Google+ boş mideye iki duble viski: Temmuz 2013

28 Temmuz 2013 Pazar

İnternet radyo yayını yapmak isteyenler için kısa kısa...

caster.fm kanalıyla internetten radyo yayını yapmak için iki ayrı sistem mevcut. biri, winamp'e plugin kurmak, ikincisi ise
kullandığınız mp3 çalar programla yayın yapmak. ikinci sistemde ses kartı çıkışı olduğu gibi internete aktarılmaktadır.

mantık olarak iki sistemde de çaldığınız parçaların arasında konuşabilirsiniz. çünkü pluginde de, ikinci sistemdeki
dosyasında da mikrofonu açma/kapatma yöntemi mevcuttur. lakin tek sıkıntı, şarkı aralarında siz konuşurken mikrofonu
açtığınızdan ötürü program; bilgisayarın ses kartı çıkışını değil; sadece mikrofonu input olarak algılar. dolayısıyla
5 liralık snopy mikrofonla konuştuğunuzda; arka planda 4 levent'teki zombi kadının uğultusuna benzer sesler çıkabilir.

kurulum aşaması:
-caster.fm'e girip kaydoluyoruz.
-burada bize radyo ip'si, port numarası gibi bilgilerimiz; kayıttan hemen sonra veriliyor.
-unutulmaması gereken nokta; iki parola mevcut. birincisi siteye login parolamız; ikincisi ise programı çalıştırırken
kullandığımız parola. ikisini de aynı yapın siz iyisi mi diyeceğim de; kesin uğraşmazsınız. programın default parolası
"changeme"
-programcığımızı indiriyoruz. bu programcık, winamp kullanıcıları için caster.fm plugini; diğer kullanıcılar için ise
edcast stand alone'dur. ikisini de; www.caster.fm de bulabilirsiniz.
-programı kurduk, radyoyu açtık; şimdi çalacağız. öncelikle; lame_mp3.dll gibisinden bir encoder; programla birlikte gelmiyor.
,bu yüzden de bu encoder'ı veya .dll dosyasını (tam adını gerçekten hatırlamıyorum; kurulum aşamasındaki steplerde gösteriyor
şu anki tanrımız google'dan buluyoruz.
-ardından; pluginde ya da programda; add encoder tuşuna basıyoruz.
-encoder'ımızı kurarken de, sitenin bize verdiği profil bilgilerini harfiyen giriyor, talimatları uyguluyoruz.
-sonra "start broadcast"e basıp; kaybedenler kulübü'ne bağlıyoruz. iüüüf, karının kızın haddi hesabı olmuyor. valla.
(evde bira içti)

23 Temmuz 2013 Salı

Depozitolu şişelerin iadesiyle alınan on üç bira

Nasıl oldu bilmiyorum, ama evsizlik beni mutlu etmişti. Oradan oraya sürükleniyordum. 
Yaklaşık bir ay oldu evimi kapatalı. Ablamdır, Feyzi'dir, Yusuf'tur, Mersin'deki evdir. Hep, bir yerler oldu kalacak; hep de bir yerler olacak, kalacak. Ancak bu düzensizlik, fena sekteye uğrattı işte. Yapamıyorum. Sevişemiyorum, sevişmekten de öte; yazamıyorum. 
Şikayet etmeyi sevmiyorum, ancak şikayet etsem de USB girişleri çalışmayan bir bilgisayarım ve fare deliğinden farksız, şişelerin dekor; demirbaş haline geldiği bir yuvam vardı. Bir fare deliğinden farksızdı ancak benimdi. 
Şimdi o yok. Onun yokluğu, psikolojimi fena yapıyor. Yazamıyorum, uzak geliyor. Farklı bilgisayar, farklı oda; alışılamayan atmosfer. Deftere kitaba karalamaksa üşenmeme sebebiyetin baştacı. Oradayken zaten yabancıydım insanlara, fakat oradan da ayrılınca kendime yabancılaştım.
Nereden bilebilirdim ki, o içi kül dolu; çekirdek kabuğu dolu klavyenin benim en büyük motivasyonum olacağını. Her gece, alkolün de etkisiyle yatağa girerken; "Yarın yazacağım." diyorum. Hiç bir yarın, yazabildiğim bir yarın olmuyor. Hayatım; nefret ettiğim akıllı telefonda geçiyor. 
En kötü incesi ne biliyor musunuz bu, hayatıma dair küçük ayrıntının? 60 sayfada tıkandım. İngilizce yazıyordum, kitap olacaktı. Kısa kısa hikayeler; önce İngiliz, İrlandalı, Amerikalı arkadaşlarım tarafından kontrol ediliyor ve bana ulaştırılıyordu. Yorumlar pozitif yöndeydi, hatta zerre inanmasam da Tarot falı bakan arkadaşım; "Hislerini takip et, o hislerle dünyaları kazanacaksın; sadece farkına varman gerekiyor." diyordu. Yazmaya teşvik ediliyordum, ama yazamıyorum işte bir aydır. O proje, daha doğrusu köşeyi dönüverme planı kalakaldı öyle. Deri kaplı not defterimde yazdıklarımı bile geçiremedim bilgisayara, dijital ortama... 
Daralıyorum. 
Bir sarhoşum ben, sarhoş bir mühendis ya da sarhoş bir yazar değil. Sadece bir sarhoş oluyorum hep. Kurulamayan bir saatim var işte; her kurduğumda alarmını, ötmüyor. Umutlarla yatağa giriyor, alarmın çalmamasıyla uyuyakalıyordum.
Değişecek mi, bilinmez. Silkelenmem lazım; alkolik olmaya bir adımım kaldığı için değil, yazamadığım için. 


21 Temmuz 2013 Pazar

Haziran'dan bir sıcak muhabbet...

1 ya da 2 ay önceydi. twitter'da birisi, "ben bu kıza yürüyeyim mi beyler?" diyerek bir profil paylaşmıştı. Yürüme, bildiğin çocuk bu; diye cevap verdim elemana.
Çünkü bahsettiği profilin altını üstüne getirmiştim. Tarantino’nun filmlerinde kullanacağı modelde ayak fotoğrafları değil de, kısa boyu aldatıcı olmuştu. Aradan biraz vakit geçti... Sanırım, “biraz” dediğim vakit bir ayı buluyor ki Twitter’ım uzun süre kapalıydı.
Twitter’a döndüğümde yaptığım ilk iş, takip ettiğim insanların bir çoğunu “filtrelemek” oldu. Takip ettiğim kişi sayısı da 200’den 150’ye inince, bu sefer Twitter’ın hiç bir eğlencesi kalmadı. İkilemdeydim resmen. Tiksinç bir durum yaşıyordum. Aslında, durum tiksinç değildi. 1. Dünya Ülkeleri’nde yaşayan gerizekalı yuppielerin, plaza kadınlarının tecrübe edindiği problemi yaşıyordum. Kafam bozuldu. Önce bir iki bişey içtim, ardından ders çalışmaya kütüphaneye gittim. Kütüphanede konsantre olamadığımdan, Twitter’la oynamaya başladım yine. Genellikle bir sike yaramayan sosyal medya ikonu, bu sefer can sıkıntıma bile engel olamamıştı çünkü, kimse Tweet atmıyor gibiydi.
“Takip etmek isteyebileceğiniz kişiler.”
Buradan, tipleri araştırmaya başladım. İtiraf ediyorum, daha ziyade kadınları araştırmaya başladım. Kimisi çok güzeldi ama daha keşfedilmemişti; takipçi sayıları beş yüzü aşmıyordu ama paylaşımları da sikik ötesiydi. Kimisinin suratına tükürmezdim bile ama çok popülerlerdi. Sonra onu gördüm, tekrar. Ama, bir garip olmuştum. Kötü hissediyordum da neden kötü hissettiğimi bilmiyordum. Bazen öyle olur, bir konu aklınıza gelir; hisleriniz veya modunuz tam terse döner ama neden bu yüz seksen derecelik dönüşü tecrübe ettiğinizi bile unutrsunuz; hissettiklerinize odaklandığınızdan ötürü.
Kavga etmişimdir kesin, ya da laf sokmuşumdur diye düşündüm. Baktım, bir engelleme olmamış.
-Biz seninle hiç kavga ettik mi?
-Yoo.
-Emin misin?
-Valla hatırlamıyorum.
Yaklaşık bir saat kafa patlattım. Kavga da etmemişiz. Eve gitsem, bilgisayar başına geçsem her şey çok kolay olacaktı aslında. Browse History’ye bakacaktım ve görecektim, profiline ne zaman girmiş olduğumu. Tarih de bana bazı şeyleri hatırlatacaktı ve bitecekti tüm olay.
Kahve içerken Tumblr’ına girdiğim an hatırladım. Evet, Quentin Tarantino’nun hayran olacağı ayaklar. Tamam, bu, “çocuk!” dediğim kadındı.
Takibe aldım, onun da aynısını yapmasını bekleyerek. Yaptı da... “Ben sana çocuk demiştim, şimdi hatırladım.” Dedim. “20.5 Yaşındayım ben!” diye tepki gösterdi.
Fena bir muhabbeti yoktu, sadece benimle tweet atar gibi konuşuyordu. O biraz sinirimi bozmuştu, ne yalan söyleyeyim. Vurgulama yapmak adına kelimeleri bazen heceliyordu ve bunun, cildimde karıncalanma yapmak dışında hiç bir etkisi olmuyordu.
Bu, bir müddet böyle devam etti. İleriye yönelik planlar yapıldı. Maçlar, şunlar, bunlar...
Bir gün kafam bir dünya, Beşiktaş’tan eve döndüm. Bakkalın önünde oturdum ve cayır cayır konuşmaya başladım Damla’yla. Sonuçta Whatsapp vardı, ben her ne kadar telefonun minik tuşlarında uzun parmaklarımla yazarken çok zorlansam da.
Dayanamadım, arayacağım dedim. Dayanamayacağım bir cevap vereceğini düşündüğüm halde, “Olur.” Dedi.
Ses tonu enteresandı işte. Ben onu, bir alt neslimden olan, 15 iq lu bir kadın gibi konuşacak ve “Amaan, bacaklarının arasına girmesem de olur.” dedirtecek sanarken, o; sarhoş bana bile çok rahat ve düzgün konuşuyordu.Ne “Yaneee” diyordu, ne gereksiz vurgular yapıyordu, ne de “Hihihihihih” diye gülüyordu. Anlattım işte, onun bacaklarının arasına herhangi bir şekilde girmek için çok şey yapacağımı ama gidiyor olduğumu, gitmesem dahi onun hayat standartlarıyla benimki arasındaki büyük farkı(bunu anlatmak çok basitti: “Bizim evde buzdolabı yok Damla, sen neden bahsediyorsun hala!”) ince ince işleye işleye anlattım. Amacım kendimi acındırmak ve onun hayvancıl bir tepkiyle, telefonu kapattıktan hemen sonra whatsapp’tan “Tamam lan tamam bi kere verecem eheh” yazmasını sağlamak değildi. Dürüst olmaya çalıştım. Ben ne kadar anlatmaya yırtınsam da, son paramla aldığım birayı, kimi zaman Yemeksepeti’ne kadar açılmış bir pilavcıdan yediğim sözde yemeği, çektiğim 31i, iki senedir okulum bitmek üzere olduğu için kimseye bir şey vaadedemememe sebep olan yalnızlığımı; bazen unutuyordu insanlar, gerçekleri ki gerçekleri değil, insanları sevmiyordum.
Buna rağmen, enteresandır; götünü dönmedi. (Mecazi anlamda) Yani beni tüm sikikliğimle kabul etmiş biri vardı karşımda. Ne Çakma Bukowski’liğime takıldı, ne yalnızlığıma takıldı, ne de misantrofluğum onu ilgilendirdi. Etkilenmeye başladım. Güzel ayakları olduğunu söylemiştim ancak dünyanın en iyi ayak mankeni de olsa 18 değil; 20(legal sınırları sikeyim, akıl yaşı önemli aslen) yaş altında biriyle kolay kolay birlikte olmak istemezdim. Arkadaş olarak, kısa süreli ilişki olarak ya da one night stand damadı olarak.
Bir dizi iptal edilen plan sonrası, yarın buluşuyoruz. Heyecan? Eh, var. Kesin seks? Bizim eve gelecek olmasına rağmen evet diyemem. Akışına bırakmak istedim. Peki seks olmazsa? E napalım, bir otuz bir çeker, mutluluklar dileriz. Sonuçta bu, hayır cevabını ilk duyuşum veya ilk bozgun yiyişim değil, son da olmayacak da; argh, hakikaten yatmak istiyorum onunla. Minik ayaklarını, bileklerinden tutup iki yana açmak istiyorum da denilebilir, başımı öne değil, aşağıya doğru eğerken.

(Sonuç başarılı oldu, bir kerelik de olsa; pardon, bir gün ve gecelik olsa da.)