen olmadı. Gelenler, gidenler, konuşanlar hep çocuklardı. Dünyada sonsuza kadar, yapmayı reddedeceğim pisliğin başında, çocuk tacizcisi veya pedofili olmak vardır. Önce biri geldi, "Sadece bir iki konuşup gideceğim." dedi; neden gittiğini sordum, yaşının tutmadığını söyledi. "Tamam." dedim. "Anlat..." Biscolata reklamı yaparcasına anlattı. Teşekkür ettim ve gitti. Ardından bambaşka biri geldi. Uzun uzun konuştu ancak yaşını söylemek istemediğini belirtti. "Ben anladım çocuğum." dedim, biraz tavsiye verdiğimde "Sen buradaki insanlardan çok farklı birisin." dedi. Gönderdik ikinci ufaklığı da; profilde yazan "Gay değilim, 'götümü sikmez misin' şeklinde mesaj atmayın" ibaresine takılıp "Ama ben kızım beni de mi sikmezsin götten?" şeklinde mesaj yazan 16 yaşındaki kız çocuğu da gerçekse, bu ülke değil; bu dünya bitmiş.Nasıl bir jenerasyon geliyor arkadan; hiç bilmiyorum ancak eğer hepsi böyleyse, iki kelime; 10 harf: "Lanet olsun".

"Fırsat tepmek için yaratılanlar ve savaşçılar" 
Şu anda işleme bile girmeyen bir dergide yazdım; 2 ay bile sürmedi. Amatör bir mizah dergisiydi, internet üzerinden yayınlanan tarz... Beni neden kabul ettiler onu bile bilmem ancak orada hayvan gibi saygı duyduğum bir adam vardı. Tam olarak hastalığının ne olduğunu bilmiyorum aslında. Büyüme hormonu eksikliği olabilir belki; bilmiyorum. Herhangi bir şekilde ağır iş yapamayacak durumda bir adamdı. Bu dediğim herif var ya, resmen işini gücünü bulmuş, evine ekmek getiren bir herif. Yaşı senden küçüktür belki de hatta! Bir ofiste çalışıyor, şimdi daha az amatör, basılan bir mizah dergisinin kurucularından ve adam iş yapıyor, iş! Sen ne yapıyorsun peki? Erkeksen otuz bir çekiyorsun, kadınsan (25 altı için konuşuyorum) instagr.am'da tumblr'da yediğini içtiğini paylaşıyorsun, (25 üstü için konuşuyorum) internette orada burada koca arıyorsun. Ekosisteme katkın: Billur Tuz'un plastik kutusundan daha bile az.
Peki başlıkta neden fırsat tepmek için yaratılanlar var? Çok arkadaşım oldu, çok adamla tanıştım, çok kadın tanıdım ve gördüğüm şey şu oldu. Bazılarının yaradılışı "tepmek". Kendi bokunun içinde yüzse bile, "Bilmiyorsun abi ayrıntıları bir konuşma yea!" diyip kesip atarak, ayaklarının ucundaki iş, seyahat, ilişki fırsatlarını teperler. Tepin ancak unutmayın, sizinle asla aynı imkanlara sahip olmayan bir adamı anlattım az önce yukarıda ve o adam, hepinizden daha saygı duyulacak, daha takdir edilecek bir iş yapıyor.


23 Mart 2013 Cumartesi

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 6

Pazartesi, İstanbul'a bir hafta önce dönmüş ev arkadaşımla birlikte Carrefour'a kadar yürümüştük. Ben biraz uykusuzdum, oysa hava almak istiyordu ve indirimli bira alma amacıyla yola çıkmıştık. Bilirsiniz, marketten alışveriş yaparsınız ancak cenazenize bakkal gelir. Fakat bilmediğiniz durum şudur ki, bakkalın cenazenize gelme amacı iki İhlas bir Fatiha okumak ve en yakınlarınıza baş sağlığı dileyip helvaya abanmaktır. Yani, bakkal ve çıraklarının dualarıyla cennette yeriniz de garantilenmez genellikle. Dolayısıyla toplu halde (yani iki kişiyken) ucuz alkol satın alabileceğiniz en iyi yerler süpermarketlerdir. Eğer ki dar gelirliyseniz; ne hala sevip saydığım büyük usta Ferhan Şensoy'un "Muhteşem Bakkal Süpermarket'e Karşı" adlı oyunundan etkilenirsiniz, ne de şu an Garanti Bankası'nın reklamında oynayan Erkin Koray'ın yıllar önce, mahallesinde sadece bakkalda alışveriş yapıyor olmasına dair yaptığı açıklamadan. Geliriniz müsaade ettiği sürece solcu veya semtçi veya esnafçısınızdır.
Eve yaklaşık on dakika mesafedeki "süpermarketten" aldık biralarımızı, çocuklar gibi şendik; 1000 atlı akınlarda olduğu gibi. İçiyorduk, saat erkendi daha ve gece uzundu. Günlerden pazartesiydi, kimsenin dışarı çıkmayacağını adımız gibi biliyorduk ve amacımız sadece içmekti. Bir mesaj geldi internet üzerinden. Tanımadığım Alman bir kadından... "Ben bir kız arkadaşımla birlikte İstanbul'a geliyorum. Cumartesi akşamı görüşebilir miyiz?" Keyifler gıcır oldu tabii mesajla. Daha önce bu şekilde yüzüstü bırakılmıştım, defalarca. Kadınlar geleceklerini ve cinsel anlamda "geleceklerini" söylerlerdi ancak sadece seyahat bazında gelirler ve tanıştıkları ilk adamla yatarlardı, böylece benim sevişme planlarım da yatardı.
Geldi çattı o cumartesi; ama ne cumartesi! Evet, bu gece kesin sevişiyordum ve bu kadının seyahat yoldaşıyla da ev arkadaşım şansını deneyecekti. Harika, basit oyun, biraz eğlence, biraz alkol ve gecenin sonunda "seks".
Hiç biri olmadı. Çünkü o defalarca yaşadığım hayal kırıklığı, kendini adeta yeniledi; sanki F5'e bastı. Cuma yer ve saati sormak için Facebook üzerinden mesaj attığım Alman kadından ses çıkmadı.Cumartesi saat akşamın dokuzunu buldu ve mesajı okuduğu halde cevap vermiyordu. "Biz çıkalım." dedik kalan son arkadaşlarımızla. Onlarsa ayrı mırın kırın durumlarındaydı.
Ev arkadaşım son bir şans, denemek istedi; keyfine; bir iki bira içmek için Beşiktaş'ta soluğu almamızı istedi ama bu sefer de bende o daraba tamamen kapanmıştı.
Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımsa "OKCupid" üzerinden tanıştığı adamlardan bahsetti. Biz de ev arkadaşımla, tıpkı bir RPG oyunu oynar gibi siteye girip "kasmaya" başladık. "Şunu nasıl yapalım, bunu nasıl halledelim?" diye diye saati 3 ettik işte.
İşin en ilginç tarafı, ben uzun zamandır böyle siteleri; şu anda okuduğunuz satırların reklamını yapmak amacıyla kullanıyordum. Ekşisözlük, n'abican.com, Twitter, hatta Facebook! Ne kadar çok okuyucu, o kadar çok geri dönüş ve eleştiri. Yapıcı eleştirileri filtreden geçir ve ona göre davran. Zaten bu saydığım sitelerden kolay kolay "kız düşüremezsiniz."
Neyse, ne düşen oldu; ne bir şey ve şimdi bambaşka bir "pompa" temalı sitede soluğu alıyorum ama galiba neden 2-3 sene öncesine kadar deliler gibi bedava seks kovaladığım sitelerde takılmadığımı. Ben onu görmekten çok korkuyorum buralarda. Çünkü eğer görürsem umutlarım bir kez daha yeşerecek ve sevgilisinden ayrılmış olduğunu düşünüp belki son bir nefes... Ne bileyim, dal uzatanın olmadığı bir bataklık ve sikik bir hayat işte benim içinde bulunduğum da; kurtaranım da olmaz ki zaten. İyi geceler, rezil pazarlar Türkiye. 

22 Mart 2013 Cuma

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 5

Ardında bunu bıraktı ve gitti.


I went down to St. James Infirmary
I heard my baby groan
And I felt so broken hearted
She used to be my very own

And I tried so hard to keep from crying
My heart felt just like lead
She was all that I had to live for
I just can wish it that it was me instead

She's gone, she's gone, may God bless her
Wherever she may be
She has searched the whole wide world over
She'll never find a man like me

She's gone, she's gone, she's gone.


Bir cuma gecesini daha sadece bir şarkıyla kapatıyoruz, kısa soluklu özet tadında.

18 Mart 2013 Pazartesi

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 4

"Fil hafızalı" kime denir biliyorsunuzdur. Peki bu fil hafızalı kişiler neleri çok iyi depolarlar beyinlerinde? Lisedeyken, İngilizce bir makale okumuştum. İnsanların hafızalarının çeşit çeşit olması üzerine. Yazı hafızası, grafik hafızası, olay(hatıra) hafızası, rakamsal hafıza, tarihsel(olayları tarih ve saat şeklinde hatırlayabilme) hafıza...
Muhtemelen çoğunluğun hafızası, olayları hatırlamaya uygundur. Azınlık ise diğer tip verileri hatırlayabilir. Ben de çoğunluktanım. Peki neden çoğunluktayım?
Arada bir düşünüyorum. Bu kadar ince ince, işleye işleye nasıl hatırlayabiliyorum yıllar önce yaşanmış olayları? Yirmi dört yaşına geldim, hala beş yaşımdayken gittiğim, Mersin'deki Filli Park'ı hatırlıyorum. Yedi yaşımdayken, kocaman; dikdörtgen silgimin üzerine dersteyken sıkıntıdan pencereler çizerek; onu bir metropol yapmaya çalıştığımı hatırlıyorum, ve öğretmenimin "Alın size işte, israf budur!" diyerekten kulağımı çınlatan tokadı patlatmasını. Rezil oluşlarımı da hatırlıyorum mesela. Lisede benden iki yaş büyük olan ancak hala benimle aynı sınıfta eğitim gören Cihan'ın, kafamın tepesine attığı tokadı bile hatırlıyorum.
Bir laf vardır, "Zihin; olayları istediğimiz şekilde hatırlar." diye. Keza aynı şekilde bir yalanı defalarca tekrarlarsanız, onun gerçekliğine inanmaya başlarsınız. Belki de kendime kabul ettirdiğim bir çok yalan olmuştur da, unutmam gereken ama unutamadığım o kadar şey varken, ilk teze inanamıyorum.
Hala başımdan geçen kadınları yazıyorum, bazen en küçük ayrıntılarıyla veya; durup dururken lisedeyken oynadığım rezil bir basketbol maçı geliveriyor aklıma. Durulmuyor hafızam. Durul değil, Dumrul oluyorum gitgide.
Şikayet ettiğim söylenemez aslında. Sonuçta fantastik karakterler yaratabilen ve öykü yazabilen bir adam değilim. Çok okumadığımdan veya hep tek taraflı(roman, basit okunabilir yazı, Galatasaray'la ilgili analiz vs) okuduğumdan ötürü de yerinde tespitler yapamıyorum. Dolayısıyla o fil hafızası olmasaydı bende, böyle bir blog da olamazdı; ben de yazamazdım, herhangi bir yeteneğim olmadığı için de içimde kalanları bambaşka yollarla atmaya çalışırdım.
Bir yere varmayacağım bu sefer, ancak geçmiş tabanlı obsesyon diye bir psikolojik sorun varsa; onun canlı örneği bile olabilirim aslında. Sonuçta şimdiye kadar, dj, trickster, yazar, müzisyen, vokalist, basketbolcu, tribün çocuğu, pick up artist; bir çok şey oldum; daha doğrusu olduğumu sandım. Bir tane daha eklenir, fena mı?
Ve geçmişle ilgili final...
"Sen geçmişe saplanıp kalmışsın!" Bunu sadece kadınlar söyler bana ki aynı cevabı hepsine verdim, teker teker.
"Onunla olan geçmişim, seninle olan geleceğimden çok daha değerli."

15 Mart 2013 Cuma

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 3

Yazabileceğim pek bir şey yok. Yaşadığım son yirmi dört saatin özeti budur...

http://www.youtube.com/watch?v=ozjs2d_xlSI
(Bulabildiğim en iyi versiyon da buydu )

Now I’m not afraid to do the Lord's work,
You say vengeance is his but Imma do it first.
I’m gonna handle my business in the name of the law.

Now if he made you cry, oh, I gotta know,
If he’s not ready to die, he best prepare for it.
My judgement’s divine, I'll tell you who you can call,
You can call.

You better call the police, call the coroner,
Call up your priest, have him warn ya.
Won't be no peace when I find that fool
Who did that to you, yeah,
Who did that to you, my baby,
Who did that to you,
Gotta find that fool who did that to you.

Now I don’t take pleasure in a man’s pain,
But my wrath will come down like the cold rain.
And there won’t be no shelter, no place you can go.

It's time to put your hands up, time for surrender,
I’m a vigilante, my love's defender,
You’re a wanted man, here everybody knows.

You better call the police, call the coroner,
Call up your priest, have him warn ya.
Won't be no peace when I find that fool
Who did that to you, yeah,
Who did that to you, my baby,
Who did that to you,
Gotta find that fool who did that to you.

Now he’ll keep on running, but I’m closing in,
I'll hunt him down 'til the bitter end,
If you see me coming near, who you gonna call?

You better call the police, call the coroner,
Call up your priest, have him warn ya.
Won't be no peace when I find that fool

You better call the doctor, call the lawyer,
I chase ‘em all the way to California,
Get my best trying to find that fool
Who did that to you


13 Mart 2013 Çarşamba

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 2

Ben kimseye top şeklinde bir ağaç gösteremedim.
"Bir Zamanlar Anadolu'da" adında bir film var. Portakal mı ayı mı ne bir şey almış işte; sinema dünyasının magazin ve ödül haberlerini çılgınlar gibi kovalayan ılıklar bilir... Güzel filmdi aslında, yalan söylemiyorum ancak yönetmen ben olsam o film iki saat elli dakika değil, bir buçuk saat sürerdi en fazla.
Gelgelelim; komiser, suçluya cinayetin yerini soruyor. Suçlu zaten şokta, enteresan bir adam...
-Top şeklinde bir ağaç vardı, diyor.
Komiser ise suçlunun tarif ettiği üç ayrı konuma, Anadolu'da; savcısı jandarmasıyla birlikte gidip de cinayetin işlendiği yeri suçluyla birlikte bulamayınca; çıldırıyor ve suçluyu dövmeye başlıyor.
-Bana top şeklinde bir ağaç göstereceksin!
O kendinden geçmiş, kirli sakallı ve uzun yağlı saçlı suçludan farkım olmadı hiç bir zaman; elimden geleni ardıma koymasam da... Top şeklinde ağaçlar göstermeyi vaat ettim kimi zaman, alkolün dozajını kaçırınca ya da dayanamayıp onlara, onları ne kadar sevdiğimi söyledim ki bir insanın size sevgi göstermesi başkadır, misantrof ve yalnız yaşamayı hayat felsefesi edinmiş, telefonda konuşmaktan nefret eden bir adamdan bunu duymak bambaşka...
Ne biz büyüdük diye kirlendi dünya, ne de bütün renkler birdenbire kirleniyordu; en hızlı kirlenen beyaz oldu... Ben o vaatlere, hareketlere ters düşen çok fazla davranış içinde bulundum. Bir yalan vardır ya hani, "Yattığım kadınlar acımı hafifletiyor." şeklinde, Teoman-vari.... En büyük aldatmacadır bu. Hafifleyen sadece göbeğinizin ağırlığıdır, hızlı koşan atın jokeyiyseniz. Ancak bir aralar bazı yalanlara inanmak iyi geliyordu işte.

Yalan söylemek kolaydır, kendinize yalan söylemek ise daha kolaydır fakat yüzleşmeniz gerektiği zaman, kendinize söylediğiniz yalanlar, zaaflarınızı ortaya çıkarır. Doyamıyorum mesela ben, kadınlara. Hep daha fazla kadın, hep daha çok kadın, hep farklı kadınlar... Arayış içinde değilim eskiden olduğu gibi. Bir çok sitede hesabımı kapattım hatta ve "av" amaçlı dışarı çıkmaz oldum. İşte o zaman da, onlar bana gelmeye başladı. Dengeler değişti tamam da ben de hiç "hayır" diyemedim. "İstemem yan cebime koy." bile demedim hatta. "Gel." dedim herkese.
Bir yerde patlayacağım belliydi, galiba patladım.
En boktan tarafıysa, cinsel bariyeri bir kez dahi aşmak; arkadaşlığı her daim bitiriyor. Kıskançlık krizlerinin peşi sıra aynı reaksiyonu göstermiyor olmam, zaten iki elin parmaklarını geçmeyen arkadaşlarımın sayısında ani azalmalara sebep oluyor.
Yine gitti işte herkes, yine yalnızım ve "yalandan" rahatım. Kurunun yanında yaş da yandı, alkolsüzken çekebildiğim insan sayısı bir sene içersinde yine dibe vurdu. Aileme karşı bile telefonu açmıyorum bazen ki arkamdan iş çevrildiğini, dedikodumun ailemin içinde bile çatır çatır yapıldığını bilirdim hep ancak sırt çeviren ben oldum bu sefer.
 İki numaralı yalan: "Dibe vurmadan, yüzeye çıkamazsın." Her sabah dibe vuruyorum, bir akşam zirve yaptığım olmadı. Doktorlar tavsiye ediliyor, cevapları sabit: reçeteler veya AMATEM. Olmazsa da "yatırın." Üç ihtimalden herhangi birini şu evrede kaldırabilecek durumum yok manevi açıdan. Temmuz'a kadar sıkmam gereken otuz iki diş ve aynı hikaye: kan, ter, gözyaşı. Sonra okulun bitimi, sonra Amerika'ya vize alma umutsuzluğu, boş çabalar...
Ama devam, keyif aldığım tek eyleme devam, yazmaya devam; hatta belki şanslı olurum düşüncesiyle İngilizce yazmaya devam.


12 Mart 2013 Salı

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 1

Kafa açtı, farkındayım.
Ancak yeni serinin ismi de bu olacak artık. Fikirse tamamen sevdiğim üç temel sıvıdan çıktı. Anasonu açıklamama gerek yoktur zaten, mısır ise burbonun hammaddesidir. Peki glikoz?
Hah onun açıklamasını güzelce yaparım bak, kısa kısa kesmeden.
Adam akıllı ilk biramı on bir yaşındayken, ilkokuldan iki arkadaşımla oturduğumuz apartmanın tavan arasında içmiştim. Efes 33 cl kutu. Hatta arkadaşlarımdan biri, diğer arkadaşımın birasına işemişti korkudan da tüm keyfimiz kaçmıştı. Aptal herif...
Sanırım özellikle Tuborg içtiğim tek bir yaz oldu. Yaş on dört; aklımız fikrimiz bici bicide, kokoreçte, birada ki farkındayız; kızlar konusunda bize ekmek çıkmayacak. Yarım litrelik Tuborg şişelerinin yanında Amigo soslu fıstık verilirdi. Sırf cipse ya da fıstığa ayrıca para vermemek için Tuborg'a sarmışlığımız da olmuştu işte o yaz.
Ancak dedim ya, o yaz dışında asla Tuborg benim biram olmadı. Kamyoncu(tombul şişe), premium şişe, Extra(hala kırmızı Tuborg'a tercih ederim), kutu... Benim biram hep Efes oldu. Küçükken bunun sebepleri arasında muhtemelen Efes Pilsen basketbol takımına sempati duyan bir Galatasaraylı olmam da yatardı ancak Tuborg'un da basketbol takımı vardı ve Asım Pars dışında Türk basketboluna hiç bir şey katmamıştı. Hoş, Asım Pars da pasör uzun olmasının yanında bir steps kralıydı...
Gel zaman git zaman, biram sabit kaldı benim. Arkadaşlarım büyüdükçe, Heineken'leri, Carlsberg'leri, Beck's'leri tercih etseler de, ben birama sadık kaldım ılıklar Miller, Mariachi'ye tanıştıkları anda aşık olan; hayatında ilk kez hayat kadınına giden bakir erkekler gibi davransalar da...
Ani bir atak geldi işte Tuborg'dan iki sene önce. Tuborg Gold; şekilli, açma halkalı şişesiyle parlıyordu. Bir aparküt daha; Efes Pilsen yerlerdeydi. Efes'in içinde glikoz şurubu vardı, Efes "IIIIY" idi. Efes lanet olasıca bir biraydı. Efes içen ezikti, Efes içen şöyleydi, Efes içen böyleydi... Tekel Birası'nın yerine çıkarılan Bomonti bile Efes'i kurtarmaya yetmeyecekti; Behzat Ç. birası şeklinde geçse de...
Ben hala yılmadım, hala Efes dışında içtiğim biralar; benim damak tadım için sudan ibaret; boş beleş biralardır. Arkadaşlarımı yargılamayı da sevmem fakat iki sene önce Efes'in tombul şişesini profil fotoğrafı yapan sapların şimdi öve öve bitiremediği Tuborg Gold'a tapınması ayrıca sinirimi bozuyor.
Hepsi, ama hepsi karaciğeri bitiriyor; merak etmeyin. Lakin, Tuborg Gold yerine cafcaflı reklamlı, janjanlı şişeli bir atak yapsa Marmara Gold; onun da peşinden saatlerce koşacaksınız işte, bilmiyor muyuz?
Konuya dönelim. Evet, 3 numara buydu. Yani içmekten en çok keyif aldığım üç numaralı içki de buydu. Glikoz şurubu katkılı Efes Pilsen. Şu saatten sonra da değişeceğimi veya "tercihlerimin" değişeceğini sanmadığım için bu dizi böyle başlıyor.
Siz Tuborg Gold biralarınızdan vazgeçmeyin iki üç sene daha; ta ki yeni bir marka bünyenizi ele geçirip Tuborg'la ilgili bir gerçek daha ortaya çıkarana kadar; lakin biz böyle iyiyiz. Anladınız mı? 

efes pilsen açık hat ekibi'nin mesajıyla gelen edit: adamlar p.r. konusunda resmen çalışıyorlar. mesaj attılar ekşi sözlük üzerinden. şeker pancarından elde edilen doğal şeker kullanıyorlarmış. glikoz şurubnunuysa sadece türkiye'de stokların yetersizliği sebebiyle 2008-2009'da bir yıl kullanmışlar. benimle tanışmak ve fabrikalarına davet etmek istediler bir de. gerçi bu otomatik bir mesaj da olabilir ama hoş bir şey sonuçta :)
 

10 Mart 2013 Pazar

Çok Sosyallik Öldürür

"Too much love will kill you." - Çok fazla sevgi, seni öldürür.
Bunu ilk okuduğumda, "Devamını getirmeliyim." diye düşünmüştüm. Şuna çevirdim dayanamadan:
"Too much love will kill you, too much hate will bleed you." - Çok fazla sevgili seni öldürür, çok fazla nefret ise seni kanatır.
Tecrübe etmiştim değil, tecrübe ediyordum sürekli. Sanki hançeri ya da kılıcı göğsüme ya da karnıma saplamışım gibi değildi çektiğim. Böyle tasvir edilemezdi. Sadece kağıt kesiklerini düşünün. İşte onlardan binlerce aldığınızı düşünün, vücudunuzun her noktasında kağıt kesiği gibi; minik minik yaralar var ve kanıyorlar.
Sosyalleşmekten tiksiniyorum. Eskiden de tiksinirdim ancak yeni bir kadınla tanışabilme, sevişebilme ya da sadece telefon numaralarının takası için dışarı çıkardım. Bir de, öz veya üvey, "ailem" olan insanlar dışarı çağırdıklarında çıkardım. Sadece onlarla vakit geçirebilmek için. Kadınları kovalamayı bıraktım. Tanış, etkile, kartlarını oyna, belki bir iki numara, içki ısmarlama asla, bazı yalanlar söyle ya da manipülatif ol... İt-çek, it-çek... Bazen öfkeli ya da misantrof bir adam olduğun gerçeğiyle onu başbaşa bırak, bazense aslında zamanında yeterince "yaşadığını" ve "çektiğini" ima eden cümleler kullan ve elini tutarken, sarılırken duygulu olmaya çalış. Basit olduğu kadar sıkıcı bir döngü haline girince; sadece biriyle yatabilmek için kalabalığın içine çıkmanın gereksizliğinin farkına vardığımda da, interneti bu yönde daha aktif kullanmaya başlamıştım.
Peki ailelerime ne oldu? Öz ailemle eskisi kadar iyi değilim, önemsesem de fazlasıyla; darlanıyorum. Kan bağı ve bu bağa verdiğim önemden vazgeçmedim asla. Ancak eğlenmek için ailemle fasıla gidecek yaşı geçtim. Zaten fasıldan da, canlı müzikten de, bardağa konulmuş ve portakal suyuyla ıslatılmış uzun ince havuç dilimlerinden de nefret ettim her zaman. Üvey ailem? Kimi, beni daha fazla çekemeyeceği için defoldu gitti. Kimiyse büyüdü, evlendi ya da işe başladı, "Yoğunum bu aralar." da peşi sıra geldi bu başlangıçların. Sorgulamıyorum, zaten yalnızlığıma üzülmek de içine gireceğim en aptal ironik döngü olur muhtemelen.
Sonuç olarak, bıraktım. Çıkmıyorum artık. Nadiren, belki bir iki duble amacıyla; değer verdiğim üç beş kişiyle dışarıdayım, her ne kadar o bir iki dublenin ardından bir iki shot; üç beş bira er ya da geç gelse de...
Dün çıktım yine. Türkçe öğrettiğim Amerikalı bir öğrencim var. Bir saat ders karşılığı altı bira şeklinde bir anlaşmayla öğretiyorum Türkçe'yi. Hoşuma da gidiyor çünkü o ayrıldıktan sonra biraları mideye indirip yazmaya başladığım İngilizce romanın (evet, boyumdan büyük işlere kalkışıyorum artık)  yeni kısımlarını ona gönderiyorum. O da gramer ve noktalama kontrolü yapıyor.
Neyse, dediğim gibi; Brit geldi, kuzenim geldi, bir de internet üzerinden tanıştığım hesapta "ablam" bir kadın geldi. İç, iç, iç... Biraz da şuraya gidelim, biraz da buraya gidelim. Yolda yolluk bira alalım büfeden ve devam edelim yolumuza.
Akşam hep beraber bana gelin; hay hay. Geldiler, büfeden ısrarla istedikleri biraları bitiremedi hiç biri. Uyuyakaldılar. Bugün uyandığımdaysa kuzenimle kahvaltıya ve onun çok beğendiği ayakkabı için alışveriş merkezleri arasında bir tura çıktık. Dört alışveriş merkezine girip çıktım bugün. Eve girer girmez kustum, psikolojik olarak.
Çünkü bu filmi ben geçen hafta da görmüştüm. Kişiler değişse de, program hep aynı kalıyor. İstemiyorum çıkmak, mümkün mertebe bu fare deliğinde kalan on beyin hücremi öldürüp yatağa girmek daha çok hoşuma gidiyor. Cam açık şu an, dışarıda bir ambulansın sireni yankılanıyor, önümde dünden kalma biralardan biri var, yeni açtım.
Düşünüyorum da, ambulansın içindeki kimse, umrumda değil. Benim değer verdiğim herkes, teker teker ölüyor zaten. Onlardan çok daha önce ölmesi gereken bir sürü ahmak varken... "So, burn."
http://www.youtube.com/watch?v=Y-D-xASN4d4


7 Mart 2013 Perşembe

Hep Arıza, Her Daim Arıza

-Kalmayacak mısın?
-Yok.
-Oğlum sıkıntılı mısın, arıza mısın kal işte?
-Yok, başka zaman olsun ne olur.
En sevdiğim diyaloglar aslında bunlar. Kapı önü diyalogları. Ablamın evinden çıkmak üzereydim, eşi ve kendisi ısrar ediyordu kalmam için. Hatta eşi paltosunu giyinmişti. "Ben şimdi bakkaldan bira alırım ikimize." dedi. "Yok." dedim. Eve gitmem lazımdı ve yalanım hazırdı. Tez yazacaktım ertesi sabah.
Yalanımı sikeyim.
Her zaman paylaşmak istemiyorsun işte. Saatlerce, neden eve gitmek istediğimi; neden evde uyumak istediğimi veya geçirdiğim sabit sıkıntı, sabit alkol, az Apranax, bol Atarax dönemleri anlatmaya mecalim yoktu. Bu yüzden de yalan söyledim. Dr. House'un söylediği gibi, "Herkes yalan söyler."
Enişte bey, her durumda bakkala gideceğini söyledi. Birlikte yola koyulduk. Hafif alkollüydük. "Neden kalmak istemiyorsun?" dedi. "İş, güç..." dedim.
Yeni evli bir çiftin evinde kalmak zaten başlı başına bir rekabet iken; o yeni evli çiftin bir tarafı ablamdı. Deli değildim; ancak on senedir evli olsalar, çocukları falan olsa da kalmazdım orada. Hatta, ablamın evi değil de, deli gibi seksi, harika, taş gibi bir kadının evi olsaydı orası, yine kalmazdım. Bir yorumda, kendi cehennemimi yarattığımı yazmıştı birisi. İşte o cehennemde bitmeliydi gece, şartlar ne olursa olsun...
Yollarımızın ayrılacağı noktaya, Acıbadem'deki uzun caddeye çıktığımızda bir kez daha döndü ve cidden içten bir serzenişte bulundu: "Oğlum bak, baban geldiğinde rakım yoktu; adamcağıza UZO içirdim, çakmasını... Sana alacağım rakıyı, bir gün kal." dedi. "Tamam söz, Nisan'da hava güzelleşir, kalırım, o balkonu kullanırız." dedim.
Arkamı döndüm, yürümeye başladım.
"Teşekkürler." dedi.
Hafifçe el salladım. Aklımda; Noah Gundersen'ın "Family" parçası vardı. Hatta o parçanın nakaratı vardı... Değişmiştim, farkındaydım da; bu denli değişeceğimi tahmin bile edemezdim.

"So bum me a cigarette, buy me a beer till i'm happy to be here, happy to be here. With all of my family hookers in heels and the men who watch them like hungry black eels."
"Bana bir sigara yak, bana bir bira al; ta ki ben burada olmaktan mutlu olana kadar. Tüm ailemle; topuklular içindeki fahişeler ve onları aç, siyah yılanbalıkları gibi izleyen erkekler ile."

Ailemden uzaklaşıyordum, içime kapanıyordum ancak kendi içimde bir yolculuğa çıkmıyordum asla. Ailem de, tıpkı arkadaşlarım gibi kesik yemişti; çalkalanmalarımdan. Benim ailem; çoktan fahişeler ve abazanlar olmuştu. Kimsenin bundan haberi yoktu. Kafeler, barlar, kahvaltılardan ziyade; kırk yılınbaşı iş güç gereği Taksim'e damladığımda gittiğim Rocknrolla bar dışında, evde rakıya saygısızlık etmek istemediğimden gittiğim meyhaneler ya da Galatasaray maçlarını izlemek için gittiğim çöplük olan Aslanım Bar dışında, sosyalleşmiyordum. Sosyalleşmek istemiyordum.
İzbe barlar ve köhne meyhaneler, benim içindi. Oralara müdavim olup, ailemi benim gibi müdavimlerden seçiyordum. Buraları okuyanlar dışında kimsenin de haberi yoktu durumdan.
Olmayacaktı da...
Metrobüse binerken kulağıma kulaklıkları taktım ve uzun zamandır dinlemediğim o şarkıyı açtım. Noah Gundersen'dan dikey geçişle Müzeyyen Senar'a ilerledim. "Kimseye Etmem Şikayet."

Cadde Çocuğu?

Şimdiye kadar kaç kez çıkmıştım acaba Bağdat Caddesi'ne? Biraz düşündüm ve bu rakamın onu geçmeyeceğini tahmin edebildim. Çünkü üniversitede ilk senemde bana palto almak için; halamla beraber çıkmıştık bir kez. Beymen miydi, Zara mıydı bir yerden almıştım paltomu cadde üzerinde. Hala markasına bakmadığım için, emin değilim. Zaten bu markaların hepsi birbirinin aynı değil mi? Beymen, Zara, Cotton, Damat, Tween bidibidi; bıdıbıdı...
Bir iki kez, hesapta manitasal bir faaliyet sebebiyle yollara düşmüştüm. Mersin'de tanıştığım, İstanbul'da yaşayan bir kadındı. Zaten halamdan çıkıp onun yanına gidiyordum ki yol yirmi dakika sürmüyordu bile.
İki üç kez de Caddebostan sahilde içtiğim biraları saysan; tabii yahu, onu geçmiyor rakam. Ne işim olabilirdi ki benim Bağdat Caddesi'nde? Barların erken kapandığı, insanların fiyatlardaki tuzluluk ya da planlı programlı olmaları sebebiyle içmeyi erken kestiği, kaostan arınmış, modern ve temiz bir yer zaten orası. Bense kör kütük sarhoş olmayı amaçlayan ve herhangi bir barda tek başına oturup sarhoş olmayı bekleyebilen bir adamım her gecenin sonunda.
Kahve iç, Starbuck's'ta saatlerce otur, alışverişe çık vs mevzular da bana gelecek şeyler değil, her ne kadar Starbuck's kartım olsa da. Gerçi onunla da filtre kahve alıp en fazla yarım saat oturuyor ve tabanları yağlıyorum.
Ama bu sefer, gerçekten bir amaç uğruna oraya gitmem gerekliydi. Bir üniversitede dişçilik son sınıf okuyan; çok yakın bir arkadaşım var. Ağzımın içinde de kanal tedavisi gerektiren bir çürük diş vardı. Kayıt ücreti dışında herhangi bir maddi gereksinim olmadan; beni fakültesinin muayenehanesinde tedavi edebileceğini söylemişti. Zaten yakın arkadaşımdı ve ona güveniyordum; olurdu bu iş.
Kanal tedavisi... Allah'ın belası tedavi sebebiyle en az beş kez oraya gitmek zorunda kalacağımı bilmiyordum bu işe "olur." dediğimde. E yakın arkadaşım, tedavi sırasında konuşamıyorum; gevezeyim ve bir şekilde aksiyon ya da goygoy var hayatımda illa ki. Ancak oturacağımız en yakın yer Starbuck's'tı. Hep Starbuck's'tı!

Ben ki; "Bir kahve içelim." diyerek dışarıda takılan bir adam değildim. En fazla Taksim'de asmaaltı bir çay ocağı vardır, Vosvos'a giderken. Orada çay tavla yaparım arkadaşlarımla.
Ama bu sebeple içmediğim moka; latte, denemediğim günün kahvesi, dokunmadığım Starbuck's kalmadı iki hafta içinde. Cadde piçi olmuştum. Kendimden tiksiniyordum. O strafor bardağı tekrar tekrar ağzıma götürmekten sıkılıyordum, ama bir şeyler de hep eksikti. Hep...
Alkol yoktu. Mataramı boşaltmıştım, kahvelerin içine masa altından viski dolduramıyordum. Muayenehanede ya da arkadaşımın yanında takılmam bitince; halama veya eve gidiyordum. Hoş, halamdan çıktığımda da eve gidiyordum ve eve varışımda; insanların ortasında saatlerce kalmış olmanın etkisiyle kendimi bitkin hissedip bilgisayar başında aval aval vakit geçiriyordum.
İkinci gidişimde, arkadaşımın arkadaşlarıyla da tanıştım. Hatta o kadar çok tanıştım ki, neredeyse bir düzine insanla muhabbet ediyordum o sabit Starbuck's'ta her oturuşumda. Pedo, implant, dental, deterjan meterjan... Hiç bir bok anlamıyordum, amsalak gibi suratlarına bakıyordum.
Aslında kötü çocuklar da değillerdi. Sonuçta, önlüğü giyince hepsi birbirinin aynısıydı. Bu yüzden de ne sınıf, ne burslu-paralı, ne de popçu-topçu, tiki-rocker gibi aptal ayrımları vardı. Mengene gibi içiçe geçmişlerdi ancak ben mengenenin sapıydım. İlgililerdi, tedavinin nasıl geçtiğini, neler yaptığımı falan soruyorlardı da ne anlatabilirdim ki, "İyi geçti, ağrımıyor yea artık."tan başka?
Harika ağırladılar beni ki hem arkadaşımla gurur duydum, hem de onun doğru arkadaş çevresinde olması sebebiyle mutlu oldum. Sizin o "kanka" muhabbetiniz vardır ya hani, erkek-kadın arasında geçen, aha işte benim çok "kankam" yoktur. Ancak lisede tanıştığım ve muhabbeti hiç koparmadığım bir Aslı vardır, o da hikayenin temeline oturan dişçidir. Çevremden ona dokunanı da ayrı yakarım, çünkü çevrem leş heriflerle doludur.
Son gidişimde dayanamadım ama, cidden. Aslı'ya da arkadaşlarına da "Benim evde rakı yapıyoruz, sofrayı da ben kuruyorum." şeklinde gaza gelip bir ilan yapacak, Amerikan gençlik filmlerinin zirvesine oynayacaktım ki, kafama dank etti. Milleti ağırlarım ağırlamasına da; benim evimde yemek masası yok ki lan?
Bu beyin fırtınamı Aslı ve arkadaşlarıyla paylaştığımda "ehehehe" diye güldüler. Yine sapıydım mengenenin ki mevzu bitmeden; hocalarından birinin o Starbuck's'ta oturmasına taktılar. Ben ne yapıyordum? Tedavi oluyordum. Peki tedaviden sonra ne yapıyordum? Yarım goygoy. O an hissettiklerim, fakültenin kantininde; sınav ya da ders çıkışı amaçsızca oturup "Muahhaahah" diye kahkaha atılen muhabbetlerde hissettiklerimle aynıydı. Sadece strafor bardağın içinde kahve, tepesinde kapağı vardı.
Kendi okulumdan çok Aslı'nın okuluna gittim, aylardan Şubat'ta başladı; Kadıköy Belediye Başkanı'nın minibüs caddesini biçmeye başladığı zamanlarda ortalandı; sanırım o biçim işlemi bitince de benim işim bitmiş olacak. Görüşüyoruz ediyoruz da ben de insanım be; uzağım.
Aslı'ya ya da -en güzelinden bir şeyler yapacağım ulan- dediğim arkadaşlarına değil, bu kadar çok cadde üzerinde bulunmaya;  alkolsüz sosyalleşmeye, D&R'lara, kahve kahve kahve kahvelere uzağım.
Tombul şişe Efes içen adamın caddede işi neyse...

5 Mart 2013 Salı

Ben bi' bok yedim...

Bir sene önce sorsanız; "Bunu yazar mısın?" diye, "Hayır, kesinlikle hayır." cevabını verirdim. Ne bir açıklamam, ne bir sebebim olurdu. Yazamazdım sadece, bunu biliyorum. Sanırım bir sene, aklımı başımdan aldı ya da aklımı başıma getirdi; bilmiyorum.
Belki de sadece, dokuz bölüm yazdığım yazıdaki kimseyi daha fazla önemsemeyeceğimi anladım. Sallamıyordum hiç birini. Topunun da canı cehenneme... Alakam yoktu hiç biriyle çünkü artık. Olmasını istediğime de emin değildim. Bomboş insan sürüsüydü, benim toprağımdan olanlar dışında; ha bir de, mevzu bahis iki baş rol kadın dışında. Maziye saygısızlık ettiğimi düşünmem hiç bir zaman; yazarken özellikle. Çünkü başımdan ne geçerse, onu yazarım ki kadınlarımın arkasından bir kez kötü söz söylediğim görülmemiştir.
Velhasıl; yazdım. Sanırım, unutmuştum onları, başaımdan geçenleri ve umursamıyordum. Geçen sene bu konuda neden tepkili olabileceğimi bile bilmiyordum. Ancak kafamın içinde, laf lafı açtı ve emin oldum.
Değil, hiç biri değil yaşadıklarımızın... Ben yedi sene önce canımı yakan kadını rahatlıkla yazabiliyorum. Ya da beni reddeden herhangi bir kadını süsleye süsleye yazabiliyorum. Hayal kırıklığı yaratan, beni terk eden kadınların da bir çoğunu yazabiliyorum.
Neden mi? Evet ben kendi hayatını afişe eden bir "yazarım", pardon "blog yazarıyım." 
Çünkü şimdiye kadar yazdığım biri; -hakkında en çok yazdığım biri- dışında artık hiç bir şey hissetmiyorum. Ayrıntıları hatırlayabiliyorum, onlara gülüp geçebiliyorum veya onları özene bezene tasvir edebiliyorum ancak sebebi belli işte. Sevmiyorum, veya aşık değilim eskisi gibi. Bir zamanlar birlikte olamadığımız için veya bir zamanlar beni terk ettikleri için öfkeliydim onlara uzun süre; ancak hiç biri bir anlam ifade etmiyor artık.
Acıyı, bir üst seviyeye; gerçekten tek bir kadına odaklayınca insan bambaşka oluyormuş. Hoş, o kadından da bir beklentisi olmayınca insanın; bambaşka oluyormuş diyelim biz daha ziyade. Birini gerçekten ne zaman seversiniz biliyor musunuz? Fazlasıyla arabesk olacak(nur içinde yat Müslüm Baba) ancak onun mutlu olmasını istediğinizde onu gerçekten seversiniz. Elleriniz yukarıda, yüzünüz duvara dönük; beklerken ona aşıksınızdır. Onun mutluluğunu kıskandığınızda ya da onun başka biriyle olmasına imrendiğinizde değil.
Ben o dokuz bölümü yazarken neden tamamiyle nötrdüm? Onu hep yalnız görmek istediğim, başkalarıyla birlikte olduğunu, mutluluğu tattığını hissettiğimde dayanamadığım için. O benim hep kuyruk acım olmuştu, üç senemi yemişti.
Sonra başka kuyruk acıları girdi sokumdan içeri... Başka kadınlar mübalağalı deyimsel anlatımla suratıma işedi ve onu unuttum. Onu gördüğümde eskiden selam vermez ve dudaklarımı büker, kaşlarımı kaldırırdım. Artık onu gördüğümde yarım dudak gülümsüyor ve geçiyordum. Bir yerden sonra da onu görmez oldum.
Ama dedim ya; geçen hafta dayanamadım, ben bunu yazmalıyım diye düşündüm ve yazdım. Onunla alakalı her şeyi, hatırlayabildiğim kadarıyla; kendi gözümden yazdım. Sonra bir an durukladım, mesaj attım. "Ben bunları bunları yazdım, değiştirmemi ister misin?" dedim.
"Elim ayağım titriyor lütfen isimleri değiştir." dedi.
Değiştirdim.
Şimdi mi? Bildiğin goygoy yapıyoruz. Abdi İpekçi Erkek Öğrenci Yurdu'nda kalan iki sap gibi... İnsanoğlunun yapısı çok değişik. Kanlı bıçaklı olduğun birini; bir başka gelen "acı" unutturuveriyor. Neden kanlı bıçaklı olduğunu hatırlıyorsun ancak seneler önceki hisleri ona karşı beslemediğini hissediyorsun ve Serra Yılmaz'ın kafa siken bir videosuna (Serra Yılmaz - Islak Köpek) birlikte dalga geçme amaçlı yaklaşabiliyorsun; birlikte.
İkimisikimisikimisikimiikimisikimi!

NOT: Bunu yazmazsam ölürüm. Bir aydır girmediğim Starbuck's; içmediğim şekil kahve kalmadı. Sadece Bağdat Caddesi üzerinde bulunan bir dişçilik öğrencisi arkadaşıma muayene olmam, ona kanal tedavisi yaptırmam sebebiyle. İmanım gevredi imanım... Cadde çocuğu oldum ben. Bir sürü insan tanıdım, bir çok cins kahve içtim, mokokolar, latteler, az köpüklüler havada uçuştu ben her ne kadar bu tarz yerlere girdiğimde "filtre kahve, sade" desem de. "Yeter ulan"; diyemedim.
İşte bu şekilde geçirdiğim günlerin birinde; yakın bir arkadaşımla buluştum. Beni yaklaşık on dakikada çözümledi piç kurusu. "Sen, içiyorsun, sıçıyorsun, sevişiyorsun. Birine ihtiyacın yok. Asla da olmadı. Herhangi bir arkadaşının arkadaş çevresinden biriyle birlikte olmadın. Kimseden; biriyle tanışmak adına yardım istemedin. İstediğini elde ettin ve haftada en az iki farklı kadınla yatıyorsun. Meltem'i özlediğin falan yok senin. Meltem sadece senin aklını başına toplamanı sağlayan bir etmen. İnsan olduğunun farkına varıyorsun onu hatırladığında. Aranızda da hiç bir şey olmayacak. Unutmanın süresi maksimum altı aydır abi." 
edit: En az bir farklı kadınla yatıyorsun demişti, seceresini tutmuş herif... Ama en az bir farklı kadın doğru gelmedi gibi. O yüzden iki yaptım. Yaptım, oldu.

Kafam yarıldı, beynim akıyor...

Çok basit bir gün olacaktı halbuki. Birlikte derse gittiğim arkadaşım, sabah derse gelemeyeceğini söyleyince, ben de uykuyu tercih etmiştim. Zaten öğleden sonra da okulda işim yoktu; önce The Walking Dead'in yeni bölümünü izleyecektim, ardından da işime gücüme bakacaktım. İşte çamaşır yıka, yemek yap ye vs. Günlük ev kadını işleri yani...
Her şey yolunda gitti bir müddet. Yemek de harika oldu. Tıkırımdaydım yahu. Alkol almayacağıma dair kendime söz vermiştim. Saat dört sularında başladı... Telefon trafiği... Şu dünyada en çok nefret ettiğim şey, ayıkken insanlarla telefonda konuşmaktır. Zaten insanlarla yüz göz olmayı pek sevmem, ayıkken bunun gerçekleşmesi ise beni çıldırmaya yeterli. Sonuçta, bir arkadaşımın yaptığı gözleme göre, alkol almadığım zaman elimin titremesi artıyor., dışarıdaysam hemen eve dönmek istiyorum. Hatta kimi zaman alkol aldığım halde elimin titremesi geçmiyor, ancak eve dönünce rahatlayabiliyorum.
Velhasıl, önce annem aradı. Halimi hatrımı sormak istediğini söylediğinde kan beynime sıçradı. Önemli bir şey var sanmıştım. Her gün arar, her gün... Her gün halimi hatrımı sorar. Çıkıştığım için "Ne zamandır sohbet etmiyoruz ama!" dedi. Her gün konuştuğumuzdan ötürü etmiyoruz sohbet, bu kadar basit.
Ardından babam aradı... "Akşamları Facebook'ta paylaşım yapıyorsun. Okuluna dikkat ediyor musun?"
Evet dikkat ediyorum, gidip geliyorum işte daha ne yapayım?! Tam olarak bunları söylemesem de bunun daha kibarcasını söylemeyi başardım. Ellerim titremeye başladı, başım ağrımaya başladı, gözlerim kanlanıyordu. Uykuma kahvaltıma dikkat etmemi söyleyip kapattı telefonu. Zaten kavgalıydık, sanki harlıyor gibiydi.
Bir mesaj geldi ardından; bir arkadaşım İstanbul'a geliş tarihini yazmıştı. Derste olduğumu düşündüğünden akşam arayacağını söyledi.
Bunların hepsi yaklaşık bir saatlik bir zaman diliminde olmuştu ancak bana bu bir saat; sanki bir dakika gibi geliyordu. Sinirlenmeye başlıyordum ancak ona patlamamalıydım. "Tamam." şeklinde bir cevap attım.
Oyun oynayarak stres atmayı düşündüm, NBA 2K13'te playofflara kadar gelmiştim. İlk tur son ayak maçında (durum 3-3) kuzenim aradı bu sefer. Ne yaptığımı falan sordu. İyiyim falan dedim. Önceki gün görüşmüştük, ne kadar değişebilirdim ki? Onun yanında aldığım ayakkabılarımı giyip giymediğimi sordu, dışarı çıkmadığımı söyledim. Yaklaşık iki dakika boyunca kulağımda telefon, elimde gamepad; neden aradığını söylemesini bekledim. Ablamla buluşacakmış çarşamba günü; beni de davet etti. Tamam ayarlarız, dedim. (Buluşma da iptal oldu bugün, ablamın işi varmış.)
Kapı çaldı. Çıldırmak üzereydim. Eğer bir reklamcı ya da pazarlamacı gelse, bugünün gazetesinin; muhtemelen bugün çıkan Habertürk ya da Hürriyet gazetesinin 3. sayfasında; manşet olurdum. Daha kötüsü geldi... Zile yanlışlıkla basan, alt kata misafirliğe gelen aile. Ekmek bıçağını alıp aşağı indiğimi hayal ettim. Sonunda kendimi ekmek bıçağıyla anında öldüremeyeceğimi düşündüğümden vazgeçtim.
Titremem, başımın ağrısı, dizlerimdeki uyuşukluk, öfkem artmıştı. Yatağa uzandım. Uykum da vardı hafif, yaptığım makarna ağır gelmişti. Biraz Umut Sarıkaya okuyup uyuyakalacağımı düşünürken, telefon çaldı. Yine telefon çaldı. Arayan, İstanbul'a gelecek olan arkadaşımdı. Meşgule alıp uyku halinde olduğumu söyledim.
"Senin neyin var?" dedi.
"Uykum." dedim.
Trip attı, dellendi, çıldırdı, benimle bir daha konuşmak istemediğini söyledi. Uykum kaçtı, keyfim zaten yoktu. Geçtim bilgisayarın başına, gecenin dördüne kadar NBA oynadım. Takımımı şampiyon, kendi karakterimi MVP yaparken bir paket sigara içtim.
Sabah; içmediğim için kendimle gurur duyuyor, bir yandan da benimle bir daha konuşmak istemeyen arkadaşımla nasıl ortak payda bulabileceğimi düşünüyordum. Yeni ayakkabılarımı giydim, güneş gözlüğümü taktım; metrodan çıktığımda beynim o kadar bulanıktı ki, istasyonun ortasında sigara yakmıştım. Bunu fark ettiğimdeyse bozuntuya vermedim. İstasyon çıkışına kadar elimde sigarayla ilerledim. Yeni bir gün başlıyordu, ben içmemeye yine yemin ediyordum ancak akşama doğru fark ettim ki; ne yemin edeceğim lan? Olan karaciğerime olur en fazla. Sikerim böyle hayatı da, çalan telefonu da... 

3 Mart 2013 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 38

Bugün alışveriş yapmaya gittik.
Ben, her ortamda (takım elbise hariç) giydiğim Adidas üç çizgi skate ayakkabılarım perte çıktığı için bir çift ayakkabı aldım. Kuzenlerim ise parfüm baktılar.
Şimdiye kadar parfüme para vermedim hiç. Hep annem aldı. Avon insanlarıyla içli dışlıydı. Oralardan çözüyordu bir şeyler. Ya da yurtdışı dönüşü Free Shop mantığı. Parfüm seçmem, sallamam da, hatta nadiren kullanırım.
Bakıyorduk işte aval aval, Cevahir'de. Erkek kuzenim bir parfümün ismine; "İyiymiş." dedi.
"Aslında var ya, hep böyle manken gibi herifleri kullanıyorlar parfüm reklamlarında, sen de sıkınca onlar gibi olacağını sanıyorsun."dedim.
Güldü.
"Ama onu sıkan da sensin, bunu giyen de sensin. Yani sonuçta sen değişmiyorsun, kullandıkların değişiyor." dedim ve bugünkü yazının temeli oturdu.
Biz alıyoruz, günlerce, aylarca satın alıyoruz. Kol saatleri, tshirt ve sweatshirtler, kazaklar, kot pantolonlar, parfümler, gömlekler, ev için dekoratif aksesuarlar, kocaman televizyonlar, süper düper hızlı bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar... Paran varsa, saçacağın yer çok aslında.
Ancak ne aldığın o MacBook, ne de bayıldığın o blazer ceket seni; senden daha üstün yapıyor. Onları giyinen, kullanan, salonunun ortasına oturtan sensin. Sen sadece tüketicisin, yani enayi. Alışveriş yaparken kendini harika hissediyorsun. Neden? Çünkü harcıyorsun, cebindeki parayı eziyorsun. Yeni'nin tadını alıyorsun. Kokusunu, dokusunu hissediyorsun.
Tüketim çılgınlığına dikkat çekmek değil amacım. Sadece tespit yapmaya çalışıyorum.
Velhasıl; harcamaya devam. Alın verin ekonomiye can verin. Kriz bizi teğet geçsin. Bizse aldığımız her; iki sene sonra çöpün yanına koyacağımız "kalıcı" üründe kendimizi iyi hissedelim.

Enteresan kadınlarla içli dışlı oldum şimdiye kadar. Ancak en garip olan iki tanesi; boş sitelerdeydi. Biri, ailesiyle yaşıyordu ve beni yazlığına götürmüştü. Diğeriyse zaten yazlık sayılabilecek bir sitede yaşıyordu Reşitpaşa'da. İki site de bomboştu. Duygu çok farklıydı o an. Yanındakine mahkumsun. Gidemezsin, araban yok. Kalırken için kötü olur çünkü her an eve birinin gelme ihtimali vardır. Komşu, aile vs... Yanındakine sıkı sıkı sarılırsın işte o zaman. Çünkü balkona her çıktığında, boşluk hissini alırsın. Sonra istersin ki, yanındakiler defolsun gitsin. Tek başına kal o evlerde. Bomboş sitelerde, tek başına; bir hafta geçirmek istersin en az. Kimsenin olmadığı bir yerde, sadece bir hafta yetecek kadar alışverişi yaparak yaşamayı çok isterdim. Bunu yapabileceğim en ideal yerler de hep sitelerdi. Yazlık siteler... Bunu bana teklif edenler de oldu. Saçmaladığımı düşünenler de. Tek ihtiyacım buzdolabının çalışmasını sağlayacak kadar elektrik ve sigaramla mumlarımı yakabileceğim bir çakmak olacaktı. Kabul etmedim. Edemezdim.

O hayalini kurduğum Amerika var ya, yakında o hayal de kül olacak. Sikeyim. İyi geceler.



Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 9 Son Perde

Sahne aldığım bir konsere geldi sadece.
Zaten ben sahnedeyken yoktu, bizden üstte çalan grubu izleyebildi. Bense yoğun alkolün etkisiyle zaten kendi performansım bitince; hızlıca voltamı almıştım.
Ancak karşılaşmalarımız asla bitmeyecekti...
Bu dizinin bir kısmında bahsettiğim bir bar vardı; benim favori barımdı o zamanlar, Thales.
Onunla Thales'te karşılaşmalarımızdan birinde, KafePi'de tanışıp numarasını aldığım Koç Üniversiteli bir kadınla beraberdim. Hiç bir şey yapmak istemiyordum çünkü o benim için yırtınıyordu. Elimi tutmak, bana sarılmak, kucağıma oturmak, dudaklarıma yapışmak istiyordu. Bunu her yaptığında da onu itiyordum. Ben ittikçe, o daha çok istiyordu beni.
O gün de; aynı rutinde devam ediyorduk işte. Gizem sahne alıp da altı sapla benim yanımdaki masaya oturunca, dayanamadım. Koçlu kızın dudaklarına yapıştım. Deliler gibi öpüştük, liseliler gibi yiyiştik. Gizem ve arkadaşları kalkana kadar devam ettik ki bu; yarım saat bile sürmedi.
Yaz geldi.
Ben Mersin'e döndüm. Yaz okulu yapmadım, sadece staj yaptım ve onu da Mersin'de gerçekleştirdim. Kadınlar girip çıktılar hayatıma. Yeni evime taşınmıştım ablamla birlikte, Beşiktaş'ta. Sigarayı bırakmıştım, derslerim iyiye gidiyordu, spor yapıyordum ve bunların hepsi; Gizem'in yokluğunda oluyordu.
İstanbul'a dönüşüm ise sağlamdı. Thales'e gittik. Bir masaya geçtik, arkadaşlarımla. Sadece saplardık ancak sağlam içiyorduk. Üçüncü biranın ardından emindim artık, Gizem; Thales'te çalışmaya başlamıştı. Gerçekliği algılayabilmem için bazen alkole ihtiyacım oluyor, evet. Gizem, bizim masaya bakmaya başladığındaysa topu göğsümde yumuşatıp, vole vurmaya hazırdım.
-Bir tane daha? diye sordu.
-Hayır. Jack Daniel's alayım, bir duble.
-Jack Daniel's yok yalnız bizde.
-O zaman Black Label, dedim tam bir pislik gibi gülümseyerek.
-O da yok yalnız, dedi.
-Ben arkandaki rafta görüyorum bir şişe, dedim.
-Pardon, hemen getiriyorum.
-İki buzlu.
O gün eve gittiğimde ondan mesaj geleceğini aklımın ucundan geçirmezdim açıkçası.
"Birbirimize yaptığımız, ayıp olmuyor mu?"
Biraz konuştuk, ben içmeye devam ederken; internet üzerinden. Beni özlediğini, arkadaşlığımı özlediğini söyledi. Yüzyüze konuşmayı teklif ettim. Kabul etti. Buluştuk, okulda...
-Sigara içeceksen dışarıda oturalım, dedim.
-Fark etmez, dedi.
Dimdik duruyordum, içimden kopup gitmiş kocaman bir kütle vardı ancak böyle durmam gerekiyordu.
-Ne konuşacağız?
-Nasılsın?
-Vallahi sen gittiğinden beri çok iyiyim. Gözetimden çıktım, sigarayı bıraktım. Spora başladım. Her şey yolunda yani.
-Peki.
Toplamda beş dakika bile konuşmadık. Sadece sonunda döndü ve;
-Gitmek istiyorsan seni azat edebilirim, dedi.
Oz dizisindeki Dino Ortolani'nin, eşiyle son görüşmesinin ardından cama iki kez tıklaması aklıma geldi.
-Gerek yok, ben gidiyorum; dedim.
Masaya iki kez tıklattım. Arkamı döndüm gittim. Ardından yaklaşık 4 sene geçti, hiç konuşmadık. Arada arkadaşlarım onu bana anlatıyorlardı. He deyip geçiyordum. Kimler geldi kimler geçti de; ikimiz de hala mezun olamadık. İkimiz de hala okuldayız, ancak artık karşılaşmıyoruz. Rezilliğin doruklarını yalnız yaşamamak güzel hissettiriyor aslında.
Bir yandan da, beşinci bölümden sonra ona yazıyı gönderdim. Bu vesileyle konuştuk sadece. "Kaldır ya da isimleri değiştir!" ihtarı dışında bir diyalog da dönmedi aramızda.

Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 8

Arkadaşlarımla beraber ortalığı yalandan toplamış, eve dönüp sabahın keyfini çıkarmıştım.
Uyandığımda ilk iş Gizem'e nasıl olduğunu sordum. Toparlanmıştı, uyanmıştı. Açtı... Sarıyer'e gidelim, dedim. Yola çıktım. Tam yedide buluşacaktık.
Evimden Sarıyer'e gitmek, arabasızken tam bir belaydı. Ancak doğru saatte doğru yerde olmama rağmen Gizem beni yaklaşık yarım saat bekletmişti. Gizem doğru insan değildi ve bu barizdi; yılın ilk gününe bekletilerek giriyordum ancak kaşımaktan da kendimi alamıyordum. İlla o yarayı kaşıyacaktım.
Yemeklerimizi yiyip dağıldık. Evde, doğru planı yapmaya başladım. Arabası olan bir arkadaşım vardı o zamanlar. Ona, beni ve Gizem'i bir akşam güzel bir manzaraya götürüp götüremeyeceğini sordum. Cevabı netti: "Kapıyı bana açtırmayacaksan problem değil, götürürüm."
Hemen bir şişe viski almaya çıktım. İki bardak hediyeli bir şişe Black Label hazırdı. Bir de Biletix'ten, yakın zamanda gerçekleşebilecek bir Teoman ya da Şebnem Ferah konser bileti araştırdım. Bunları severdi çünkü. Viskiyi içip kelle bir şekilde konsere gitmek uygun olacaktı her şey için. Her şey harika olacaktı hatta.
Ev arkadaşım ara ara gelip şişeyi açmak istiyordu. Ben de uzaklaştırıyordum, bu atakları savuşturuyordum. Ertesi gün, midesi yine bozulduğu için Gizem'in yanına gittim. Yurdunun önünde birer kahve içtik. Sohbet ettik, muhabbet ettik. Vakit geçirdik, sadece yarım saat kadar.
O bile yetiyordu bana, çünkü kördüm.
Eve döndüm, bilgisayarımın başına kuruldum. Human Pets diye bir oyun vardı eskiden, Facebook eklentisiydi. İnsanları alıp satardın; hayvan gibi. Gizem'inse fiyatı deli gibi artmıştı. Çünkü herkes onu almak istiyordu; bense izin vermiyordum. Aynı zamanda herkes beni de almak istiyordu ancak o beni bırakmak istemiyordu oyunda. Birbirimize sahiptik; "soulm8" yazmıştık birbirimize takma isim olarak. (soulmate=ruh ikizi) Kafamızı sikeyim, biz de az salak değilmişiz...
Oyunda biraz vakit geçirdikten sonra MSN'i açtım. Biraz konuştuk, sonra ben FM oynamaya başladım. FM'yi kapatıp masaüstüme dönünce zaten son kale de düştü...
İletisinde şu yazıyordu: "Buldum, buldum! KafePi'deki çocuğu buldum!"
Hemen, ileride yakın arkadaş olacağım bir kadına; beni satın almasını söyledim; Human Pets'te. Akabinde bu yabancı kadın, benim fiyatımı da yükseltti ve Gizem beni satın alamadı. O, kadına neden böyle yaptığını sordu ve bunun tamamen benim kontrolüm dahilinde gerçekleştiğini öğrendi.
O, bunu öğrenene kadar; ben, beni ilk reddettiği zaman içtiğim şişeyi bulup etrafına bir not iliştiriyordum. Az çok; yapmayı planladığım sürprizi, dolu şişeyi içtiğimi, bu boş Black Label şişesinin de önceki kuyruk acımda içtiğim şişe olduğunu anlatmıştım notta.
Oysa direkt sordu; neden?
Her şeyi anlattım. Her şeyi... Arkadaş kalamaz mıyız?
"Hayır kalamayız, bir senem cehennemde geçti seninle arkadaş kalarak; seni kıskanarak."  dedim. Peki şimdi ne olacak, dedi; "birbirimizi görmezden geleceğiz." dedim.
Hakikaten de böyle oldu.
Aylarca ağzımızı açmadık. Ben zaten bambaşka arkadaş ortamlarına giriyor, konserlere çıkıyor ve o konserlere Gizem'in gelmesi için her gün yırtınıyordum. Bir şekilde öğrense ve gelse; Pantera'dan This Love söyleyen beni sahnede görse; gözünün içine baka baka devam etsem; "You keep this love fist, scar, break" şeklinde...

2 Mart 2013 Cumartesi

Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 7

Bir süre devam etti, bu halde. Hesapta arkadaşız ancak benim içim yanıyor tabii... Bekledim, erketeye yattım kısaca. İnsanlar gelip gidecekti, o bu gelip gidenleri görecek ve bana dönecekti. Planım buydu. Ulan ben bu kadını favori barıma götürdüm bir de bu arkadaşlık konumundayken.
Sigara yasağı yoktu o zamanlar. Rahat rahat sigara içilebilen, istediğim her şeyi çalan bir bardı o zamanlar Thales. Tek şubeydi ve tek katlıydı. Onu ve ılıktan hallice arkadaşını bir gün Thales'e götürmüştüm. Sanırım, okul kayıtlarımızın olduğu zamandı.
En sevdiğim iki şarkıyı istemiştim işletmeciden, çalması için. Incubus'tan "Drive" ve Oasis'ten "Wonderwall". Çaldı, sağolsun. O an Gizem'in gözlerinin parlaması, görmeye değerdi. Sadece onu mutlu edebildiğim için, mutlu olmuştum.
Yılbaşı geldi çattı. Yani bizim o boku yememizin üzerinden bir sene geçmişti neredeyse. Yılbaşı partisi düzenliyordu kuzenim. Sevgilisinin evinde düzenlenecek partiye onu davet etmemin tek sebebi; kendisiydi. Ancak onunla birlikte gelecek saplardan haberimiz yoktu o sırada. Yeterli mazotu çantama koydum; onu ve kızlı erkekli arkadaş grubunu kampüsten aldım ve parti evine doğru yola çıktık.
İçtik, içtim, içildi. Saat 12'yi göremeyecek duruma gelmiştim. Sarhoştum, iyiydim, dünya da umrumda değildi; o da... Beraberimde getirdiğim kadınlardan biriyle yatağa girdim. Parti evinin partiye en uzak kısmında içtiğim için; yanıma gelmişti. "Hani eğlenecektik?" diye bağırdı önce. Ben de onu kolundan tuttum; eğlence burada diyerek en yakın odaya götürdüm. Sadece öpüştük. Göğüslerine uzandığımda "Elini çek!" dedi. Elimi çektim, üstüme çıktı, biraz sürtündü ve bir anda durdu; sanırım durduğu an, boşaldığı andı. "Neden durdun?" dedim, "Anlamsız geldi." şeklinde anlamsızca olduğunu düşündüğüm bir cevap verdi. Boşalmıştı. Üstümde gidip gelerek... Aptalca, çocukluk, lanet olası çocukluk.
Bir mesaj geldi...
Gizem'den.
"Sevişiyor musun ne yapıyorsun bilmiyorum ancak içeri gelmeni istiyorum! Hemen!"
İçeri gittim, gömleğimin düğmeleri bile bağlanamamış halde. Odadaki kadınaysa; "Benden beş dakika sonra çık ki, belli olmasın." demiştim.
Gizem...  Lanet olsun ki kusuyordu. Midesini bozmuştu. Önce kendim kustum. Ardından Gizem'i aldım. Önceki kadınla yattığımız odaya ve önceki kadının yanına. İkisinin arasına ben kıvrıldım. Elimde Tansaş poşetleriyle. Buruşuk lanet poşetleri elimde tutarak, Gizem'e yardım etmeye çalışarak geçirdim gecemi. Sordum, bir ihtiyacın var mı cinsinden soruları.
Sabahın altısına kadar uyumadım.
Uyandığımda ise Gizem'in lanet olası arkadaşları "Hadi gidelim!" cinsinden darlıyorlardı onu. İki kadının ortasında uyanmıştım ancak senaryo tam olarak bu değildi. İki kadın da, aynı anda uyandılar ve gittiler.
Yine yalnızdım, ama son kartımı oynamamıştım...

Misantrof

Arkadaşlarım, ailem, kadınlarım var evet.
Bir de kocaman kocaman duvarlarım var; insanlar fark edemese de.
O duvarların içine girmeyi başarmış; çok sevdiğim bir çok insan var, buna da tamam.
Ama dayanamıyorum. İnsanlara, kalabalığa, topluluklara, barlara kafelere kahvaltılara ve tanımadığım herhangi bir insan sürüsüyle aynı atmosferi solumaya...
Hastayım ben. Ruh hastasıyım.
Suratınıza baktığım zaman düşündüğüm iki baskın derya var.
Birincisi, benim yakınlarım ölürken; siz nasıl yaşayabiliyorsunuz? Önce sizin ölmeniz gerekmiyor muydu?
İkincisi, siz kimsiniz? Beni tanıyor musunuz tabii ki hayır da; beni tanımak istediğinize emin misiniz?
Dışarı çıkmıyorum, vazgeçtim artık o işten. Evdeyken neden bu kadar rahat hissettiğimi düşünüyordum günlerdir. Ama bugün onu da çözdüm. İnsanlar üstüme üstüme geliyor, ne zaman eğlenmeye Taksim'e ya da Kadıköy'e gitsem... Götüm götüm ilerleyip bir masaya tünesem de aynı bu; barda otursam da aynı. Çok kalabalıklar, bir zombi sürüsü gibiler. Sadece bana programlanmamışlar; evet ancak ben onların arasında olmamaya programlanmışım işte.
Akşam rezil bir planımız vardı. Kuzenimle dışarı çıkacaktık. Önce Tophane'de bir sanat galerisine, çok yakın bir arkadaşımızın galerisine uğrayacak; ardından da ayı gibi maç izleyecektik. Zaten galeriyi bir kez tavaf etmemiz toplamda on beş dakikayı geçmedi. İkimiz de mühendis adamlarız, işimiz gücümüz olmaz ki soyutla; anlatımla, fotoğrafla...
Maça geçtik, "Aslanım" denilen mekana. Maç dışında zerre çekilebilecek bir yer değildir Aslanım. Yani aranızda kız arkadaşıyla ya da kızlı erkekli arkadaş grubuyla oraya gitmek isteyecek kadar aptal olan varsa; söylesin. Madalya takacağım.
Çıkışta tek amacımız, Nevizade'de bir yerlerde kokoreç yemek; akabinde de bir iki bira içmekti. Lanet olsun.
Aval aval mekan bakınırken ya da garsonla pazarlık yaparken yolu tıkayan mı dersin; yolun ortasında öküz gibi bekleyen mi dersin... Siz bana fazlasınız yahu, gerçekten çok fazlasınız. Ben sizin gibi gece kulübünden önce içmelik yer aramıyorum arkadaşım. Kızlı erkekli arkadaş grubumu "Rakıya gidelim mi?" şeklinde gaza getirmiyorum arkadaşım. Dansöz ya da fasıl ekibi yoksa; herhangi bir meyhaneden voltamı da almıyorum arkadaşım. Benim tek amacım beynimdeki üç beş hücreyi öldürmek ve gecenin sonunda eve dönüp pantolonumla uyumak.
Ancak siz öyle değilsiniz. Her şey sizin için zaten... Fasıl da size geliyor, dansöz de, rakıyla dans ve çektirilen fotoğraflar da... Ben istemiyorum bunları, istemediğim için semtimdem çıkmıyorum işte sikikler! Ben rakı yudumlarken ya da biraya abanırken sohbet etmek istiyorum, sakin müzik istiyorum, Zeki Müren çalsın; dertleneyim istiyorum. Sizse "Nereden kimi kaparız ne yaparız?" derdindesiniz.
Sikeyim sizi.
Ben o üç dubleyi ya da üç litre birayı içmediğimde elim ayağım titriyor. Sizin böyle dertleriniz yok. Siz sigarayı da sadece alkolle bir iki tane içiyorsunuz, "Alkol kullanır mısınız?" sorusuna "Sosyal İçici" cevabı veriyorsunuz, mezenin de en iyisini biliyorsunuz, Irish Pub'ın da müdavimisiniz. Futbol izlemezsiniz ama Liverpool'u desteklersiniz; basketbolla alakanız yoktur ancak NBA Finali için sabahlarsınız (sabah sporunuzdan sonra tabii ki), sadece Facebook ve Twitter'a girmek için Macbook alırsınız ve kadınsanız fularınız, erkekseniz boyna bağlamalık açık pembe renk kazağınız eksik olmaz. Siz kimsiniz ulan? Ne sikime yararsınız?
O taksi dolmuşçu abinin söylediği gibi; "Nefret ediyorum insanlardan!" 


Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 6

Kampüste geçirilen aptalca dakikaların ardından; yurda döndüm. Alkollüydüm, mutluydum ve "yeni bir şeylere yelken açmak üzere" olduğumu hissediyordum. Veya düşünüyordum. Sanıyordum. Bilemiyordum.
Ertesi sabah senaryo bir kez daha terso oldu. İstemiyordu, böyle bir şeyi. "Gizem neden olmaz?" diyorken bile gerekçelerinin yeterli geleceğini biliyordum. "Arkadaşlarım bana ne der?" en mantıklı gerekçe idi.
Saatlerce dil dök, saatlerce konuş ancak kalbini birisi sökmüş olsun. "Al üstüne otur." demeyi de çok isterdim aslında, Gizem'in bu tepkilerinin ardından. Uzun zaman sonra mutlu hissetmiştim; bu bana zaten bol gelen bir histi; ancak Gizem'e dar gelmesi de normaldi. Konuşma faslını atlattık ve "friendzoned" denilen adam bendim. Zaten son "friendzoned" anım da odur. İlk ve son belki de...
Arkadaş kalacağımızı söyledik ancak benim aklım hala ayrı deryalardaydı. Bir şişe viski aldım, Beşiktaş Tansaş'tan. Direktoman ablamın evine gidip içmeye başladım çantamdaki viskiyi, olması gereken yere; masaya koyarak. Sek, buzsuz içiyordum. Ablam geldi; anlattım. Zaten sadece ablama anlattım bu mevzuyu senelerce...
Gizem'e tek bir mesaj gönderdim, "Jack Daniel's yoktu, Black Label içiyorum ben de."
Cevap yazmıştı ancak kayda değer bir şey söylememiş olacak ki, zerre iplememiştim. Ablamdan çıkıp yurda döndüm. Günlerce sadece sigara ve viskiyle kendi kendime yetmeye çalıştım. Sınav, okul, ders umrumda olmayanlardı. Yemek, uyku, spor, banyo keza aynı şekilde.
O haftasonu bir karar verip Yusuf'la Eskişehir'e gittik. Yolda bulduğumuz 50 liranın hepsini alkole yatırdık. Eskişehir'de bir arkadaşımızın evinde kaldık. Ben hastaydım, Yusuf sağlıklıydı, Gizem ise kamera açıyordu bana ve artık duygularımın tekrar "arkadaş" mertebesine eriştiğini düşünüyordu. Erişmemişti. Sağlıklı da değildim.
Deliler gibi öksürdüğümden ötürü; Eskişehir'de gördüğüm ilk eczaneden öksürük şurubu almıştım. Paltomun iç cebine koyup arada bir dikiyordum kafaya şişeyi. Tadı iğrençti. Bekletilmiş çilekli reçele benziyordu içimi.
Döndük Eskişehir'den, tren ile.
Yurda girer girmez ilk işim, bir haftadır ertelediğim şeyleri yapmak; yani traş olup duş almaktı. Traşımı da oldum, duşumu da aldım ve belimde havluyla; aynaya bakıyordum. Saçlarım ıslaktı, sakalım sıfırlanmıştı ve yüzümdeki cerahat dolu sivilceler yerli yerinde duruyordu. Kendime baktım bir müddet daha ve; yeni başlıyordu her şey.
Ancak; kendimi kandırmayı becerebiliyordum sadece. Başlayan bir şey yoktu, her şey daha kötüye gidecekti.

1 Mart 2013 Cuma

Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 5

Otobüse bindik; önce 4 Levent'e; ardından da Taksim'e geçecektik.
Neden böyle bir şey yaptık bilmiyorum ancak boş yer olmasına rağmen otobüsün orta kısmında, ellerimizde tutacaklarla 4 Levent'e varmayı bekliyorduk. Aslında, sarhoş da değildik ancak o zamanlar enerji varmış demek ki bünyede.
4 Levent'ten, Taksim'e doğru yol aldık. Nevizade, Akdeniz; günlerce MSN üzerinden konuştuğumuz o yer: "Akdeniz'deki akvaryumlu katın yanındaki masa." Oturduk, zaten haftaiçiydi ve erken saatlerde gitmiştik. Ardından yine aynı titreşimli, animasyonlu gülücüklü program üzerinden "Jack Daniel's'ı nasıl sevdiğimizden" bahsetmiştik günler önce. Hoş, benim içtiğim JD'nin toplamı bir litre etmezdi; keza onun da... Gerçi yok yahu, ben taşradan geliyordum; ondan daha az içmiş olmam lazımdı. Ama onun da muhtemelen Jack'ten ziyade, vodkalar ve romlar kullanılıyordu içtiği bombastik kokteyllerde. Evet kesinlikle öndeydim.
Neyse, konumuza dönelim. İçtik, ikişer duble Jack; birer buzlu... Ardından biralar; dedim ya, erken gelmiştik. Son metroyu yakalayabilecek kadar erken gelmiştik de denilebilir. Metroya bindik, sanırım şimdiye kadar birlikte çektirdiğimiz ilk ve tek fotoğrafın pozunu verdik. Telefonumun kamerasıyla çekip günlerce baktığım bir pozdu. Vardık... 4 Levent. Dolmuşa bindik, Tarabya yönü. Okulun önünde inersin, güvenlikleri geçersin ancak bitmesini istemezsin. Her şeyi yapabilecek durumdasındır ancak üniversitede, arkadaşlarının önünde bir sürü kadınla öpüşmene rağmen; takometre sadece biri gösteriyordur. Onunla birlikte olmak, sadece Amerikan yarı amateur pornolarda gerçekleşebilecek bir şeydir. Zaten pornografi de amacın değildir.
Güvenlik geçilmişti, Sabahtan beri yaptığımız şeyi yapıyorduk ancak çalıların arkasında. İşemek istediğini söyleyip daha derindeki ağaç ve çalıların arasına girdi. Sadece çimleri uzanmıştım, senelerdir her gün yaptığım gibi, yarını düşünmeden.
Döndü, üzerime çıktı. Ellerim, istemsizce kalçalarındaydı. Kalçaları çok güzel değildi, basenleri hafif kalındı;sadece uzun boyluydu ve harika bir gülümsemesi vardı. Zaten benim bittiğim, onun ölü bakışları, dolgun dudakları ve gülümsemesiydi.
Bir müddet devam ettik, hiç bir hareketim olmadı; Hiç bir ağır hamlem de olmadı. Sadece keyif alıyordum; onu hissetmekten. Neden bilmiyorum, ancak içinde gibi hissettim. Son bir kez öpüştük ve yurtlarımıza doğru "yol aldık."
Devamı? Devamı yarına... Üzgünüm, bu gece yeterli düzeye eriştim.

Taksi dolmuş ilk tecrübe

bugün ilk kez taksi dolmuş yaptım. ankara'dayken bile işime yaramamıştı ancak bugün lazımdı. göztepe'den bağdat caddesi'ne inmeliydim. taksi dolmuşa binen ilk kek ben olmuştum. "abi sen taksi mi yapıyorsun taksi dolmuş mu?" kardeş biz taksi dolmuş yapıyoruz." "kaç para?" "1.75"
parayı uzattım ve beklemeye başladık. arkanın üçlenmesi gerekiyordu, iki teyze bir dede bindi taksi dolmuşa. önce yaklaşık otuz saniye kadar kim önce inecek, kim sağ kapıya en yakın oturmalı üzerine bir oturum gerçekleştirdiler. ardından dede en sola geçmişti en son ineceği için, iki teyze ise ortasahanın ortası ve sağ kanadında konumlanmışlardı.
teyzelerden biri indi ve ilk fireyi verdik. ardından ikinci teyze de "müsait bir yerde"dediği an taksicinin çilesi başladı ki emin olun dostlarım; o taksici orada Taxi Driver filmindeki Robert De Niro'ya bağlasa yeridir. Dede, önce kapıyı açmaya çalıştı. Kapıyı açmak için tuttuğu minik koldan parmaklarıyla kuvvet uygulayarak; klik sesinden sonra kapıyı açma çabasına devam ediyordu. taksici "hayırdır dayı?" diyince; "ceket sıkıştı benim ben onu kurtaracağım." dedi; dede. akabinde taksici içinden sağlam bir "la havle"çektikten sonra dikiz aynasından dedeye baktı. ben de baktım. dede; cekedini kurtardığı anda arkamızda kornalar başlamıştı. dedeye dönüp baktık; dede ise "ben burada ineceğim." dedi ve ikinci "la havle" döküldü taksicinin dudaklarından. işin en bomba kısmı ise; dedenin otuz saniye boyunca inememesi ve arkadan gelen korna seslerinin (araba çekici, trafik şube vs) taksiciyi çıldırtmasıydı. dede indi, kapıyı kapattı ve taksici; misantroflukta önemli bir cümle olan o sözleri döküverdi: "insanlardan nefret ediyorum."