Google+ boş mideye iki duble viski: 2012

31 Aralık 2012 Pazartesi

2012 Almanağı 2. Bölüm

Yılın İşsizi: Ercan
Yılın Uzakta Olanı: Cansu
Yılın TV Adamı: Mesut Yar
Yılın Spor Yorumcusu: Mehmet Demirkol
Yılın Yerli Filmi: Berlin Kaplanı
Yılın Türk Basketbolcusu: Mehmet Okur (Güle güle koca adam)
Yılın Yabancı Basketbolcusu: Kevin Durant
Yılın Futbol Koçu: Fatih Terim
Yılın Basketbol Koçu: Ergin Ataman plase: Oktay Mahmuti
Yılın Yabancı Futbol Koçu: Di Matteo

Yılın Vahşeti: İzmir'deki kedi vahşeti
Yılın Türk Dizisi: İşler Güçler
Yılın Trollü: s0luk ultrabookova https://twitter.com/s0lukciyerli
Yılın Tweeti: https://twitter.com/ongunkaratas/status/283973312340717568
Yılın Potu: http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.ru/2012/08/is.html
Yılın Yazısı: http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.ru/2012/11/aksamdan-kalma-tesirli-metropol-notlar.html
Yılın Ayılması: "Sevgilimle beraberken okudum mailini, kes artık."
Yılın Dibi: D'nin "gidişi"
Yılın Kolay Parası: Ekşisözlük'te reklamını yaptığım web sitesi
Yılın Ekşisözlük Girisi: http://beta.eksisozluk.com/entry/24757360
Yılın Tatili: Mersin
Yılın Boktan Tatili: Manavgat
Yılın Yabancı Şarkısı: Paul Brady & The Forest Rangers - Gimme Shelter

Yılın Yerli Şarkısı: Dengesiz Herifler - Her Gün İçeceğim
Yılın Sıfatı: Ilık Plase: Murtaza
Yılın Ölen Ünlüsü: Neşet Ertaş (yalan dünya...)
Yılın Sosyal Medya Sitesi: Saçmalamayın lan.
Yılın Politikacısı: Hadi oradan.
Yılın Güldüren Politikacısı: Sırrı Süreyya Önder - http://www.youtube.com/watch?v=QOu0R9rJ0CQ
Yılın Ağlatan Politikacısı: (Aslen güldürerek ağlatan ahah) Musa Çam - http://www.youtube.com/watch?v=-CJNmrcTJVM
Yılın Düşündüreni: George Carlin
Yılın Stand Up Komedyeni: Louis C.K.
Yılın Ağlatan Videosu: Eski Açık Sarı Desene Plase: Opie'nin Ölümü
Yılın Bilgisayar Programı: Adobe Premiere Pro
Yılın Oyunu: The Elder Scrolls V : Skyrim (Ömrümü yedin ulan ömrümü!)
Yılın Coverı: The Gutter Twins - St. James Infirmary

Sonuç olarak, 2012'yi de geride bıraktık. Benim için çok farklı bir yıl değildi. Ancak hepinize yeni yılınızda sağlık, sıhhat... He sağlık, he sıhhat; geberip gidin. Zaten her gün ölmüyor muyuz?
Ancak şimdiye kadar etrafımda olan değil de; düştüğüm zaman elini uzatan herkese bir mesajım var. Burada kalın, lütfen. Bunu belirtmekten çekinsem de, kalın. Hatta bunun tersini iddia etsem de; siz varken daha iyiyim ben. Anlaştık?

30 Aralık 2012 Pazar

2012 Almanağı

Yılın Olayı: 3lü başarısı
Yılın Sportif Olayı: Galatasaray'ın Kadıköy şampiyonluğu
Yılın Üzen Olayı: Okulun uzaması
Yılın Toplumsal Bazda Üzen Olayı: Dünya çapında ortalama iq'nun düşmesi
Yılın Kaybı: Lisedeki tek arkadaşımın intiharı
Yılın Rahatlaması: Mersin'de, havuzbaşında yuvarlanan biralar (Kıvo, Mert, Beril'e selamlar)
Yılın Adamı: Babam, mansiyon: Mark Lanegan
Yılın Kadını: Annem, mansiyon: Ablam
Yılın Yabancısı: Nadine, mansiyon: Sydney
Yılın Hayal Kırıklığı: DJ olarak çaldığım bardan kovulmam (iki ayrı bar, toplam iki kez)
Yılın Başarısı: Roaccutane tedavisinin bitimi
Yılın Başarısızlığı: Sigarayı bırakamamam
Yılın Dizisi: Sons Of Anarchy
Yılın Gideni: Selçuk (iyi bak lan kendine!)
Yılın Geleni: Mert
Yılın Malı: Fakültenin yüzde doksan dokuzu
Yılın Arkadaşı(Erkekler kategorisi): Reha
Yılın Arkadaşı(Kadınlar kategorisi): Buse
Yılın Videosu: Sönmez, Karacahil'e Giydiriyor
Yılın Yabancı Grubu: The Afghan Whigs
Yılın Yerli Grubu: Dengesiz Herifler
Yılın Filmi: Batman: Dark Knight Rises
Yılın Partisi: İki kadını birbirine düşürdüğüm, Thales Room gecesi, eheh.
Yılın Barı: Rocknrolla
Yılın Meyhanesi: 1923 Fulya Balıkevi
Yılın Atarı: "Onu niye çağırdın, bunu niye çağırdın?" diye soran arkadaşıma; "Sizi zorla getirmedim, isteyen gidebilir."
Yılın Radyosu: Roadhouse (http://roadhouse.caster.fm)
Yılın En Boş Hevesi: Karasal radyolarda çalma hevesi
Yılın Futbolcusu: Selçuk İnan
Yılın Yabancı Futbolcusu: Manuel Fernandes
Yılın Hocası: Jazz dinleyen aslan, hocaların hocası
Yılın Asistanı. Fort


Akşamdan kalma tesirli metropol notları 20

Çok arkadaşım yok. Seçici olduğum değil, ancak deli olduğum söylenebilir. Eh, herkes istemez delilerin etrafında dizilmeyi. Dolayısıyla arkadaşlarım da fazlasıyla arıza, benim gibi. Ancak en azından sorgulayan, araştırabilen adamlar. Araştırdıkları şeyler bomboş olsa da, kesin yargıya çabuk ulaşmadıkları için; aramızda dağlar kadar fark varken bile iyi anlaşabiliyoruz.

Farklılıklarımız bir kültür mozaiği yaratıyor, gibi "ılık" bir ifade değil bu. Mozik falan olduğumuz yok. Sadece geyikteyiz genellikle. Ancak "iyi gün dostu" gibi de değiliz. Kaç kez hamallık yaptığımızı, birbirimizin amele işine koştuğumuzu bilirim.

Bugün bir tanesi sevgilisinden ayrıldı. Ağır tabii onun için. Fazla ağır hatta. E "Olacağı varmış kanka..." diyecek halimiz yok. "Buyur gel." dedim. "Yanımda Dumrul var." dedi. "O da gelsin." dedim. Bakarız makarız, biraz yokuş yaptı.

Aradan beş on dakika geçti. "Geliyor musunuz yani şimdi?" dediğimde "ılık" olmadığını bir kez daha kanıtladı. "Dolaba buz koy." Koymam mı ulan buz, itin olsun senin buz. Bir büyük şişe vodka almışlar. Dadandık...

Ancak arkadaşımın geçtiği süreç, benim de yakın zamanda içinden değil de; teğet olarak atlattığım bir süreç vardı. "Sevgililik müessesesi." Ucundan atlatmadan önce sormuştum; "Neden sevgili yapıyorsunuz lan? Niye başınızın ağrıyacağını bile bile ilişkiye başlıyorsunuz? Aklım fikrim almıyor..." Gerçekten de almıyordu. Ben, sadece birlikte olduğum kadınların, veya beni "arkadaş" olarak gören ancak sahiplenen ve başkasıyla birlikte olmam fikrinden nefret eden kadınların dizginleri ellerinde tutma çabalarına bile gelemiyorum. "Neden sevgili olayım ki biriyle?" diye düşünüyorum.

Aranızdan bazıları çıkacak ve "Sevince güzeldir her şey." gibi saçma sapan bir sav atacaktır.

Sevin, sevmeyin demiyorum ancak biliyorsunuz sonunda kan, ter ve gözyaşıyla biteceğinizi. Biraz hafiften alın, uzun zamandır yalnız olduğunuz için saçma sapan bir karar vermeyin. Olur mu? Basit bir denklem, standart bir mekanizma.

İyi geceler ve iyi yıllar.

http://www.youtube.com/watch?v=mQVmqGdkmHY

24 Aralık 2012 Pazartesi

Yeni nesle öğütler

Konsantrasyon günümüzün en büyük problemi.
Gelecek kaygısıyla birlikte en büyük problemi diyelim.
Eğer ki herhangi bir mühendislik bölümünde öğrenciyseniz, birazdan duyacaklarınız ruh sağlığınıza zararlı olabilir. Öncelikle, mezun olduğunuz bölümden; hiç bir sik bilmeden mezun olacaksınız ve buna rağmen, en az 2000 lira maaşla işe başlayacağınızı sanacaksınız. Özgeçmişinizde yazan "Stajlar" kısmının işvereninizin gözünü boyayacağını düşüneceksiniz ancak hayır. Bunu iyi dinleyin. "Kimse sizi sikine takmıyor!"
Yüksek lisansa koşacaksınız ve bunun için birincil olarak seçtiğiniz ülke Amerika Birleşik Devletleri. Amerika'nın "ucuz yollu" devlet üniversiteleri sizi bok diye sıçmaz, bunu bilin. Zira iş tecrübesine sahip olmadan "İşletme Masterı" yapamıyorsunuz oralarda. Minimum iş tecrübesi olarak da iki seneye ihtiyacınız var. Kısacası, kafasını alırsınız. Ha eğer paranız varsa, sadece Amerika'da değil, dünyanın her yerinde yüksek lisans yapabilirsiniz.
Gelgelelim, hiç birinizi sağlam bir gelecek beklemiyor; burada anlaşalım.
Evlilik düşünen olabilir aranızdan. Veya uzun süreli ilişki vs... Siz o ilişkiyi askerdeyken yaşayın bir de. Sevgiliniz muhtemelen gidişinizin ikinci haftasında Beyoğlu'nun sikik bir barında sikik bir adamla tanışacak, onunla yatacak; ardından o adamın yüzüne bakmayacak(evet o adam bendim çoğu zaman) ve çarşı izinlerinizde sizinle buluşacak. Size çok yakın davranacak ve kendinizi harika hissedeceksiniz ancak bu hayatınız boyunca inanmak isteyeceğiniz "en büyük yalan." Dolayısıyla önce mezuniyet, ardından askerlik, sonunda evlilik şeklindeki planlarınızı da bir köşeye fırlatıp atın.
Neden bu kadar karamsar olduğumu soracak kadar beni tanımayan varsa, bu blogu terk-i diyar eylemenin de bir yolu vardır elbet. Öte yandan, bu soruyu soran kardeşlerimiz çok değil, en fazla beş sene sonra bana hak vereceklerdir.
O düşlediğiniz, televizyonlarda gördüğünüz, takım elbiseler ve "Off trafikten çok sıkıldım!"tweetleri attığınız hayat otuz beşinizden önce size vurmayacak! Anlayın artık... Ne Asmalımescit'te dilediğiniz gibi yiyip içebileceksiniz, ne de film festivallerine toplu bilet alabilecek paranız olacak. Ne olacağını söyleyeyim mi size? Hep bir yerlerden kısmak zorunda kalacaksınız. Kimi zaman teknolojik zevklerinizden, kimi zaman giyim kuşamınızdan, kimi zaman da ailenizden para isteyeceğiniz için gururunuzdan.
Çünkü hayat budur, gerçeklik budur.
Gelgelelim; kendimle ilgili bir iki dipnot geçmeliyim sanırım. Şimdiye kadar aradığı zaman açmadığım çok insan oldu hayatımda kadın ya da erkek. İşte ben yukarıdaki cümleleri kurmaya çalıştığım için, yukarıda yazdıklarımı günler boyunca düşündüğüm için bazen kimseyle konuşmak istemiyorum. Çünkü benim "akıntıya" kendimi kaptırabilecek lüksüm yok, bir an önce bitirmem lazım ve gerekirse binler hanesinde "2" rakamını görmeyen bir işte çalışmaya başlamam lazım. Torpil gibi bir etmeni araya sokmadan mümkünse... Bu yüzden de bazen tepem atıyor, açmıyorum telefonlarınızı. Eğer ki bu sebeple şimdiye kadar bana fitil olduysanız, ya da ifrit olduysanız; bu yazıyı okuyorsunuzdur ve bana hak veriyorsunuzdur. Ancak aynı sebepten benden nefret ediyorsanız ve bunu okumuyorsanız; size herhangi bir şekilde özür borçlu değilim. İyi geceler.

20 Aralık 2012 Perşembe

Ederim bazen şikayet Bölüm: 3 Siktir çeken kadınlar

İlki en basitiydi.
Lise tarzı ilişkiye sahiptik, öpüşemiyorduk bile.
Seks? Ahah o küllüm yok. Ama ona çok bağlıydım. Salvadore Dali gibi ömür boyu mastürbasyon bile yapabilirdim o benimle birlikte olmak istemediği için. Çünkü ilk onda tatmıştım anaçlığı. Deli gibi hastayken ben, eve; yaptığı alışveriş ve yemekle gelmişti. Hayatım boyunca birlikte olduğum en düzgün kadın olabilir. Veya sizin gözünüzde "namuslu..." Surat astığımda, kötü hissettiğimde veya kendimle dalga geçemediğimde, beni en iyi anlayan oydu. Hemen beni bir köşeye çekmeye çalışır ve derdimi sorardı. Bu, "İlişkimizden hoşnut değil misin?" şeklinde bir çıkışma değildi. Onunla iki kez ilişkiye başladık ki ikincisi, hayatımın en iyi zamanını oluşturmuştu. "Gösteri yapmaya çalışan" bir kadın değildi, dışarıdayken elele tutuşmayı severdi ancak kütüphanedeyken bunu yapmak istemezdi mesela. "Rahat dur." derdi gülümseyerek. İyi bir kadındı, hatta, kontrolüm dahilinde ailemle tanıştırdığım tek kadındı. Basit bir sebeple sildi hayatından, maziye -daha büyük- saygısızlık olmasın diye sebebi anlatmayacağım.
Biri daha vardı, aşk üçgenini Barcelona filminden, "Sadece benim" felsefesine çeviren. Tek gecelik ilişkinin en büyük metasından yoksun bir tek gecelik ilişki yaşatmıştı bana. Kullanılmış prezervatifi ağzından bağlayıp klozete atarsın ve sifonu çekersin ya; o "ağzımı bağlamamıştı"; "Ben seni hala arkadaş olarak görüyorum." diyerek. Bir sene boyunca onu beklemiş ve Black Label Society'den "Stillborn" parçasını akustik versiyonuyla dinlemiştim. Sonuç? Hiç bir şey değişmemişti; ve ben bu sefer "Siktir" yiyen değil de, "Siktir" çeken taraf oldum. "Defol git, arkadaş değiliz artık" dedim ağlaya ağlaya... Olmadı, bu aşı tutmadı.
Uzun zaman boyunca kayda değer kimse olmadı, veya burada anlatmak isteyeceğim kadar canımı yakan kimse olmadı belki de. Ha bir Erasmus'lu Polonyalı kadın vardı; hepsi o. Onun da neyini anlatayım ki? Siktir et...
Biri geldi, "Söz bir daha geleceğim." dedi; ciddi bir hastalığı olduğunu öğrendiğimde daha fazla bağlandım ve ağladım. Bir daha gelmedi, hatta gittikten iki hafta sonra bana "Ben başka birinden hoşlanıyorum, uzaktan yürütemeyiz." dedi.
Biri geldi, üç ay kaldı ve iz bıraktı. Çoktan üstünü dövmeyle kapattım o izin ama blogun omurgasını oluşturdu. Daha fazla da ondan bahsetmek yersiz. Sadık bir okuyucuysanız onun için yazdığım onlarca "beyin kemirgeni"ni okumuşsunuzdur. Haklıydı, tıpkı çoğu diğeri gibi...
"O oldu, bu oldu" veya "Öyle oldu, böyle oldu" diyerek ayrıntılarla anlatmak sıkar sizi; farkındayım. Genelde bu yüzden ilk maddeyi uzun uzun anlatır, iki ve üçte vites düşürürüm. Ama ne yapabilirdim ki? Ben, "Terrible Tommy" idim. Olaylar kontrolüm haricinde gelişirken, ben aval aval bakardım. "Defol." derlerdi, kapanırdım. "Kal ama arkadaş olarak kal." derlerdi, kabul ederdim.
Dedim ya, ben her türlü sonucu baştan kabullenirdim. Yapısal olarak psikolojimin ağzına sıçan sebeplerden biri de buydu.
Belki iğrenç öğrenim hayatımda kayda değer bir şey yapmadım, ne bileyim okulu aktivistlikle ya da çalışarak ya da sağ-sol meselelerinin içinde uzatmadım. Fakat sebeplerim vardı, mikro sosyolojik cinsten... Kim takar ki?
NOT: Bu yazıyı ayrıntılarla süsleye süsleye, şişire şişire kırk bin karakterle de yazabilirdim. Ancak, söz verdik bir kere; bu denli derinleri kurcalayıp; "seks" bloglarından biri olmayacağımıza... 

Ederim bazen şikayet Bölüm: 2 Ölüm nedir, niye gerçekleşir?

Serinin ilk yazısında yazmam gereken şeyi şimdiden yazayım iyisi mi...
"Mağlubiyete mazeret arayan teknik adam gibi hissediyorum." başladığımdan beri. Evet, mazeret arıyorum. Mazeretim var mı? Fazlasıyla... Ama neden, "Gerekirse hakemi de yeneceksin!" diyemiyorum uzun zamandır, bilmem.

Aslında buraya yazacağım her şeyi, birebir aileme anlatsam; şu an iki haftada bir, özel bir psikoloji kliniğine gidiyordum, okulu dondurmuştum, Mersin'de ana kucağındaydım. Belki de bu yüzden yazmaya, anlatmaya bu denli hevesliyim son dakika golünü yedikten sonra.
Serinin başında demiştik, farklı farklı konulardan bahsedilecek diye... Ölümle başlayalım, olur mu?

Okuduğum zamanlarda, veya okula gittiğim zamanlarda; çok olmamıştı. Bir elin parmaklarını geçmez gerçekten -hissettiklerimin- sayısı. Çünkü alışkındım, her ölüm; erken ölümdü.  Ama o erken ölümlerin, bazısı bir surat asıklığı ve üç gecelik anma töreninden ibaretken, bazısı kahraman olmaya çalışan bir ruh hastasının gözyaşlarıyla son bulur, kontrolü dışında gerçekleşenlerden dolayı karnından; bir gaspçı tarafından defalarca bıçaklanmış hissi bırakırdı onda.
Onu, o halde gördüğümde bile; zorluyordu nefesini. Bilinci kayıptı, ona bakan Türkmenistanlı kadın bile gözyaşı döküyordu halini gördükçe. Utanç verici durumlara şahitlik etmişti o kadın. Kocaman bebek bezlerini, altına kaçırdığı için kıçına bağlayandı. Zar zor yemek yedirmişti. Nefret edilecek bir işti bu, evet. Ancak babaannem, yalnız ölmeyecekti. Huzurevi, ailemizin kültüründe yoktu. İyi ki de yoktu...
Aranızda memur çocuğu var mı? Hani şu, babaannesinin evinde büyüyenlerden? Dedemi çok erken kaybetmiştim. Babaannemse, "Ben kendimi bildim bileli böyle" idi. Büyüttü, besledi, bıkmadı... Bilinci kayıp, ne bahsettiğinden haberi yokken bile; nefes almakta güçlük çekerken bile o kanepede uzanmış; halama emir veriyordu. "Çocuklar gelir birazdan, şu arka bahçedeki eriklerden biraz topla. Onlar severler... Hem Mahmut gelecek, o da yer."
Rezil bir haldeydi, duygularımı gizlemiştim. Hiç bir şey olmamış gibi davranmıştım herkes ağlarken. Çünkü güçlü durmam gerekiyordu, farkındaydım. Dedemin adını taşıdığım için, beni kocası zannetmişti. Eve döndüm, açtım rakıyı... Ertesi gün çok yakın bir arkadaşımın sevgilisinin doğumgünüydü. Meyhaneye ismimi verip, 20 kişilik masa ayırtmıştı arkadaşım. Akşam yedide buluşacaklardı. Bense dokuza kadar evde rakı içip, ağladım. Gözlerim kan çanağı, ağzımda anason kokusuyla meyhaneye gittim. Girişimle, garsonların "Hoşgeldiniz efendim." demesi bir oldu. Paltomu verdim garsona, arkadaşlarımın yanına geçtim. İçtim, içtim ve içtim... Sonra dışarı çıktım. Ağlamaya başladım, kuzenim ve kuzenimin bir arkadaşı geldi. Onların önünde hüngür hüngür ağlıyordum, çünkü biriktirmiştim; içimde patlatmıştım. "Benim babaannem ölemez ya!" diye inlettim Mecidiyeköy'ün ara sokaklarını. Gözyaşlarımı sildim, biraz daha eğleniyor taklidi yaptım. Ölü gibi döndüm eve, aklımda babaannemin; iki üç güne öleceği gerçeğini bulundurarak. 3 Ocak 2011'de öldü, doyamadığı memleketinin, Mersin'in kurtuluş yıldönümünde... Lanet olası okulumun lanet olası sınavları sebebiyle cenazesine bile gidemedim. Sadece onun bir tespihini, dedemin bir tespihini çaldım halamın evinden. Dedemin tespihini hala sallarım...
Lise zamanlarında eziktim, şimdiki gibi. Çok arkadaşım yoktu, kızlı erkekli bir grubum yoktu. Az çok çalışkan, yakın bir arkadaşım vardı zamanında yine burada; güzel anılarıyla andığım. Doktor olmak istemiyordu, endüstriyel tasarım bölümünde okumak istiyordu. Aile zoruyla Kırıkkale'ye gönderildi, "doktor" olmaya... Dersleri berbattı, yine aile zoruyla annesinin dizinin dibine getirtildi kötü notları sebebiyle, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne. Yüklendiler, yüklendiler; ve bir inşaattan aşağı atlayarak kendi fişini çekti. Ayrıntılarını anlatmak bile istemiyorum. Arkadaşımı kaybetmek başkaydı, çok değil bundan 6 7 sene önceki tek arkadaşımın intihar etmesi bambaşkaydı.
Bir adım daha atmıştım. Ama dedim ya, o başkaydı. O, lisedeki tek arkadaşımdı ve ben; ne kadar büyük bir orospu çocuğu olduğumu fark ettim onu kaybedince. İnsan lisedeki tek arkadaşıyla, üniversiteye girince götü kalktığı için 4 sene boyunca 1 kez mi görüşür? Amına koyayım... Kendime edecek küfür, gözyaşlarım dışında kendimi ifade edebileceğim başka bir yol bilmiyorum.
En vurucu olanlar bunlardı, yoksa çok "güle güle" dedik; gülümseyerek, iyisiyle kötüsüyle değil, sadece iyisiyle anmaya çalıştık çoğunu ama vapur iskelesinde bekleyen bizlerdik, vapurda bekleyen onlardı. Charon'un kayığına çoktan binmişlerdi, bizse ister istemez uzaktan izliyorduk. Son yolculuk, son oyun gibi aptalca klişeleri kullanmak yerine; onlarla yaşadığımız iyi anıları yad ederek, rakı sofralarında sakin sakin içerek. "Üzdün yeter, üstüme varma, soru sorma, biliyorsun... Mazeretim var, boş konuşma, görüyorsun, asabiyim ben."

Çok kısaydı, taslaktı.

Bir arkadaşım, yazdıklarımı okuduktan sonra sormuştu.

-Sen bu kadar karanlık mısın?
-Evet.

Annem, bir gün çok iyi bir adam olacağımı söylediğinde; cevap vermiştim.

-Sanmıyorum.
-Neden?
-Because i'm restless.
Annem, bir üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde Yardımcı Doçent. Dişiyle tırnağıyla kazıyarak buraya geldiğinden ve "restless" yerine Türkçe kelime bulamadığımdan ötürü; İngilizce söyledim cevabı.

Ederim bazen şikayet Bölüm: 1

Dün...
Saat tam olarak sabahın altısında uykuya yaklaşabilmiştim. Uykusuzluğumun iki sebebi vardı; birincisi mezuniyet ve gelecek kaygısı, ikincisiyse içtiğim bir litre filtre kahve ve yarım paket sigara. Çıldırdım, kalktım yataktan. Günler önce geçtiğim odanın bant çekilmiş duvarına baktım. Eski ev arkadaşım tshirtlerini yırtıp, tshirtlerinin logolarını mukavvaya yapıştırmış, odaya o şekilde bir dekor yapmıştı. Giderken götürdü Carcass, Cannibal Corpse logolarına sahip "üç boyutlu posterleri".
Bant lekelerinin her birinin üzerini kapatmıştım, biri dışında.
A4 aradım, bir şeyler karalayıp yapıştıracaktım duvara. A4 yerine yıllar öncesine ait sınav cevap kağıtları çıktı dosyadan... 2010'la beraber sınav cevap kağıtları değişmişti, bu eski tipti. Hesapta biz de bunları fotokopide çoğaltıp kopya çekecektik. Kopya çekmeyi üniversitede yakalandığı ilk denemede bırakan ben; buna aptal gibi inanmıştım. (Sıranın üzerine yazmıştım diferansiyel denklemler dersinden bir sorunun cevabını, şansıma o soru da çıkmamıştı sınavda. Ancak gözetmen, bunu görünce "Sil onları çaktırmadan." demiş; sınav çıkışı da beni yakalamış; "Oğlum, beni iyi dinle, bunlar adamın amına koyarlar. Boş ver uzasın okul, ama kopya deneme asla." demişti.)
Aldım kağıdı, başladım yazmaya.
İsim soyisim, öğrenci no, bölüm kısımlarını doldurduktan sonra; ders adına; "Beni siz çıldırttınız." yazdım. Sıralamaya başladım. Bitirme sunumu yapılana kadar; gideceğim psikiyatri kliniğinin yazacağı reçeteli ilaçlar kullanılmayacak, alkol sadece cumartesi geceleri dışarıda alınacak, evde içki tüketilmeyecek, mastürbasyon; sadece hafta boş geçilirse bir kez yapılabilecek, bağımlılık yapan bilgisayar oyunları oynanmayacak... Sıraladım, sıraladım ve sıraladım. Güzelce yapıştırdım.
Ot gibi yaşayacaktım, kararlıydım. Geç uyanmış olmama rağmen; mutlu gidiyordum okula. Ancak golü kalemde görmem uzak değildi... Tık...
"Ödevi vermedin, bıraktın mı dersi?" diye sordu.
Dört kısa sınavın ikisine girmenin zorunlu olduğu bir dersin ödeviydi. Son hafta sanıyordum teslimini... Kısa sınavların hepsini kaçırmıştım, az buz bir vize notum vardı ve ödev sonucunda hoca karar verecekti finale girip giremeyeceğime.
İlk ödevi yapmıştım, ikinci ödev mafişti... Fişi çektim, tepem attı. Vazgeçmek zorunda kaldım, eve doğru yola çıktım, Dia'ya uğrayıp bir ufak rakı aldım. Çırpınmak yersizdi. Teslim ettim kendimi anasona, üzüme; ve başladım dinlemeye: "Kimseye etmem şikayet."
Ama ediyordum, çünkü ben "ederim bazen şikayet..."
Serinin devamını muhtemelen bu gece patlatacağım. Bitirene kadar, uzayan okulumun da, bozulan psikolojimin de, bu yaşta kır saçlı olmamın da, küfürlü konuşmamın da, yarınki kıyameti beklememin de, kıyamet kopmazsa gideceğim Şişli Etfal'den ufak bir kanserli doku sonucu almayı bekleyişimin de sebeplerine kavuşacaksınız farklı farklı bölümlerde.
Ne kadar umursarsınız bilmem, neden umursarsınız onu da bilmem. Ama ben, çıldırmayacağıma dair söz vermiştim kendime; ve tutamadığım en büyük söz buydu.

18 Aralık 2012 Salı

Geçip giden ergenlik almanağı 2005

Duymaya alışık olduğum bir cümle, söyleyen içinse başarılı tespit:
"Çünkü sen geçmişe saplanıp kalmışsın, geçmişte şu anda olduğundan çok daha fazla 'kaybeden' olsan da."
He, diyorum genellikle ve geçiyorum bunu duyduğumda. Saplandım, orada da kaldım. O saplanan bıçağı sen her hareket ettirdiğinde, benim yaram biraz daha açılıyor çünkü derine saplanmış bir komando bıçağı o. Üst tarafı tırtıklı cins...
Neden mi saplandım? Hayatım o zamanlar, şu andakinden çok daha kötüydü ancak ben; ben olarak bir kaybedendim. Aynı zamanda kavga, bağırış çağırış, gürültü eksik olmazdı aile arasında. Alkol almak, heyecan verir; mastürbasyon ise fiziksel kalır, ego mastürbasyonu aklımızdan geçmezdi. O zamanlardan bir iki kuple kaldı aklımda; yazmaya başladığım dergiden ötürü. (http://www.puhuudergi.com/) Bundan sonra buradayım. Hangi yazar olduğumu, ocak ayında çıkacak ilk sayıdan sonra bulursunuz muhtemelen çünkü henüz ilk yazı yayınlanmadı. Hoş, yayınlanan bir şey de yok ya; neyse...
Biz ezik piç kurularıydık, fazlasıyla ezik.
Ama kafamız çalışırdı. İnekler gibi de değildik. Onur diye bir arkadaşım vardı lise ikide. "Ayhan" isminde birinin telefon numarasını bulmuştu ve arkadaşlarını etrafına toplayıp sabahtan akşama Ayhan'ı işletirdi. "Sütaş Ayhan! Sütaş Ayhan!" tezahüratını yapmakla başlar, adama sararak devam ederdi. O zamanlar sınırsız dakika gibi, sabit fatura gibi mevzular da yoktu. Resmen altın değerinde olan kontörlerimizi, yalnız olduğumuz için milleti işleterek yerdik. Dedim ya, eziktik, yalnızlık ve şu andan farksızdık aslında duygusal olarak.
Onur, birilerini işletme konusunda çok profesyonel değildi, ama ben amatör bile değildim. Bu yüzden okul çıkışı Onur'la bizim siteye takılmaktan büyük keyif alırdım. O milleti arar, işletir, dalga geçerdi; ben de izlerdim. Bir gün yürek yedim adeta. "Ben de yapacağım."dedim. "O zaman sana () hocanın telefon numarasını vereyim" dedi. (Sadece parantez yazdım çünkü rahmetli oldu mevzu bahis hocamız, yakın zamanda... Suçluluk duymuyorum, iyi adamdı ama saftı işte; yakın gözlüğünü alnına koyup, sonra gözlüğünü arayacak derecede saf. Veya uzak gözlüğünü ipli sanıp, o gözlüğü çıkarınca serbest bırakan ve yere düşürdüğünde "Yauv ne oluyor yauv?" diyecek kadar saf. Veya "Ne dinliyorsun sen bakayım?" diyerek, walkman'iyle müzik dinleyen bir öğrenciye çıkışıp; "Eminem" cevabını alınca "Emine kim?! Bu sınıftan mı?" diyecek kadar saf... Nur içinde yat hocam...)
Aradım hocayı, gizli numaradan.
-Alo.
-Efendim biz Türk Telekom'dan arıyoruz. Test amaçlı telefona üflemeniz gerekiyor.
(Üfleseydi, "oooh daşşaklarım serinledi" diyecektim çünkü o zamanlarda çok fazla Lombak okurdum ve etkilenirdim.)
-Anlamadım.
-Efendim, test amaçlı olarak telefona üflemeniz gerekiyor.
-Ben anlamadım şimdi telefonu napayım?
-Alın götünüze sokun amına koyayım!
Sinire kesmiştim, Onur ise kahkaha atıyordu.
Aynı gün, hızımı alamayıp Sütaş Ayhan'ı da aramıştım. Hızımı öyle bir alamamıştım ki, gizliden aramayı bile unutmuştum.
-Alo, Ayhan abi elimde çok güzel mallar var abi. Sarışın, esmer, Japon...
-Sen kimsin lan? Kimin numarası bu?
İşte bu cevabı aldığımda kan beynime sıçramıştı, gerçekle yüzyüzeydim. Onur, imdada yetişmişti ben telefonu Ayhan'ın suratına kapattıktan hemen sonra. Çünkü Ayhan, geri aradı.
-Siz kimsiniz lan? Ne bok yemeye rahatsız ediyorsunuz beni orospu çocukları?
Telefonun, hands-free özelliği yoktu ancak Ayhan o kadar iyi ve gür küfrediyordu ki, birebir duyuyordum.
Onur'sa başarılıydı.
-Abi arkadaş ben tuvaletteyken bir numara sallamış, Turkcell'e sordurmuş numarayı, ismini öyle öğrenmiş. Sonra da işletmiş. Çok özür dileriz... Gerçekten ben çok özür dilerim abi telefon benim üzerime.
Hayatımda gördüğüm en sağlam yağlama ve geri adımdı. Ayhan abiyse "Savcılığa vereceğim sizi orospu evlatları!" diyip kapatmıştı telefonu. Aylarca telefon hattının üzerine kayıtlı olduğu akrabama tebligatname gelecek diye beklemekten çıldırmıştım.
Şimdiyse geriye bakıyor, hatırladıkça kopuyorum. En büyük eğlencemiz buymuş ve kimseyi kırmadan, etmeden; dalga geçmekmiş amacımız. Şimdi mi? Şimdi her şey eğlence ve kırmakla kalmıyor, dağıtıyoruz etrafımızdakileri...

17 Aralık 2012 Pazartesi

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 19

Dün basit bir gün olabilirdi. Çok basit hatta. Sadece maçı izlerdim, "Nasıl koyduk?" derdim ve bitirebilirdim. Ama benim aklım yılanlardan çok çekti. Teker teker, yanıma yanıma sokuldular çoğu gece ve sonunda alkolikten bir tık altı oldum.
Önce hatırladım... Eski sevgilimi hayatımdan, bir buçuk sene sonunda silmeden bir gece önce, ölüme ilk -adım adım yaklaşan- kadınımı. "Neden geldim biliyor musun? Ne halde olduğunu görmek için." demişti. İçecek miydik, yoksa on dakika durup dalga geçip gidecek miydi, bilemiyorum. Sadece bir kadındı, bir şeyler paylaşmıştık evet ancak gelmişti. Atlet ve boxerla oturuyordum salonda. Yalnız yaşadığım dönemlerdi... Kanepeye yarım-göt oturmuştum ve bira içiyordum. Zayıf hissediyordum, özellikle kollarım; aylardır spor yapmadığımdan ötürü zayıf, incecik, çita gibiydi. Belki de yetmiş kiloydum ve bir doksan boyun üzerinde bir adamsanız, yetmiş kilo demek; Makinist filmindeki Christian Bale'e alternatif olmak demektir. Bira şişesini kaldırırken bile güçsüzdüm. Yüzüne baktım, sırıttım. Ceylan gibi gözleri vardı, kocaman. Güzel ve çekici bir kadın olduğunu düşünüyordum. Ancak bir dram arıyordu, veya ucuz bir Türk rock parçasının klibini yaşamak istemişti gelirken. Hiç biri yaşanmadı, suratına sırıttım ve gece; benim yatağımda bitti. Hala aklımın bir köşesindedir o gece, çünkü "Sadece ne halde olduğunu görmeye geldim." diyen bir kadın; inanın yalan söylüyordur.
Düne dönelim... Saatler saatleri kovaladı, ev arkadaşımla içiyoruz, çok sevdiğim bir adamdır zaten. Kan bağından tut, 15 senelik dostluğa kadar hikayemiz sürer gider. (Unutmadan, yoğun ısrarlarım karşısında blog açmayı kabul etti. Linki de şudur. http://mrdontgiveafuck.blogspot.com/) Biraz "boşluğa" ihtiyaç duymuşuz belli ki. Sanırım hayatımda yapabileceğim en iyi metaforlardan birini yaptım o sırada.
"Sevgilinden ayrılırsın, poker masasındasındır ancak kartlar çoktan açılmıştır. Sen, her şeye rağmen oynamaya çalışırsın çünkü masa tam kapasitededir. Diğer oyuncular, ailen; arkadaşların, eski sevgilin, eski sevgililerin, temas içinde bulunduğun herkestir. Oynarsın, spesifik bir oyunu. Kazanacağını düşünürsün ancak sonuç bellidir. Son kart açıldığındaysa, bir rüyanın gerçek dışılığı kadar saçmalamaya başlar her şey. Çünkü karşında rakiplerin değil, sadece kurpiyer; seksi bir kadın vardır ve oyunun adı değişmiştir. 21 oynuyorsundur yeşil çuhanın üstünde ve o kadın, hayatı temsil eder. Güzel, ancak azılı..."
Hak verdi, hatta ileride gerçekten iyi bir yazar olabileceğimi söyledi. Utanarak teşekkür ettim. Çünkü ben erkeklerden güzel şeylere alışık bir adam olmadım hiç. En fazla "Cekedin güzelmiş." dediler, teşekkür ettim geçtim.
Ve odaya geçiş, günün en keyifli vakti. Ufak bir fare yuvası yaptım kendime geçen ay. Yığdım, yığdım her şeyi ve yerleştim odama. Alkolün de etkisiyle olsa gerek; bir kişiyi daha, özellikle "erken" kaybetmek istemiyordum. O, kemik kanseriydi. Onu yazmamaya ant içmiştim, hatta dalga geçiyordum; "Ölürsen önce mezarına işer, daha sonra da seninle alakalı blog postu yazarım." şeklinde ki yine açtım o şarkıyı... "St. James Infirmary", The Gutter Twins yorumuyla çınlarken odada, pencereyi kapatıyor ve "iyilerin erken öldüğünü" anımsıyordum bir kez daha. Markerı aldım, "So I went down, to St. James Infirmary" yazdım göğsüme kocaman harflerle. Hemen ona gönderdim. Ve son, basit mesaj... "Ölme, lütfen."
Dayanamadım, yazmam lazımdı, çünkü yüküm vardı.

16 Aralık 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 18

Az önce Tarantino'nun standart-klasik filmlerinden birinin kült sahnesini izliyordum. Hani şu Rezervuar Köpekleri'nin, "Stuck in the Middle With You" parçasının çaldığı sahneyi. Görsellik efsanevi düzeyde değildi, ancak "punchline" nam-ı diğer o sahnenin finali gayet iyiydi.
Deryada boğuldum ardından. O aman uman, medet uman, elleri kolları bağlı ve üzerine benzin dökülmüş adamın çırpınışları, "Hayır, lütfen; hayır lütfen bunu yapma" şeklindeki haykırışları...
Basit bir zaman yolculuğu yapıyoruz şimdi. Doğru notları getirirsem beni bu okulun dışına götürecek dönemlere, mezuniyetimin ocakta olacağını düşündüğüm dönemlere kısa bir yolculuk sadece. Sene başında, ne yaparsam yapayım öğretim görevlilerime, hocalarıma yalvarmak zorunda kalacağımı söylüyordum. Aslında, okulumuzda bu durum şu şekildedir. Kalmak üzere olduğun bir dersin hocasına gidersin ve "Hocam, sadece sizin dersinizden kritik durumdayım, ne olur beni bu dersten geçirin." dersin. Ardından ağlamaya başlarsın çünkü "hocan" geri adım atmaz. Eğer gözyaşların timsah gözyaşlarından öteyse, ufak bir geri adım atar hocaların ve seni dersten geçirirler. Fakat ortalamaya ihtiyacın varsa ve belirli bir not istiyorsan, kimse yüzüne bakmaz. Veya yüzüne tükürmez... Basit bir denklem, özellikle bir teknik üniversitede okuyorsan; tek bilinmeyenli standart bir denklemdir bu.
Gelgelelim, dönem başında sağlamdım. Derslerime girerim, elimden geleni yaparım, tökezlemek üzereysem de hocalarımın dibine durur, zırlarım diyordum. Aslında gayet sağlam bir giriş yaptığımı düşünüyorum yeni döneme. Fakat o kulak kesmeli Rezervuar Köpekleri sahnesini izledikten sonra içim kıyıldı bir kere.
Kafama bir tabanca daya, üzerime benzin dök ve elinde bir kutu kibrit olsun; ben eğilmeyeceğim. Şimdiye kadar bunu asla yapmadım diyemem. Aynı müzik grubunda çaldığım bir hocam vardı benim, adama yalvarmıştım; "Bu dersten beni bırakmayın, beni diğer bölümlerden olan başarılı öğrencilerin ve ruh hastası hocaların önüne atmayın." şeklinde. Odasındaydık, klima açtıktı, yanımdaki kadın bilgisayarıyla oynuyordu ve o da hocaya; staj defterini kabul etmesi için yalvarıyordu. İkimiz de çaresizdik ancak çaresizliğimiz hocanın arada kahkaha atması için bir sebepti belki de. Bilmiyorum, birinin karşısında eğildiğim ilk gündü belki de ciddi anlamda. Ve kaldım dersten. Notlarım iyi değildi, kabul ediyorum; fakat kritik durumdaydım; onun da bunu kabul etmesini ya da göz önünde bulundurmasını istemiştim okul-dışı hayatımızı öne sürmeyerek.
Kaldım. Resmen kaldım. O, kendi kavramlarıyla "Beni bırakmadı."; ben, onun dersinden "kaldım." Hala da aynı dersle cebelleşiyorum belki de ancak şu aklımda net. Bir daha asla, kimsenin önünde eğilmeyeceğim. Hoca, patron, arkadaş, ya da adını sen koy.
Eğilirsen kendinden bir şeyler kaybedersin, evet; ancak öte yandan, kaybedeceğini bile bile eğilirsen, sadece karşındakinin yüzünde ufak bir gülümseme görürsün ya, işte o seni bir kez daha yere çalar. Son paragrafı büyük bir rahatlıkla yazıyorum çünkü sadece bir sene süren iş hayatımda bile eğilmedim, diz çökmedim. Paramı alabilmek için ya da zam istemek için bile diz çökmekten, patronuna yağlama yapmaktan ziyade, aklımdakini direkt olarak söylemek gibi yöntemler izledim. Siz, biliyorum ki siz; bu tarzı çok sert bulacaksınız. Bu, terstir ve serttir; kaybetmeyi kabullenemeyen ancak kendisinden de taviz veremeyenlerin tarzıdır. Golü kendi kalesinde gördüğü anda oyunu rakip sahaya yıkan adamların, kaybedecek hiç bir şeyi olmayanların tarzıdır.
Eğer üstleriyle iyi ilişkiler kurmanın peşinde koşan, yaptığı stajlarda "kendini sevdirmeye çalışan", tipik gençseniz, sağ üst köşede "X" işaretine sahip bir düğme var(Mac kullanıyorsanız aynı düğme sol üst köşede olmalı) ve çok işe yarıyor. Kısacası, defolup gidebilirsiniz. Kalan sağlar mı? Kalan sağlardan bana ne, ağızlarını açıp bana iki kelime söyleyemedikleri sürece?

9 Aralık 2012 Pazar

Cenaze Şarkılarım

Çok aptalca aslında.
"Cenazede çaınabilecek şarkılar" gibi bir başlık vardı mesela Ekşi Sözlük'te. Her gördüğümde "Bitmediniz, doymadınız ankete." derdim. Ancak bugün uzun zamandır dinlemediğim bir şarkıyı dinleyince, böyle bir listeyi vasiyet olarak geride bırakmanın gerektiğini düşündüm. İleride şarkılar eklenir, silinir buradan ama aklıma şu anda gelenler bunlar. Ha bir de muhtemelen ilk üç değişmez.
"Beni yakıp küllerimi denize atın." da vasiyetimde olmaz. Gömün Mersin'e. İsterseniz Fatiha suresini de yazın. Veya yok ya, Fatiha yerine "Cehennemin yeni bir tetikçiye ihtiyacı var." yazın. Bu daha şık durur. Ama lütfen cenazemde bu saydığım parçalar çalsın.
Neyse, gelelim şarkılara. Hepsinin linklerini ve sözlerini tek tek yazmayacağım. Araştırın. Sonuçta "Captain Obvious" postlarının paylaşıldığı, fotoğrafların boy boy yapıştırıldığı bir blog değil bu.
Not: "O Death" çok sevdiğim bir anonim Blues eseri olsa da, Azrail dahil kimseden aman dilemek istemem.

10) Tupac - How Long Will They Mourn Me?
Bugün dinlediğim şarkı buydu. Şaşırabilirsiniz çünkü sürekli rap dinleyen biri değilim. Arada nadiren dinlerim. Rap'e yaklaşımım gaylere yaklaşımım gibidir. Olsa da olur, olmasa da olur yani rap müzik. Ondan nefret etmem veya onu ölümüne savunmam söz konusu değil. Tupac'ın kuzeni için yazdığı bir şarkıdır bu aslen. Ancak bana sırf o "Ölüye saygısızlık yapıyorsun!" telkinlerini ismiyle hatırlattığı için listeye giriş yapmayı hak ediyor. Çünkü huzur içinde yatanın yasını bir hafta, bir ay tutarsınız en fazla ve hayatınıza devam edersiniz. Veya üçü, yedisi, kırkı gibi örf ve adetler üretilir; ona uyarsınız.

9) Drowning Pool - Tear Away
Yine isminden ötürü aşık olduğumuz bir şarkı. Üzerinde çok konuşmak istemiyorum. 2004'te tanışmış olmam lazım bununla da. "Goddamn I love me." kısmı, aslında "İnsanın kendisini sevmesi güzel bir şey." mantığının, bir yerden sonra nasıl egoizme dönüşebileceğine kanıt.

8) Damageplan - Soul Bleed
"All I have are demons here for company./Tek sahip olduğum, bana eşlik eden iblislerim." Darrell, sırtıma dövmesini yaptıracak kadar hayran olduğum bir adam. Vurulduğu zamanlarda dinlemiyorduk tabii. 2005'te başlamıştı benim için Pantera macerası. Ardından peşi sıra geldi tüm yan projeler Pantera elemanlarından, çalındılar kulağıma. Corrosion of Conformity'ye kadar uzandım ki bunun sebebi, Pantera'nın eski üyesi Phil Anselmo'nun Down isminde yeni bir grup kurması ve grubun gitaristi Pepper Keenan'ın C.o.C.'de bulunmasıydı. Gelgelelim, Zakk Wylde destekli bu Damageplan şarkısı; güneyli balladı gibi aslında birazcık. Harika bir solo, mükemmel geri vokaller derken akıla kazınan bir şarkı.

7) Pantera - Floods
Darrell demişken, bunu geçmek olmaz. Yağmurlu günlerin vazgeçilmezi olan parçalardandır. "Wash away us all, take us with the floods./Yıka hepimizi, selle beraber götür." Ölü toprağının üzerine yağmur yağması veya ölü toprağının ıslanması, ölünün ruhunu ferahlatır. En azından yıllarca dinlediğimiz hurafe buydu. Bilmem, hiç ölü biriyle tanışmadım, dolayısıyla doğru mu gerçek mi bilmiyorum. Ayrıca parçanın enteresan bir solosu vardır, sanki gerçekten sel götürüyordur dünyayı. Gitar, ağlar.

6) Müzeyyen Senar - Bir İhtimal Daha Var
Gitarın ağlaması, aklıma "Ağla Gitar Ağla" isimli eseri getirdi. Oradan Türk sanat musikisine doğru bir zincir reaksiyonu yaşadım. Meyhanede unutamadıklarımdandır. Aslına bakarsanız, parça; Ezel dizisiyle ünlü oldu. Ezel'den önce bilmiyordum bu parçayı ben de. Ezel'den sonra da bilmiyordum. "Bir ihtimal daha var o da şampiyonluk mu dersin?" şeklinde bir Galatasaray pankartı vardı. Oradan hatırlardım. Meyhaneden çıkmadığım dönemlerde duydum. Ardından meyhaneye her gittiğimde peçeteye yazdım. Sözleri? Eh, bundan bahsetmeme gerek yoktur.

5) Stone Sour - Bother
Slipknot'ın maskeli vokali Corey Taylor'ın yan grubudur Stone Sour. Güzel müzik yaparlar. Tarzını nasıl adlandırabilirim bilmiyorum ancak fazlasıyla gürültülüdür. "I wish i had a reason, my flaws are open season, for this i gave up trying; one good turn deserves my dying./Bir sebebim olsaydı keşke, hatalarım açık sezon, bu yüzden denemeyi bıraktım; iyi bir dönüş benim ölümümü hak ediyor."

4) Testament - Return to Serenity
İskandinav mitlerine göre gururla yaşamış ölüler Asgard'a gider. Skyrim mantığına göre Sovengarde; onurluların öldükleri zaman gittikleri yerdir. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem aklıma ikisinden biri gelir. Çünkü şarkı, ölümden sonraki hayatı anlatır sanki bana.  Güzeldir, Testament'tir çünkü. Ayrıca muhtemelen bu listede, majör yürüyüşlere sahip olan nadir şarkılardandır.

3) Alice In Chains - Nutshell
Rahmetle andığımız nadir eroinmanlardan Layne Staley, yürür gider Nutshell'de. Zaten aklımı kaybetmeye, bir şeyleri yitirmeye başladığımı ne zaman hissetsem bunu dinlerim. Jar Of Flies albümünün bana göre Rotten Apple ile birlikte en güzel şarkısıdır. "If I can't be my own, I'd feel better dead./Kendim olamayacaksam, ölmek daha iyi hissettirir." Muhtemelen ölümüm ötenazi, intihar gibi sebeplere dayalı olursa; ya da ölümcül bir hastalığa yakalandıktan sonra savaşmanın, kendimden kopmak olduğunu görürsem; cenazede çalınması daha iyi olur.

2) Black Rebel Motorcycle Club - Beat The Devil's Tattoo
Onuruma içilmesi ve kadeh kaldırılması, şu anki aklımla düşündüğümde; ruhuma Fatiha okunmasından daha çok isteyeceğim bir şeydir. Ancak arkamdan ağlanması, isteyeceğim son şeydir. Bu yüzden de insanları baymak ve kötü hissettirmek istemem. Ölmüşüm işte, beni bir süre veya hiç bir zaman göremeyeceksin. Ağlamanın alemi ne? Ölüm sadece bir başlangıç değil miydi senin için? Başladığım yerde buluşuruz belki de. Bu yüzdendir ki insanları acılı şarkılarla yasa boğduktan sonra, zirveye yaklaşırken biraz da keyifli bir şeyler gereklidir. Ancak ölümden sonra, cennete veya cehenneme inananların daha iyi anlayacağı bir şarkıdır. Çünkü, "Your soul is able, death is all your cradle; sleeping on the nails there's nowhere left to fall./Ruhun yetenekli, ölüm tek kundağın; çivilerin üzerinde uyuyorsun ve düşecek bir yer kalmadı."

1) Reverend Gary Davis - Death Don't Have No Mercy
Susuyorum, yorumlamayacağım bile.


Bonus: Frank Sinatra - My Way
Özellikle yakınlarıma, tüm kahkahalar; geçirilen güzel zamanlar, anılar hatta kan, ter ve gözyaşı için teşekkür ettiğimi belirten mektubun okunmasının ardından, babamın benden çok daha iyi bildiğini düşündüğüm bu parçanın çalmasını isterim.
Hiç bir şarkının sözlerini tam olarak yazmadım farkındaysanız, ancak bunu yazacağım hatta tercüme edeceğim.

"And now, the end is here
And so I face the final curtain
My friend, I'll say it clear
I'll state my case, of which I'm certain
I've lived a life that's full
I traveled each and ev'ry highway
And more, much more than this, I did it my way

Regrets, I've had a few
But then again, too few to mention
I did what I had to do and saw it through without exemption
I planned each charted course, each careful step along the byway
And more, much more than this, I did it my way
Yes, there were times, I'm sure you knew
When I bit off more than I could chew
But through it all, when there was doubt
I ate it up and spit it out
I faced it all and I stood tall and did it my way

I've loved, I've laughed and cried
I've had my fill, my share of losing
And now, as tears subside, I find it all so amusing
To think I did all that
And may I say, not in a shy way,
"Oh, no, oh, no, not me, I did it my way"

For what is a man, what has he got?
If not himself, then he has naught
To say the things he truly feels and not the words of one who kneels
The record shows I took the blows and did it my way!

Yes, it was my way."

"Ve şimdi, sondayız.
Ben son perdeyle yüzleşiyorum.
Arkadaşım, bunu açık açık söyleyeceğim.
Emin olduğum durumumu belirteceğim.
Dolu bir hayat yaşadım.
Her otobanı gezdim.
Ve en önemlisi de, kendi yolumda yürüdüm.
Pişmanlıklar, bir iki tane oldu.
Ama daha sonra, tekrardan; çok azı bahsedilecek cinstendi.
Yapmam gerekeni yaptım ve muhaf oldum.
Her dersi, önemli her adımı planladım.
Ve en önemlisi de, kendi yolumda yürüdüm.

Bazı zamanlar oldu, bildiğin
Çiğneyebileceğimden fazlasını ısırdığım,
Ama yine de, benden şüphe edilirken;
Yedim ve tükürdüm.
Hepsiyle yüzleştim, dik durdum ve kendi yolumda yürüdüm.

Sevdim, güldüm ve ağladım.
Kaybetmekten kendi payıma düşeni aldım.
Ve şimdi, yatışan gözyaşlarıyla birlikte,
Yaptıklarımı düşününce, eğleniyorum.
Ve söyleyebilir miyim müsaadenle, utanmadan;
"Oh, hayır, oh hayır, ben değilim; Ben kendi yolumda yürüdüm."

İnsan nedir? Neye sahiptir?
Kendi değilse, hiçe...
Gerçekten hissettiği şeyleri söylemese,
Karşısında diz çöktüğü insanların sözlerini söylese?
Bu yüzden, ben yıkıldım ama kendi yolumda yürüdüm.

Evet, bu benim yolumdu.









5 Aralık 2012 Çarşamba

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 17

Rahattı.
Harika bir şirkette çalışıyordu ve harika bir pozisyonda.
Hayır, hikayenin gidişatı düşündüğünüz gibi değil. Tanışmadık bile. Altı üstü saçma sapan bir sitede karşılaşmıştık. Orada benim bulunma sebebim barizdi. Hızlı ilişki, yeni bir beden belki bir çift iri göğüs. O sitede bulunma sebebimi asla sakınmadım, sakınmam da, çünkü herkes gibi benim de ihtiyaçlarım var. Kendi iç hesaplaşmaları arasında bu denli kaybolmuş bir adam olsam da; dedim ya ihtiyaçlarım var.
Velhasıl, Facebook'lar alındı, tarandı ve yazının başında bahsettiğim verilere erişildi.
Güzel değildi, hatta vasat altıydı.
Önce en yakın arkadaşıma gösterdim onu. Yorumu netti. "Bu kadın bu şirkette çalışıyorsa öküz yüküyle para kazanıyordur, bence yürü." Halbuki hiç bir şey arkadaşımın yorumu kadar net değildi. Uzak hissediyordum.
Yakınlaşmaya çalıştığım çoğu şeyin ucundan tutmuştu göğsüne yaptırdığı dövmeyle ve mükemmel akademik kariyeriyle. Dayanamadım sordum, "Neden böyle bir siteye takılıyorsun?" Cevabı basitti: "Ben medyacıyım, sosyal medyacıyım ve bunların içinde olmam gerekiyor."
Bu diyaloğun ardından biraz zaman geçti... Belki bir haftaydı, belki bir iki üç dört gündü ve sonunda onun, benzer nitelikte bir sitede profilini görmüştüm. Şu, yurtdışı menşeili, Erasmus öğrencileri ve Türk abazanları barındıran cinsten bir site. Orada da profili vardı, şakayla karışık sordum:
-Burada profilin neden var? Sosyal medya mecrasıyla ilgili mi?
-Hayır, 2 sene İspanya'da yaşadım; bu site sayesinde bir çok....
Cümlenin sonunu hayal gücünüze göre tamamlayabilirsiniz. Aslında bağnaz sayılmasam da, cümlenin sonunu kafamda çoktan tamamlamıştım. Cümle şöyle bitiyordu; "Evet ben yurtdışında kaldım."
Kan beynime sıçradı, kıskançlığın temelini veya zirvesini yaşıyordum. Benden iyi binlerce insan olabilirdi etrafımda, benden akademik olarak daha iyi yerlere gelmiş ya da sosyal olarak "10" numarayı sırtına geçirmiş; ancak ikisini bir arada yaşayabilmiş herhangi birine tahammülüm olamazdı.
Fakat o "Uyan."bir kez daha, sakin sakin çınladı kulağımda. Farkettim, öğrendim, anladım ki; ben o melankolinin içinde boğulmaya, problemleri gözümde büyütmeye devam ettikçe onlar büyüyecekti ve büyüyecekleri eksen belliydi. Onlar, basurdan çeken bir anüsün içinde büyüyen bakteriyel yumruydu; bense o yumruyu maket bıçağıyla kesen ancak kestikçe de hastaya acı veren; pislik doktordum.
Az kaldı, neşterle vurulacak iki darbe ve bitiyoruz.
Yurtdışı seyahatleriniz,
Pozisyonlarınız,
Havalı olduğunu düşündüğünüz gece kulüplerindeki içki fotoğraflı "check-in"leriniz,
İş görüşmelerindeki "kahveleriniz",
Gün gelecek, bir neştere bakacak.
Çünkü o neşter, er ya da geç birinin derisinden içeri girecek. Ya benim, ya sizin...

2 Aralık 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 16

-Uyan.
Sakin bir ses tonuydu. Bir kadına aitti, hangi kadına ait olduğunu bilmiyorum. Çok özel biri olsa hatırlardım, ancak değildi. Yani annem veya yakın bir arkadaşım değildi. Belki de kafamda yarattığım bir kadına aitti, bilmiyorum.
Uyumuyordum aslında bunu dediğinde. Mecidiyeköy'de otobüs bekliyordum, karşıya; kuzenime gidecektim. Bir anda söylemişti.
Sormadım kendime, neden böyle bir şeyin aklıma girdiğini de düşünmedim.
Bitmek bilmeyen bir uykudaydım ve ilk sinyali almıştım sanırım. Pesimist geçen günler, aynı şarkının aynı sözlerinin akılda kalması; (Dozer - Days of Future Past parçası... "Tell me where was god today?"/Söylesene, Tanrı bugün neredeydi?), umutsuzluk, radyo için ya da kendim için yaptığım her playlistin 3/4'ünün minör gamlarında yürüyen şarkılardan oluşması, yalnız kalınca alkole sarılmam, her başarısızlığımı elimde olmayan etkenlere bağlamam, kıyafetlerimden de öte havlularıma bile sinen sigara dumanı kokusu, intihar eğilimi, yazdığım vasiyet ve ellerimle inşa ettiğim her karanlık bungalov geldi aklıma teker teker.

Değişim için neler denediğimi düşündüm. Mutlu olabilmek adına, spora yazılmaktan tut da; sivilcelerim için ilaç kullanmaya, bir köpek beslemeye kadar türlü türlü yola başvurmuştum. Hiç biri işe yaramayacaktı, hiç biri beni daha başarılı, daha düzenli ya da daha "insan" kılmayacaktı.
Akbilin çıkardığı aptal sesle kafam gerçek dünyaya döndü. Yanımdan bir küçük çocuk geçti hızla, on yaşında falandı... Annesi akbili basarken, çocuk yukarıda yer kapmaya gitmişti. Ağzının ortasına tokat atasım geldi. İlk kez, "Yazık." dedim uzun zaman sonra ve ekledim: "Onun için mutluluk otobüsün üst katında, en önde oturup yola bakmak."
İç seslerim karışıyordu, aklıma gelen imgeler birbirine giriyordu. Çırpınmayı çoktan kestiğim için bu "Deliriyor muyum?" sendromunu yaşamak hoşuma gidiyordu. Eskiye döndüm, çok eskiye... Mersin'e küfrettiğim günlere, lise dönemine döndüm. O zamanlar, İstanbul'a gelebilmek adına; iyi bir üniversiteye girebilmek adına ne kadar savaştığımı hatırladım. Zaten son başarım, hedeflediğim; daha doğrusu çevremden gördüğüm baskıyla hedeflemek zorunda kaldığım okula girebilmiş olmaktı.
Zaferin verdiği mutluluğu hatırladım. Farklı hissediyordum.
Küçük bir ayrıntı hatırladım... Girdiğim bir deneme sınavında, yüz elli kişilik dersanenin ilk ellisine bile girememiştim. Sonuçlarımı annem rehber hocadan almıştı. Yüzüme çarpmıştı. Sinir olmuştum. Çünkü bulunduğum dersanenin içinde anadolu liselerinden, fen lisesinden toplasan yirmi kişi yoktu. Öğrenciler ya özel okul öğrencisi babadan zengin heriflerdi, ya da kaşar-serseri düz liselilerdi. En azından o zamanlar da sınıflandırma-genelleme hakkını kendimde gören ben böyle düşünüyordum.
Annemin suratıma attığı sonucu dolabıma asmış, yanına da "Bir daha olmayacak." yazmıştım. Hakikaten de bir daha olmadı.
Ardından üniversiteye giderken babamın bana yazdığı notu hatırladım. Hiç unutmuyorum, otobüste okuyup daha sonra ilk molada çöpe atmıştım. Bir dizi boş nasihatti benim için sadece. Anektodlar, aileye karşı hissettiğim suçluluk duygusuna sebep oldu. Benim için senelerdir yırtınıyorlardı, herhangi bir şeyim eksik olmadı. Her zaman oradalardı, madden ya da manen. Altımda araba yoktu, limiti 10000 lira olan bir ek kartım da olmamıştı; ancak biliyordum, yapabileceklerinin en iyisini yapmışlardı. Altı buçuk sene olmuştu onları geride bıraktığımdan beri... Ben ne yapmıştım? İlk iki seneyi tam anlamıyla "bay" geçmiş, ardından çırpınmaya başladığım her dönemde ya medikal, ya da psikolojik sorunlarla karşılaşmış, okulu bırakmayı bile düşünmüştüm ki ona bile "Olur." diyeceklerdi.
Bırakmadım, ama tutunmadım da okuluma. Girdiğimden beri okul bittiğinde okulumla ilgili işi yapmayacağımı kendime söyleyip durdum. Reklamcılıktan, tercümanlığa; bir sürü iş olanağı olduğunu söyledim kendime. Ama herhangi bir olanağın kapısı kapanmasa da; okul bana bir şeyler katmaya başlamıştı. Yorumlayabiliyordum etrafımdakileri, hayata uygulayabiliyordum okulda öğrendiklerimi ve bunun için yaratıldığımı düşünmeye başlıyordum.
Dedim ya, başarılı bir müzisyen, basketbolcu, dj, öğrenci ya da yazar olamadım. Hala bilmiyorum, ileride ne olacağımı, nasıl tutunacağımı. Sadece dinliyorum, eve döndüğümden beri, aynı şarkıyı... "Again We Rise" diyor Randy Blythe. Evet, tekrar yükseleceğim. Her düştüğüm an aslında mutsuzluk dışında bir şeyler getiriyor... Bunun adı tecrübe. Ve ne kadar tecrübe edersen o kadar hissizleşirsin, benzer olaylar yaşadığında.
Uyandım...

Not: Belki bir sonraki yazıda tekrar o karanlığa gömüleceğim ancak bugün benim günüm. En azından bugün, ben tekrar "kahraman"ı oynayabileceğime inanıyorum.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 15

Aslında gidemeyeceğimi biliyorum.
Arkamı bu abartılı, leş şehre dönüp yürüyemeyeceğim. Bunu yapacak cesarete sahibim ancak şartlar elvermeyecek eminim. Kalacağım yine, Haziran'a kadar. Hoş, kim takar benim İstanbul'da olmamı veya İstanbul'u terk edişimi, tartışılır.
Kendi neslimden nasıl tiksindiğimi biliyorsunuz. Ancak sadece kendi neslim değil, kendi türüm tiksindiğim. Kimi araştırmalara göre, misantropinin temelinde "inançsızlık" yatar. Misantrof bir insan inançsızdır çünkü dünyada gerçekleşen her kötü olayın temelinde(dünya savaşları, nükleer bombalar, cinayet, canlıların avlanması vs) inançsızlığın yattığına kanaat getirirler. Aslında alakası yok. Ne savaşlarla, ne avlanan canlılarla, ne birbirinin canına kıyan katillerle, askerlerle bir alıp veremediğim var. Sadece aptallığa tahammülüm yok.
"70 IQ altındaki herkesi otomatikman öldürecek bir bomba tasarlayacağım." demişti bir arkadaşım. Fikri beğenmiştim. En azından dünya çapında kalan kaynakların kullanımı için büyük bir sıra oluşmayacaktı. Daha düşük popülasyon, ahmaklar ve tavşan gibi üremedikleri bir dünya... Hayaller ve hayaller ardından gelen.
Sanırım 21 Aralık'taki kıyamete saf duygularla inanmamın en büyük sebebi de bu. Her şey yok olmayacak belki, sadece bir zombi istilası yaşayacağız veya elektrikler gidecek, güneşi bir daha göremeyeceğiz ya da ne bileyim; hepimiz o gün öleceğiz.
Bana bu senaryoların hepsi uyar. Çünkü zeki olmayan adam, zaten ölür gider o karmaşanın içinde, aval aval "Ne oluyor ya?" diye bakarken. Aptallardan biriysem, ben de ölürüm mesela ve bu cehennemi daha fazla yaşamam. "Ama çocuklar da ölecek, veya yeni doğmuş bebekler!" savunması yapmayın, hepimiz bir ara yeni doğmuş bebektik. Hatta ve hatta dünya üzerinde bulunan en embesil karakterler de yeni doğmuş bebekti bir zamanlar, olaya bir de bu yönden yaklaşın.
Velhasıl, şu kıyamet kopsun artık. Heyecanla bekliyorum. 2000'in ilk gününde de beklemiştim, 06.06.06'da da beklemiştim, son umutlar buraya kaldı. İntihar etmeden kurtulmak veya parmağını kıpırdatmadan ahmakların yok olduğunu izlemek... Aynı keyfi veriyor açıkçası. Çünkü aptalsınız. Fazlasıyla...
Öte yandan sordukları zaman, "Evet blog yazarıyım!" demeyi sevmiyorum faltaşı gibi büyük gözlerle. Çünkü blogun ya da herhangi bir sosyal mecranın dijitalliği hoşuma gitmiyor. Sadece "Ben bir yazarım." demek de standart bir imge oluşturur insanların aklında. Blazer ceket, şarap kadehi, kemik çerçeve gözlük, filtre kahve ve "yaratıcılık" üzerine kurulmuş bir hayat.
İşte dogma burada başlıyor. Ben ne "blog" camiasının bir ürünü olabilecek çağda  yazmaya başladım, ne de fanzinlerin tavan yaptığı dönemde yazdım. Arada kaldım, ki benim gibi hisseden bir kamyon adam vardır. 
Biriyle tanıştım ben bugün. İnternet üzerinden. Hürriyet Blog Ödülleri'ne gittiğini söyledi, daha doğrusu ima etti. Bunu söylediği an nasıl hissettiğimi bilmiyorum mesela. Sanırım o arada kalmışlığın, o "yazdıkların güzel ama bunları yayınlamayı kimse kolay kolay kabul etmez" zihniyetinin acısını, ucuna kozalak takılmış oklavanın içimde gezdirilmesiydi hissettiğim. Acı, öfke, hayatta bir şeyi becerememiş olmanın verdiği gurur eksikliği, tekrar sinir, tekrar öfke... "Ben niye bunlar gibi olamadım? Benim blogum neden bu denli başarılı olamadı?" sorularının içinde boğuldu gitti aklım. Karşımdaki, sıradan biriydi. Belki iyi eğitimliydi fakat onun blogunu ya da yazdıklarını okumam için bana yüklü bir miktar nakit önermeleri gerekirdi. Ki futbol blogları dışında blog da takip etmem kolay kolay... O da arada bir, kahve içerken okumaya birebir gittiklerinden ötürü...
Bilemedim, ne olduğumu veya neye yaradığımı, ileride ne olmak istediğimi bilemedim. Gururlu bir şekilde, "Kullandığım üslup ve küfürlü anlatım sebebiyle ben sizlerden biri olmadım." dedim ancak bokuyla oynayan eski Yeşilçam Jön'ünden farksızdı durumum.
Şimdi soracaksınız muhtemelen, ne bok yemeye anlatıyorsun bunu diye... Anlatıyorum, çünkü 21 Aralık'ı heyecanla beklememin sebeplerinden biri de bu.
Mutlu kıyametler...
Esen kalın...
Siktirin gidin.

29 Kasım 2012 Perşembe

Akşamdan Tesirli Metropol Notları 14

"Bok var"

Birazdan dökülecek olanlar, aslında çoğumuzun yer yer baş rol oynadığı bir hikayeden akılda kalan kısımlardır. Sonuç olarak bunların hiç birini yapmadım diyemeyeceğim tabii. Yakın bir arkadaşımla okulda sürekli olarak geyiğini yaptığımız, geyiğine doyamadığımız ancak bir yandan da bu tek tipleşmeye fitil olduğumuz bir sap-saman ayrıştırıcısıdır paylaşacağım...

Üniversiteye girdin, saçını hemen uzat. Bok var, eksik olma.
Bilimum etkinliğe katıl. Bir şarkısını bile bilmediğin adamın konserine git, ortam piyasa yap, ancak bunu alternatif şekilde gerçekleştir. Yap, doymazsın yoksa, uzun saçın hakkını vereceksin ya...
Biraz daha uzadı mı saçların? Tamam güzel. Zaten kesin sigaraya başlamış, kulağını deldirmişsindir. Şimdi sırada o saçları rasta yaptırmak var. Yaptır yaptır, kıymadan yaptır... Üniversitedesin, başka ne zaman yapabilirsin böyle bir çılgınlığı. Favori dizin Kampüsistan, favori "adamın" da Yunus Günce.
Aa, Yunus Günce demişken, dövme işine de girişmişsindir piercingden hemen sonra. Yaptır Yunus Günce'nin kolundaki dövmenin aynısını. "God Is Love." Hiç bir şeyden eksik olma, bok var.
Devam et hayatına, rock konserleri baymaya başlamıştır. Nasılsa ortalık küllüm liseli, hard rock ve heavy metal tarzlarındaki konserlerde bulunma. Hemen Tori Amos, Lamb, God Is An Astronaut dinlemeye başla.
Bir iki kez Peyote'ye git, arada house, trance, dubstep tarzlarına kay. Hoop ne oldu? Geldin uyuşturucuya. Esrar kullan, bir iki adım ileriye gitmek için hap at, kafan kıyak gez ortalıkta. 
Neden? Çünkü marjinal kalmak için bir kimyasala ihtiyacın var. Aa bir de, kullandıklarını yüksek sesle anlatmayı unutma. Zararlı diyoruz bunlar, kendine zarar veriyorsun diyoruz ama sen bizi dinleme. Aban hemen, bok var. İlla lazım sana bunlar.
Üniversitede ilk seneni yurtta geçirdin, hadi ilk iki sene diyelim.. .Ardından arkadaşlarınla eve çık. Sonra arkadaşlarınla takış, herkese "En iyi arkadaştan ev arkadaşı olmaz." öğüdü ver ve ekle: "Aranız bozulur." Dayanama, becereme, çıldır ve dön dolaş bir sevgili bul.
Sevgilinin evine çık... Onunla birlikte yaşamaya başla. Çünkü izlediğin çoğu müzik klibinde bu sahneyi gördün, bundan da eksik kalma. Sevgilinle uzun bir süre yaşa, ardından ona "Ben Erasmus'a gideceğim yeaaa." de ve onu ardında bırak. 9 ay ortalıkta görünme. Arada bir, gurbet ellerdeyken anlarsın değerini, kimse senin maymun suratına bakmadığı için... "Nasılsa döndüğümde beni bekler, kesin bekler o." de. (Beklemedi)
Okulun bitmeye yaklaştı mı? Eh, sevgilin beklemedi diye İncir Reçeli'dir, Issız Adam'dır, bilimum ağlak ve sümüklü Türk filmini de bitirdin. Kafayı da çektin, hoop dön başa. Bir süre her şey kötü gitsin. Ardından toparlan...
Okulu bitir, yüksek lisansa başla. "İşletme masterı şart abiiiii!" diye ortalıkta gez fıldır fıldır. Bok var...
İşletme masterını ya da EMBİEY'ini yaparken, çalış ya da çalışma bir sigortalı işte ancak her zaman şikayet et. "Off, dersler çok ağır yeaaa" diye ağla millete. Çünkü bunu yapmayı sen seçmedin, bunun için sen ailenden maddi yardım istemedin. Devlet dayattı değil mi böyle yapmanı? Yoksa sadece ağır işlerde mühendis olarak(şantiye, fabrika vs) çalışmak istemediğinden mi bu boka giriştin?
Hazır yaşın da ilerlemişken, yirmili yaşların ikinci yarısına girerken patlat o zaman Facebook profil fotoğrafına yeğeninin fotoğraflarını. Eksik kalma, hiç bir şeyden eksik kalma... Bok var.

25 Kasım 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 13

Hayatım "13"ün etrafında geçti. Yabancıların uğursuz rakamı, 1453'ün basamaklarının toplamı 13'ün etrafında. Şanssız olduğuma inandırmadım kendimi, sonuçta acısını hissettiğim her şey; aslında kendi kararlarımın sonuçlarıydı.
Bu yüzden de, biraz daha kendi iç muhasebemle alakalı olabilir birazdan bu yumuşak klavyeden dökülecek sert sinkaflar.
Blog yazmayı geç keşfettim. Karalardım, karaladıklarımı -eğer onlarla alakalıysa veya onların gözünde beni yücelteceğini düşünürsem- hoşlandığım kadınlara gönderirdim. 2007'nin başında saçmalamıştım ilk kez. Muhtemelen edebiyat dünyası, gotik kızlar ve arabesk rapçiler dahil bu kadar kötü bir yazımla karşılaşmamıştır o zamana kadar. Zaman zaman İngilizce, zaman zaman Türkçe yazıyordum. Saçmalıyordum ve aslına bakarsanız, şu an yazdıklarımdan -eksen itibariyle- farksızdı o zamanlar paylaştıklarım. Ev özlemi, terk eden ya da reddeden kadınlar başroldü. Tabii o zamanlar tuttuğum blogu bir süre sonra bambaşka bir mecraya taşıdım ve "Boş Mideye İki Duble Viski" o taşınma işlemi sırasında doğdu, ilk adı olan "Southern Vagrant" ile...
Gelgelelim, sık sık yazmaya başladığım zamanlarda bu piyasaya ne kadar geç girdiğimi farketmemle, cinsel anılarını paylaşan hesapta anonim, sözde gizli, İncisözlük'te ifşa edilmiş yazarları gördüğüm an aslında kendime, ileride tutamayacağım bir söz vermiştim. Cinsel anılarımı anlatmayacaktım...
Anlattım, defalarca anlattım, bıkmadan usanmadan okudunuz. Okuduğunuz için veya yaptığınız yapıcı/yıkıcı yorumlar için teşekkür ederim. Nasıl hayatlar yaşadığınız umrumda olmasa da, on yazıda bir kez yorum aldığım için yaptığınız her yorumu özenle okuyorum. "Çok güzel yazı kardeşşş..." tarzı yorumlar hariç tabii...
Ancak kendimden gün be gün daha fazla tiksiniyorum. Pornografiye girdiğimi hissediyorum. Her ne kadar anlattığım her şeyi, birini özlediğimden ötürü paylaşmış olsam da -aldatma kısımları dahil- saçma geliyor. Bu kadar düşmemem gerektiğini düşünecek kadar egoya sahip olduğumdan ötürü...
Dedim ya, aslında her şeyi belli bir açıklıkla anlatırken; aslında sonuç olarak ne kadar yalnız olduğumu görmenizi istemiştim. Ama olmadı, hep çıplak kaldı yazılar, çıplaklık içerdikleri için.
Keza üç cümlede bir "üç nokta" kullandığım zamanlarda da aynı şeyi hissetmiştim. Nefret ettiklerini oynamak...
Anlamanızı beklemedim, anlamanızı istemiyorum, beklemiyorum. "Geçtiğim zamanların ne olduğunu biliyor musun?" şeklinde size çıkışacak kadar düşmedim. Ama, düşüyorum işte; gün gün, saat saat, ay ay... Kafayı toparlayıp gidebilsem, okul bitse, her şey "çok güzel olsa" belki blogu bile kapatacağım. Ama olmuyor, olamıyor. Hiç bir zaman da olmadı...
Evet bu bir özür. Sikindirik cinsel içerikli yazılar için, tiksindiğim insanlara benzemeye başladığım için sizden dilediğim bir özür. "Aslında şunu demeye çalışmıştım." da yersiz bir teselli, tıpkı on on beş yaşlarındayken teyzemin bana verdiği çizgi roman-karikatür dergileri gibi.
Özür dilerim.

Mark Lanegan ve Unutturmadıkları

Queens of the Stone Age'in adını çok duyardım ve zamanında kullandığım Last.fm ismindeki sosyal mecrada hep tavsiye edilen sanatçılardan biri olurdu. Bundan bir, belki beş yazı sonrasında üzerinde uzun uzun yazacağım Kyuss'ı sık dinliyor olmam sebebiyle Queens Of The Stone Age karşıma çıkıyordu her yerde.
Bir gün dayanamadım, dinledim. Kyuss'la uzaktan yakından alakası yoktu. Kyuss'a göre fazlasıyla MTV grubuydu. Ama güzeldi. Josh Homme efsanevi bir adamdı, en pop parçaları No One Knows'du ve çok severdim... Bir gün, aynı albümde bambaşka bir parça keşfettim. Hangin' Tree... Linç edilen, oğluyla aynı ağaca aynı gün asılan siyahi bir adamın öyküsüydü. O gün Mark Lanegan ismiyle tanıştığım gündü.
Genellikle, birbiriyle uzaktan yakından; müzikal olarak değil de, ortak grup elemanları olarak ilişkiye sahip adamların tüm diskografisini dinlemeye özen gösteririm. Zaten, muhtemelen rock müzik camiası da bu temel üzerine kuruludur. Herkesin birbirini pohpohlaması...
Screaming Trees'i keşfetmem uzun sürmedi.Buğulu bir sesi vardı. Hani derler ya Lemmy(Motörhead) için, viski ve sigara dumanıyla geliştirdiği gırtlağına övgü yaparlar... Lemmy bir içiyorsa, bu adam beş içiyordu. Fena bir herifti. Sesi pesti, buğuluydu. Belki de sadece kendi ses tonum da onunki kadar pes olduğu için onunla kendimi aynı kefeye koymaya, onu ağabeyim gibi görmeye başlamıştım.
Daha önce "X ve Yaptıkları" şeklinde (Nirvana ve Götürdükleri, Chris Cornell ve Getirdikleri) karaladıklarımdan farklı olarak, bu çirkin adam üzerine en sevdiğim parçalarını yorumlayarak anlatamayacağım. Çünkü, hakikaten kutsanmış bir herif bu. Bebeler belki hatırlamaz, fakat Layne Staley(Alice In Chains), Kurt Cobain (Nirvana), Chris Cornell (Soundgarden) doksanları sarsan, Grunge müzisyenleriydi. Lanegan, kimine göre onların gölgesinde kaldı, kimine göreyse bu adamların aksine uzak durmak istedi. Yanlış bilmiyorsam, Cobain ve Staley ile yakın dost olduğu bir gerçek. Ama farklı bir adamdı. Karanlık. Mutlu biri olmamıştı belki de. Bu adam grunge müzisyenleri arasında; veya grunge "yıldızları" arasında en çirkini olarak sayılabilirdi. Bu yüzden MTV'de videoları çok dönmemiştir, kim bilir. Onlar kadar pespaye giyinir, "depresyon hırkası" ve "yırtık kot"tan nasibini en az onlar kadar alırdı. Fakat müzisyen olarak hep bir adım ileri atmaya çalıştı. Grubu oldu, solo projesi oldu, Isobel Campbell ile ayrı bir projeye girişti, Mark Lanegan Band'i kurdu, Gutter Twins'de The Afghan Whigs solistiyle birlikte çaldı... Her geçen gün olgunlaşıyordu belki de. Son 10 senedir takım elbiseyle çıkmıştır konserlerinin yarısından fazlasına. Grunge çıkışlı olmasına rağmen temiz müzik yaptığı da bir gerçek, ancak ben seyirciye saygıdan ötürü bu imajla sahne aldığına inanıyorum hala.
Parça parça anlatmayacağım dedim, evet kararımın arkasındayım. Bundan ziyade sözlerinden kupleler paylaşmak daha doğru.

"And I'm happy murderin' my mind.
Yeah I remember your voice,
Turn it around and around and around in my head,
Now it's just like you said.
Everything inside is dead."

"Aklımı öldürmekten mutluyum.
Sesini hatırlıyorum,
Kafamda defalarca döndürüyorum onu ve
Şimdi her şey söylediğin gibi,
İçeride kalan her şey ölü."
(Hotel)

"Had we ale, wine or beer,
Our spirits far to cheer.
When we're in those woods so wild.
Where a glass of whiskey shone,
When we're in the woods alone.
Far to pass away our long exile."

"'Ale'imiz, şarabımız veya biramız vardı.
Selamlamaktan uzak ruhlarımız...
Vahşi dünyada, ormanda olduğumuz zaman,
Bir bardak viskinin parladığı yerde,
Ormanda yalnız olduğumuz zaman,
Sürgünü atlatmak adına."
(Shanty Man's Life)

"I'd rather be drunk than dead,
Or go where Jesus fled.
So I get drunk again.
Or may be not."

"Sarhoş olmayı, ölü olmaya tercih ederim.
Veya İsa'nın uçtuğu yere gitmeyi.
Böylece tekrar sarhoş olabilirim.
Veya olmam."
(Woe)

"When I'm dressed in white,
Send roses to me.
I drink so much sour whiskey
I can hardly see.
And everywhere i've been,
There's a world that howls my name.
From the one tiny sting,
To that vacant fame."

"Beyazlara büründüğümde,
Bana güller gönder.
O kadar çok acı viski içtim ki,
Görmekte zorluk çekiyorum.
Bulunduğum her yerde,
Benim ismimi uluyan bir dünya var.
Bir küçük dikenden,
Boş aleve kadar."
(One Way Street)

"Cool water divine,
Now I'm thirsty with nowhere to go.
And what else do we find?
But sorrow and misery untold."

"Serin, kutsal su,
Şimdi susadım ve gidecek bir yerim yok.
Başka ne buluruz,
Hüzün ve söylenmeyen zavallılıktan başka?"

Şimdiye kadar paylaştığım sözler Mark Lanegan ismiyle piyasaya çıkan parçaların sözleriydi. Aslında Gutter Twins'e, Isobel'e de girilebilir ancak, Lanegan'ı, aklıma ilk gelen sözlerle böyle özetleyebilirim sanırım. Çok yaşa sen, 11 Aralık'ta görüşelim paşam...





22 Kasım 2012 Perşembe

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 12

Bir keresinde, Cihangir'de yaşayan bir arkadaşıma gitmiştim. Bayağı dibine vurmuştuk içkinin. Dönüş yolundaysa uzun zamandır açmadığım bir albümü açmaya karar verdim. Cihangir sokaklarından meydana çıkmaya çalışırken Max Payne soundtrackini dinliyordum.Başlangıçta o ana temayı dinlerken içim burkuldu, gözlerim yaşardı. Çünkü ana temayı en son Mersin'de ailemden ayrılırken dinlemiştim. Ailemle aramızda şöyle bir anlaşma var: ablam, başarıyı, güzelliği, iyi niyeti, sevgiyi ve sanatı temsil eden bir peri sembolü. Bense ablamın temsil ettiği tüm sembolleri yakıp yıkan adam. Başarısızlığı, çirkin ve siyah giyinen adamları, avareliği, misantropiyi, nefreti ve estetikten uzak her şeyi temsil eden pis herifim.
Ana temadan hemen sonra, shuffle; oyunda Max'in girdiği uyuşturucu tribinin arka planında çalan şarkıyı patlattı kulaklarımda. Göz yaşlarımı elimle silerken, bir yandan da miyavlayan kediden bile tırsar hale gelmiştim. Az sonra bir tinercinin beni sıkıştırıp para istemesi durumunda ne yapabilirim diye düşünmekteydim. Neden, sonuç ve mantık ilişkisi içerisinde aslında bunun mümkün olmayacağını; çünkü uzun paltomu ve çizmelerimi giydiğimi hatırlattım kendime. Korkutucu ve sakallı bir görüntüm vardı. En son bu imajla, bu tarz bir yerden geçerken "Beni sivil polis katili yapacaklar akşam akşam..." diye söylendiğini duymuştum birinin, bana bakarak. Dolayısıyla aslında imajım biraz da caydırıcıydı. Zaten uzun olan boyum, çizmelerimle üç santim daha uzuyordu en az. "Bu iyi..." diye düşündüm ve kalbim sıkışa sıkışa, hızlıca geçtim sokakları.
Ardından eve dönüp bir şeyler karalamıştım. Sonunda çöpe attığım cinsten bir şeylerdi. Seneler önce tabii... 2009 ya da 2010dur olayın cereyan ediş tarihi. Bugün kelime kelime olmasa da, az buçuk hatırladım neler karaladığımı, yine Max Payne'in soundtrackini dinlerken. Hafıza işte....
Çok şey paylaşıyorum yazarken ve genellikle bana, bu kadar çok şeyi paylaşmamamı tembihliyor bazıları. Bazılarıysa daha hayali yazarak aslında gerçekten bir yazar olabileceğimi söylüyorlar. Bazıları komple çizmiş, bu kadar çok detayı bildiklerinden ötürü hayatımla ilgili; yakın arkadaşım olduklarını sanıyorlar. Halbuki sadece okurlar...
Büyük bir kitlem yok, hayvan gibi takip edilmiyorum, bir internet fenomeni değilim ve genellikle "Sen kimsin lan?" tepkisine maruz bırakılacak adamım. Ama bu, burada paylaştıklarımdan ötürü beni sizin yakın arkadaşınız yapmıyor. Çoğu dediğinizle ilgilenmiyorum. "Ayy mesela benim de başıma şu gelmişti..." şeklinde, veya "Bana onun daha kötüsü oldu!" girizgahıyla yaptığınız yorumlar; attığınız mesajlar zerre ilgimi çekmiyor. Zaten ilgimi çekiyor olsa soruyorum, "Ne yapıyorsun?" gibisinden. Blog sebebiyle tanıştığım insanlar da oldu. Ama dedim ya, merak ediyor olsam zaten sorarım.
Gerine gerine anlattığınız eski sevgililerinizden ayrılışınız, uyuşturucu kullanımınız, psikoloğunuz ve psikiyatriden reçeteyle aldığınız anti depresanlar, ufak dramalarınız, yer yer ballandırmaktan; bir tarafını yalamaktan bıkmadığınız mekanlarınız, üç gün sonra kavga edeceğiniz yakın arkadaşlarınızın söylediği komik şeyler, yaşadığınız için komik olduğunu düşündüğünüz ancak içinde mizahtan bir parça bile barındırmayan tecrübeleriniz, memleketinizde çekirdeğe "çiğdem"; sigara "cuğara" denmesi, kendi tercihinizle başladığınız işinizin ya da yüksek lisans öğreniminizin zorluğu, okuduğunuz kitaplardan yaptığınız alıntılar, yıllar önce upuzun olan saçlarınız, yine yıllar önce yaptırdığınız rasta, 90larda rock ve heavy metal müzik popülerken gittiğiniz ancak artık tiksindiğiniz barlar ve o zaman dinlediğiniz gruplara artık yadırgayarak bakmanız (bu arada evet, ben de modayken bu müziği dinledim ve çizgimden kopmadım. ayrıca, Mersin'de rock müzik popüler olmanızı sağlamıyordu; sizi sadece bir diğer serseri olarak gösteriyordu karşı cinse karşı), babanızla annenizin ayrı olması, kaybettiğiniz arkadaşlarınız ve akrabalarınız, Machine'de yaşadığınız homoseksüel tecrübe ve bir çok diğer ayrıntınız, sikimde bile değil.
"Ben zaten bitmişim." diye söylemiyorum bunu, sadece çoğunuzun hayatlarını umursamadığım için söylüyorum. Umursadıklarıma zaten soruyorum, kurcalıyorum ve deşiyorum yaralarını. Onların gözyaşlarını görmek de artık üzmüyor beni. Eskiden en çok üşümeme, yaralanmama sebebiyet veren durum; kadınlara ait gözyaşlarının dökülüşü bile üzmüyor.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 11

Yazının başlangıcı basit aslında.
Eskiden Koçtaş'a giderdim ve ihtiyacım olandan fazlasını sadece "ucuz" olduğu için ya da "indirimde" olduğu için satın alırdım. Tornavida setleri, matkaplar, 20li pakette ampuller, gereksiz bir sürü şey... Koçtaş, Bauhaus, IKEA, yapı marketinin ismi asla değişmez. Sadece o yapı marketine gidenlerin satın aldıkları değişir.
Ama bu sefer farklıydı. Mağazaya girdiğim anda gözüme erişmişti. Tornavida seti, Black and Decker'dan. Baktım, sırıttım  ve geçtim aklımda aynı sabit fikirlerle. "Nasılsa üç ay sonra ne ben burayı özleyeceğim, ne de bura beni özleyecek." Sadece dümdüz yürüdüm, bozulan(ki yıllar önce onu da Koçtaş'tan ucuza almıştım) masa lambamın yerine yeni bir masa lambası aldım ve çıktım dükkandan.
Belki hepiniz değil, sadece bir kısmınız bilir. Bir daktiloyla yazıyorum çoğunlukla. O daktilo çalışma masamın üzerinde duruyordu. Lambayı fişe taktım, yaktım, daktiloda yazmama çok müsaitti ortam. Aldığım masa lambasından önce kullandığım başucu lambasını odama götürmüştüm. Zemin yazmama müsaitti ancak aylardır belki de, daktiloyu kullanmıyordum. Önce denedim, bazı harflerin bastığım yerde kaldığını gördükten sonra daktiloya tükürdüm. Sonra kapağını buldum daktilonun. Kapağını üzerine örttüm ve yazmaya dijital dünyada, sanal şekilde, bomboş bir klavyeyle yazmaya devam ettim "Disco Science" dinleyerekten.
Aslına bakarsanız, daktiloyuı kaldırırken aklımdaki de belliydi. Ben, ne harika bir müzisyen, ne yıldız bir basketbolcu, ne de herhangi bir basılı yayında yer alabilen adam olabilmiştim. İşin ironik tarafı, ben bu adamlardan hiç biri olamayacağım, bu sıfatlardan hiç birini sahiplenemeyeceğim bir bölümde okuyordum. Varsın olsun, ilk kez daktiloyu da, yazmayı da bir kenara atabilmiştim ve evimde, sallanmadan yazabiliyordum. Daktiloyu kaldırmak saçmaydı, ancak daktiloyu toparladıktan sonra dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladım. Bir adam ve bir kadın tekel bayiinden çıkıyorlardı.
Seslerini dinledim uzun uzun. Gülüyorlardı, eğleniyorlardı... Pencere pervazına yanaştım. Ardından pencere pervazına çıktım, "Bu adamın ve kadının önünde intihar etsem, ne kadar saçma bir gece geçirirler aslında?" diye düşündüm. Sırıtıyordum ve "Disco Science" çalmaya devam ediyordu kulaklarımın içinde.
Önlerine atlamadım, sadece sırıttım ve içimden geçirdim: "O daktilo iyiydi de çevresi kötüydü. Keşke bazı tuşları basabileydi..."

17 Kasım 2012 Cumartesi

Günah Çıkarma Psikozu

Ondan önceydi muhtemelen. Hatta onun bana oynadığı başarılı blöften -"İstediğinle yatabilirsin ama bunu bana söyleme, hatta bana ima etme"- bile önceydi. Bir sabah "Beşyüzevler" isminde bir semtte uyanmıştım. Uyanmıştım ama neden oradaydım, gece neler olmuştu hatırlamıyorum. Sadece çok fazla rakı içtiğimi hatırlıyorum. Çünkü rakıyı çok seviyordu. Sonradan kilo alanlardandı. Kilo almadan önceki halinin fotoğraflarını bana gönderirdi. Kilo almadan önceki hali gerçekten güzeldi, veya fotoğraflardı amaçsız olan. İçmiştik, içerken tartışmıştık. Uyandığımda tanımadığım bir yerdeydim. Vınlamaya çalışıyordum çünkü o da etrafta değildi. Tek yapmam gereken kapıyı çekip çıkmak, biraz uzaklaştıktan sonra esnafa metro/metrobüs durağını sormaktı. Yaptım, onun "Hani kahvaltı edecektik?" sorularına rağmen. Nasıl kaçtığımı hatırlamıyorum... Ancak hala kuyruk acısı hissettiren kadınımla ilişkiye başladığım ilk gecenin sonunda telefonum çalıyordu, açtığımdaysa "Neredesin, seni Facebook'tan sildim ama görüşelim mi? Ben Taksim'deyim." diyordu. Öyle bir şeyin olamayacağını söyleyerek yüzüne kapatmıştım. Büşra'ydı adı ve cinsel ilişkiye girerken canı yanardı. İlginçti.

O, daha doğrusu sanırım hayatımdaki tek gerçek "o", doğumgünümü bir ay önden kutlamıştı. Belki de bir hafta, hatırlayamıyorum. Velhasıl, doğumgünümü de "o"nunla geçirmemiştim. Saçma sapan bir kadınla geçirecek kadar aptaldım, çünkü o blöfü gerçek sanacak kadar aptaldım. Sonradan kilo aldığını iddia eden, yüzü harika bir kadındı. Bir iki kart numarası, Beatles Cafe'de geçirilen saatler ve karaciğeri yoran ilaçla alınan alkol bünyedeydi. Bir, iki, üç ve evdeydik. Sarkık göğüslerinin arasında gidip geliyordum amaçsızca. Sonuç olarak gerçekten güzel olan yüzüne boşalmıştım. İkinci görüşmeyi ise yapmamıştık. Sebebi ben değildim, görüşmek istemiştim ancak görüşeceğimiz gün gönderdiğim mesajlara ya da yaptığım aramalara cevap vermemişti. Bir fahişe olduğunu aklımdan geçirip, sadece aklımdan değil, dünyamdan silmiştim. İsmini hatırlamıyorum, ancak kötüydü ve sanırım regl olduğu için sınırlanmıştık. Sınırın sonuysa alezimdeki kan iziydi. O iz oraya nasıl bulaştı bilemiyorum. Hala bilemiyorum... Bazen pantolonları bacaklarındayken seks yapar insanlar.

Nisan gerçekten beklediğim bir kadındı. Hayatımın meyhanelerde geçen döneminde aylarca konuştuktan sonra İstanbul'a gelişini beklediklerimden... Gelmişti, önümdeydi. Bense akşam Nisan'la buluşmadan hemen önce "o"nunlaydım. O bir iki bira içmişti, ben bir limonata... (İlaç etkisi altındaydım ve içmememi tembihliyordu.) Zaten limonatanın fotoğrafını çekip Facebook'a koymam işin espritüel yanıydı. Özlediğimle birlikte fotoğrafım olmadı asla. Sadece limonata fotoğrafında masaya koyduğu ellere bakarak saatler geçirdim bir, bir buçuk senedir. Barda limonata içecek kadar düştüğümü görüp kendime küfrediyordum. Sivilcelerimden kurtulmak adına bu salak ilacı kullandığım için kendime küfrediyordum. Velhasıl, Nisan'la buluşmadan önce kendisine bir arkadaşımla görüşeceğimi söyledim. Akşamı yarıda kestik, o evine gitti; bense Nisan'la buluşmaya... Nisan mı? Hayatımdaki en boktan tecrübeydi. Muhabbeti vasattı ancak bir şeyleri kaybettiğimi düşünmeme sebep olan ilk kişiydi. Çünkü, boşluktaydım onunla birlikte olduktan sonra. Tavana bakıyordum. Uyandığımda gideceğimiz yerlere doğru yola çıkıyorduk. Ben, evimde kalamayacağına dair bir yalan uydurmuştum ki uydurduğum yalan muhtemelen babaannemin hasta oluşuydu. Babaannem 6 ay önce ölmüştü halbuki... Nisan, arkadaşının evine gitmek zorundaydı. Kapımdaki notu gördüm. Uzun zamandır beklediğim Super System(Texas Poker ile alakalı bir şaheserdir ki Rounders isimli filmde de adı çok fazla geçer) kargodaydı ve kargo şirketi beni bulamadığı için not bırakmıştı. Dağıldık. Olaysız...

Bir ara okulumdan bir kadın çıkıverdi ortaya. Namuslu görünenlerdendi, bakire olduğunu iddia edenlerden. Hayır, birlikte olmadık fiziksel olarak ancak o denli birlikteydik ki, bakire olsa da olmasa da bazı cevizleri kırmış olduğunu anlıyordum. Sıradan, standart bir kadındı... Bana masaj yaparak başlayıp, işini ilginç bitirmişti. Ve evet, ilk görüşmeyi evimde yapmıştık. Bomboştu, amaçsız bir ilişkiydi ve sadece bir buçuk saat sürmüştü. Keyif alıyordu beni kıvranırken görmekten.

Galatasaray maçından önce buluştuğum bir kadın vardı. Bursa'lı. İsmi Sena olabilir. Maç sanırım Liverpool ileydi. Hazırlık maçı tarzı... Evde linkten izleriz diyerekten buluşmuştum. Beşiktaş motor iskelesinden aldım onu. Bir iki çay çorba içtik. Muhabbet, çay ve tavla sırasında zarları sallarken sallanan göğüsleri. Bu kadar çok kadınla yakın temasa geçmek, yanlış değildi o zamanlar aklımdaki etik denklemine göre. Çünkü eski sevgilim söylemişti istediğim kadınla birlikte olabileceğimi... Blöf de olsa... Kafamı duvarlara vurmuyordum bu bokları yediğim için. Ancak kendimle de gurur duymuyordum. Hiç bir derinliği olmayan, saçma sapan ilişkiler içindeydim. Aldatmak mevzu bahis olduğunda körü körüne karşı çıkan ben, "Nasılsa sevgilim izin veriyor yeaaa" diyerek kaliteden uzak kadınlarlaydım. Neredeyse her gün...

Bir gün, Mersin'den bir arkadaşım geldi. Misafirleri vardı yurtdışından. Evi ayarlamıştı, bende kalmayacaklardı ancak bir gece dışarı çıkmak istediler. Çıktık, buluştuk, konuştuk, eğlendik, içtik. Bir bilgisayar firmasında çalıştığını söylemişti. Yine aynı kart numaralarını uyguladım. "Kadınları böyle mi tavlıyorsun?" dedi, "Seni tavlamaya çalışırsam, bunu içinde hissedersin." dedim. Flört ediyordum alkolün etkisiyle. Gecenin sonunda sevgilimin evine gideceğimi söyleyip oradan ayrıldım. O gün, onun evine ilk gidişimdi. Taksim'den, dolmuşla... Güzel bir gecenin ertesinde hayatımda yaptığım en güzel kahvaltılardan birini hazırladı. Masa dolu değildi, ancak o benim için bir şeyler yapmaya çalışıyordu sıcakta. Takdir etmem gerekiyordu, bakkala gidip taze ekmek bile almıştı. O'na bağlanıyordum ancak kafam karışıyordu. Duygularım alt üsttü ve ne yaptığımı anlayamıyordum. Sebep-sonuç ilişkisine dayandıramıyordum hiç bir şeyi. Barda, geride bıraktığım Polonyalı kadın yasak meyve olduğu için hoş gelmişti sadece. Hatta onunla ilgili bir şeyler karalamış bile olabilirim. "Long Slow Goodbye" dinlerken imkansız aşkların adamı olduğuma kendimi inandırıp, onu sevdiğimi düşünecek kadar da aptaldım. Halbuki olayın drama boyutu önemliydi benim için. Daha fazlası değil... Mersin'e geçtiler, Mersin'deyken beni Skype'tan defalarca aradı. Mersin'deki tatilini kısa kesip İstanbul'a, ayaklarıma kadar geldi. Onu karşıladığımda tek düşüncem, "Ne işim var lan benim bu kadınla?" idi. Birlikte olmadık, regldi. Sadece konuştuk, içtik ve eğlendik. Sakindik. Arada bir sarılıyordu yanımda olduğu için, hepsi o.

Bir gün bir falcı işten çıktı, eve geçti, evden de bana geldi.  Muhtemelen fal baktırmaya gittiğiniz kafelerin en iyisinde çalışıyordu. Yakında oturuyordu. Biraz içtik, biraz eğlendik, aynı tarifeyi ona da uygulamaya çalıştım ancak işe yaramadı. Göğüslerini uykuyla karışık sıktığımda defolup gitmemi söyledi. Kibar bir "Hayır." değildi bu. Çirkin bir kadındı, çok çirkin. İsminin Melike olması lazım. Belki de yanlış hatırlıyorumdur.

Sıkça bir bara giderdim arkadaşlarımla. "O"nu çağırmazdım çünkü onsuz daha çapkın olabileceğime inanırdım. Her gittiğimde aynı garson kızı görüp, "Abiii, bu kız güzeeeel." derdim. Duygusal olarak onu aldattığım zamanlardan bir başkasıydı, Polonyalı kadından sonra. Ne içersinizden daha uzun muhabbetlere yavaş yavaş giriyordum. Adı Aylin'di. Sanırım ismini bir kart numarasıyla öğrenmiştim. Yavaş yavaş flört etmeye, kanına girmeye başlamıştım. Zaten o beni terk ettiği zaman, soluğu Aylin'in kucağında alacaktım. Çünkü Aylin, "o"nunla beraberken mini şortuna takılıp saatlerce içtiğim kadındı. Güzel bacaklar, beyaz bir ten ve kalemle çizilmiş bir burun. Gerçekten güzel bir kadındı, ya da ben kendisini abartıyordum. Bilemiyorum.. Aylin de sonuçta beni terk etti tabii ki.


"O" gittikten sonra meyhanelere kapanmıştım. O'ndan önce sıkça takıldığım Semra beni aramaya başlamıştı. Neden arıyordu, bilmiyorum ancak fahişesiydim. Aylar önce ondan üçlü istediğimden beri benden soğumuştu ve benimle bir daha görüşmek istemediğini söylemişti, ancak şimdi alenen çağırıyordu. "Taksim'e çıkıyoruz fal baktırmaya, gel." dediğinde bakacağının bir fincandan ziyade, bana ait bir parça olacağını biliyordum. Veya, telefonu açtığım anda "Evde misin?" dediğinde niye aradığını tahmin edebiliyordum. Belki de bana ilk kez bir şeyler yaşamayı becerebildiğim ve sonunda ilişkimi bok ettiğim için acıyordu. Bu yüzden geliyordu veya gelmemi istiyordu. Yakında oturuyordu zaten.  İstediği zaman sevişiyorduk. Sanırım terk edilişimin ardından ilk buluşmamızdı... Gözlerime bakıp, "Büyüdüğünü izlemek güzeldi." dedi işimiz bitince. Cinsel ilişki sonrası sendromuna kapılan her erkek gibi aval aval suratına baktım. Toparlandı, defoldu gitti. Semra harika bir kadındı, ama o da benimle görüşmek istemeyecekti bir süre sonra.


Bir sürü yalan söyledim ben sevgilime. Bir gece başucumdaki çekmeceyi açıp prezervatifleri sayarak, "Hımm, bakalım bu sefer kaç günah işledin ehehehe" demiş ve blöf konusundaki elini güçlendirmişti. Ondan ayrı birlikte olduğum insanların sayısını "Bir elin parmaklarını geçmez, cidden." şeklinde tanımlayarak onu tekrar kazanmaya çalıştım defalarca. Halbuki ben duygusal, cinsel, fiziksel yönden defalarca aldatmıştım onu. Evet, ben bir günahkarım ve Eros'un oku; beni uzun süre bulamayacaktır büyük ihtimalle. Ona karşı işlediğim günahlar bu kadar. Beni affet, "Padre." Amin.

16 Kasım 2012 Cuma

Kahramanlarım

Onunla tanıştığımda on yaşındaydım. Evde elektrikler gitmişti ve sadece babamla ben vardık. Kuru soğuk bir Mersin gecesine tanıklık ediyorduk. Annemle problemsiz, sit-com tadında bir hayat geçiren babam çağırmıştı onu. "Kadınım" dedi ve kayboldu uzun bir süre. Ardından "Koy koy" şeklinde çığırarak yıllar sonra karşıma geldi ki bu sefer kuru soğuktan ziyade, suratımdaki gülümsemeyi hissediyordum. Yine kayıplara karıştı... Uzun süre de görünmedi. Ancak bunun fırtına öncesi sessizliği olduğunu biliyordum. Elimde çekiç, ağzımda çiviyle sürüklenerek; zorla taşındığım evdeki odama ses sistemini monte etmeye çalışıyordum. "En iyi dostunu" anlattı, duygulandırdı ve sabahın onu da olsa saat, içme isteği uyandırdı bünyemde.
Tanju Okan, kahramanlarımdan sadece biriydi...

Ankara'da, yalnız başıma; şehir merkezine en az bir saat uzaklıkta iki yüz metre karelik, kuzenimin evinde yaşıyordum staj için. Adını defalarca duymuştum. Hatta Umut Sarıkaya karikatürlerinden feyz alarak "çakma öykü"sünü bile yazmıştım. Allah'ın belası Ankara'da geçirdiği bir ay boyunca bir çok kitabını okuttu bana. Yanlışlıkla aldığım şiir kitabı bile kimi cümleleriyle bana yetmişti. Misal: "Kimse bilmez ne çektiğimi..." Ayrıca "Hiç bir şey ilgimi çekmiyordu" cümlesinde tanımladığım ilgisizliği ve yorgunluğu, diğer kahramanımın yükselişine yol açıyordu. Charles Bukowski huysuz bir ihtiyardı ve tanışsak; kesin beni "marizlemeye" can atardı. Avi Pardo'ya ayrıca teşekkürler.

2010 yazıydı... Onlardan biri gitmişti. Çok "o" olmuştu hayatımda ancak onlardan birinin gidişi koymuştu. Sözlere dikkat etmeden dinlediğim şarkılardan birini söylüyordu. "Hangin' Tree" parçanın ismiydi. Oysa bu albüme sadece konuk sanatçı olarak dahildi. Sesindeki viski ve sigara aroması hoşuma gittiğinden dolayı albümlerini sırayla dinlemiştim, günlerce. Ölmek üzere olduğumu düşünerek geçirdiğim günlerde, "Low, you know where i've been"(Dip, nerede olduğumu biliyorsun) diyerek beni öldürüyordu. Keza biri bana arkasını dönüp gittiğinde "Drink your wine instead, i won't remember all that's said, say farewell and close the door, you'll find me nevermore." (Onun yerine şarabını iç, söylenen hiç bir şeyi hatırlamayacağım. Bana elveda de ve kapıyı kapat, beni bir daha asla bulamayacaksın.) diye haykırıyordu. Basit aşkların basit adamı olduğunu düşünmüştüm hep. Ama fazlasıydı, hala çektiğim kuyruk acısının baş aktörüydü. "One Way Street" dinleyerek arşınladığım yolların birincil aktörüydü. Kulağımda o leş sesiyle çınlıyordu. Özellikle hala hissettiğim acıların film müziğini yapmakta üstüne yoktu. Çünkü o, oydu. Dışarıda sürtmektense, evde takılmayı makul bulmamın sebebiydi. Çünkü sesi yeterliydi, beni dinlediğini düşündüğüm bir arkadaştan bile fazlasıydı. Cevap vermeyen bir arkadaş dahi olsa, bana yeterliydi. Onu dinlemek en azından benim bazı şeyleri bastırmama yetiyordu. Mark Lanegan, konserine gitmek isteyeceğim tek kişiydi.

Metallica konserine gitmiştik Galatasaray formalarıyla. Sene 2008. Hatta güvenlik görevlisiyle dalga geçmiştik. "Abi biz kombine biletle geldik bugün maç yok muydu yeaaa?" diyerekten. Onu ilk gördüğüm zamandı. Yakından görebildiğim tek kahramanımdı. "Learn from this mistake" deiyişini dinleyerek yıllarımı geçirmiştim. Çünkü her hatamdan sonra o parçayı dinleyerek günah çıkarıyordum.  Problemleri benden çok daha farklıydı. Uyuşturucu batağına girmiş, çırpındıkça battığını hissetmiş herifçioğlunun tekiydi. Ancak soğukkanlı kalıp kendisine uzatılan dalı bekleyecek kadar da zekiydi. Çırpınmanın yersizliğini onda görmüştüm. O kadar çok şey öğretmişti ki bana, Sami Yen'e Metallica'yı izlemek için değil, onu izlemek için gitmiştim. Phil Anselmo, gençliğinde tüy siklet boksör olan bir vokalistti. Birlikte içmek isteyeceğim tek kişiydi.

Ablamın arkadaşlarından aldığı bir CD'yi dinleyerek ona secde etmiştim. Mükemmel değildi, ancak anlayamadığım bir şekilde İstanbul insanlarının ona saygısı büyüktü. Cihangir semalarında oturan herkes ona şapka çıkarıyordu. Sadece tek bir parçasını bildim. "The Future"... Ve sadece bu parçasını çok sevdim. Kahramanım olmasını sağlayan mısralar ise belliydi. "It's lonely here, there's no one left to torture." (Burası yalnız, işkence edebileceğim kimse kalmadı.) Leonard Cohen, elitistlerin tanrısıyken benim kahramanımdı. Asla "Leonard Cohen mi, aaa çok severim ben!" piyasası yapmadım Tarantino filmlerine şapka çıkararak. Ancak özel bir adamdı, özel kalacak olanlardan.

Bu adamların tek bir yönü vardı, onları benim için özel yapan... Hepsi yalnız adamlardı ve o kadar uzun süre yalnızlardı ki; beni anlayabiliyorlardı. Daha doğrusu ben, onları anlayabileceğimi düşünüyordum. Bu yüzden kahramanlarım ne siyah, ne de beyaz giyinen adamlardı.



11 Kasım 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 10

Yaptığım hesaplara göre İstanbul'da yaşadığım işkence, 2013 yılı Ocak ayında bitecek; her şey yolunda giderse. Aslında her gün evinin özlemini çeken bir adam olmadım. Ancak bu şehir kadar nefret ettiğim başka bir yer de olmadı hayatımda. Örneğin Adana'ya ailemle beraber, sadece akraba ziyareti ve bayram ziyareti için giderdik ben küçükken. Ancak orayı bile severim; kolundan tutulup zorla götürülen çocuk olsam da.
Buraya gelmek birazcık zorunluluktu. İyi bir üniversite, iyi bir bölüm ve umulan zaman cetvelini uzatarak yaşanan bir üniversiteli hayatı... Arada sırada kadınlar, onların yaşattığı acılar, yozlaşmış insan ilişkileri üzerine yapılan gözlemler ve insanların anlata anlata bitiremediği; ancak asla içinde hissedemediğim gece hayatı. Bunları kazanmıştım İstanbul'da yaşadığım süre boyunca. Artık ciddi ciddi dönüş planları yapıyorum. Evimde iş yok, evet. Evimde eğlence bazında İstanbul kadar çoğul alternatifler de yok, evet. Evimde, gerçekten evimde olacağım ve kiminizin bahsettiği "hafif meşrep" karakterim orada vücut bulamayacak yetersiz imkanlardan ötürü, ama ona bile kabul be. Zaten planlar tutarsa, yani ben bu dönem gerçekten mezun olabilirsem; diplomayı aldığım gün(mezuniyet törensiz diploma) evde ne var ne yok satmış; elinden çıkarmış, uçuş kartı ve kimliğiyle Atatürk Havalimanı'nın kapılarından birinde, bir sürü bavulla uçağının gelmesini bekleyen bir adam olacağım.
Fikri bile içimi ısıtmaya yetiyor. Belki sadece bir değişiklik arıyorum, belki de gerçekten işler yolunda giderse okulda ve İstanbul'da geçirdiğim tecritten kurtulacağımı düşünüyorum. En ince kısım ise şu; zaten Haziran ayında; gideceğim. New Jersey, Amerika Birleşik Devletleri durağım olacak. Tutunabilirsem tutunacağım. İş, yüksek lisans; elimden geldiği bazda kovalayacağım. Muhtemelen hiç bir şey olmayacak ve "yurtdışı seyahat engeli" maddesinde "klik" koyduğum bir işi kovalayıp, Türkiye'den uzaklaşmayı deneyeceğim.
Manevi açıdan ise, sadece evden; ailemden, Mersin'nden uzaklaşmam biraz sinirlerimi bozabilir. Öyle ya da böyle; neden buraya gelecek planlarımı yazdığımı soracak olursanız;
Saçma sapan şehrinizden de,
O saçma sapan şehir üzerine yazdığınız şarkılar ve şiirlerden de,
Müzmin basit zevklerinizden de,
Anlata anlata bitiremediğiniz gece hayatınızdan da,
Instagr.am fotoğraflarınızdan da,
Göçmenliğinizle övünmenizden de,
Bomboş aşklarınızdan ve o aşklar sebebiyle oturduğunuz rakı sofralarından da,
"Kaybedenler Kulübü" gibi bir yakayı barındıran, "yaka" faşizminizden de,
Teyzelerin gözümün içine bakarak yer istediği ve beklediği toplu taşıma araçlarınızdan da,
"Ama her şeye rağmen çok güzel" dediğiniz İstanbulunuz'dan da;
tiksiniyorum.
Türkiye sınırları dahilinde kaldığım süre boyunca yaşamak isteyeceğim tek yer muhtemelen Mersin olur. Belki hakikaten işler yolunda gitmez, Amerika bazında gerçekleştireceğim yolculuk; sadece Beylikdüzü'nden batıya yaptığım ilk ve tek yolculuk olarak kalır ve tatil bazında geçer. İş bulamam yurtdışında, -şantiye işleri dahil- ve Türkiye'de yaşamak zorunda kalırım vs.
O zaman ne yapmam gerektiğini, o zaman düşünürüm fakat İstanbul'da yaşamayacağıma eminim. Ne onu hatırlamak isterim, ne onun gibi bir sürüyü... Yeni nesil, İstanbul'da hiç bir şey yok ve boşa çalışıyorsunuz. Aynı nesilden olduğum insanlar ve bir üstlerim; bir hiç uğruna tüketmişsiniz hayatınızı.
Eyvallah, şimdiden.

NOT: Sana tek bir konuda teşekkür ederim İstanbul. O da izlediğim Galatasaray maçları ve Ali Sami Yen Stadyumu.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 9

Bir öncekini kısa kesmiştim.
Bunun akıbeti de o noktaya ilerliyor. Aslına bakarsanız sebepler ya da sonuçlar üzerinden gidecek değilim. Keyfim de yerinde sayılır az çok, Galatasaray'ın Cluj karşısında aldığı galibiyet sebebiyle.
"Büyük Ev Ablukada" yerine "Firewater"ı tercih ederim. Ancak "Mutsuzum ama keyfim yerinde." dizesiyle Büyük Ev Ablukada ismindeki gruba kalbimi kaptırmışlığım da yok değil. Uzun bir süredir beni en iyi açıklayan bir cümledir. Çünkü biriyle ya da bir şeylerle bağdaşmak; herkes için o kadar kolay değildir. Bir kadına, bir erkeğe, bir diziye, bir karaktere, bir duruma("Benim de başıma gelmişti.") bağdaşmak tipik insan evladı için kolaydır. Ancak bir duyguya insanın kendini bağdaştırması belli bir süre gerektirir.
Sanırım süremi az çok doldurdum, mutsuzluk ya da duygusal kaos arasında yeterince gelgit yaşayabilmek adına. Egomu bastıramadığım zamanlar, kendimle savaştığım zamanlar, aynada suratıma bakamayacağım zamanlar oldu ve tüylerim ürperdi kimi zaman; geçmişimden bir başka kesidi hatırladığımda.
Bazen zayıf olduğum bir kesitti, bazen bilinçaltıma gömdüğüm bir anıydı, bazense şimdi "Neden yaptığımı" daha iyi anladığım eylemlerdi hatırladım. Muhtemelen hayatım inkarla geçmiştir.
"Hayır, onu bu yüzden yapmadım.",
"Hayır, aslında gayet iyi durumdayım.",
"Hayır, onu çoktan unuttum."
"Bugün onu bitirdim, artık yok o." şeklinde kimi zaman arkadaşlarımla da paylaştığım inkar etme fazı; şu üç günlük kısa hayatımda, saçımda üç bin beyaz tel çıkaracak niteliktedir. Hep yüzleşebildiğimi sandım ama her zaman kaçtım. Her zaman inkar ettim ve dürüstlükten en fazla dem vuran, direkt konuşmadan en fazla bahseden benim dürüst olamadığım tek kişi, kendimdi.
"Nasılsın, biraz daha iyi misin?"
"İyiyim ben, iyi." cevabını defalarca verdim. Ancak değildim. Arıza şuradaydı ki, kendimi bile inandırmıştım. İyi olduğuma, belli başlı olayların üstesinden gelebildiğime ve psikolojimin bana oyunlar oynamayacak kadar boş olduğuna.
Halbuki sadece ağlayan palyaçoydum.
Kısa keseceğiz demiştik, bir parçayla kestiriverelim.
St. James Infirmary...
Defalarca yorumlanmıştır, ancak en sevdiğim yorum The Gutter Twins'den gelmiştir.
Parçanın bir diğer ilginç yanıysa, bu kadar çok kez sadece melodisi değiştirilerek yorumlanması değil; aynı zamanda sözlerin de yeni yorumlardan nasibini almasıdır. Sonuç olarak en sevdiğim sözleriyle başbaşa bırakacağım sizi.
The Gutter Twins versiyonunda da keşke bu sözler kullanılıyor olsaydı. Keşke... En azından dayanabileceğim birileri ya da bir şeyler olurdu. İyi geceler.

it was down at old joe's bar room
on the corner of the square
they were serving drinks as usual
and the usual crowd was there

on my left stood big joe mckennedy
his eyes were bloodshot red
turned to the crowd around him
these are the very words he said

i went down to that st-james infirmary
i saw my baby there
stretched out on a long white table
so sweet, so cold, so fair

let her go, let her go, god bless her
wherever she may be
she may search this wide world over
never find a sweet man like me

when i die please bury me
in my high-top stetson hat
put a twenty-dollar gold piece on my watch-chain
let god know i died standing pat

i want six crapshooters for pallbearers
a chorus girl to sing me a song
put a jazz band on my hearse wagon
to raise hell as i stroll along

....................................
....................................
twelve men going to the graveyard
ain't no living comin' back

now that i've told my story
i'll take an other shot of booze
and if anybody happens to ask you
i've got those gamblers blues

let her go, let her go, god bless her
wherever she may be
she may search this wide world over
never find a sweet man like me

doo dooo....

6 Kasım 2012 Salı

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 8

İlginç bir jenerasyonda yaşıyorum.
Ya da ilginç bir ülkede.
Ya da ilginç bir dünyada.

Starbuck's'ta kahve içmeden kafayı toplayamıyorsunuz. Ders çalışmaya Starbuck's'ta buluşuyorsunuz. İş görüşmelerini özellikle güzelce giyilmiş takım elbiselerle karşınızdakinde de işadamı-işkadını izlenimi bırakmak için özellikle burada yapıyorsunuz. Poz vermeyi bu kadar seven bir canlı daha yoktur muhtemelen. Siyam kedisi dahil...
Sadece Starbuck's'ta değil, bilimum kafede, restoranda, buluşmada, hatta ve hatta internette bile olduğumuzdan farklı davranmaya, maske takmaya mecbur hissediyorsunuz. Kendi benliğiniz sadece yalnız başınızayken ortaya çıkıyor ve onu o kadar nadiren kullanıyorsunuz ki; doğal ya da dürüstü unutuyorsunuz günden güne. Karşınızdakinin, arkadaşınızın, sevgilinizin, kardeşinizin ya da yeni tanıştığınız adamın, arkadaşınız vasıtasıyla tanıdığınız kadının böyle olabileceğine ihtimal vermiyorsunuz.
Ya kurcalıyor, derini eşelemeye çalışıyorsunuz umutsuzca, ya da ona "Dürüst davranmıyorsun." diyorsunuz. Çünkü o kadar yozlaşmış ki bilinçleriniz, böyle bir şeyin varlığına asla ve asla inanmıyorsunuz, inanmak istemiyorsunuz.
Ancak böyle insanlar var ve yalnızlar.

4 Kasım 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 7

Öncelikle, ben hayatımda ilk kez kurduğum kısa cümleler(Twitter) ve lise arkadaşlarım(Facebook) tarafından değil de, gerçekten uzun uzadıya bazı şeyleri anlatırken dinlendiğimi görüyorum. Ufak bir elitist yorumu; latifesiyle "hem dinleniyorum, hem de dinleniyorum" da denilebilir. 
Bu sebeple 100 takipçi olayı gurur kaynağım oldu. Yalan söylemiyorum o konuda veya Yetenek Sizsiniz'e çıkan bir yarışmacı mütevazılığında değilim. Gerçekten hoşuma gittiği için bunu belirtmeeden başlayamayacağım mevzu bahis notlara.
Dün sabaha karşı bir şeyler karalamışım. Uyandığımda hatırlamıyordum böyle bir şey yaptığımı, ancak sarhoş veya alkollü olmamla ilgisi yoktu. Sadece, bir kenara koyduğum konser bileti gibiydi. Uyanmamdan itibaren belli bir süre geçince fark ettim yazmış olduğumu. El yazısıyla yazmıştım ve sanırım tüm bilinçaltımı kusmuştum. Uzatmadan; "budur." Yazım ve imla hataları dışında olduğu gibi yazıyorum. 

Bazı adamlar vardır; güzel el yazılı, temiz, rol model olabilecek adamlar. Bense ne o adamlar gibi sabit düzgün bir el yazısına sahip oldum, ne de senin ailenle tanıştırmak isteyebileceğin bir adam. Ben sadece içiyordum, eğleniyordum ve yaptıklarım Kuruçeşme, Ortaköy tarzında değildi. Kör köpekler gibi vaktimi, naktimi buralarda harcıyor olsam belki hem sen, hem de sikik çevren, ailen tarafından benimsenecek kadar "sağlam" bir puşt olacaktım.
Belki de sadece üç ay boyunca bakabildiğim yoldaşımı, köpeğimi bir gün göremeyince özlediğim kadar seni de özlesem, arkadaşlarını ve çevreni önemseyebilsem hikaye apayrı olacaktı.
Unutamadım.
Unutmadım.
Tenimin üzerinden kokunu defalarca kazıyarak çıkarmaya çalıştım.
Körelttiğim her neşter, paslandırdığım her bıçak bu yolda; sana helal olsun.
Çünkü sonunda; çıldırdım.
Seni özleyerek, seni düşünerek, seni hissederek, senin için ağlayarak kafayı sıyırdım ben.
O kadar uzun süre yasını tuttum ki, seni gömdükten sonra aylar boyunca bir şeyleri kafamda kuramadım, yatmadan önce metafiziksel olarak.
Boşluğun, yokluğun, yaşanmamışlığın son iki yılımda başıma gelen en güzel şeydi. Ve senin iki hafta boyunca rüyalarıma girmen, bilinçaltımın yediği en baharatlı ve acılı yemekti.
Sensiz de vardım, sensiz de olacağım. Bir eksik bir fazla değil; hep bir eksik.
Sense bana bir daha gülümsemeyeceksin. O sikik penise el işi yapmaya devam edeceksin, "benim hüzünlü orospum".



3 Kasım 2012 Cumartesi

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 6

Bir asosyalin üst sınıfa dalma bunalımı

Kabul ediyorum.  Zor bir sabahtı.
Defalarca çalan ev telefonu ve son çalışının bitimiyle ahizeyi kalkık şekilde bırakmam final noktasıydı sabahın. İyi hissetmiyordum, ama dışarı çıkacaktık. Güzel bir partiye adımızı yazdırmıştık kuzenimle beraber. Arkadaşlar gelecekti, eğlenecektik vs.
İlk gol rahat geldi aslında. Parti öncesi bana gelmesi adına ikna etmeye çalıştığım bir kadın; arabasına atlamış ve evime doğru sürüyordu. Günahlarımı çıkardıktan sonra kendimi dışarı atmaktı amacım. Gelemedi, trafik dedi, sıkışık dedi ve kendimle başbaşaydım. Yalnız başıma takıldım evde.
Partiye doğru gidiyorduk. Kadınlarla sık dışarı çıkan bir adam olmadığımdan ötürü, dört artı bir(artı bir ben oluyorum) şeklinde bir yere gittiğim zaman kral gibi hissettiğim doğrudur. Ancak gittiğim partide ikinci golü çok güzel yemiştim. Frikikten, tam doksana.
İkimiz giriş ödemeyecektik hesapta, sonuçta arkadaşımız organizatörlerden biriydi, ya da organizatörlerden birinin kardeşiydi, ayrıntıları bir kenara bırakırsak; adamın bizim ismimizi kapıya yazdırmış olması gerekiyordu. Sonuç? Tabii ki hayır, yazdırmamıştı ya da unutmuştu. Bilemiyorum. Sallamayıp, çıldırmadan beni dünyanın en ilginç testesteron aromasının içine götürdüler. "Line".
Muhtemelen herhangi bir yerde "Ben Line'a takılıyorum genelde yani" deseniz, insanlar sizi bir üst sınıfta görür. Bense ilk kez oraya gidiyordum. Heyecanlı değildim. Giriş ücreti ödeyecek kadar salak olmadığımı düşünmüştüm her zaman ve giriş ödüyordum. İlk kez zayıf hissettim kendimi.
Kadınlar bakıyorlardı. Bana, ben olduğum için mi bakıyorlardı yoksa dört hemcinsleriyle mekana girdiğim için mi bakıyorlardı bilemiyorum. Sadece bir içki içmek istiyordum. Herkes dans ediyordu, benimse aklım bambaşka diyarların bambaşka denizleri arasında serbest kulaç yüzüyordu. İnsanlar eğleniyordu, bense sırıtıyor ve yukarı bakıyordum.
Basitti, basit bir yerdi. Ne Ankara pavyonlarından farklıydı zihniyet olarak, ne de standart İstanbul pub-cafelerinden. Boştu, veya ben eğlenebilmek -eğleniyor taklidi yapabilmek- adına çırpınmıyordum.
Bir ara hava almaya çıktım sadece. Sonuçta damgalanmıştım ve o damgayı yedikten sonra, Fizan'a da gitsem; gecenin sonunu Line'da bitirebilirdim. Bohem'e gittim, iki üç bişey içtim çünkü maddi durumum asla böyle yerlerde kusana kadar içebilecek şekilde olmamıştı. Aslına bakarsanız bundan şikayetçi değilim. Böyle yerlerde kusana kadar içebilecek ve eğlenebilecek bir adam olsaydım, muhtemelen Kuruçeşme, Ortaköy semalarında aynı şeyleri yapamadığımdan şikayet edecek bir adam olurdum. Veya, basitti. Ev iyiydi. Gittiğim bir iki bar hariç her yerden iyiydi ev. Sizin iğrenç deyiminizle, ev; "candı".
Line'a döndüğümde bir kadın vardı. Sanırım bardaki en uzun adam bendim ve en uzun kadın da oydu. İçiyordum ve onun gözlerine bakıyordum. Bir yandan da etrafımdakilere; "Benim kafam mı güzel, yoksa bu kız mı güzel?" diye soruyordum. Onayı almıştım. Bir dakikada gerçekleşen gözgöze gelişlerimizin finalini, elimle sigara işareti yaparaktan onu dışarı çağırarak gerçekleştirecektim. Kayboldu. Yüzünü bile hatırlamıyorum. Belki de benden hızlı davranmıştır diyerek sigara içilen yerlere bakmaya çıktım. Bulamadım onu. Saçma sapan iki kadınla diyaloğa ve arkadaş gruplarının içine girerek noktalandırdım arayışımı. Ne o iki kadın, ne de arkadaşları aradığım değildi.
Aslında o uzun boylu kadın da aradığım değildi. Aradığımın ne olduğunu da bilmiyordum. Tıpkı gecenin başında taksiye binerken olduğum haldeydim. Bilmiyordum, nerede olduğumu; nasıl olduğumu, ne için burada olduğumu, neler yapmaya çalıştığımı...
Bir pusula vardı elimde ve kuzey imleci kayıptı.