Google+ boş mideye iki duble viski: Kasım 2012

29 Kasım 2012 Perşembe

Akşamdan Tesirli Metropol Notları 14

"Bok var"

Birazdan dökülecek olanlar, aslında çoğumuzun yer yer baş rol oynadığı bir hikayeden akılda kalan kısımlardır. Sonuç olarak bunların hiç birini yapmadım diyemeyeceğim tabii. Yakın bir arkadaşımla okulda sürekli olarak geyiğini yaptığımız, geyiğine doyamadığımız ancak bir yandan da bu tek tipleşmeye fitil olduğumuz bir sap-saman ayrıştırıcısıdır paylaşacağım...

Üniversiteye girdin, saçını hemen uzat. Bok var, eksik olma.
Bilimum etkinliğe katıl. Bir şarkısını bile bilmediğin adamın konserine git, ortam piyasa yap, ancak bunu alternatif şekilde gerçekleştir. Yap, doymazsın yoksa, uzun saçın hakkını vereceksin ya...
Biraz daha uzadı mı saçların? Tamam güzel. Zaten kesin sigaraya başlamış, kulağını deldirmişsindir. Şimdi sırada o saçları rasta yaptırmak var. Yaptır yaptır, kıymadan yaptır... Üniversitedesin, başka ne zaman yapabilirsin böyle bir çılgınlığı. Favori dizin Kampüsistan, favori "adamın" da Yunus Günce.
Aa, Yunus Günce demişken, dövme işine de girişmişsindir piercingden hemen sonra. Yaptır Yunus Günce'nin kolundaki dövmenin aynısını. "God Is Love." Hiç bir şeyden eksik olma, bok var.
Devam et hayatına, rock konserleri baymaya başlamıştır. Nasılsa ortalık küllüm liseli, hard rock ve heavy metal tarzlarındaki konserlerde bulunma. Hemen Tori Amos, Lamb, God Is An Astronaut dinlemeye başla.
Bir iki kez Peyote'ye git, arada house, trance, dubstep tarzlarına kay. Hoop ne oldu? Geldin uyuşturucuya. Esrar kullan, bir iki adım ileriye gitmek için hap at, kafan kıyak gez ortalıkta. 
Neden? Çünkü marjinal kalmak için bir kimyasala ihtiyacın var. Aa bir de, kullandıklarını yüksek sesle anlatmayı unutma. Zararlı diyoruz bunlar, kendine zarar veriyorsun diyoruz ama sen bizi dinleme. Aban hemen, bok var. İlla lazım sana bunlar.
Üniversitede ilk seneni yurtta geçirdin, hadi ilk iki sene diyelim.. .Ardından arkadaşlarınla eve çık. Sonra arkadaşlarınla takış, herkese "En iyi arkadaştan ev arkadaşı olmaz." öğüdü ver ve ekle: "Aranız bozulur." Dayanama, becereme, çıldır ve dön dolaş bir sevgili bul.
Sevgilinin evine çık... Onunla birlikte yaşamaya başla. Çünkü izlediğin çoğu müzik klibinde bu sahneyi gördün, bundan da eksik kalma. Sevgilinle uzun bir süre yaşa, ardından ona "Ben Erasmus'a gideceğim yeaaa." de ve onu ardında bırak. 9 ay ortalıkta görünme. Arada bir, gurbet ellerdeyken anlarsın değerini, kimse senin maymun suratına bakmadığı için... "Nasılsa döndüğümde beni bekler, kesin bekler o." de. (Beklemedi)
Okulun bitmeye yaklaştı mı? Eh, sevgilin beklemedi diye İncir Reçeli'dir, Issız Adam'dır, bilimum ağlak ve sümüklü Türk filmini de bitirdin. Kafayı da çektin, hoop dön başa. Bir süre her şey kötü gitsin. Ardından toparlan...
Okulu bitir, yüksek lisansa başla. "İşletme masterı şart abiiiii!" diye ortalıkta gez fıldır fıldır. Bok var...
İşletme masterını ya da EMBİEY'ini yaparken, çalış ya da çalışma bir sigortalı işte ancak her zaman şikayet et. "Off, dersler çok ağır yeaaa" diye ağla millete. Çünkü bunu yapmayı sen seçmedin, bunun için sen ailenden maddi yardım istemedin. Devlet dayattı değil mi böyle yapmanı? Yoksa sadece ağır işlerde mühendis olarak(şantiye, fabrika vs) çalışmak istemediğinden mi bu boka giriştin?
Hazır yaşın da ilerlemişken, yirmili yaşların ikinci yarısına girerken patlat o zaman Facebook profil fotoğrafına yeğeninin fotoğraflarını. Eksik kalma, hiç bir şeyden eksik kalma... Bok var.

25 Kasım 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 13

Hayatım "13"ün etrafında geçti. Yabancıların uğursuz rakamı, 1453'ün basamaklarının toplamı 13'ün etrafında. Şanssız olduğuma inandırmadım kendimi, sonuçta acısını hissettiğim her şey; aslında kendi kararlarımın sonuçlarıydı.
Bu yüzden de, biraz daha kendi iç muhasebemle alakalı olabilir birazdan bu yumuşak klavyeden dökülecek sert sinkaflar.
Blog yazmayı geç keşfettim. Karalardım, karaladıklarımı -eğer onlarla alakalıysa veya onların gözünde beni yücelteceğini düşünürsem- hoşlandığım kadınlara gönderirdim. 2007'nin başında saçmalamıştım ilk kez. Muhtemelen edebiyat dünyası, gotik kızlar ve arabesk rapçiler dahil bu kadar kötü bir yazımla karşılaşmamıştır o zamana kadar. Zaman zaman İngilizce, zaman zaman Türkçe yazıyordum. Saçmalıyordum ve aslına bakarsanız, şu an yazdıklarımdan -eksen itibariyle- farksızdı o zamanlar paylaştıklarım. Ev özlemi, terk eden ya da reddeden kadınlar başroldü. Tabii o zamanlar tuttuğum blogu bir süre sonra bambaşka bir mecraya taşıdım ve "Boş Mideye İki Duble Viski" o taşınma işlemi sırasında doğdu, ilk adı olan "Southern Vagrant" ile...
Gelgelelim, sık sık yazmaya başladığım zamanlarda bu piyasaya ne kadar geç girdiğimi farketmemle, cinsel anılarını paylaşan hesapta anonim, sözde gizli, İncisözlük'te ifşa edilmiş yazarları gördüğüm an aslında kendime, ileride tutamayacağım bir söz vermiştim. Cinsel anılarımı anlatmayacaktım...
Anlattım, defalarca anlattım, bıkmadan usanmadan okudunuz. Okuduğunuz için veya yaptığınız yapıcı/yıkıcı yorumlar için teşekkür ederim. Nasıl hayatlar yaşadığınız umrumda olmasa da, on yazıda bir kez yorum aldığım için yaptığınız her yorumu özenle okuyorum. "Çok güzel yazı kardeşşş..." tarzı yorumlar hariç tabii...
Ancak kendimden gün be gün daha fazla tiksiniyorum. Pornografiye girdiğimi hissediyorum. Her ne kadar anlattığım her şeyi, birini özlediğimden ötürü paylaşmış olsam da -aldatma kısımları dahil- saçma geliyor. Bu kadar düşmemem gerektiğini düşünecek kadar egoya sahip olduğumdan ötürü...
Dedim ya, aslında her şeyi belli bir açıklıkla anlatırken; aslında sonuç olarak ne kadar yalnız olduğumu görmenizi istemiştim. Ama olmadı, hep çıplak kaldı yazılar, çıplaklık içerdikleri için.
Keza üç cümlede bir "üç nokta" kullandığım zamanlarda da aynı şeyi hissetmiştim. Nefret ettiklerini oynamak...
Anlamanızı beklemedim, anlamanızı istemiyorum, beklemiyorum. "Geçtiğim zamanların ne olduğunu biliyor musun?" şeklinde size çıkışacak kadar düşmedim. Ama, düşüyorum işte; gün gün, saat saat, ay ay... Kafayı toparlayıp gidebilsem, okul bitse, her şey "çok güzel olsa" belki blogu bile kapatacağım. Ama olmuyor, olamıyor. Hiç bir zaman da olmadı...
Evet bu bir özür. Sikindirik cinsel içerikli yazılar için, tiksindiğim insanlara benzemeye başladığım için sizden dilediğim bir özür. "Aslında şunu demeye çalışmıştım." da yersiz bir teselli, tıpkı on on beş yaşlarındayken teyzemin bana verdiği çizgi roman-karikatür dergileri gibi.
Özür dilerim.

Mark Lanegan ve Unutturmadıkları

Queens of the Stone Age'in adını çok duyardım ve zamanında kullandığım Last.fm ismindeki sosyal mecrada hep tavsiye edilen sanatçılardan biri olurdu. Bundan bir, belki beş yazı sonrasında üzerinde uzun uzun yazacağım Kyuss'ı sık dinliyor olmam sebebiyle Queens Of The Stone Age karşıma çıkıyordu her yerde.
Bir gün dayanamadım, dinledim. Kyuss'la uzaktan yakından alakası yoktu. Kyuss'a göre fazlasıyla MTV grubuydu. Ama güzeldi. Josh Homme efsanevi bir adamdı, en pop parçaları No One Knows'du ve çok severdim... Bir gün, aynı albümde bambaşka bir parça keşfettim. Hangin' Tree... Linç edilen, oğluyla aynı ağaca aynı gün asılan siyahi bir adamın öyküsüydü. O gün Mark Lanegan ismiyle tanıştığım gündü.
Genellikle, birbiriyle uzaktan yakından; müzikal olarak değil de, ortak grup elemanları olarak ilişkiye sahip adamların tüm diskografisini dinlemeye özen gösteririm. Zaten, muhtemelen rock müzik camiası da bu temel üzerine kuruludur. Herkesin birbirini pohpohlaması...
Screaming Trees'i keşfetmem uzun sürmedi.Buğulu bir sesi vardı. Hani derler ya Lemmy(Motörhead) için, viski ve sigara dumanıyla geliştirdiği gırtlağına övgü yaparlar... Lemmy bir içiyorsa, bu adam beş içiyordu. Fena bir herifti. Sesi pesti, buğuluydu. Belki de sadece kendi ses tonum da onunki kadar pes olduğu için onunla kendimi aynı kefeye koymaya, onu ağabeyim gibi görmeye başlamıştım.
Daha önce "X ve Yaptıkları" şeklinde (Nirvana ve Götürdükleri, Chris Cornell ve Getirdikleri) karaladıklarımdan farklı olarak, bu çirkin adam üzerine en sevdiğim parçalarını yorumlayarak anlatamayacağım. Çünkü, hakikaten kutsanmış bir herif bu. Bebeler belki hatırlamaz, fakat Layne Staley(Alice In Chains), Kurt Cobain (Nirvana), Chris Cornell (Soundgarden) doksanları sarsan, Grunge müzisyenleriydi. Lanegan, kimine göre onların gölgesinde kaldı, kimine göreyse bu adamların aksine uzak durmak istedi. Yanlış bilmiyorsam, Cobain ve Staley ile yakın dost olduğu bir gerçek. Ama farklı bir adamdı. Karanlık. Mutlu biri olmamıştı belki de. Bu adam grunge müzisyenleri arasında; veya grunge "yıldızları" arasında en çirkini olarak sayılabilirdi. Bu yüzden MTV'de videoları çok dönmemiştir, kim bilir. Onlar kadar pespaye giyinir, "depresyon hırkası" ve "yırtık kot"tan nasibini en az onlar kadar alırdı. Fakat müzisyen olarak hep bir adım ileri atmaya çalıştı. Grubu oldu, solo projesi oldu, Isobel Campbell ile ayrı bir projeye girişti, Mark Lanegan Band'i kurdu, Gutter Twins'de The Afghan Whigs solistiyle birlikte çaldı... Her geçen gün olgunlaşıyordu belki de. Son 10 senedir takım elbiseyle çıkmıştır konserlerinin yarısından fazlasına. Grunge çıkışlı olmasına rağmen temiz müzik yaptığı da bir gerçek, ancak ben seyirciye saygıdan ötürü bu imajla sahne aldığına inanıyorum hala.
Parça parça anlatmayacağım dedim, evet kararımın arkasındayım. Bundan ziyade sözlerinden kupleler paylaşmak daha doğru.

"And I'm happy murderin' my mind.
Yeah I remember your voice,
Turn it around and around and around in my head,
Now it's just like you said.
Everything inside is dead."

"Aklımı öldürmekten mutluyum.
Sesini hatırlıyorum,
Kafamda defalarca döndürüyorum onu ve
Şimdi her şey söylediğin gibi,
İçeride kalan her şey ölü."
(Hotel)

"Had we ale, wine or beer,
Our spirits far to cheer.
When we're in those woods so wild.
Where a glass of whiskey shone,
When we're in the woods alone.
Far to pass away our long exile."

"'Ale'imiz, şarabımız veya biramız vardı.
Selamlamaktan uzak ruhlarımız...
Vahşi dünyada, ormanda olduğumuz zaman,
Bir bardak viskinin parladığı yerde,
Ormanda yalnız olduğumuz zaman,
Sürgünü atlatmak adına."
(Shanty Man's Life)

"I'd rather be drunk than dead,
Or go where Jesus fled.
So I get drunk again.
Or may be not."

"Sarhoş olmayı, ölü olmaya tercih ederim.
Veya İsa'nın uçtuğu yere gitmeyi.
Böylece tekrar sarhoş olabilirim.
Veya olmam."
(Woe)

"When I'm dressed in white,
Send roses to me.
I drink so much sour whiskey
I can hardly see.
And everywhere i've been,
There's a world that howls my name.
From the one tiny sting,
To that vacant fame."

"Beyazlara büründüğümde,
Bana güller gönder.
O kadar çok acı viski içtim ki,
Görmekte zorluk çekiyorum.
Bulunduğum her yerde,
Benim ismimi uluyan bir dünya var.
Bir küçük dikenden,
Boş aleve kadar."
(One Way Street)

"Cool water divine,
Now I'm thirsty with nowhere to go.
And what else do we find?
But sorrow and misery untold."

"Serin, kutsal su,
Şimdi susadım ve gidecek bir yerim yok.
Başka ne buluruz,
Hüzün ve söylenmeyen zavallılıktan başka?"

Şimdiye kadar paylaştığım sözler Mark Lanegan ismiyle piyasaya çıkan parçaların sözleriydi. Aslında Gutter Twins'e, Isobel'e de girilebilir ancak, Lanegan'ı, aklıma ilk gelen sözlerle böyle özetleyebilirim sanırım. Çok yaşa sen, 11 Aralık'ta görüşelim paşam...





22 Kasım 2012 Perşembe

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 12

Bir keresinde, Cihangir'de yaşayan bir arkadaşıma gitmiştim. Bayağı dibine vurmuştuk içkinin. Dönüş yolundaysa uzun zamandır açmadığım bir albümü açmaya karar verdim. Cihangir sokaklarından meydana çıkmaya çalışırken Max Payne soundtrackini dinliyordum.Başlangıçta o ana temayı dinlerken içim burkuldu, gözlerim yaşardı. Çünkü ana temayı en son Mersin'de ailemden ayrılırken dinlemiştim. Ailemle aramızda şöyle bir anlaşma var: ablam, başarıyı, güzelliği, iyi niyeti, sevgiyi ve sanatı temsil eden bir peri sembolü. Bense ablamın temsil ettiği tüm sembolleri yakıp yıkan adam. Başarısızlığı, çirkin ve siyah giyinen adamları, avareliği, misantropiyi, nefreti ve estetikten uzak her şeyi temsil eden pis herifim.
Ana temadan hemen sonra, shuffle; oyunda Max'in girdiği uyuşturucu tribinin arka planında çalan şarkıyı patlattı kulaklarımda. Göz yaşlarımı elimle silerken, bir yandan da miyavlayan kediden bile tırsar hale gelmiştim. Az sonra bir tinercinin beni sıkıştırıp para istemesi durumunda ne yapabilirim diye düşünmekteydim. Neden, sonuç ve mantık ilişkisi içerisinde aslında bunun mümkün olmayacağını; çünkü uzun paltomu ve çizmelerimi giydiğimi hatırlattım kendime. Korkutucu ve sakallı bir görüntüm vardı. En son bu imajla, bu tarz bir yerden geçerken "Beni sivil polis katili yapacaklar akşam akşam..." diye söylendiğini duymuştum birinin, bana bakarak. Dolayısıyla aslında imajım biraz da caydırıcıydı. Zaten uzun olan boyum, çizmelerimle üç santim daha uzuyordu en az. "Bu iyi..." diye düşündüm ve kalbim sıkışa sıkışa, hızlıca geçtim sokakları.
Ardından eve dönüp bir şeyler karalamıştım. Sonunda çöpe attığım cinsten bir şeylerdi. Seneler önce tabii... 2009 ya da 2010dur olayın cereyan ediş tarihi. Bugün kelime kelime olmasa da, az buçuk hatırladım neler karaladığımı, yine Max Payne'in soundtrackini dinlerken. Hafıza işte....
Çok şey paylaşıyorum yazarken ve genellikle bana, bu kadar çok şeyi paylaşmamamı tembihliyor bazıları. Bazılarıysa daha hayali yazarak aslında gerçekten bir yazar olabileceğimi söylüyorlar. Bazıları komple çizmiş, bu kadar çok detayı bildiklerinden ötürü hayatımla ilgili; yakın arkadaşım olduklarını sanıyorlar. Halbuki sadece okurlar...
Büyük bir kitlem yok, hayvan gibi takip edilmiyorum, bir internet fenomeni değilim ve genellikle "Sen kimsin lan?" tepkisine maruz bırakılacak adamım. Ama bu, burada paylaştıklarımdan ötürü beni sizin yakın arkadaşınız yapmıyor. Çoğu dediğinizle ilgilenmiyorum. "Ayy mesela benim de başıma şu gelmişti..." şeklinde, veya "Bana onun daha kötüsü oldu!" girizgahıyla yaptığınız yorumlar; attığınız mesajlar zerre ilgimi çekmiyor. Zaten ilgimi çekiyor olsa soruyorum, "Ne yapıyorsun?" gibisinden. Blog sebebiyle tanıştığım insanlar da oldu. Ama dedim ya, merak ediyor olsam zaten sorarım.
Gerine gerine anlattığınız eski sevgililerinizden ayrılışınız, uyuşturucu kullanımınız, psikoloğunuz ve psikiyatriden reçeteyle aldığınız anti depresanlar, ufak dramalarınız, yer yer ballandırmaktan; bir tarafını yalamaktan bıkmadığınız mekanlarınız, üç gün sonra kavga edeceğiniz yakın arkadaşlarınızın söylediği komik şeyler, yaşadığınız için komik olduğunu düşündüğünüz ancak içinde mizahtan bir parça bile barındırmayan tecrübeleriniz, memleketinizde çekirdeğe "çiğdem"; sigara "cuğara" denmesi, kendi tercihinizle başladığınız işinizin ya da yüksek lisans öğreniminizin zorluğu, okuduğunuz kitaplardan yaptığınız alıntılar, yıllar önce upuzun olan saçlarınız, yine yıllar önce yaptırdığınız rasta, 90larda rock ve heavy metal müzik popülerken gittiğiniz ancak artık tiksindiğiniz barlar ve o zaman dinlediğiniz gruplara artık yadırgayarak bakmanız (bu arada evet, ben de modayken bu müziği dinledim ve çizgimden kopmadım. ayrıca, Mersin'de rock müzik popüler olmanızı sağlamıyordu; sizi sadece bir diğer serseri olarak gösteriyordu karşı cinse karşı), babanızla annenizin ayrı olması, kaybettiğiniz arkadaşlarınız ve akrabalarınız, Machine'de yaşadığınız homoseksüel tecrübe ve bir çok diğer ayrıntınız, sikimde bile değil.
"Ben zaten bitmişim." diye söylemiyorum bunu, sadece çoğunuzun hayatlarını umursamadığım için söylüyorum. Umursadıklarıma zaten soruyorum, kurcalıyorum ve deşiyorum yaralarını. Onların gözyaşlarını görmek de artık üzmüyor beni. Eskiden en çok üşümeme, yaralanmama sebebiyet veren durum; kadınlara ait gözyaşlarının dökülüşü bile üzmüyor.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 11

Yazının başlangıcı basit aslında.
Eskiden Koçtaş'a giderdim ve ihtiyacım olandan fazlasını sadece "ucuz" olduğu için ya da "indirimde" olduğu için satın alırdım. Tornavida setleri, matkaplar, 20li pakette ampuller, gereksiz bir sürü şey... Koçtaş, Bauhaus, IKEA, yapı marketinin ismi asla değişmez. Sadece o yapı marketine gidenlerin satın aldıkları değişir.
Ama bu sefer farklıydı. Mağazaya girdiğim anda gözüme erişmişti. Tornavida seti, Black and Decker'dan. Baktım, sırıttım  ve geçtim aklımda aynı sabit fikirlerle. "Nasılsa üç ay sonra ne ben burayı özleyeceğim, ne de bura beni özleyecek." Sadece dümdüz yürüdüm, bozulan(ki yıllar önce onu da Koçtaş'tan ucuza almıştım) masa lambamın yerine yeni bir masa lambası aldım ve çıktım dükkandan.
Belki hepiniz değil, sadece bir kısmınız bilir. Bir daktiloyla yazıyorum çoğunlukla. O daktilo çalışma masamın üzerinde duruyordu. Lambayı fişe taktım, yaktım, daktiloda yazmama çok müsaitti ortam. Aldığım masa lambasından önce kullandığım başucu lambasını odama götürmüştüm. Zemin yazmama müsaitti ancak aylardır belki de, daktiloyu kullanmıyordum. Önce denedim, bazı harflerin bastığım yerde kaldığını gördükten sonra daktiloya tükürdüm. Sonra kapağını buldum daktilonun. Kapağını üzerine örttüm ve yazmaya dijital dünyada, sanal şekilde, bomboş bir klavyeyle yazmaya devam ettim "Disco Science" dinleyerekten.
Aslına bakarsanız, daktiloyuı kaldırırken aklımdaki de belliydi. Ben, ne harika bir müzisyen, ne yıldız bir basketbolcu, ne de herhangi bir basılı yayında yer alabilen adam olabilmiştim. İşin ironik tarafı, ben bu adamlardan hiç biri olamayacağım, bu sıfatlardan hiç birini sahiplenemeyeceğim bir bölümde okuyordum. Varsın olsun, ilk kez daktiloyu da, yazmayı da bir kenara atabilmiştim ve evimde, sallanmadan yazabiliyordum. Daktiloyu kaldırmak saçmaydı, ancak daktiloyu toparladıktan sonra dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladım. Bir adam ve bir kadın tekel bayiinden çıkıyorlardı.
Seslerini dinledim uzun uzun. Gülüyorlardı, eğleniyorlardı... Pencere pervazına yanaştım. Ardından pencere pervazına çıktım, "Bu adamın ve kadının önünde intihar etsem, ne kadar saçma bir gece geçirirler aslında?" diye düşündüm. Sırıtıyordum ve "Disco Science" çalmaya devam ediyordu kulaklarımın içinde.
Önlerine atlamadım, sadece sırıttım ve içimden geçirdim: "O daktilo iyiydi de çevresi kötüydü. Keşke bazı tuşları basabileydi..."

17 Kasım 2012 Cumartesi

Günah Çıkarma Psikozu

Ondan önceydi muhtemelen. Hatta onun bana oynadığı başarılı blöften -"İstediğinle yatabilirsin ama bunu bana söyleme, hatta bana ima etme"- bile önceydi. Bir sabah "Beşyüzevler" isminde bir semtte uyanmıştım. Uyanmıştım ama neden oradaydım, gece neler olmuştu hatırlamıyorum. Sadece çok fazla rakı içtiğimi hatırlıyorum. Çünkü rakıyı çok seviyordu. Sonradan kilo alanlardandı. Kilo almadan önceki halinin fotoğraflarını bana gönderirdi. Kilo almadan önceki hali gerçekten güzeldi, veya fotoğraflardı amaçsız olan. İçmiştik, içerken tartışmıştık. Uyandığımda tanımadığım bir yerdeydim. Vınlamaya çalışıyordum çünkü o da etrafta değildi. Tek yapmam gereken kapıyı çekip çıkmak, biraz uzaklaştıktan sonra esnafa metro/metrobüs durağını sormaktı. Yaptım, onun "Hani kahvaltı edecektik?" sorularına rağmen. Nasıl kaçtığımı hatırlamıyorum... Ancak hala kuyruk acısı hissettiren kadınımla ilişkiye başladığım ilk gecenin sonunda telefonum çalıyordu, açtığımdaysa "Neredesin, seni Facebook'tan sildim ama görüşelim mi? Ben Taksim'deyim." diyordu. Öyle bir şeyin olamayacağını söyleyerek yüzüne kapatmıştım. Büşra'ydı adı ve cinsel ilişkiye girerken canı yanardı. İlginçti.

O, daha doğrusu sanırım hayatımdaki tek gerçek "o", doğumgünümü bir ay önden kutlamıştı. Belki de bir hafta, hatırlayamıyorum. Velhasıl, doğumgünümü de "o"nunla geçirmemiştim. Saçma sapan bir kadınla geçirecek kadar aptaldım, çünkü o blöfü gerçek sanacak kadar aptaldım. Sonradan kilo aldığını iddia eden, yüzü harika bir kadındı. Bir iki kart numarası, Beatles Cafe'de geçirilen saatler ve karaciğeri yoran ilaçla alınan alkol bünyedeydi. Bir, iki, üç ve evdeydik. Sarkık göğüslerinin arasında gidip geliyordum amaçsızca. Sonuç olarak gerçekten güzel olan yüzüne boşalmıştım. İkinci görüşmeyi ise yapmamıştık. Sebebi ben değildim, görüşmek istemiştim ancak görüşeceğimiz gün gönderdiğim mesajlara ya da yaptığım aramalara cevap vermemişti. Bir fahişe olduğunu aklımdan geçirip, sadece aklımdan değil, dünyamdan silmiştim. İsmini hatırlamıyorum, ancak kötüydü ve sanırım regl olduğu için sınırlanmıştık. Sınırın sonuysa alezimdeki kan iziydi. O iz oraya nasıl bulaştı bilemiyorum. Hala bilemiyorum... Bazen pantolonları bacaklarındayken seks yapar insanlar.

Nisan gerçekten beklediğim bir kadındı. Hayatımın meyhanelerde geçen döneminde aylarca konuştuktan sonra İstanbul'a gelişini beklediklerimden... Gelmişti, önümdeydi. Bense akşam Nisan'la buluşmadan hemen önce "o"nunlaydım. O bir iki bira içmişti, ben bir limonata... (İlaç etkisi altındaydım ve içmememi tembihliyordu.) Zaten limonatanın fotoğrafını çekip Facebook'a koymam işin espritüel yanıydı. Özlediğimle birlikte fotoğrafım olmadı asla. Sadece limonata fotoğrafında masaya koyduğu ellere bakarak saatler geçirdim bir, bir buçuk senedir. Barda limonata içecek kadar düştüğümü görüp kendime küfrediyordum. Sivilcelerimden kurtulmak adına bu salak ilacı kullandığım için kendime küfrediyordum. Velhasıl, Nisan'la buluşmadan önce kendisine bir arkadaşımla görüşeceğimi söyledim. Akşamı yarıda kestik, o evine gitti; bense Nisan'la buluşmaya... Nisan mı? Hayatımdaki en boktan tecrübeydi. Muhabbeti vasattı ancak bir şeyleri kaybettiğimi düşünmeme sebep olan ilk kişiydi. Çünkü, boşluktaydım onunla birlikte olduktan sonra. Tavana bakıyordum. Uyandığımda gideceğimiz yerlere doğru yola çıkıyorduk. Ben, evimde kalamayacağına dair bir yalan uydurmuştum ki uydurduğum yalan muhtemelen babaannemin hasta oluşuydu. Babaannem 6 ay önce ölmüştü halbuki... Nisan, arkadaşının evine gitmek zorundaydı. Kapımdaki notu gördüm. Uzun zamandır beklediğim Super System(Texas Poker ile alakalı bir şaheserdir ki Rounders isimli filmde de adı çok fazla geçer) kargodaydı ve kargo şirketi beni bulamadığı için not bırakmıştı. Dağıldık. Olaysız...

Bir ara okulumdan bir kadın çıkıverdi ortaya. Namuslu görünenlerdendi, bakire olduğunu iddia edenlerden. Hayır, birlikte olmadık fiziksel olarak ancak o denli birlikteydik ki, bakire olsa da olmasa da bazı cevizleri kırmış olduğunu anlıyordum. Sıradan, standart bir kadındı... Bana masaj yaparak başlayıp, işini ilginç bitirmişti. Ve evet, ilk görüşmeyi evimde yapmıştık. Bomboştu, amaçsız bir ilişkiydi ve sadece bir buçuk saat sürmüştü. Keyif alıyordu beni kıvranırken görmekten.

Galatasaray maçından önce buluştuğum bir kadın vardı. Bursa'lı. İsmi Sena olabilir. Maç sanırım Liverpool ileydi. Hazırlık maçı tarzı... Evde linkten izleriz diyerekten buluşmuştum. Beşiktaş motor iskelesinden aldım onu. Bir iki çay çorba içtik. Muhabbet, çay ve tavla sırasında zarları sallarken sallanan göğüsleri. Bu kadar çok kadınla yakın temasa geçmek, yanlış değildi o zamanlar aklımdaki etik denklemine göre. Çünkü eski sevgilim söylemişti istediğim kadınla birlikte olabileceğimi... Blöf de olsa... Kafamı duvarlara vurmuyordum bu bokları yediğim için. Ancak kendimle de gurur duymuyordum. Hiç bir derinliği olmayan, saçma sapan ilişkiler içindeydim. Aldatmak mevzu bahis olduğunda körü körüne karşı çıkan ben, "Nasılsa sevgilim izin veriyor yeaaa" diyerek kaliteden uzak kadınlarlaydım. Neredeyse her gün...

Bir gün, Mersin'den bir arkadaşım geldi. Misafirleri vardı yurtdışından. Evi ayarlamıştı, bende kalmayacaklardı ancak bir gece dışarı çıkmak istediler. Çıktık, buluştuk, konuştuk, eğlendik, içtik. Bir bilgisayar firmasında çalıştığını söylemişti. Yine aynı kart numaralarını uyguladım. "Kadınları böyle mi tavlıyorsun?" dedi, "Seni tavlamaya çalışırsam, bunu içinde hissedersin." dedim. Flört ediyordum alkolün etkisiyle. Gecenin sonunda sevgilimin evine gideceğimi söyleyip oradan ayrıldım. O gün, onun evine ilk gidişimdi. Taksim'den, dolmuşla... Güzel bir gecenin ertesinde hayatımda yaptığım en güzel kahvaltılardan birini hazırladı. Masa dolu değildi, ancak o benim için bir şeyler yapmaya çalışıyordu sıcakta. Takdir etmem gerekiyordu, bakkala gidip taze ekmek bile almıştı. O'na bağlanıyordum ancak kafam karışıyordu. Duygularım alt üsttü ve ne yaptığımı anlayamıyordum. Sebep-sonuç ilişkisine dayandıramıyordum hiç bir şeyi. Barda, geride bıraktığım Polonyalı kadın yasak meyve olduğu için hoş gelmişti sadece. Hatta onunla ilgili bir şeyler karalamış bile olabilirim. "Long Slow Goodbye" dinlerken imkansız aşkların adamı olduğuma kendimi inandırıp, onu sevdiğimi düşünecek kadar da aptaldım. Halbuki olayın drama boyutu önemliydi benim için. Daha fazlası değil... Mersin'e geçtiler, Mersin'deyken beni Skype'tan defalarca aradı. Mersin'deki tatilini kısa kesip İstanbul'a, ayaklarıma kadar geldi. Onu karşıladığımda tek düşüncem, "Ne işim var lan benim bu kadınla?" idi. Birlikte olmadık, regldi. Sadece konuştuk, içtik ve eğlendik. Sakindik. Arada bir sarılıyordu yanımda olduğu için, hepsi o.

Bir gün bir falcı işten çıktı, eve geçti, evden de bana geldi.  Muhtemelen fal baktırmaya gittiğiniz kafelerin en iyisinde çalışıyordu. Yakında oturuyordu. Biraz içtik, biraz eğlendik, aynı tarifeyi ona da uygulamaya çalıştım ancak işe yaramadı. Göğüslerini uykuyla karışık sıktığımda defolup gitmemi söyledi. Kibar bir "Hayır." değildi bu. Çirkin bir kadındı, çok çirkin. İsminin Melike olması lazım. Belki de yanlış hatırlıyorumdur.

Sıkça bir bara giderdim arkadaşlarımla. "O"nu çağırmazdım çünkü onsuz daha çapkın olabileceğime inanırdım. Her gittiğimde aynı garson kızı görüp, "Abiii, bu kız güzeeeel." derdim. Duygusal olarak onu aldattığım zamanlardan bir başkasıydı, Polonyalı kadından sonra. Ne içersinizden daha uzun muhabbetlere yavaş yavaş giriyordum. Adı Aylin'di. Sanırım ismini bir kart numarasıyla öğrenmiştim. Yavaş yavaş flört etmeye, kanına girmeye başlamıştım. Zaten o beni terk ettiği zaman, soluğu Aylin'in kucağında alacaktım. Çünkü Aylin, "o"nunla beraberken mini şortuna takılıp saatlerce içtiğim kadındı. Güzel bacaklar, beyaz bir ten ve kalemle çizilmiş bir burun. Gerçekten güzel bir kadındı, ya da ben kendisini abartıyordum. Bilemiyorum.. Aylin de sonuçta beni terk etti tabii ki.


"O" gittikten sonra meyhanelere kapanmıştım. O'ndan önce sıkça takıldığım Semra beni aramaya başlamıştı. Neden arıyordu, bilmiyorum ancak fahişesiydim. Aylar önce ondan üçlü istediğimden beri benden soğumuştu ve benimle bir daha görüşmek istemediğini söylemişti, ancak şimdi alenen çağırıyordu. "Taksim'e çıkıyoruz fal baktırmaya, gel." dediğinde bakacağının bir fincandan ziyade, bana ait bir parça olacağını biliyordum. Veya, telefonu açtığım anda "Evde misin?" dediğinde niye aradığını tahmin edebiliyordum. Belki de bana ilk kez bir şeyler yaşamayı becerebildiğim ve sonunda ilişkimi bok ettiğim için acıyordu. Bu yüzden geliyordu veya gelmemi istiyordu. Yakında oturuyordu zaten.  İstediği zaman sevişiyorduk. Sanırım terk edilişimin ardından ilk buluşmamızdı... Gözlerime bakıp, "Büyüdüğünü izlemek güzeldi." dedi işimiz bitince. Cinsel ilişki sonrası sendromuna kapılan her erkek gibi aval aval suratına baktım. Toparlandı, defoldu gitti. Semra harika bir kadındı, ama o da benimle görüşmek istemeyecekti bir süre sonra.


Bir sürü yalan söyledim ben sevgilime. Bir gece başucumdaki çekmeceyi açıp prezervatifleri sayarak, "Hımm, bakalım bu sefer kaç günah işledin ehehehe" demiş ve blöf konusundaki elini güçlendirmişti. Ondan ayrı birlikte olduğum insanların sayısını "Bir elin parmaklarını geçmez, cidden." şeklinde tanımlayarak onu tekrar kazanmaya çalıştım defalarca. Halbuki ben duygusal, cinsel, fiziksel yönden defalarca aldatmıştım onu. Evet, ben bir günahkarım ve Eros'un oku; beni uzun süre bulamayacaktır büyük ihtimalle. Ona karşı işlediğim günahlar bu kadar. Beni affet, "Padre." Amin.

16 Kasım 2012 Cuma

Kahramanlarım

Onunla tanıştığımda on yaşındaydım. Evde elektrikler gitmişti ve sadece babamla ben vardık. Kuru soğuk bir Mersin gecesine tanıklık ediyorduk. Annemle problemsiz, sit-com tadında bir hayat geçiren babam çağırmıştı onu. "Kadınım" dedi ve kayboldu uzun bir süre. Ardından "Koy koy" şeklinde çığırarak yıllar sonra karşıma geldi ki bu sefer kuru soğuktan ziyade, suratımdaki gülümsemeyi hissediyordum. Yine kayıplara karıştı... Uzun süre de görünmedi. Ancak bunun fırtına öncesi sessizliği olduğunu biliyordum. Elimde çekiç, ağzımda çiviyle sürüklenerek; zorla taşındığım evdeki odama ses sistemini monte etmeye çalışıyordum. "En iyi dostunu" anlattı, duygulandırdı ve sabahın onu da olsa saat, içme isteği uyandırdı bünyemde.
Tanju Okan, kahramanlarımdan sadece biriydi...

Ankara'da, yalnız başıma; şehir merkezine en az bir saat uzaklıkta iki yüz metre karelik, kuzenimin evinde yaşıyordum staj için. Adını defalarca duymuştum. Hatta Umut Sarıkaya karikatürlerinden feyz alarak "çakma öykü"sünü bile yazmıştım. Allah'ın belası Ankara'da geçirdiği bir ay boyunca bir çok kitabını okuttu bana. Yanlışlıkla aldığım şiir kitabı bile kimi cümleleriyle bana yetmişti. Misal: "Kimse bilmez ne çektiğimi..." Ayrıca "Hiç bir şey ilgimi çekmiyordu" cümlesinde tanımladığım ilgisizliği ve yorgunluğu, diğer kahramanımın yükselişine yol açıyordu. Charles Bukowski huysuz bir ihtiyardı ve tanışsak; kesin beni "marizlemeye" can atardı. Avi Pardo'ya ayrıca teşekkürler.

2010 yazıydı... Onlardan biri gitmişti. Çok "o" olmuştu hayatımda ancak onlardan birinin gidişi koymuştu. Sözlere dikkat etmeden dinlediğim şarkılardan birini söylüyordu. "Hangin' Tree" parçanın ismiydi. Oysa bu albüme sadece konuk sanatçı olarak dahildi. Sesindeki viski ve sigara aroması hoşuma gittiğinden dolayı albümlerini sırayla dinlemiştim, günlerce. Ölmek üzere olduğumu düşünerek geçirdiğim günlerde, "Low, you know where i've been"(Dip, nerede olduğumu biliyorsun) diyerek beni öldürüyordu. Keza biri bana arkasını dönüp gittiğinde "Drink your wine instead, i won't remember all that's said, say farewell and close the door, you'll find me nevermore." (Onun yerine şarabını iç, söylenen hiç bir şeyi hatırlamayacağım. Bana elveda de ve kapıyı kapat, beni bir daha asla bulamayacaksın.) diye haykırıyordu. Basit aşkların basit adamı olduğunu düşünmüştüm hep. Ama fazlasıydı, hala çektiğim kuyruk acısının baş aktörüydü. "One Way Street" dinleyerek arşınladığım yolların birincil aktörüydü. Kulağımda o leş sesiyle çınlıyordu. Özellikle hala hissettiğim acıların film müziğini yapmakta üstüne yoktu. Çünkü o, oydu. Dışarıda sürtmektense, evde takılmayı makul bulmamın sebebiydi. Çünkü sesi yeterliydi, beni dinlediğini düşündüğüm bir arkadaştan bile fazlasıydı. Cevap vermeyen bir arkadaş dahi olsa, bana yeterliydi. Onu dinlemek en azından benim bazı şeyleri bastırmama yetiyordu. Mark Lanegan, konserine gitmek isteyeceğim tek kişiydi.

Metallica konserine gitmiştik Galatasaray formalarıyla. Sene 2008. Hatta güvenlik görevlisiyle dalga geçmiştik. "Abi biz kombine biletle geldik bugün maç yok muydu yeaaa?" diyerekten. Onu ilk gördüğüm zamandı. Yakından görebildiğim tek kahramanımdı. "Learn from this mistake" deiyişini dinleyerek yıllarımı geçirmiştim. Çünkü her hatamdan sonra o parçayı dinleyerek günah çıkarıyordum.  Problemleri benden çok daha farklıydı. Uyuşturucu batağına girmiş, çırpındıkça battığını hissetmiş herifçioğlunun tekiydi. Ancak soğukkanlı kalıp kendisine uzatılan dalı bekleyecek kadar da zekiydi. Çırpınmanın yersizliğini onda görmüştüm. O kadar çok şey öğretmişti ki bana, Sami Yen'e Metallica'yı izlemek için değil, onu izlemek için gitmiştim. Phil Anselmo, gençliğinde tüy siklet boksör olan bir vokalistti. Birlikte içmek isteyeceğim tek kişiydi.

Ablamın arkadaşlarından aldığı bir CD'yi dinleyerek ona secde etmiştim. Mükemmel değildi, ancak anlayamadığım bir şekilde İstanbul insanlarının ona saygısı büyüktü. Cihangir semalarında oturan herkes ona şapka çıkarıyordu. Sadece tek bir parçasını bildim. "The Future"... Ve sadece bu parçasını çok sevdim. Kahramanım olmasını sağlayan mısralar ise belliydi. "It's lonely here, there's no one left to torture." (Burası yalnız, işkence edebileceğim kimse kalmadı.) Leonard Cohen, elitistlerin tanrısıyken benim kahramanımdı. Asla "Leonard Cohen mi, aaa çok severim ben!" piyasası yapmadım Tarantino filmlerine şapka çıkararak. Ancak özel bir adamdı, özel kalacak olanlardan.

Bu adamların tek bir yönü vardı, onları benim için özel yapan... Hepsi yalnız adamlardı ve o kadar uzun süre yalnızlardı ki; beni anlayabiliyorlardı. Daha doğrusu ben, onları anlayabileceğimi düşünüyordum. Bu yüzden kahramanlarım ne siyah, ne de beyaz giyinen adamlardı.



11 Kasım 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 10

Yaptığım hesaplara göre İstanbul'da yaşadığım işkence, 2013 yılı Ocak ayında bitecek; her şey yolunda giderse. Aslında her gün evinin özlemini çeken bir adam olmadım. Ancak bu şehir kadar nefret ettiğim başka bir yer de olmadı hayatımda. Örneğin Adana'ya ailemle beraber, sadece akraba ziyareti ve bayram ziyareti için giderdik ben küçükken. Ancak orayı bile severim; kolundan tutulup zorla götürülen çocuk olsam da.
Buraya gelmek birazcık zorunluluktu. İyi bir üniversite, iyi bir bölüm ve umulan zaman cetvelini uzatarak yaşanan bir üniversiteli hayatı... Arada sırada kadınlar, onların yaşattığı acılar, yozlaşmış insan ilişkileri üzerine yapılan gözlemler ve insanların anlata anlata bitiremediği; ancak asla içinde hissedemediğim gece hayatı. Bunları kazanmıştım İstanbul'da yaşadığım süre boyunca. Artık ciddi ciddi dönüş planları yapıyorum. Evimde iş yok, evet. Evimde eğlence bazında İstanbul kadar çoğul alternatifler de yok, evet. Evimde, gerçekten evimde olacağım ve kiminizin bahsettiği "hafif meşrep" karakterim orada vücut bulamayacak yetersiz imkanlardan ötürü, ama ona bile kabul be. Zaten planlar tutarsa, yani ben bu dönem gerçekten mezun olabilirsem; diplomayı aldığım gün(mezuniyet törensiz diploma) evde ne var ne yok satmış; elinden çıkarmış, uçuş kartı ve kimliğiyle Atatürk Havalimanı'nın kapılarından birinde, bir sürü bavulla uçağının gelmesini bekleyen bir adam olacağım.
Fikri bile içimi ısıtmaya yetiyor. Belki sadece bir değişiklik arıyorum, belki de gerçekten işler yolunda giderse okulda ve İstanbul'da geçirdiğim tecritten kurtulacağımı düşünüyorum. En ince kısım ise şu; zaten Haziran ayında; gideceğim. New Jersey, Amerika Birleşik Devletleri durağım olacak. Tutunabilirsem tutunacağım. İş, yüksek lisans; elimden geldiği bazda kovalayacağım. Muhtemelen hiç bir şey olmayacak ve "yurtdışı seyahat engeli" maddesinde "klik" koyduğum bir işi kovalayıp, Türkiye'den uzaklaşmayı deneyeceğim.
Manevi açıdan ise, sadece evden; ailemden, Mersin'nden uzaklaşmam biraz sinirlerimi bozabilir. Öyle ya da böyle; neden buraya gelecek planlarımı yazdığımı soracak olursanız;
Saçma sapan şehrinizden de,
O saçma sapan şehir üzerine yazdığınız şarkılar ve şiirlerden de,
Müzmin basit zevklerinizden de,
Anlata anlata bitiremediğiniz gece hayatınızdan da,
Instagr.am fotoğraflarınızdan da,
Göçmenliğinizle övünmenizden de,
Bomboş aşklarınızdan ve o aşklar sebebiyle oturduğunuz rakı sofralarından da,
"Kaybedenler Kulübü" gibi bir yakayı barındıran, "yaka" faşizminizden de,
Teyzelerin gözümün içine bakarak yer istediği ve beklediği toplu taşıma araçlarınızdan da,
"Ama her şeye rağmen çok güzel" dediğiniz İstanbulunuz'dan da;
tiksiniyorum.
Türkiye sınırları dahilinde kaldığım süre boyunca yaşamak isteyeceğim tek yer muhtemelen Mersin olur. Belki hakikaten işler yolunda gitmez, Amerika bazında gerçekleştireceğim yolculuk; sadece Beylikdüzü'nden batıya yaptığım ilk ve tek yolculuk olarak kalır ve tatil bazında geçer. İş bulamam yurtdışında, -şantiye işleri dahil- ve Türkiye'de yaşamak zorunda kalırım vs.
O zaman ne yapmam gerektiğini, o zaman düşünürüm fakat İstanbul'da yaşamayacağıma eminim. Ne onu hatırlamak isterim, ne onun gibi bir sürüyü... Yeni nesil, İstanbul'da hiç bir şey yok ve boşa çalışıyorsunuz. Aynı nesilden olduğum insanlar ve bir üstlerim; bir hiç uğruna tüketmişsiniz hayatınızı.
Eyvallah, şimdiden.

NOT: Sana tek bir konuda teşekkür ederim İstanbul. O da izlediğim Galatasaray maçları ve Ali Sami Yen Stadyumu.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 9

Bir öncekini kısa kesmiştim.
Bunun akıbeti de o noktaya ilerliyor. Aslına bakarsanız sebepler ya da sonuçlar üzerinden gidecek değilim. Keyfim de yerinde sayılır az çok, Galatasaray'ın Cluj karşısında aldığı galibiyet sebebiyle.
"Büyük Ev Ablukada" yerine "Firewater"ı tercih ederim. Ancak "Mutsuzum ama keyfim yerinde." dizesiyle Büyük Ev Ablukada ismindeki gruba kalbimi kaptırmışlığım da yok değil. Uzun bir süredir beni en iyi açıklayan bir cümledir. Çünkü biriyle ya da bir şeylerle bağdaşmak; herkes için o kadar kolay değildir. Bir kadına, bir erkeğe, bir diziye, bir karaktere, bir duruma("Benim de başıma gelmişti.") bağdaşmak tipik insan evladı için kolaydır. Ancak bir duyguya insanın kendini bağdaştırması belli bir süre gerektirir.
Sanırım süremi az çok doldurdum, mutsuzluk ya da duygusal kaos arasında yeterince gelgit yaşayabilmek adına. Egomu bastıramadığım zamanlar, kendimle savaştığım zamanlar, aynada suratıma bakamayacağım zamanlar oldu ve tüylerim ürperdi kimi zaman; geçmişimden bir başka kesidi hatırladığımda.
Bazen zayıf olduğum bir kesitti, bazen bilinçaltıma gömdüğüm bir anıydı, bazense şimdi "Neden yaptığımı" daha iyi anladığım eylemlerdi hatırladım. Muhtemelen hayatım inkarla geçmiştir.
"Hayır, onu bu yüzden yapmadım.",
"Hayır, aslında gayet iyi durumdayım.",
"Hayır, onu çoktan unuttum."
"Bugün onu bitirdim, artık yok o." şeklinde kimi zaman arkadaşlarımla da paylaştığım inkar etme fazı; şu üç günlük kısa hayatımda, saçımda üç bin beyaz tel çıkaracak niteliktedir. Hep yüzleşebildiğimi sandım ama her zaman kaçtım. Her zaman inkar ettim ve dürüstlükten en fazla dem vuran, direkt konuşmadan en fazla bahseden benim dürüst olamadığım tek kişi, kendimdi.
"Nasılsın, biraz daha iyi misin?"
"İyiyim ben, iyi." cevabını defalarca verdim. Ancak değildim. Arıza şuradaydı ki, kendimi bile inandırmıştım. İyi olduğuma, belli başlı olayların üstesinden gelebildiğime ve psikolojimin bana oyunlar oynamayacak kadar boş olduğuna.
Halbuki sadece ağlayan palyaçoydum.
Kısa keseceğiz demiştik, bir parçayla kestiriverelim.
St. James Infirmary...
Defalarca yorumlanmıştır, ancak en sevdiğim yorum The Gutter Twins'den gelmiştir.
Parçanın bir diğer ilginç yanıysa, bu kadar çok kez sadece melodisi değiştirilerek yorumlanması değil; aynı zamanda sözlerin de yeni yorumlardan nasibini almasıdır. Sonuç olarak en sevdiğim sözleriyle başbaşa bırakacağım sizi.
The Gutter Twins versiyonunda da keşke bu sözler kullanılıyor olsaydı. Keşke... En azından dayanabileceğim birileri ya da bir şeyler olurdu. İyi geceler.

it was down at old joe's bar room
on the corner of the square
they were serving drinks as usual
and the usual crowd was there

on my left stood big joe mckennedy
his eyes were bloodshot red
turned to the crowd around him
these are the very words he said

i went down to that st-james infirmary
i saw my baby there
stretched out on a long white table
so sweet, so cold, so fair

let her go, let her go, god bless her
wherever she may be
she may search this wide world over
never find a sweet man like me

when i die please bury me
in my high-top stetson hat
put a twenty-dollar gold piece on my watch-chain
let god know i died standing pat

i want six crapshooters for pallbearers
a chorus girl to sing me a song
put a jazz band on my hearse wagon
to raise hell as i stroll along

....................................
....................................
twelve men going to the graveyard
ain't no living comin' back

now that i've told my story
i'll take an other shot of booze
and if anybody happens to ask you
i've got those gamblers blues

let her go, let her go, god bless her
wherever she may be
she may search this wide world over
never find a sweet man like me

doo dooo....

6 Kasım 2012 Salı

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 8

İlginç bir jenerasyonda yaşıyorum.
Ya da ilginç bir ülkede.
Ya da ilginç bir dünyada.

Starbuck's'ta kahve içmeden kafayı toplayamıyorsunuz. Ders çalışmaya Starbuck's'ta buluşuyorsunuz. İş görüşmelerini özellikle güzelce giyilmiş takım elbiselerle karşınızdakinde de işadamı-işkadını izlenimi bırakmak için özellikle burada yapıyorsunuz. Poz vermeyi bu kadar seven bir canlı daha yoktur muhtemelen. Siyam kedisi dahil...
Sadece Starbuck's'ta değil, bilimum kafede, restoranda, buluşmada, hatta ve hatta internette bile olduğumuzdan farklı davranmaya, maske takmaya mecbur hissediyorsunuz. Kendi benliğiniz sadece yalnız başınızayken ortaya çıkıyor ve onu o kadar nadiren kullanıyorsunuz ki; doğal ya da dürüstü unutuyorsunuz günden güne. Karşınızdakinin, arkadaşınızın, sevgilinizin, kardeşinizin ya da yeni tanıştığınız adamın, arkadaşınız vasıtasıyla tanıdığınız kadının böyle olabileceğine ihtimal vermiyorsunuz.
Ya kurcalıyor, derini eşelemeye çalışıyorsunuz umutsuzca, ya da ona "Dürüst davranmıyorsun." diyorsunuz. Çünkü o kadar yozlaşmış ki bilinçleriniz, böyle bir şeyin varlığına asla ve asla inanmıyorsunuz, inanmak istemiyorsunuz.
Ancak böyle insanlar var ve yalnızlar.

4 Kasım 2012 Pazar

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 7

Öncelikle, ben hayatımda ilk kez kurduğum kısa cümleler(Twitter) ve lise arkadaşlarım(Facebook) tarafından değil de, gerçekten uzun uzadıya bazı şeyleri anlatırken dinlendiğimi görüyorum. Ufak bir elitist yorumu; latifesiyle "hem dinleniyorum, hem de dinleniyorum" da denilebilir. 
Bu sebeple 100 takipçi olayı gurur kaynağım oldu. Yalan söylemiyorum o konuda veya Yetenek Sizsiniz'e çıkan bir yarışmacı mütevazılığında değilim. Gerçekten hoşuma gittiği için bunu belirtmeeden başlayamayacağım mevzu bahis notlara.
Dün sabaha karşı bir şeyler karalamışım. Uyandığımda hatırlamıyordum böyle bir şey yaptığımı, ancak sarhoş veya alkollü olmamla ilgisi yoktu. Sadece, bir kenara koyduğum konser bileti gibiydi. Uyanmamdan itibaren belli bir süre geçince fark ettim yazmış olduğumu. El yazısıyla yazmıştım ve sanırım tüm bilinçaltımı kusmuştum. Uzatmadan; "budur." Yazım ve imla hataları dışında olduğu gibi yazıyorum. 

Bazı adamlar vardır; güzel el yazılı, temiz, rol model olabilecek adamlar. Bense ne o adamlar gibi sabit düzgün bir el yazısına sahip oldum, ne de senin ailenle tanıştırmak isteyebileceğin bir adam. Ben sadece içiyordum, eğleniyordum ve yaptıklarım Kuruçeşme, Ortaköy tarzında değildi. Kör köpekler gibi vaktimi, naktimi buralarda harcıyor olsam belki hem sen, hem de sikik çevren, ailen tarafından benimsenecek kadar "sağlam" bir puşt olacaktım.
Belki de sadece üç ay boyunca bakabildiğim yoldaşımı, köpeğimi bir gün göremeyince özlediğim kadar seni de özlesem, arkadaşlarını ve çevreni önemseyebilsem hikaye apayrı olacaktı.
Unutamadım.
Unutmadım.
Tenimin üzerinden kokunu defalarca kazıyarak çıkarmaya çalıştım.
Körelttiğim her neşter, paslandırdığım her bıçak bu yolda; sana helal olsun.
Çünkü sonunda; çıldırdım.
Seni özleyerek, seni düşünerek, seni hissederek, senin için ağlayarak kafayı sıyırdım ben.
O kadar uzun süre yasını tuttum ki, seni gömdükten sonra aylar boyunca bir şeyleri kafamda kuramadım, yatmadan önce metafiziksel olarak.
Boşluğun, yokluğun, yaşanmamışlığın son iki yılımda başıma gelen en güzel şeydi. Ve senin iki hafta boyunca rüyalarıma girmen, bilinçaltımın yediği en baharatlı ve acılı yemekti.
Sensiz de vardım, sensiz de olacağım. Bir eksik bir fazla değil; hep bir eksik.
Sense bana bir daha gülümsemeyeceksin. O sikik penise el işi yapmaya devam edeceksin, "benim hüzünlü orospum".



3 Kasım 2012 Cumartesi

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 6

Bir asosyalin üst sınıfa dalma bunalımı

Kabul ediyorum.  Zor bir sabahtı.
Defalarca çalan ev telefonu ve son çalışının bitimiyle ahizeyi kalkık şekilde bırakmam final noktasıydı sabahın. İyi hissetmiyordum, ama dışarı çıkacaktık. Güzel bir partiye adımızı yazdırmıştık kuzenimle beraber. Arkadaşlar gelecekti, eğlenecektik vs.
İlk gol rahat geldi aslında. Parti öncesi bana gelmesi adına ikna etmeye çalıştığım bir kadın; arabasına atlamış ve evime doğru sürüyordu. Günahlarımı çıkardıktan sonra kendimi dışarı atmaktı amacım. Gelemedi, trafik dedi, sıkışık dedi ve kendimle başbaşaydım. Yalnız başıma takıldım evde.
Partiye doğru gidiyorduk. Kadınlarla sık dışarı çıkan bir adam olmadığımdan ötürü, dört artı bir(artı bir ben oluyorum) şeklinde bir yere gittiğim zaman kral gibi hissettiğim doğrudur. Ancak gittiğim partide ikinci golü çok güzel yemiştim. Frikikten, tam doksana.
İkimiz giriş ödemeyecektik hesapta, sonuçta arkadaşımız organizatörlerden biriydi, ya da organizatörlerden birinin kardeşiydi, ayrıntıları bir kenara bırakırsak; adamın bizim ismimizi kapıya yazdırmış olması gerekiyordu. Sonuç? Tabii ki hayır, yazdırmamıştı ya da unutmuştu. Bilemiyorum. Sallamayıp, çıldırmadan beni dünyanın en ilginç testesteron aromasının içine götürdüler. "Line".
Muhtemelen herhangi bir yerde "Ben Line'a takılıyorum genelde yani" deseniz, insanlar sizi bir üst sınıfta görür. Bense ilk kez oraya gidiyordum. Heyecanlı değildim. Giriş ücreti ödeyecek kadar salak olmadığımı düşünmüştüm her zaman ve giriş ödüyordum. İlk kez zayıf hissettim kendimi.
Kadınlar bakıyorlardı. Bana, ben olduğum için mi bakıyorlardı yoksa dört hemcinsleriyle mekana girdiğim için mi bakıyorlardı bilemiyorum. Sadece bir içki içmek istiyordum. Herkes dans ediyordu, benimse aklım bambaşka diyarların bambaşka denizleri arasında serbest kulaç yüzüyordu. İnsanlar eğleniyordu, bense sırıtıyor ve yukarı bakıyordum.
Basitti, basit bir yerdi. Ne Ankara pavyonlarından farklıydı zihniyet olarak, ne de standart İstanbul pub-cafelerinden. Boştu, veya ben eğlenebilmek -eğleniyor taklidi yapabilmek- adına çırpınmıyordum.
Bir ara hava almaya çıktım sadece. Sonuçta damgalanmıştım ve o damgayı yedikten sonra, Fizan'a da gitsem; gecenin sonunu Line'da bitirebilirdim. Bohem'e gittim, iki üç bişey içtim çünkü maddi durumum asla böyle yerlerde kusana kadar içebilecek şekilde olmamıştı. Aslına bakarsanız bundan şikayetçi değilim. Böyle yerlerde kusana kadar içebilecek ve eğlenebilecek bir adam olsaydım, muhtemelen Kuruçeşme, Ortaköy semalarında aynı şeyleri yapamadığımdan şikayet edecek bir adam olurdum. Veya, basitti. Ev iyiydi. Gittiğim bir iki bar hariç her yerden iyiydi ev. Sizin iğrenç deyiminizle, ev; "candı".
Line'a döndüğümde bir kadın vardı. Sanırım bardaki en uzun adam bendim ve en uzun kadın da oydu. İçiyordum ve onun gözlerine bakıyordum. Bir yandan da etrafımdakilere; "Benim kafam mı güzel, yoksa bu kız mı güzel?" diye soruyordum. Onayı almıştım. Bir dakikada gerçekleşen gözgöze gelişlerimizin finalini, elimle sigara işareti yaparaktan onu dışarı çağırarak gerçekleştirecektim. Kayboldu. Yüzünü bile hatırlamıyorum. Belki de benden hızlı davranmıştır diyerek sigara içilen yerlere bakmaya çıktım. Bulamadım onu. Saçma sapan iki kadınla diyaloğa ve arkadaş gruplarının içine girerek noktalandırdım arayışımı. Ne o iki kadın, ne de arkadaşları aradığım değildi.
Aslında o uzun boylu kadın da aradığım değildi. Aradığımın ne olduğunu da bilmiyordum. Tıpkı gecenin başında taksiye binerken olduğum haldeydim. Bilmiyordum, nerede olduğumu; nasıl olduğumu, ne için burada olduğumu, neler yapmaya çalıştığımı...
Bir pusula vardı elimde ve kuzey imleci kayıptı.