Google+ boş mideye iki duble viski: Ekim 2013

30 Ekim 2013 Çarşamba

Dishonored Üzerine...

Elder Scrolls: Oblivion ve Skyrim'i çok sevmiştim. Hikayesi olan oyunlar her zaman ilgimi çekti çünkü. Senaryo güzel olsun, oynanabilirlik ve grafikler bir o kadar kötü olsun, yine sonunu heyecanla beklediğimden dayanamam ve oynarım.
İyi bir oyuncu olduğum söylenemez. "Gamer"lardan değilim daha doğrusu. Uzun zamandır oynadığım seriler vardır sadece, bir de uzun zamandır takip ettiğim oyun yapım şirketleri... Bethesda'dan çıkan Dishonored'ı duyduğumda, fikirden etkilenmesem de; farklı bir atmosferde geçiyor olmasından ve "intikam" parolasıyla çıkmasından çok etkilenmiştim.
İlk oyunu toplam bir ayda bitirdim. Çünkü hiç bitmesin istiyordum. Her gün azar azar oynuyordum. Corvo... Ülkesinin veba salgını çöken şehirlerini "yaktırmak" istemeyen bir kraliçenin koruması. Düşmansa kraliçenin parlamentosundaki isimler... Daud'un liderlik ettiği suikastçiler, kraliçeyi öldürür ve prensesi, parlamento üyelerine teslim eder. Suç, canlandırdığımız Corvo'nun üstüne kalır.
Corvo'ya, idamından bir gece önce bir amiral ve bir diplomat yardım eli uzatır. Corvo, intikamını alır. Emily, yani prenses ise iktidar olamaz. Çünkü amiral ve diplomat, Emily'yi hapsedip; iktidar hırslarının peşinden giderken, Corvo'yu zehirlerler. Ancak Corvo'yu tüm görevlerine götüren kayıkçı (ki kayıkçıyı fazlasıyla Charon'a benzetmişler) zehri gereken orandan daha az vermiştir. Corvo, Emily'yi tahta çıkarır, ilk oyun biter.
Buraya kadar her şey standart ya da kafa karıştırıcı gelebilir. Ancak buradan sonrası, yani kraliçenin katilini oynadığımız ek paketler ise benim içselleştirdiğim oyunlar oldu.
İlk ek paket, yani ikinci oyun şöyle başlıyordu...
[Duyduklarımı direkt yazdım ve tercüme ettim.] 
" I've killed nobles before. Why should an empress be different? For six months, the city had changed. For six months, I've tried to forget what I did to the empress, and her little girl. Whatever doom was coming, I deserved it. But not yet..."

"Daha önce de soyluları öldürdüm. Neden bir imparatoriçe farklı olsundu? Altı ay boyunca, şehir değişti. Altı ay boyunca, imparatoriçeye ve küçük kızına yaptığımı unutmaya çalıştım. Hangi lanet bana biçildiyse, hak etmiştim. Ama henüz değil..."

Daud'un amacı intikam almak değil, kötü karmasını düzeltmektir kısaca. Bu amaçla yaptığı bir dizi suikastin sonunda, Daud'un ve  ekibinin saklandığı bölgeye bir dizi saldırı düzenlenir ancak saldırılar hep, ekibin en zayıf elemanları bölgedeyken gerçekleşir. Daud, bir köstebekten şüphelenmektedir. Son saldırının olduğu gün, Daud; bölgesinde kalacağını ekibi dahil kimseye söylemez ve saldırıyı kendi başına savuşturur. Yaşayan ve kanlı bir sorgudan geçen saldırganlar, ihanet eden kişinin ismini söylemezler. Bir anda, Daud ve Corvo ile aynı dövmeyi taşıyan, onların doğaüstü güçlerini kullanabilen birini görürüz sahnede. Kahkaha atan bir kadın... Daud'un en iyi öğrencisini, küçüklükten beri yetiştirdiği kadını gösteriyordur. İhanet eden odur. Son düello yapılır... 

Üçüncü oyun, daha doğrusu beni bu kadar derinden etkileyen ve yazmaya teşvik eden oyunda ise düşman; az önce bahsettiğim kahkaha atan kadın ve çetesidir. Üyeleri kadınlardan oluşan çeteyi çökertmek şart olmuştur. Kadın, bir cadıdır ve oyunun finalinde cadının amacını öğreniriz.
Üç oyunu size anlatmamın sebebi tam olarak bu işte. Kadının amacı ve kendimle daha fazla özdeşleştirdiğim Daud... Çünkü cadı, prenses Emily'nin aklına girip imparatorluğu yönetmek adına kara büyü kullanmaktaydı. Daud, hatta Daud değil; ben, cadının planını öğrendiğimde; onu durdurmak için elimden geleni yaptım. Onunla dünyada değil, sol elimdeki dövmeyi elde ettiğim yerde, bana güçlerimi kazandıran The Outsider'la tanıştığım yerde, bir paralel evrende çarpıştım. Kılıcımı önce karnına, sonra boğazına sapladım. Onu öldürdüğümde, The Outsider bana sesleniyordu...
"Herkes seni, kraliçenin katili olarak hatırlayacak. Kimse, prenses Emily'yi kara büyüden kurtaran adam olduğunu; kendinden birini, bir seçilmiş kişiyi alt edebilecek kadar büyük olduğunu bilmeyecek."



22 Ekim 2013 Salı

Düşkün değil, düşmüşün anıları 4

Biriyle beraberdim. Adı konulmayacak cinsten, aptal bir ilişkimiz vardı. Burayı okuyup, bana ulaşmıştı. Görüştüğümüz gece sevişmiştik. İyi bir yazar olduğumu söylerken gözlerini kısıyor, bu kadar muhabbet etmeyeceğimi tahmin ettiğini söylediğinde ise arkaya yaslanıp sigarasından bir nefes alıyordu. Bunu, görüştüğümüz gece defalarca tekrarlamıştı; aynı mimik ve jestler, aynı kelimelerle.
Tanışmamızın üzerinden bir süre geçmişti. Kavga, gürültü, inlemeler ile dolu bir süre... Bir pazar akşamı buluşmuştuk. Tavla oynadık, mağlup taraf; galibe dilediği kitabı alacaktı. Kazandım, bir kitapçıya girdik. Chuck Palahniuk'un Choke'unu gördüm, orijinal dilinde. Bunu alacaksın, dedim. Etiketine bile bakmadan "Tamam." dedi.
Aradan uzun zaman geçti, kitabı okuyamadım. Vaktim olmadı ya da önceliklerimin arasında o kitap hatta kitap okumak olamadı bir türlü. "Sana bir daha kitap almayacağım çünkü okumuyorsun." demişti bir anne gibi. Ayrıldık, daha doğrusu görüşmemeye başladık.
Yazın başladım kitaba, araya başka kitaplar girdi bu sefer; geçen hafta bitirebildiğimde orgazmik bir duygu yaşıyordum. Okuduğum en ağır İngilizce kitaplardan biri olmasının yanı sıra, sanki kitabı bitirince onu da bitirmiştim.
Ekşisözlük'e girip, kitabı hediye olarak birine vermek istediğimi yazdım. Bir kadın çıktı önce, muhtemelen yeni üniversiteli; liseyi bitirdiği yaz dövme yaptıran cins. Biraz konuştuk, dün buluşacaktık; "Geliyorum." dediğimde saat akşam yedi idi; cevap verdiğindeyse on. Akabinde salladım onu, tekrar ilan verdim.
Benim için hikayesi olan bir kitap, tabii ki hediyeyi hediye etmek yanlış anlaşılmaya çok müsait; her ne kadar Türkiye'de borcam takası üzerine bir kültür yerleşmiş olsa da. Fakat hafif olmam gerekiyor. Kitaplarımın hepsini Mersin'e gönderdim. Bir daha da bir kitaplık yapacağımı ya da kitap koleksiyonu yapacağımı sanmıyorum. Okuduklarıyla övünen adamlardan değil, yazdıklarıyla övünen adamlardan olmak istiyorumdur belki de, kim bilir...
Dileyen varsa, benim için hikayesi olan bu kitabı, e-mail adresim sağ tarafta yazıyor.
Okuyun, okudukça düşünün. Merak etmeyin, beyniniz kanamaz. 

20 Ekim 2013 Pazar

Düşkün değil, düşmüşün anıları 3

Bu sabah uyandığımda, Koç Üniversitesi'nin dibindeki sitelerden birinde değil de, bana bu denli uzak insanların arasında ne işim olduğunu düşünüyordum. Hepsi zengin çocuklarıydı, Koç Üniversitesi'nden. Dün gece ise hangi marketten, hangi ürünü nasıl çaldıklarını anlatarak bir sidik yarışına girmişlerdi. Diyaloğun seyri bu yönde ilerlerken; önce, aç olduğu için çalmak zorunda kalanları, o tiksinerek baktığınız dilencileri; yolda selpak satan çocukları düşündüm. Ardından Trainspotting'i izleyen herkesin bu hayat tarzına özeniyor olup olmadığına kafa yordum. Bir an eski sevgililerimden Petra geldi aklıma, MySpace'teki fotoğraflarından birinde esrar çekiyordu. Kalın kafalı, iri göğüslü, aptal orospu...
Onlar konuşurken, çözümlemeye çalışıyordum. Mevzu bahis filmleri on altı on yedi yaşında hatmeden bir misantroftum ancak hiçbir zaman herhangi bir "şey" çalmak gibi bir derdim olmamıştı. Zaten uyuşturucuyla da aram yoktur. Zihnimin açık kalması hoşuma gider. Beyin hücrelerimin katilininse alkol olmasını tercih ederim.
Ekşisözlük'teki yüzlerce hatta binlerce uyuşturucu ilintili girdiye bakın arada bir... Kokain kafasından bahseden, bonzaiyi öven, esrar101 dersi verenler... Eminim, hepsi internetin sansürlenmesine, fişlenmeye tepki için yürüdü benim gibi; ancak hiç biri çoluk çocuğun bile rahatlıkla erişebildiği bir platformda yaptıkları bu aptal paylaşım sebebiyle fişlenebileceğinin ya da gençlere kötü örnek olabileceğinin farkında değildi.
İçecek bir dal bile sigara bulamadığım için evde, üstümü giyinip çıktım.
Kendi evime vardığımda, arkama yaslanıp yapmam gereken rutin işleri hallettim. Dişlerini fırçala, internette kullandığın tüm şifreleri değiştir, bir iki sigara iç, duş al... Rahat pazar, bir o kadar da rahatsız.
Değişmeye çalışıyorum. Hatta değişmek için kendimi zorluyorum artık. Karakter değil de, hayat tarzı bakımından son altı ayda kaydettiğim ilerleme ortada. Örneğin dün geceyi (ki cumartesi gecesinden bahsediyoruz) sadece bir yirmilik rakı ve bir birayla geçirdim. Ofisten eve geldiğim zamanlarda artık en fazla dört bira içiyor ve uyuyakalıyorum ki o dört birayı içmem için de ciddi anlamda bir sebebe ihtiyacım oluyor. Özlem, keyiflendirici bir haber, sabah gördüğüm kötü bir rüya ya da hatırladığım -ölü ya da diri-, çevremdeki herhangi biri tetikleyici oluyor.



15 Ekim 2013 Salı

Vazgeçemediğim tek "mekan"

Dünyaya gözlerimi açtığımda buradaydım. Ailemin evi yandığında, buradaydım. (Babam, kundaktan beni kurtarandı derler) Yanan evimizin ardından babaannemin evinde geçirdiğim iki senelik sürgünde de buradaydım.
Uzatmak istesem, uzatırım da; gerek yok.
Yine gidiyorum ben, çünkü sekiz senedir burada değilim. Ailemin yaşadığı; her sene en az bir kez Türk bayrağı yakılan; mekanları haftaiçi blues, haftasonu Türkçe pop çalan; denizine dünya alemi hayran bırakan; beni büyüten kadını, lisedeki tek arkadaşımı gömdüğüm yeri bırakıp gidiyorum ki bu sefer, eminim.
Uzun zaman görüşmeyeceğiz.
İyi bak lan kendine Mersin. Nice herifler, nice kadınlar unuttu seni; ben unutmayacağım.

10 Ekim 2013 Perşembe

Düşkün değil, düşmüşün anıları 2

Dün geceden sonra, bugün daha da emin oldum. Deli kadınlar beni buluyor değil, deli kadınların bulunduğu yerlerde çok fazla bulunuyorum. Aşk ya da ilişki aradığım yok. Geceyi sonlandırabileceğim bir kadın arayışındayım, her gece ki önceki geceyi yalnız geçirmesem bile, sürekli arıyorum. Daha doğrusu aranıyorum.
Ağlamaya başladı... Neden ağladığı konusunda hiç bir fikrim yoktu. Bir kadının ağlaması, belki seneler önce beni duygulandırırdı. Mekandaki diğer kadınlara bakmaya başladım, çünkü gecenin sonunda bir şey olmayacağını baştan belirtmişti, kısa bir diyalog ile.
-Neden benimle buluştun?
-Sabah mutlu uyanırım diye.
-Öyle bir şey olamaz. Reglim.
-Sakso yapabilirsin belki?
-İlk randevuda yapmıyorum onu.
Zorlamadım, ama egosunu yerle bir ettim. Yurtdışında yaşadığı süre içersinde verdiği pornografik pozlardan girip, uyuşturucu bağımlılığından ve aptallığından dem vurdum. Onun gibi, yurtdışında yüksek lisans hayali kuran; onun yerinde olmak için yırtınan insanlardan bahsettim. Baba gibi öğüt vermiyordum, yüzüne karşı gerizekalının teki olduğunu söylüyordum.
Biseksüel bir kadındı, kısa boylu. Biseksüel olmadığını, sadece arayış içersinde olduğunu söyledim. Ağlamaya devam etti. Herkes bize bakıyordu, bense ne onu; ne de herkesin bize bakıyor oluşunu sikliyordum. Ama dayanamadım, neden ağladığını sordum.
"Çünkü benden etkilenmedin, beni hiç sevmedin."
Neden sevecektim ki? BeN zaten kimseyi sevmiyordum. Sevmeye çalıştığımda da ya onun gibi delilere, ya da kariyer hedefleri peşinde koşup giderken yabancılaşan, arkadaşlarına ya da karşı cinse vakit ayıramayan ve sürekli şikayet eden kadınlara rastlıyordum... Dolayısıyla birini insan olarak bile sevmek, yapıma aykırı hale getirmeye çalıştığım yegane şeydi.
Doğrulup, kendime gelmeye çalıştım çünkü bir diğer deliyle, bir diğer barda karşı karşıyaydım. Hesabı ödedik, soldan devam edip eve gitmek istedi. "Sağdan." dedim ve arkama bakmadan yürüdüm. Gelmedi, ağlaya ağlaya evine gitti; ben Turgut Abi'nin yolunu tutarken. Üç shot viskiyi üst üste çaktım, minibüs duraklarına yürümeye başladım.
Telefonum çaldı, "Üzgünüm, yapamazdım." gibi dram dolu aptal bir mesaj yazmış. Telefon açtım, "Senden bi sik olmaz. Bunu bilmen yeterli." dedim. Tekrar özür diledi. Bir daha görüşmeyeceğiz, diyip kapattım telefonu.
Telefonu kapatmamla, yere düşürmem bir oldu. Ellerim titriyordu yine. Son bir ay içinde yere düşürdüğüm sigaranın, sodanın, bira bardağının haddi hesabı yok. Bir de telefon eklendi buna, gider ayak.
Bugün yazarken, aklıma önce 90d göğüsleri, ardından da girdiğimiz bir diğer diyalog geldi.
-Bu kadar şeyi biliyorsun, ilişkilerin ve insanların tüm tepkilerini, reaksiyonlarını ezberlemişsin. Her şey sana oyun gibi geliyor.
-Konunun adı "Oyun" zaten.
-Evet de, mutlu musun?
-Mutluyum, çünkü birine aşık olmaya; birini deliler gibi sevmeye, uyuşturuculara, "Çok para lazım." dedirtecek şeylere ihtiyacım yok. Benim uyuşturucularım belli zaten; güç, kadınlar ve yazmak.
-Peki nasıl anlaşabiliyorsun insanlarla?
-Ağlayan palyaçoyu oynayarak. Onları eğlendirsem ya da etkilesem de, etkilenmiyorum.
En son ne zaman birinden etkilendiğimi düşündüm. Kısa süre önceydi. Harika bir kadındı ama 2. kategoridendi. Kariyer endişesine sahipti, zengin bir ailenin çocuğu olsa da. Gücü seviyordu, benim gibi...

7 Ekim 2013 Pazartesi

Düşkün değil, düşmüşün anıları 1

Uzun zamandır şöyle arkama yaslanıp yazamıyordum. Ya bir bar taburesinde karalıyordum, ya da arkadaşlarımın bilgisayarlarını kullanıyordum, onların evlerindeyken. Bu süreçte elime iki adet bilgisayar geçti. Biri, annemin 2003 yapımı laptopıydı ki ok tuşları bile çalışmıyordu. Çıldırttı beni, kaldırdım bir köşeye. İkincisiyse arada bir yatmasak, ablam diyeceğim bir kadındandı... Netbookunu kullanmadığını söyleyip kısa süreli de olsa işimi görmesi için bana verdi. O bambaşka bir facia zaten. Evdeki modeme bağlanamayan bir aletti. Onu da kaldırıp bir köşeye koydum.
Şirketten bilgisayar almak istemiyordum. Hem eve iş getiriyor olmaktan hoşlanmam, hem de daha ikinci haftanın sonunda "Bana laptop verin, toplantılara masaüstü bilgisayarımı götüremiyorum." diyemezdim. Hoş, toplantı bir kez geçti başımdan. Onda da herkes notebooklarında Outlook'u açmış, toplantı notu tutuyorken; ben annemin hesapta mezuniyet hediyesi cep telefonunu önüme açmış, Evernote üzerinden not tutuyordum. (Lafı geçmişken, Evernote kullanın, kullandırın. Memnun kalmazsanız yüzüme tükürebilirsiniz ki bu beni cinsel yönden tahrik etmiyor. Yüzünüze tükürmek bazen tahrik ediyor.) Velhasıl, toplantılarla ilgili ince bir not daha verelim... Geçen haftasonu, şu herkesin diline pelesenk Moleskin ya da Moleskine not defterlerine baktım, D&R'dan... Biraz daha eski kafa ya da retroyu benimsediğim için, deftere not tutmak daha mantıklı olabilir diye düşünmüştüm. Bu not defterlerine para veren bildiğin gavattır. Herhangi bir yerinde Moleskin ya da Moleskine diye logosu olsa hadi bir nebze, şovunu yapıyorsundur; üstün eli kendinde tutmaya çalışıyorsundur da, hiç bir özelliği yok bunun. Beğenmeyip çıktım zaten dükkandan da...
Teknolojik problemlere çare yine en sevdiğim arkadaşlarımdan biriydi. Özgür, al benim netbooku dedi.
-İyi de sen ne yapacaksın?
-Duruyor zaten evde böyle mal mal.
-Oğlum ben netbook sevmiyorum, bir boka yaramıyor.
-Yok, yani iki sene önce en iyi netbooktu bu. Ben de iyisinden alırsam, laptop gibi çalışır diye düşünmüştüm.
-Sonuç?
-Çalışmadı.
-Neyse, sağol. En azından klavyesi çalışıyor.
Hakikaten de canavar gibi çalışıyor alet. Sağolsun, onun sayesinde büyük bir eksikliğimi kısa süreliğine de olsa giderdim. İçmeyi, yazmayı, gidenlerin arkasından keyfe keder takılmayı, dibe vurmayı çok özlemişim. Hoş, dibe vurulacak bir pozisyonum da olmuyor özellikle haftaiçi. Ancak şu açtığım bir iki bira (evet, alkolü bayağı azalttım) ve yazdığım bir iki satır o kadar iyi geliyor ki; bu hissi anlatamam. Ya da anlatabilirim belki de... Orgazm sigarası, ama yalnız içilen orgazm sigarası. Kadın; tuvalette makyajını yeniliyor, genital bölgesini temizliyordur; hava hafif serindir, üzerinde sadece bir pike vardır, bir sigara yakar arkana yaslanırsın ya; işte onu hissediyorum, böyle yazarken.
Çok paslanmışım. Eskiden tarz ne olursa olsun; yardırırdım. Şimdi ne; anılarımdan oluşan İngilizce kitabım için, ne Zamparanın Seyir Defteri için, ne de Koza Dergi için (bilin bakalım geçen sayıda hangi yazıyı yazdım ben?) bir şeyler yazabiliyorum. Mal gibi ekrana kilitleniyorum, sayfalarca yazamıyorum.
Belki hala kendimi yeterince benimsemiyorumdur, bilemem. Yıllar önce "Erkekler inşa etsin, reklam ve pazarlamayı kadınlar halleder." demiştim. Bu lafı yediğim için içerliyorumdur belki. Bir yandan da, kendimi çok kaptırdım sanırım. Önceki ofisimde bir kalem bile bırakmamıştım çekmeceme; bugünse gittim diş fırçamı, deodorantımı, kulaklıklarımı bıraktım ofiste.

Geriye sarmak istedim bir defa... Annem, İstanbul'da rezil olan hava sebebiyle kışlıklarımı göndermişti. Onları birer birer evimdeki dolaba yerleştirirken, ağzımda bir sigara, elimde bir bira şişesiyle; topladığım veya kaldırdığım şeylerin kıyafetlerim değil, hayallerim olduğunu fark ettim. İçim cız etti. Tüm kadınlarımı düşündüm, tüm "Defol" ile biten cümleleri düşündüm, tüm tek başıma demlenişlerimi düşündüm. Canım yandı.
Bir kez daha sarmak istedim geriye... Her şey boka sürüklenmişken, bir anda karşıma çıkan efsanevi işi düşündüm. Girdiğim iki mülakatı, neden sıçıp sıvadığımı düşündüm. Neden işi alamamış olduğuma kafayı taktım biraz. Aynaya baktım. Beyaz saçlarımı gördüm.
Tutunmaya çalışıyoruz işte, hayata; bir şekilde. Şu halimle gidip bir dergide yazar olamayacağım belli, ki yazar olmak isteyeceğim dergilerde de üslup ya da içerikten dolayı editörlerle sürekli kapışacağım bariz iken; olabilecek en iyi şey gerçekleşti. Buruk bir şekilde olsa da, sırtım duvardaydı ve kaçacak yerim yoktu. Son bir kroşeyi de böyle çaktım işte...

1 Ekim 2013 Salı

Evsizin karaladığı bar peçetesi 8

Yaklaşık bir haftadır işsiz değilim. Aslına bakarsanız yaptığım iş veya girdiğim sektör, ruhumu sattığım anlamına da geliyor olabilir. Metin yazarıyım artık ben, her ne kadar “title”ımda “Social Media Specialist” yazıyor olsa da… Tiksiniyorum bu ünvandan. Eski kafa, Don Draper; Roger Dodger vb bir sıfata sahip olmayı yeğlediğim için herkese metin yazarı olduğumu söylüyorum. Aslında yazdığım metinler kısa kısa, aldatan sevgilinizin penis boyundan bile kısa. Sosyal medya işte… Ne beklediysem…
Ama keyif de alıyorum garip bir biçimde. Fikir üretmek, öğrenmek, kapmak, hoşuma gidiyor. Altımda çalışan biri yok, üstümde bir yöneticim var. Yanımdaysa bir tasarımcı… Boyuna metin yazıyorum alternatiflerle dolu. Müşteri ya da yönetici hangisini seçerse onu kullanıyoruz falan filan. Rahat, dişilerle dolu bir çalışma ortamım var. Her sabah, bu sene CNBCe’nin Mad Men teaserında dönen parçayı dinliyorum. (Parçanın ismini merak edenler için, bir ipucu: Ella King, sanatçının ismi.)
Bir masaüstü bilgisayar verdiler bana. Sanırım kullanıp sattığım masaüstü bilgisayarın özelliklerinden daha sağlam özelliklere sahip. Sabahtan akşama o bilgisayarın karşısında, metin yazıyorum işte. Kimi zaman yazdıklarım beğeniliyor, kimi zaman yöneticimden fırça yiyorum. Eminim ki, çalışmaya stajyer olarak başlasam daha mutlu olur ve hiç para kazanamazdım. Ancak, para da gerekiyor işte bir yerde. Çalışmanın karşılığını almaktan öte, kişisel hayatımda kullanabileceğim bir bilgisayarın olmaması, ödemem gereken borçlarım, yatağa alkolsüz girmek istemiyor oluşum; parayı önemli kılan üç etmen. Geri kalanını at çöpe… Biliyorsunuzdur, burayı uzun zamandır takip ediyorsanız. Ne bir spor araba, ne de Reina’da loca gibi hayallerim oldu. Bunlar, hayal gücümün ya da maddi durumumun ötesinde olmadı hiçbir zaman. Fakat Pazar kahvaltılarında sırtıma atacağım üç haneli fiyata sahip kazaktan; lack sehpadan, LED televizyondan ziyade, her gece içebileceğim kadar param olması yeter bana. Çok çok lükse girecek olursak da, bahçeli bir ev olurdu en büyük dileğim. Komşudan ve şehirden uzak, bir bahçeli ev ve bir köpek.
Belki onun da zamanı gelir, bilemeyiz. Ancak bilebildiğim tek bir şey var ki; ısınma turlarındayım. Kazanacağımı hissediyorum artık. Evsiz, işsiz, beş parasız bir adamdan; aklınıza gelmeyecek şirketlerin yöneticilerine ulaşan ve onları etkilemeye başaran bir adama doğru evrileceğim. Çömezlik dönemimde olduğum için; yaklaşımım da gayet basit. Her dakika açık olan algım yok. Her an verdiğim hazır cevaplar yok. Sözümü sakınmamam yok. Çıldırmalarım yok. Çıldırtacak yaklaşımlar da yok neyse ki… Biraz daha geride tutuyorum kendimi ancak oyundan öğrendiğim şeyleri uygulamaya yavaş yavaş başlıyorum. Zaten sinmeye ne kadar tahammülüm olduğu da belli. Adım adım, tıpkı dışarıda tanışıp; reddedildikten sonra zehri içlerine saldığım kadınlarda olduğu gibi; adım adım…
Evsiz de değilim, işsiz de değilim. Meteliğe kurşun atma dönemlerini de yavaş yavaş atlatacağım; eminim. Yalnızlık baki kalacak büyük ihtimalle fakat, bu her sabah işe giderken hissettiğim hevesi engellemeyecek, ileride ciddi anlamda bir metin yazarı olacağım gerçeğini değiştiremeyecek, gittiğim her yerde; kadınlarla konuşmaya başladığım her sette insanların “Oha, nasıl yaptı lan?” demesini engelleyemeyecek.
Bitirelim. Günlüğe çevirdim zaten blogu…
“Can you feel the new day rising?”

Not: Canımı yakan kadınlar ile ilgili hikayeleri ayrıntılarıyla burada paylaşmaya devam edeceğim. Fakat duyurusunu yaptığım blog “Zamparanın Seyir Defteri” de taşındı. http://zamparaninseyirdefteri.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz. Kadınlar konusunda tecrübe ve tavsiye için wingim Oscar’ın twitter adresi: http://twitter.com/OscarBlackZSD benim sadece kadınlar üzerine tavsiyeler paylaştığım twitter adresim: http://twitter.com/mattdempseyzsd