tag:blogger.com,1999:blog-85202862104329010342024-02-19T23:36:19.987-08:00boş mideye iki duble viskiAnonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.comBlogger469125tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-87285942556803899262017-07-15T20:01:00.000-07:002017-07-15T20:05:23.604-07:00Sydney gunlukleri 5 - Kahve ve on yargilar uzerine<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">Dun EksiSozluk'e karaladigim bir parca metin ile baslamak istiyorum. Kisa ve alel acele yazilmis ancak benim icin cok degerli bir oyku... </span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><br /></span>
<br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">baslik: Sidney</span><br />
<div style="line-height: normal;">
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><i>bu sehirde, yereller ile turist/ogrenci tayfasi arasindaki en buyuk fark sudur: yereller lokal takilir, turistik yerlere hele sehre hic gitmezler. onun yerine mahallesindeki pub'a, coffee shop'a gider, diger mudavimlerle muhabbet ederler. </i></span></div>
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"></span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><i>turist/ogrenci kesimiyse her hafta sonu city'dedir mesela.</i></span><br />
<div>
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><i><br /></i></span></div>
<i style="font-family: times, 'times new roman', serif;">gelgelelim, benim de bir lokal pub'im var. adi kelly's. kimseye haber vermeden gider, birami alir, sigara icilebilen alana gecerim ve mudavim diyalogu baslar. en genc ben oldugum icin aralarinda, bu mudavim amcalar benimle dalga gecer. "sen o zaman dogmus muydun" seklinde... bu amcalardan biri, her daim janti giyinen, esasen ingiliz, 50li yaslarinin basinda bir adamcagizdir. her cuma, happy hour'da bira iceriz, sanattan, hayattan, gecmisten muhabbet ederiz. dun, turkiye'ye tatile gitme planim oldugunu soyledigimde "gidersen, donmeyebilirsin. al bunu, tak yakana ki avustralya'da da bir evin oldugunu hatirlayasin." diyerek bana cekedindeki broshu verdi. duygulandim. kilitlendim.</i><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><i>
iste o brosh... </i></span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><i>(brosh kelimesini, uzun zamandir Ingilizce klavyeyle yazdigim icin bu sekilde ifade etmek zorunda kaldim. kusurumuz varsa affola.) </i></span><br />
<div style="background: url(data:image/png; display: block; height: 44px; margin: 0 auto -44px; position: relative; top: -22px; width: 44px;">
</div>
<br />
<br />
<div style="line-height: normal;">
<br /></div>
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><i><br /></i></span>
<br />
<blockquote class="instagram-media" data-instgrm-captioned="" data-instgrm-version="7" style="background: #fff; border-radius: 3px; border: 0; box-shadow: 0 0 1px 0 rgba(0 , 0 , 0 , 0.5) , 0 1px 10px 0 rgba(0 , 0 , 0 , 0.15); margin: 1px; max-width: 658px; padding: 0; width: 99.375%;">
<div style="padding: 8px;">
<div style="margin: 8px 0 0 0; padding: 0 4px;">
<a href="https://www.instagram.com/p/BWi6Al-D-hO/" style="color: black; font-family: arial, sans-serif; font-style: normal; font-weight: normal; line-height: 17px; text-decoration: none; word-wrap: break-word;" target="_blank">There's this one regular at my local pub. Always wears buttoned shirts, dress pants and a classic winter coat. He's a pommie, at his 50s. Every Friday night, after I am done with work, I run to him and chat about life, past, relationships, work... Last night, I told him about my plot of going home for a holiday. He put this opal pin out of his shirt, gave it to me and said "Take this home with you, lad. So that you'll never forget about Australia and will return." #pub</a></div>
<div style="color: #c9c8cd; font-family: arial, sans-serif; line-height: 17px; margin-bottom: 0px; margin-top: 8px; overflow: hidden; padding: 8px 0px 7px; text-align: center; text-overflow: ellipsis; white-space: nowrap;">
A post shared by Two Doubles (@2doubles) on <time datetime="2017-07-14T23:27:59+00:00" style="font-family: arial, sans-serif; line-height: 17px;">Jul 14, 2017 at 4:27pm PDT</time></div>
</div>
</blockquote>
<script async="" defer="" src="//platform.instagram.com/en_US/embeds.js"></script>
<br />
Basa saralim. Neden yerellik? Cunku Avustralya'nin insani basit, yavas, rahat ve ayni zamanda tembel. Buranin kulturune, genetigine islemis bir rahatlik soz konusu. Bu yuzden cikmayi sevmiyoruz mahallelerimizden. Bu yuzden arkadaslarimiz genelde bulundugumuz semtlerde oluyor ve yine ayni sekilde, bu yuzden yerellerle daha cabuk anlasabiliyoruz. Her semtin bir dokusu, bir sesi, bir atmosferi var. O atmosfere ayak uydurabildigin zaman, oradan keyif alabildigin zaman aidiyetin de artiyor. Ayni sekilde, bir zincir restoranda yemek, bir Starbucks'tan kahve icmek veya bir supermarketten alisveris yapmak yerine; sana yakin kucuk isletmeleri destekliyorsun. Oralara gidiyorsun, oralarda egleniyorsun, oralarda yiyorsun, oralarda iciyorsun ve bundan keyif aliyorsun. Keza kucuk isletmenin zihniyeti ve samimiyetiyle de iyi dostlar edinebiliyorsun, gerek mudavim, gerek calisan.<br />
Gelelim on yargilara... Buraya gelmeden once Fransizlar'i hep burnu buyuk, kendini herkesten ustun goren, can sikan, muhabbet etmeye degmeyecek insanlar olarak dusunurdum ben. Birinden, Fransiz oldugunu duydugum an uzaklasmazdim elbet ancak uzak gelirdi bana bu insanlar.<br />
Akabinde, dun her zaman gittigim kahveciye gittim. Kahvecide calisan cocuk bir Fransiz. Muhtemelen burada hem okuyor, hem de calisiyor Kevin. Saci "man-bun" seklinde, guler yuzlu, bana "kardesim" diye hitap eden ("bro" degil, "brother") hos sohbet bir eleman. Icinden gelmeyerek samimiyet veya guler yuz gosterdigini dusunmedim asla Kevin'in. Cunku Kevin, kahvecide isi cok yogun olmadigi zaman, telefonunu kahve makinasinin yanina koyar. Oradan, yapilmasi oldukca zor bir latte art secer kendine ve onu gerceklemeye calisir. Yaptigi isi seven bir eleman iste. Ne eksik, ne fazla... Dun Kevin'la muhabbet ediyorduk. Gectigimiz Pazartesi is cikisi bir pub'a gideriz demistik fakat benim tamamen aklimdan cikmisti bu plan. Onu gorunce hatirladim.<br />
-Dostum, cok ozur dilerim, unuttum.<br />
-Onemli degil kardesim. Al benim numarami.<br />
Numarasini yazdi telefona. Hatta su sekilde yazdi numarasini, isim: Kevin; soy isim Harpys (calistigi kahvecinin adi). Illa pub'a gitmek zorunda degiliz. Birer long-neck (750 ml, cam sise bira) alip parka da gecebiliriz, Avrupali tarzi.<br />
Turkiye'yi ne Asya, ne de Avrupa olarak gordum ben. 2002'den beri de hep bir orta dogu figuru olarak canlandi kafamda, ne yazik ki. Ama bu Fransiz'in gozundeyse biz Avrupaliydik veya ben Avrupaliydim ama daha da onemlisi, kardesim diyebilecegi bir musteriydim. Aldim kahvemi, dedim cagri biraktim sana, benim numara da budur. Yola koyulurken dusundum, belki de buraya gelmekle edindigim en buyuk kazanim on yargilarimi yenmis olmamdi... Su eki de yapayim; genel itibariyle burada tanistigim, Turkce konusabilen (Turk-Kurt-Zaza-Cerkez, sen koy iste adini...) insanlarin cogu, disari ciktigimizda ilgisini benden ziyade etraftaki Avustralyali kadinlara gosteren, abazan tiplerdi, ne yazik ki.<br />
Ote yandan, dost biriktiriyoruz be. Iyi dostlar, iyi arkadaslar, her irktan, her inanctan, her renkten, her hayat tarzindan. En sevdigim sey de bu. Kalirim, giderim, uzaklasirim ama hatirlanirim. Zira Turkiye'deki agiz ishallerinin lavmani "adamlik" kavrami belki bir yerinden yakalamistir beni sonunda.<br />
<br />
not: Burada 15 Temmuz 2017, sehitler, demokrasi, sela, OHAL, KHK gibi durumlar olmadigi icin, insanlar farkli seylere kafa yoruyor. Melbourne Universitesi'nde yapilan bir arastirmaya gore gunde 2.700.000 karton kahve bardagi cope atiliyormus ve bu kahve bardaklarinin geri donusumu oldukca zormus. Bu yuzden yerel kahveciler yeni bir kampanya baslatti. Fiyatlari 12-20 Avustralya Dolari arasinda olan, "keep-cup" diye tabir edilen termoslar aliyorsunuz. Boy boy... Kucuk-orta-buyuk. Starbucks'in termoslari gibi dev boy degil, tam servis edilen kahveyi icine alabilecek boyutta "keep-cup"lar. Bu termoslarla kahveciye giderseniz, kahveci size 20-50 cent arasi bir indirim yapiyor. Bir kahvenin 3.5 AUD oldugu dusunuldugunde, indirimin boyutu daha rahat anlasiliyor. Ek olarak, kahvecilerin "loyalty card" (sadakat karti) diye tabir ettikleri bir sey var. Turkiye'deki Starbucks'larda da vardi sanirim bu. 10 kahve alinca 11. kahve bedava. Bu kahvecilerin tek farkiysa, loyalty card'i zimbayla isliyorlar. Yani barkod okutmaktan ziyade, karti veriyorsun, zimbaliyor calisan. 10 tane zimbaya ulastigin zaman da bir kahveni bedava aliyorsun. Mudavimi oldugum kahvecideki Gabriella (Brezilyali) bazen benim kartimi alip 3-4 kez zimbaliyor. "Hep buradasin ama cok az bedava kahve alabiliyorsun, benden olsun." diyor. :)Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-20496313230735444002017-06-26T03:12:00.000-07:002017-06-26T03:12:41.211-07:00Sydney gunlukleri 4 - "Inanmadim, asla, inanamam, her seyin bir sonu olduguna..."Nerede kalmistik?<br />
Evet, bir sevgili (su an itibariyle eski), bir de oturma izni bekleyen ben. Sanirim Agustos 2016... Neredeyse bir sene gecmis uzerinden.<br />
Kisa ozet: Kasim'da onu da koleksiyona ekledim: "terk ettiklerim". Eklememin ertesi gunu oturma iznim cikti. Bir nevi, oy kullanamayan vatandas olma durumu. O vizenin ciktigi gunden itibaren islere saldiriyorum. Kendi yaginda kavrulan kucuk isletmem, basketbol ogrencilerim ve haftada yaklasik 20 saat gittigim ve bana mektup acmam karsiligi para verdikleri isten memnun degilim cunku. Simarma basladi, da denebilir aslinda, o vizeyi aldigim gun...<br />
Bir an geldi, yeter, dedim. Kayserispor'da yedek kulubesinin yolunu tutunca su sisesini tekmeleyen Turgut Dogan Sahin'e bagladim:<br />
"Rezil olmaya mi geldim ulan ben buraya!"<br />
Cunku yorulmustum.<br />
Cunku beklentilerim bambaskaydi.<br />
Cunku hep yuzup yuzup kuyruguna gelmistim.<br />
Herkesin hayatinda uzun ve kisa vadeli hayaller vardir. Benim hayalim, 2015 Subat'ta buraya adim attigimdan beri ayniydi: Istanbul'daki hayat sartlarima erismek, Istanbul'da calistigim son ajans gibi bir ajansa kapagi atmak, Tanricilik veya Don Draperlik oynamak...<br />
Simdiye kadar bir kez olsun mulakata cagrilmasam, bunun bir hayalden oteye gitmeyecegini dusunup, burada dijital iletisim uzerine bir yuksek lisans icin para biriktirirdim, irgat gibi calisarak. Ama, hep yuzup yuzup kuyruguna geliyordum; okyanusu gecip, denizde boguluyordum.<br />
Sizin gordugunuz haliyle goremiyordum ayni sekilde, Turkiye'yi. Kacis planiydi... Kacis planimdi. Sonucta oturma iznim var, diledigim zaman geri donebilirim Avustralya'ya. Turkiye'ye tekrardan sans versem? Bu dusunceler yaklasik bir ay beynimi kemirdi. Bitmedi. Bir turlu bitmedi.<br />
Kafamda planliyorum, maci tekrar tekrar oynuyorum ve her seferinde ayni sonuca ulasiyorum: Turkiye'de, diledigim meslegi icra edebildigim mutsuz bir hayat vs. burada, istemedigim isleri yaptigim, onumu goremedigim, dara dusunce annemin kredi kartini kullanacagim ama en azindan en buyuk derdimin -veya tek buyuk derdimin- para olacagi bir hayat. Icim kiyildi. Ozellikle de Turkiye'ye yazin gelisiyle...<br />
Serin ama gunesli bir kis gunune uyandi bugun Sydney. Ben de, yapmaktan nefret ettigim ise dogru yollandim; mektup acmaya. Ilk bir saat, sikintiliydi, her Pazartesi oldugu gibi. Toplam uc saat surdu mesai. Bir saatte gittigim, bir saatte dondugum is sadece uc saat suruyor ve ben yovmiyeli calisiyorum. Yani, ne kadar saat mektup acarsam, o kadar para kazaniyorum. Buna ragmen, ofiste ne oldu, bilmiyorum fakat o an, kendi kendime sunu soyledim: "Her ne olursa olsun, burada yasamak guzel be."<br />
Eve gelince gunluk rutinime dondum: is basvurulari...<br />
Yaslandim arkama, yardirdim yine.<br />
Sonra bir mail geldi, bugun basvurdugum islerden birinden:<br />
"Motivasyon mektubu ve ozgecmisini cok begendik. Mumkunse Carsamba gunu seninle bir mulakat yapmak, bugun de telefonda on gorusmede bulunmak istiyoruz."<br />
Bu, bana gelen ne ilk, ne de son on teklifti. Ayni zamanda bana yapilacak ne ilk, ne de son on teklif olacakti. "Tabii ki, buyrun."<br />
Telefonda konustuk, on-on bes dakika kadar.<br />
Ucret beklentisine kadar her detay soruldu tabii ki... Siradan, standart.<br />
Telefonu kapattigimda o parca cinladi kulagimda, Candan Ercetin'den. Bu parcayi en son 2011'de Fatih Terim icin GSTV'nin hazirladigi video klipte dinlemistim: "Elbette". Oyle bir guzel girdi ki kanima ve oyle guzel geldi ki ozellikle son soz olarak paylasacagim, asagidaki dizeleri; dedim, buradayim yahu, basaririm, basaramam, hayallerime kavusamam ama o yuzumde kalan son gulumsemeyi de Turkiye'de kaybetmeyecegim.<br />
"Inanmadim, asla, inanamam.<br />
Her seyin, bir sonu olduguna..."Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-30612712735762684722016-12-25T03:15:00.000-08:002017-06-26T03:15:46.502-07:00Sydney gunlukleri 3<span style="font-family: inherit;">Merhabalar,</span><br />
<span style="font-family: inherit;">1 yildan fazla olmus en son karaladigimdan beri.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Kisa bir 2016 guncesi gecelim...</span><br />
<span style="font-family: inherit;">2015 sonlarina dogruydu. Ofiste girdigim 3 ay kontratli isin sonuna gelmisiz. Cebimde para, aklimda bir sonraki adimimin ne olacagi var. Herkesin de dilinde ayni yer: Melbourne. Orada da bir eski sevgilim var. Samantha'yi aradim. Oraya gelmek istiyorum, dedim. Beni oldukca iyi agirladi, belli kiskanclik tripleri ve dengesiz hareketleri disinda... 5 gece kaldim Melbourne'de, Sam ile. Brunswick'te yasiyordu Sam. Oranin Kadikoy'u denilebilir. Sehir olarak siradandi Melbourne, City Centre yine tiksinc kalabaligi ve aptalca tasarlanmis yuksek binalariyla canimi sikmisti. Onun kaldigi yerse guzeldi, hos, kiskanclik krizlerinin ertesinde Sydney'e donunce de, uzun zamandir takildigim hatunlardan birine "Artik arkadaslarina beni 'erkek arkadasim' diye tanitabilirsin." diyerek 1 sene surecek ve son zamanlari Sam'in kiskanclikligindan bile daha zor gececek bir iliskiye adim attim. (1-2 ay kadar once bitti.).</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Burada belli basli bir iki freelancer sitesinden is almistim. Video editing uzerine... Musterilerim, temiz isten cok memnun kalip beni gazladi: "Kendi ajansini kur, en azindan faturalarini tuzel bir kisi olarak yaz!". Aldigim gaz ve destekle 80 Proof'u kurdum. Sayfasi su <a href="http://www.80proof.co/">www.80proof.co</a> . Facebook, Twitter vs. uzerinden takip etmek isterseniz web sitesine kliklemeniz yeterli.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Isler fena ilerlemiyordu. Sinan, Turkiye'den cok yakin oldugum, neredeyse 10 senelik arkadasim da Sydney yollarina dusmeye hazirlaniyordu ki, 80 Proof'tan ona bahsetmem ile iyice keyiflendik. Web sitemizi tasarladik, kartvizitler basildi. Ben hazirdim, o da gelince her sey hazir olacakti.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Haziran'da Turkiye'ye gittim, arkadas, aile gormek icin. Sanirim hayatimda gecirdigim en agir ve zorlu tatillerden biriydi. Patlayan bombalar ve sergilenen darbe tiyatrosu disinda, insanlari gormenin bir sorumluluk haline gelmesi, Sydney'e aldigim donus biletinin vize bitimimden sadece 20 gun once olmasi ve suresiz oturma izni almak icin her seyin pamuk ipligine, yani uc saatlik bir Ingilizce sinavina bagli olmasi canimi sikiyordu cok. Sinava Avustralya'da 2 kez girip basarisiz olmustum. Turkiye'de 3 kez girecegimi tahmin bile edemezdim...</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Game of Thrones'un 9 ve 10. bolumlerine denk geliyordu, benim sinav icin tatilde bile ekstra efor sarf ettigim gunler. Alkol ve sigara girla... Cunku cok canim sikiliyor. Cunku, o sinav olmazsa, 10 gun icinde her seyimi toplayip donmek zorunda kalacagim yer "Yeni Turkiye" ve Turkiye'de gecirdigim ilk 3 gun bile bana Sydney'i ozletmis. Jon Snow'un tek basina kaldirdigi kilic vardir ya "picler savasi" sahnesinde, o halde hissediyorum.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Son sinava girdigimde bir otelde kaliyordum, bir kadinla birlikte. Uzun hikaye fakat surekli kavga ediyorduk. (Evet, sadik kalmadim aslinda icinde bulundugum iliskiye.) Girdigim son sinavin sonucunun gelmesi, eve, yani Sydney'e donus biletimden 3 gun once oldu. 83/90... Bitmisti. Hicbir sikintim kalmamisti. Artik oturma izni cepteydi resmen. Kadin, dustaydi sonucu aldigimda. Banyoyu bastim, her tarafim kopuk, birlikte kutladik.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Sonrasinda dustum yine Sydney yollarina... Havaalanina Sinan'in Sariyer'deki evinden varisim 2.5 saat surdu, Basin Ekspres Yolu kapali oldugu icin. Pasaport kontrolde cilgin bir sira var. Diyorum kendi kendime, her sey bir adim ("one step at a time"). Sakin durmaya calisiyorum. Beyin yoksunu sigirlar kendi aralarinda problem cikartiyor, yurtdisi cikis pulu almaya kosturuyor biri, "yerimi tutar misin" diyerek, otekiyse elindeki valizin kabin valizi olamayacak kadar buyuk oldugunun farkina sira kendine gelince variyor. Boncuk boncuk terliyorum, ama tekrardan sakinlesiyorum. Her sey bir adim... "Sadece kendini ucaga at." Pasaport kontrolundeki polis memuru "Buyrun." diyor her seyi inceledikten sonra. Ucaga adim attigimda arkama bir kez daha bakiyorum. "Iyi bak kendine Turkiye." Soyle bir sey yazmisim o gun...</span><br />
<div style="line-height: normal;">
<span style="font-family: inherit;">"Gorusebildigim veya gorusemedigim, Turkiye'de yasayan degil, yasamaya, nefes almaya calisan tum ailem ve arkadaslarim... Yine vaktidir, yine gidiyorum ve soz, bir gun yine gelecegim. Hepinizi cok seviyorum, kendine iyi bak Turkiye."</span></div>
<span style="font-family: inherit;">Ucaga yetisiyorum fakat icimde bir sikinti. Kisa surede vizesi sonlanacak ve ortaligin cehenneme dondugu bir ulkeden Avustralya'ya giris yapmaya calisiyorum, ya sinir kapisindan almazlarsa? O aksam, pasaport kontrolden gectigimde Avustralyali beyaz memurun dedigini cok net hatirliyorum iste...</span><br />
<span style="font-family: inherit;">"Welcome back, mate!"</span><br />
<span style="font-family: inherit;">(Tekrardan hos geldin dostum!)</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Ayni gece, oturma izni icin davetiyem geliyor. Gozlerim yasariyor, cunku, artik bittigini biliyorum. Artik tamamen bittiginin farkindayim! Artik cift vatanliyim. Cunku Turkiye disinda bir secenegin mevcudiyeti, mesruiyete donusuyor.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Davetiye almamin bir iki ay ardindan Sinan geliyor. Hayalini kurdugumuz tarzda iki katli bir ev tutuyoruz. 80 Proof'un islerinin yavasladiginin farkina vardigimiz anda da birer is buluyoruz, maksat yazi (Aralik, Ocak, Subat) gecirmek... Sydney'de keyifler bildiginiz gibi oluyor finalde ve, Avustralya'dayim. Irkciligin yukselise gectigi diger batili ulkelerden birinde degilim. Ulkeme, dogdugum topraklara cok uzagim fakat dogdugum topraklardaki kaosa ne kadar uzak olursam, benim icin o kadar iyi, bunu biliyorum.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Anlatabilecegim uzun bir hikayem yok, acikcasi. Bir iki paragrafa sigdirabildim kisa hikayemi. Burada yasamak cok seyi degistirdi, benim icin. Bir fare deligine kapanip bira sigara esliginde yazmiyorum artik. Turkce yazmayi kestim hatta. Darlaniyorum, bosa karaladigimi dusunuyorum Turkce yazdiklarimi artik, cunku, donmeye niyetim yok. Biraktim, tamamen. Serbest dususte bir Yeni Turkiye hayati yerine, zorladigim takdirde serbest yukselise gecebilecegim bir ulkede yasayacagim hayat cok daha cekici geliyor.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Daha adil, daha az geleneksel, daha rahat bir hayati sectim.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Istediginizi diyebilirsiniz arkamdan ama ben bu iste yokum artik.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Guclu insanlar, Turkiye'de veya kactiginiz ulkede guclu kalmaya devam edin ve unutmayin, hic biriniz o fake Cem Boyner mail'indeki gibi yerlestiginiz ama dogmadiginiz ulkede tuvalet temizlemek zorunda degilsiniz.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Bir ara, yazarim yine. Iyi bakin kendinize.</span><br />
<span style="font-family: inherit;">Eyvallah!</span>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-88313379328965820372015-12-10T03:16:00.000-08:002017-06-26T03:17:07.309-07:00Sydney günlükleri 2Zaman tahmin edebileceğimden de hızlı geçiyor burada. Keyif aldığımdan mı, yoksa vizemin bitimine sadece sekiz buçuk ay kaldığından dolayı mı bilmiyorum ancak zamanı tutmak, Türkiye'ye göre çok daha zor burada.<br />
Geldiğimden beri hep bir telaş, hep bir gelecek kaygısı, ne olacağız, ne yapacağız, boku yedik mi, dibi mi yaşıyoruz ve devamında stres sebebiyle aşırı alkol tüketimi. Bildiğin 10.000 Avustralya Doları'nı kafamı ve kıçımı kaşıya kaşıya piç ettim, denebilir. Araba bile alamamıştım, "Lan ya doğru düzgün iş bulamazsak, çalıştığım şirkette devam edemezsem?" gibi düşüncelerden ötürü. Özgüvenim günden güne yok oluyordu. O denli eriyordum ki buranın mühendisler odasından onay almaya bile yeltenmemiştim, en az 500 dolarlık ücreti sebebiyle. Özetle, gelir gelmez çalışmaya başlamıştım ancak haftada 10 saatten fazla vardiya alamıyordum. Çalıştığım şirket de basitçe sayım şirketiydi. Stok sayımı yapıyorduk, çeşitli mağazalarda. Misal, Zara'dan 7 Eleven'a kadar geniş bir yelpazesi vardı şirketin, dolayısıyla belli bir ofise gidip gelmiyordum. Sydney, hatta New South Wales'in etrafında turluyordum sürekli. Araba yok, toplu taşıma rezalet, iş arkadaşlarım (supervisor'lar hariç) adeta bir freak show'dan fırlamış tipler...<br />
E zaten yevmiye (casual) ile çalışıyoruz, haftada on-on beş saatten fazla vardiya alamıyorum ancak işin de geliri fena değil, yaklaşık 21 dolar, saat başına. Yine kebaba düşmekten iyidir. (Buradaki Türk arkadaşlarımın terimi, "kebaba düşmek". Yani kendini, eğitimin ne olursa olsun, saatte 12 dolara bir dönercide çalışırken bulmak ve nakit çalışmak - buradaki asgari ücret saatte 16 dolar, günlük işler için, nakit çalışırsan -yani kaçak- 12 dolar falan yapıyorsun işte kebapçıda.)<br />
Bir yandan bar olur, kafe olur iş de arıyorum ancak mal gibi mühendislik mezunu olduğumu özgeçmişime yazdığım için kimse bana yanaşmıyor. Eh, her ne kadar İngilizce'ye hakim olduğumu söylesem de isimden ve doğduğum ülkeden dolayı çekinceleri de oluyor. Lan, ne yapacağız, ne edeceğiz derken, apışıp kaldım... Para suyunu çekiyor, şirkette daha çok vardiya almak için supervisor olmak lazım, olmuyor, olamıyor.<br />
Dedim, bir taş atayım kuyuya... İlan verdim, "Özel Basketbol Dersi". Bu tarz ilanları verebileceğiniz Gumtree adında bir site var. Arayan oluyor, olmasına lakin arayanlar da genelde Asyalı aileler. Çocuklarının hevesini dindirmeye arıyorlar. Saatlik ücretim olan 50, veya iki saatlik ücretim olan 100 doları alıp, ayrılıyorum. Bir daha da arayan soran olmuyor.<br />
Bekledim, bekledim, iyi haber şirketten geldi. "Supervisor eğitimine başlıyorsun bu hafta."<br />
O telefonu aldığımda nasıl coştuğumu anlatamam... Şu an kaldığım eve yeni taşınmışım, her şey yeniden başlıyor. Haberi aldığım günün ertesinde de Anzac Day var, bir nevi Şehitleri Anma Günü... Aşağıdakileri karalamışım o dönemler...<br />
<br />
<i>"Iki gun onceydi, firtina sebebiyle ev arkadaslarim ise gitmek yerine evden calisiyordu. Odama gelen ses ve minicik memleket ozlemi, uyku sersemligi ve anilarla karisti. Anneannemin evinde oldugumu sandim. Gec uyanirim, ben uyanana kadar tum gozlemeler, sikmalar, kahvaltilikar ve caylar hazir olur.</i><br />
<i>Tamamen uyandigimda kotu hissettim. Simdiyse saat sabahin dokuzu. Sydney'deyim, bir aileyle beraber ANZAC gununu kutluyoruz. Beni evimde hissettirdiler. Aile ve memleket ozlemini unutturdular. Ama en onemlisi ne biliyor musun? Bir Turk olarak sehitlerini anmalarina katildigim icin bana duyduklari saygi katlandi.</i><br />
<i>Hayat..."</i><br />
<i><br /></i><i>"Avustralya'da hastası olduğum şeyler:</i><br />
<i>-"Rahat ol" yaklaşımı,</i><br />
<i>-Maaşlar (ne yaptığının önemi yok, hak ettiğini kazanıyorsun. Süleyman Boncukçu'nun deyimiyle, "Alnının teri yere düşmeden emeğinin karşılığını alıyorsun."),</i><br />
<i>-Musluk suyu ve kafe/barlardaki su istasyonları (kısacası bedava su),</i><br />
<i>-7-11'larda satılan 1 dolarlık kahveler,</i><br />
<i>-Hava şartları (şu an burada kışa girdik ve neredeyse her gün güneşi görüyoruz),</i><br />
<i>-Mahalleler, şehirden uzak veya şehre yakın, fark etmeksizin hepsinde aradığın her şeyin olması; barından, süpermarketine kadar,</i><br />
<i>-12 dolara yiyebildiğin biftekler. (Bazı pub'larda 10 dolar.) Nusr-Et'te, Günaydın'da siz buna en az 40 lira veriyorsunuz,</i><br />
<i>-Kadınlara, azınlıklara, hayvanlara saygı,</i><br />
<i>-Her zaman pozitif ruh haline sahip işçi takımı. Sabah 5'te işe giderken karşılaşıyorum, o zaman bile "Günaydın" diyorlar geçerken,</i><br />
<i>-En güzel kısmıysa şu, hayatımın 10 senesini İstanbul'da geçirmiş bir Türk olarak burada "tehlikeli" diye bahsedilen her şey -gece otobüsü, keşler, King's Cross vs- bana Teletubbies gibi geliyor."</i><br />
<i><br /></i><i><br /></i><i>"yeter ulan! yunan restoranlarında döner, baklava görmekten bıktım. hepsi bir yana, herifler kokoreçi çalmışlar, adını kokoretzis yapmışlar, bağırsakları da ince ince, minik parçalar halinde doğramak yerine kuşbaşından hallice büyük parçalar şeklinde servis etmeye başlamışlar. bi' bitmediniz ulan... babam demişti zamanında, "orada gördüğün muamele sebebiyle ırkçı hissedebilirsin." diye. hayır, muamele sebebiyle değil, yunanlar'ın bizden çaldığı lezzetler sebebiyle ırkçı hissediyorum. hayır çaldınız bari doğru düzgün yapın ya. türk mutfağını özledik sonuçta."</i><br />
<br />
İşler yoluna girdi girmesine, ancak nakit akışında hala “sıkıntı vardı”. Çünkü buranın saçma bir vergilendirme sistemi var ve maaşlar konusunda tüm işverenler, tekliflerini brüt maaş üzerinden yapıyor. Yani, vergiden sonra ne kazanacağını kestiremiyorsun pek, çünkü verginin seni ne kadar vuracağı da belli değil. Misal, iki haftada 1500 kazandıysan, o para bir yıla oranlanıyor ve sistem “iki haftada bunu kazanan bir yılda bayağı kazanır, yine iyi para.” diyerek ona göre vergilendiriyor seni. Ama, diyelim ki iki haftada 600 kazandın, senden vergi almıyor…<br />
Supervisor’lık fena bir müessese değildi lakin çok yorucuydu. Sonuçta Sydney çapında geziyorsun ve Sydney’in yüz ölçümü, İstanbul’a göre bayağı bir büyük. O kadar büyük ki, 10 km uzaklıktaki bir yer, buradaki insanlar için “yakın” olarak tabir ediliyor. Neyse hayat fena değildi, arabaya alışmıştım, her ne kadar arabayla yalnız başıma çıktığım ilk gün arka tamponu duvara vursam da… Ha ardından, bir kez de alışveriş merkezinin kolonuna sürttüm, çizildi. Bir kez daha sürttüm, bir daha çizildi. Bir de, doğum günümde erken uyanmıştım, insan doğum gününe sabah beşte uyanınca ve amatör şoför olunca, etraf da zifiri karanlık, yağmur var, geri viteste arabayı ağaca vurabiliyor. Hoş, arabaya ne oldudan çok ağaca bakmıştım, iyi mi, diye… Ah, bir de son olarak, ben düz yolda 50 km ile giderken sol şeride park etmiş Lübnanlı bir kadın arabasının kapısını açmıştı ve ben o kapıyı “winzip”lemiştim. Asya yapımı araba, tabii ki benimkine bir şey olmadı.<br />
Araba, Sydney çapında gezerek iş yapma, sabah beş-altı sularında uyanma, akşam sekiz, dokuz, onda bitirme, sosyal hayatının yerlerde olması falan derken bir gün aklıma esti... Uzun zaman önce, eski kreatif direktörümle bir diyalogda bulunmuştuk. Galatasaray Üniversitesi mezunu, kıyak bir adamdı. Çalıştığım ikinci ajansın kreatif direktörüydü ve, her ne kadar yaratıcı tarafta çalışmasam da (metin yazarlığı yapmamıştım o ajansta) onu, kendi üstümden daha çok benimserdim. Ajanstan ayrılırken de kendi üstüm yerine, onunla bir beş dakikalık veda sohbeti yapmıştık.<br />
-Neden, peki? Neden reklamcı olmak istiyorsun?<br />
-Kendi mesleğimi çok sevmiyorum be abi... Biliyorsun, ben yazmayı seviyorum. Aslında sosyal medyacı yerine metin yazarı olmak için neler vermezdim; ancak, burada işlemedi. Şimdi daha küçük bir ajansa geçiyorum, hem metin tarafına hem sosyal medyaya bakacağım.<br />
-Mühendissin oğlum sen. Dünyanın her yerinde iş yapabilirsin. Hiç mi yurtdışı planın yok?<br />
-Aslında bir planım var, Avustralya...<br />
-Ne güzel işte. Boş ver bu işleri. Al bak, görüyorsun, gecenin kaçında ofisten çıkıyoruz. Patronla bin kez kavga ettim ben; buraya PlayStation almayın, burayı eğlenceli hale getirmeyin, burayı sadece bir işyeri yapın ve insanlar akşam altıda ofisten çıkabilsin, diye. Ama hayır, o illüzyonu yaratıyor bünyede, bu iş... Sanki ofisteyken eğleniyormuş hissine kapılıyorsun ama eğlenmiyorsun. Sizin yaratıcı olmanız lazım, sizin sosyalleşmeniz, insanlarla kaynaşmanız lazım, iş arkadaşlarınız ve PlayStation’larla değil... Ben yerinde olsam, kovalarım Avustralya planını. Sonuna kadar hem de.<br />
Haklıydı... Sonraki ajansta uzun süre geçirmiştim ancak Avustralya işin içine girince de, “Tamam.” demiştim. Biletimi aldığım gün kendisiyle irtibata geçtim...<br />
-Abi, selamlar. Müsait misin, pek bilmiyorum, sonuçta dünya turuna çıktın ancak ben biletimi aldım, çalışma iznimi de, Avustralya’ya gidiyorum.<br />
-Harika! Seninle gurur duyuyorum. Orada yaşayan bir arkadaşım var, Selçuk, çok iyi bir insandır. E-mail aracılığıyla sizi tanıştırayım...<br />
Mail’ler atıldı, iletişime geçildi. Selçuk abi kafa bir adamdı, nasıl anlatayım, buraya 20 sene önce gelip hala dürümcülük yapan Türkler’den değildi. Kendini geliştirmişti. İşte, o, “Ne yapıyorum lan ben?” dediğim an Selçuk abiyi aradım. Görüşelim, dedi. İşyeri şehir merkezindeydi, bir Cuma atlarsın trene, hop, şehir merkezine.<br />
Selçuk abiyle görüşmeden önce aklımda ne iş, ne de başka bir şey vardı... Alıştın mı, beğendin mi buraları, diyaloglarının ardından sordu;<br />
-Sen, mühendislikle ilgili iş mi arıyorsun yoksa sabah dokuz akşam beş iş mi arıyorsun?<br />
-Sabah dokuz akşam beş olsun, gerekirse çamurdan olsun be abi...<br />
-Tamam, benim bir arkadaşımın işyerinde adam arıyorlar. Data entry işi, çok janjanlı değil ancak Noel’e kadar idare eder seni, zaten yaklaşık üç aylık kontrat. Herkes böyle başlıyor be oğlum, benim de ilk işim data entry idi.<br />
-Abi sen ne diyorsun, ne üç aylık kontrat, ne de işin tanımı umrumda olur, yeter ki sabah dokuz akşam beş olsun!<br />
Hemen bir başvuru, referans belirtmeler, derken hop; başladım. Üç ay keyifliydi. Ardından vadem doldu, sözleşmeyi devam ettirmek de istemediler. Ayrılırken tüm tanıdıklarımla vedalaştım, yöneticim; “Umarım her şey senin için harika olur. Belki Mart sularında yine görüşürüz, işler o vakitlerde yoğunlaşıyor.” dedi. “Neden olmasın, sizi referans yazabilir miyim?” diye sordum ben de, saf gibi... “Tabii ki!” şeklinde verdiği cevabı duyduktan sonra da cekedimi aldım çıktım.<br />
Yaklaşık üç haftadır düzenli olarak bir yerde çalışmıyorum. Bir taraftan basketbol koçluğu yapıyorum, günlük iş... Bir taraftan da video montajcılığı yapıyorum... Hatta, bir arkadaşım geçen gün, yaptığım iş üzerine şöyle bir soru sordu ki fena güldüm:<br />
“Sen şimdi çocukları basketbol koçluğu ile kandırıp, video’larını çekip montajlıyor musun?”<br />
“Yuh ulan... Git Game of Thrones’a senarist ol.” demekle yetindim.<br />
Ha, bir de, unutmadan; sonunda oturma izni için başvurumu yaptım, eyaletten yanıt bekliyorum. Yalnız umduğumdan uzun sürdü... Ahmaklık işte, bir boktan haberimiz yok, sanıyordum ki ben burada süresiz oturma iznine sadece dört şekilde başvurabilirim: birincisi, bir mühendislik şirketinde en az bir sene tecrübe kazanarak; ikincisi, IELTS’ten 8 puan alarak; üçüncüsü, evlenerek; dördüncüsü, bir şirketin bana sponsor olmasıyla... Bunların hepsi de uzak ihtimallerdi. Sonra bir öğrendik ki, bulunduğum eyalet zaten, burada en az iki sene boyunca çalışacağıma ve yaşayacağıma dair beyanatta bulunduğum halde bana bu izni, mevcut şartlarda sağlıyormuş. Ha, cahil olduğum bir başka konu da, oturma izni için buranın mühendisler odasına diplomamı onaylatmamın gerekmediğini sanmamdı. Yaptık başvuruyu, onaylamadılar, mühendislik tecrübenle ilgili biner kelimeden üç tane “kariyer hikayesi” yazman lazım, dediler. Yazdım, gönderdim, onayladılar. Şimdi, yata yata, evden çalışa çalışa bekliyoruz. “Her şey çok güzel olacak.”<br />
<div>
<br /></div>
<div>
Aşağıdakini yaklaşık iki ay önce karalamışım... </div>
<div>
<div>
<i>"burayla türkiye arasındaki zihniyet farkını anlatan küçük bir anektod. (bilmiyorum, büyük de olabilir.)</i></div>
<div>
<i>burada en az sevilen spor basketbol (ingiltere misali). ancak buna rağmen, her cuma broadway'de basketbol için toplum faaliyeti yapılıyor. broadway dediğim yer, şehir merkezine (Taksim diyelim) yürüyerek 5 dakika uzaklıkta, Sydney Üniversitesi'nin hemen yanında bir muhit. </i></div>
<div>
<i>muhitte bulunan kapalı spor salonunun ışıkları akşamın 06.30'unda açılıyor ve basketbol oynamak isteyen herkes (ırk, üyelik vs. gerekmeksizin/fark etmeksizin) salona giriyor ve takımlar kuruluyor bir anda, maçlar oynanıyor. </i></div>
<div>
<i>akabinde sahanın dışındaki mangaldan gelen kokuyu alıyorsunuz. akşam süresince o mangalın başı boş kalmıyor, sürekli bir yemek pişme durumu var. bu hafta sosisli vardı mesela, yanında da közlenmiş patates. meyve olarak portakal ve elma, tatlı olarak elmalı tart, ha bir de en önemlisi, sınırsız su. smile emoticon </i></div>
<div>
<i>gelelim işin bomba kısmına...</i></div>
<div>
<i>yukarıda yazan her şey ücretsiz. otopark dahil, çünkü broadway alışveriş merkezi'ne iki saat boyunca ücretsiz park edebiliyorsunuz. </i></div>
<div>
<i>basketbol için bunu yapan adamların, iyi ve ilgili oldukları sporlar için neler yapacaklarını düşünsenize... ha bir de belirtelim, kimse aç gözlü değil. oraya sadece yemek için gelen insanlar gerçekten kötü durumda insanlar ancak onlar bile tabaklarını tepeleme doldurup kaçmıyor. daha ziyade mütevazı bir şekilde yemeklerini alıp basketbol salonunun etrafında insanlarla sosyalleşiyor ve bu mevzu yağmur, soğuk, çamur demeden her cuma günü yapılıyor.</i></div>
<div>
<i>avusturalya mı? </i></div>
<div>
<i>çok seviyorum be."</i></div>
<div>
<br /></div>
<div>
Ha, bir de, mutlu mesut başladık, mutlu mesut devam ettik içeriğe de, bu notu geçmesem olmaz... Ailem memur olduğu için genellikle zaman geçirdiğim evinde beni büyüten halamın son sözleri kekremsi bir tat bıraktı ağzımda...</div>
<div>
"Hani, burada, benim evimde yemiştin ya son yemeğini, ağzını sildiğin peçeteyi hala saklıyorum." </div>
<div>
<br /></div>
</div>
<div>
<br /></div>
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-52217690854095212402015-04-09T01:55:00.002-07:002015-04-09T01:55:26.056-07:00İşim gücüm budur benim... Bugün rezalet bir sabaha uyanacağımı az çok tahmin ediyordum. Önceki gece çok demlenmiştim sanki ya da içimde bir sıkıntı vardı. İçimdeki sıkıntı kısa bir süre sonra karşıma çıktı. Aylin kanepede sigara içiyordu.<br />
“İşin gücün içmek… Her gün aynı bara gidiyorsun. Sağlıklı bir şey yaptığın yok. Yazamıyorsun da eskisi gibi.”<br />
-Evet de beni tanıdığında da işim gücüm buydu. Tanıştığımızda bambaşka bir adam değildim ki…<br />
-Alkol problemlerinin üstesinden gelmediğin sürece birlikte olamayacağız, üzgünüm.<br />
Ve lakaplar…<br />
“Issız adam”<br />
“Kaybedenler Kulübü”<br />
“Çakma Bukowski”<br />
“Teoman”<br />
Üç beş bir şey yazan ya da fotoğrafçılıkla ilgilenen, müzik zevki kaliteli, alkol alma işlemini az çok da olsa abartan ve uzun süredir düzenli bir ilişkisi olmayan her erkeğe aynı yaftalar… İnsanlardan soğumamın sebeplerinden biriydi belki de.<br />
İşin kötüsü, 10 yıl önce olsa Ekşisözlük’teki “kızların efendi adam yerine piç tercihi” başlığını görür ve “Olsun lan, ne derlerse desinler, en azından yine biz tercih ediliyoruz ehehe.” şeklinde, kendimi bir Hint fakiri gibi teselli eder, şişenin dibini bulurdum be.<br />
Bugünse, böyle değildi. Yumruklarımı sıktım, dişlerimi gıcırdattım ve Aylin’e karşı sesimi yükselttim.<br />
-Ne güzel genelliyorsunuz ya? Lafa gelince “Beni asla genelleme! Türk kızı, Kezban gibi sıfatlar hiç hoş değil!” diyorsunuz, karşınızdakini bir kalıba sokmaktan asla ama asla çekinmiyorsunuz!<br />
-Sen genellemiş olmuyor musun şimdi, salak?! Türk kadınları genelliyorsun işte düpedüz!<br />
-Hayır, siz insanları genelliyorum düpedüz. Sizin gibi düşünen insanları genelliyorum.<br />
-Ya bi’ siktir git!<br />
-Gitmiyorum bir yere. Eğer her gece bir kadeh Chivas Regal parlatıp bir line kokain çekseydim, hafta sonları gece kulüplerinde check-in yapıyor olsaydım ve gelir düzeyim bundan biraz daha yüksek olsaydı, bu kelimeleri aklından bile geçirmezdin. Ancak hayır, o içiyor, o zaman sadece bir loser…<br />
Çantasını toplayıp defoldu gitti.<br />
Öfkem dinmemişti. Dışarı attım kendimi. Daha önce gittiğim boks salonunun önünden geçtim. Bir sigara yakıp içeriye baktım kısa bir süre.<br />
Kadıköy sokaklarındaydım. Yeni uyanmış olmama rağmen iştahım yoktu. Aç karnına, sigara üstüne sigara yaktım. Antikacılar Sokağı’na vardım, bir dükkana girdim. Plakçalarlara baktığımda aklıma “Issız Adam” geldi.<br />
-Buyrun?<br />
-Fiyatı nedir bu pikabın acaba?<br />
-570 Lira efendim.<br />
-Pahalıymış.<br />
-Anlaşabiliriz.<br />
-Yok yahu, o parayla 5 gece içerim ben.<br />
Adam dalga geçtiğimi sandı, sırtını döndü. “O sırtını dönerse ben daha ağırını yapar, cekedimi alır, kapıyı çeker çıkarım!” dedim, çıktım. Adam baktı mı acaba arkamdan, diye düşündüğüm için dükkanın camından içeri baktım. Bakmıyordu. Telefonunda Candy Crush oynamaya devam ediyordu muhtemelen.<br />
Ergen triplerimiz bizi, genellikle stres altında olduğumuz zamanlarda yakalar. Gereksiz atar ve gider yapmak, hırçınlık, hırs, bencillik gibi yan etkileri olduğunu da göz önünde bulundurduğumuzda stres altına girmenin sağlığımıza pek de yararlı olmadığını, özellikle sosyal çevremizi daraltmaktan çekinmediğini söyleyebiliriz.<br />
Antikacılar Sokağı’nı geride bırakıp Osmancık Sokak’ta aldım soluğu. Dışarıda masası olan barlardan birine oturdum. Biramı söyledim. Garson ya da barmaid/barmen karşı cins, her zaman ilgimizi çeker. Çünkü sorumluluk almakta ve işini yapmaktadır. Bir nevi üniforma fantezisi gibi düşünülebilir bu durum. Garson kadına siparişi verdikten sonra sol göğsüne yaptırdığı dövmeye baktım. Sanırım uzun bakmıştım çünkü kaşlarını çatarak getirdi biramı.<br />
Biramı aldım, uzaklaşmasını bekledim ve mırıldandım:<br />
-Pardon sizi birine benzettim, geçmiş yıllardan… <br />
Tekrar öfkelendim. Teoman’ı hatırlamak cidden iyi gelmemişti. Hırsla biramı içtim. İlk bira, ikinci bira, üçte midem bulanmaya başladı. Hesabı ödedim ve kalktım. Yol üstü bir sosisli, ardından eve dönüş.<br />
Ev bıraktığım gibiydi. Ev güzeldi. Bir iki parça dinleyip içmeye devam etmeye karar verdim. Shuffle’dan The Moody Blues’un eseri Melancholy Man gelene kadar keyfim oldukça yerindeydi. Şarkı çalmaya başlayınca kollarımı iki yana açarak yukarı baktım.<br />
-Bir şey söyleyeceğim, benden ne istiyorsun?<br />
Ardından kollarımı tek yöne doğru kapatarak klavyeye yöneldim. Facebook’a girdim, arkadaşıma haklı olduğunu söyleyip söylememek arasında gidip geldim. Profiline girdim. Beni silmişti. Sinirlerim gerilmiyordu artık. Sırıtıyordum. Sırıtma, kahkahaya bıraktı yerini. Peggy Lee’den “It’s A Good Day” parçasını açtım, aklımda U Turn filminin sonundaki Sean Penn’in yüz ifadesiyle…<br />
Öfkemi, içimdekileri, sinirimi yazmak için defteri elime aldığım an duraksadım.<br />
-Hayır hayır… Şimdi de Çakma Bukowski olamam. Yeter. Onu haklı çıkaramam daha fazla.<br />
Defteri bir kenara fırlatıp kanepeye uzandım. O günden beri de kanepede yaşıyorum. Kanepede yaşamak çok keyifli…<br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-56238168433143400242015-03-24T07:00:00.003-07:002015-03-24T07:00:41.164-07:00Sydney günlükleri 1 Nereden başlayacağımı pek de bilmiyorum. Buraya yazmam gereken şeyleri genellikle siyah, minik not defterime yazdım, 10 Şubat'ta uçağa adımımı attığım an.<br />
Çok uzun tutamayacağım, saat 1'e yaklaşıyor ve yarın yapacak bir şeyim olmasa da geç saate kalmak istemiyorum. Birden fazla dönemi yaklaşık 2 aya sığdırmayı başardım sanırım.<br />
1) Cronulla zamanı<br />
Mükemmel bir İtalyan aşçının yanında kaldım ilk dört günümde. Harika bir aşçıydı. Fazla aktivistti bana göre. Hayır, ileri gitmedim onunla. Aslına bakarsanız ileri gitmeye ihtiyaç bile duymadım. İnanmakta güçlük çekebilirsiniz fakat o dört gün boyunca bir kez dahi sarhoş olmadım. Nefes almanın verdiği haz zaten yeterliydi. Erken yatıp erken kalktım, detoksun kralını yaşadım, lezzetin de... Cronulla, daha çok Avustralyalılar'ın yaşadığı, "ırkçı" diye bilinen bir yer olsa da, yüzümü bir çok sakininin hafızasına kazıdığımı sanıyorum. Özellikle kadınlar başımı döndürmüştü ancak öğrendiğim ilk şey, burada "womanizer" takılan tiplerin genellikle Ortadoğu ve İtalyan kökenli olmasıydı. Bu imajla anılmamak için de geri çekildim denilebilir... İtalyan'la geçirdiğim 4. gecenin sonunda hostele geçtim çünkü henüz bir ev bulamamıştım. Cronulla'daki tek hostelde bir gece bile geçirmeden soluğu Marrickville'de aldım. Yeni evimde...<br />
2) Marrickville sevinci<br />
Her şey harika başladı Marrickville'de de... Her ne kadar Cronulla'yı terk ederken kendimi oldukça kötü hissetsem de ve ev arkadaşlarım, anlamakta güçlük çektiğim Nepalliler olsa da (2 Nepalli erkek kardeş, 1 de Avustralyalı kadın, Nepalliler'den birinin eşi) Marrickville heyecanlı başladı çünkü Newtown'a, yani bir nevi Kadıköy Barlar Sokağı'na yakındım. Bir kadınla tanıştım, toparlanmaya başladım, daha çok keyif aldım sonrasında hatun Gold Coast'un yolunu tuttu, iş gereği, 2 haftalığına... İşin ilginci, ondan 2 gece sonra iş gereği ben de Gold Coast'a gitmek zorundaydım. Marrickville'i bırak, Sydney'e alışmadan şehir değiştirmek biraz çılgıncaydı ancak, gitmek zorundaysan, gitmelisin. ("When you gotta go, you gotta go!")<br />
3) Gold Coast'ta hayal kırıklığı<br />
Gold Coast'ta yaşadığım hayal kırıklığı, işe de, Gold Coast'un kendisine de, iş arkadaşlarıma da lanet edip koca bir orta parmak çıkarmamla son buldu. Bu kısmı bir ara uzun uzadıya anlatırım belki...<br />
4) Marrickville'e dönüş<br />
Çok akıllı bir adam olduğum söylenemez. Hatta oldukça malımdır karar verme konularında. Ancak Gold Coast'ta beni neyin beklediğini bilmediğimden ötürü Sydney, Marrickville'deki evimi kapatmamıştım. Eve geri döndüm ve üniversiteden bir arkadaşımla birlikte çalışmaya başladım. Kötü değildi, mükemmel de değildi ancak ilk geldiğim günkü heyecan da yoktu üstümde. Arkadaşsızlık, aptal gibi hissetmek, eskisi kadar ilgi görmemek canımı sıkmıştı. Cronulla'yı düşündüm, sonra "Saçmalama." dedim ve sıfırdan başlamaya çalıştım.<br />
Yaklaşık 2 hafta boyunca, Bridget dönene kadar blues dinleyip, VB içtim. (VB: Buranın Efes Pilsen tombul şişesi. Bunu içenlere genelde kavgacı diyorlar. Kavgacı birası diye anıldığı da bir başka konu. Sebebiyse alkol oranının %4.9 olması.)<br />
Yok, bu böyle olmayacak, derken amatör ligden bir basketbol takımıyla anlaştım. Çinli elemanlar... Ben de Son Samuray, bir nevi. Bu angutlarla oynarken bir yandan, diğer yandan da burada, Türkiye'deki bağlantılarımın tanışmamı istediği insanlarla tanışmaya başladım. Doğru Türkler bunlardı çünkü kendimi hiçbir şekilde rahatsız hissetmedim yanlarında.<br />
Basketbol, iş, hala şehri tanımaya çalışmak, asosyal olduğunu hissetmek derken bu sabah uyandığımda kendi kendime düşündüm; "Neden birilerine ihtiyaç duyuyorum ki ben? Zaten hafta sonu için yaşamıyor muyuz, bu kara parçası üzerindeki toplam 20 milyon insan?" Taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başladı o an. Silkinmeye başladım, turist değildim artık, şaka maka 2 ayı deviriyordum...<br />
Sırada ne mi var?<br />
Gerçek bir Avustralyalı gibi yaşamaya başlamak.<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-31019642130715334662014-12-29T11:31:00.000-08:002014-12-29T11:31:13.236-08:002014'ün En'leriYeni bir yıla giriyoruz, yeni heyecanlar peşindeyiz belli ki. Ilık diyalogları bir kenara bırakırsak, yılın enleri listem aşağıdadır.<br />
<br />
Yılın Olayı: Mezun olmam (2006 girişliydim)<br />
Yılın Sportif Olayı: Nowitzki'nin sayı rekoru ya da rekorları<br />
Yılın Üzen Olayı: AKP'li insanlarla barda tanışmış olmak<br />
Yılın Toplumsal Bazda Üzen Olayı: AKP'nin hala hüküm sürmesi<br />
Yılın Kaybı: Oberyn Martell<br />
Yılın Rahatlaması: Mersin'de, bayram tatilinde havuzbaşı bira keyfi (Doğacan ve Mert'e selamlar)<br />
Yılın Adamı: Babam, mansiyon: Greg Dulli<br />
Yılın Kadını: Annem, mansiyon: Ella Fitzgerald<br />
Yılın Yabancısı: Anna<br />
Yılın Hayal Kırıklığı: Hepsiburada.com'dan aldığım L koltuk (plase: yalan olan 3lülerimin hepsi)<br />
Yılın Başarısı: Digiturk'e fikir satmam<br />
Yılın Başarısızlığı: Yandex'te işe girememem<br />
Yılın Dizisi: True Detective<br />
Yılın Gideni: Ben?<br />
Yılın Geleni: Alev<br />
Yılın Malı: Metrobüse binenlerin yüzde 99'u<br />
Yılın Arkadaşı(Erkekler kategorisi): Özgün<br />
Yılın Arkadaşı(Kadınlar kategorisi): Aycan<br />
Yılın Videosu: <a href="http://www.youtube.com/watch?v=bS1bRVkc7J4" rel="nofollow" target="_blank">Are you all alright .. Britain's got talent</a><br />
Yılın Yabancı Grubu: The Black Keys<br />
Yılın Yerli Grubu: Halimden Konan Anlar<br />
Yılın Filmi: Any Given Sunday<br />
Yılın Partisi: İki yabancı kadını tereyağından kıl çeker gibi ayıkladığım Ahbap gecesi (eheh)<br />
Yılın Barı: Ahbap<br />
Yılın Meyhanesi: Hamsi<br />
Yılın Atarı: "Buradan sonra yalnız yürüyeceksin. İstersen kızları da alabilirsin ama benimle yürümeyeceksin, anladın mı?" - Üçlüye koştuğum kadınlara sarkan gerizekalıya...<br />
Yılın Radyosu: Paradise (http://radioparadise.com.tr)<br />
Yılın En Boş Hevesi: Instagram'dan takibe alan Miss Turkey 2000'e çakma hevesi<br />
Yılın Futbolcusu: Burak Yılmaz<br />
Yılın Yabancı Futbolcusu: Wesley Sneijder<br />
Yılın Hocası: Erkut (kreatif direktörüm) plase: Azat (önceki ajansta kreatif direktörüm)<br />
Yılın Asistanı. Muhittin (Mami)<br />
Yılın İşsizi: Ercan (yine değişmedi)<br />
Yılın Uzakta Olanı: Ceren<br />
Yılın TV Adamı: "Hangi şerefsiz götümü elledi benim?" video'sundaki adam<br />
Yılın Spor Yorumcusu: Uğur Meleke<br />
Yılın Yerli Filmi: Behzat Ç. Ankara Yanıyor<br />
Yılın Türk Basketbolcusu: Ömer Aşık<br />
Yılın Yabancı Basketbolcusu: Carlos Arroyo<br />
Yılın Futbol Koçu: Ersun Yanal<br />
Yılın Basketbol Koçu: Ergin Ataman<br />
Yılın Yabancı Futbol Koçu: Slaven Bilic<br />
Yılın Vahşeti: Köpeğe tecavüz eden ibne<br />
Yılın Türk Dizisi: Beni Affet (!) - para kazanıyorum lan boru mu<br />
Yılın Trollü: @HSevkiTopuz<br />
Yılın Tweeti: https://twitter.com/bicesithastalik/status/526764790996566016<br />
Yılın Potu: Aralarını yaptığım arkadaşlarla buluştuğumda, kız olana; "Regl mi oldun, göğüslerin büyümüş?" demem.<br />
Yılın Yazısı: http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2014/12/red-eyes-and-tears.html<br />
Yılın Ayılması: "Your visa application is granted."<br />
Yılın Dibi: http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2014/06/bir-doga-olay-olarak-yagmur.html<br />
Yılın Kolay Parası: Çeviri işi<br />
Yılın Ekşisözlük Girisi: https://eksisozluk.com/entry/47431402<br />
Yılın Tatili: Burgazada<br />
Yılın Boktan Tatili: Mersin (Aralık ortası)<br />
Yılın Yabancı Şarkısı: Rolling Stones - Gimme Shelter<br />
Yılın Yerli Şarkısı: Halimden Konan Anlar - Kendime Çaylar<br />
Yılın Sıfatı: Değişik<br />
Yılın Ölen Ünlüsü: Robin Williams<br />
Yılın Sosyal Medya Sitesi: Saçmalamayın lan. - değişmedi<br />
Yılın Politikacısı: Hadi oradan. - değişmedi<br />
Yılın Güldüren Politikacısı: Feyzi İşbaşaran<br />
Yılın Ağlatan Politikacısı: Emine Ülker Tarhan<br />
Yılın Düşündüreni: Ryan Holiday<br />
Yılın Stand Up Komedyeni: Louis C.K. - değişmedi<br />
Yılın Ağlatan Videosu: Jax'in Ölümü<br />
Yılın Bilgisayar Programı: MediaMonkey (welcome back!)<br />
Yılın Oyunu: Two Worlds II<br />
Yılın Coverı: All Along The Watchtower - Paul Brady & The Forest Rangers (Instrumental)<br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-69503480927775339642014-12-19T07:59:00.000-08:002014-12-19T07:59:04.663-08:00"Red Eyes and Tears"Harika başlamamıştı. Sadece bir kez birlikte olmuştuk ancak sabahlara kadar düzüşmüştük. Yaşının benden küçük olması ve tecrübesizliği, işime gelmişti. En karanlık fantezilerimi gerçekleştirmiştim o bir gecede. Muhtemelen o fantezilerin tümünün "olması gereken şeyler" olduğunu düşünüyordu çünkü beni tanımıyordu.<br />
Aradan bir iki gece geçti, bir daha aradım. "Daha fazla yatıp kalkmak istemiyorum kimseyle." dedi. Yalan söylediğini bir iki ay sonra anlayacaktım. Dört tane elemanı "oyaladığını" ve istediği adamı baştan çıkarabileceğini söyleyecek kadar özgüveni yerine gelmişti. Tabii özgüven dışında, aradığımda sadece benimle takılmak istemediğini söylemek yerine "yatıp kalkmayı bıraktım" yalanı ortaya çıkmıştı.<br />
Gel zaman git zaman, diyalog devam etti. Görüşelim, dendi, hasta oldu, gelemedi. Telafi bekliyordum ve sinirime dokunmaya başlamıştı. Bir cuma akşamı bara çağırdım. Twitter'ıma bir özel mesaj düştü. "Whatsapp'tan ne yazdın? Whatsapp'ı açamıyorum şu anda. Bazı mesajları okuduuğum görünürse, cevap vermediğim için ağzıma sıçarlar." Yalan söylemekten farksızdı yaptığı ancak bu sefer kurban ben değildim. Whatsapp'tan gönderdiğim mesajın cuma akşamı barda buluşmak olduğunu ilettim kendisine. "Akşam çıkacağım işten, akşam tekrar konuşalım ama geleceğim muhtemelen, bir öncekini telafi edeceğim." dedi. Anlaştık...<br />
Akşama doğru Whatsapp'tan yazdım. Cevap vermedi, hatta son online görülme tarihi ve saati de oldukça eskiydi. Aynı oyunu bu sefer bana yapıyordu. Barda içmeye devam ettim. İtalyan sevgilim veya "broad"um geldi. Onunla ve Amerikalı "Wild Bunch" tayfayla içmeye devam ediyordum. Cevap vermemesi sinirlendirmişti. Son noktayıysa muhtemelen o gece takılacağı erkekle barın önünden geçerken koydu. İçeri baktı ancak beni görmedi, kapşonumu çekmiştim...<br />
Gece 1 gibi whatsapp'tan gelen bir mesajla irkildim. "Kusura bakma ya, bu akşam gelemedim." Tek bir kelimeyle cevap verdim: "Biliyorum."<br />
Ardından sildim her yerden. Twitter unfollow, telefon numarası ve geri kalan her şey... Sinirlenmek bu aralar ihtiyacım olan son şey olduğu için aramayacaktım. Hayatımdan silip atacaktım. Ama rahat durmadı... Mersin'e dönmüştüm. Bir hafta kadar kafa dinlemek için... Barın müdavimlerinden Müjdat Abi mesaj attı.<br />
"Sinir oldum sana. Bir kız seni sordu."<br />
Kızın özelliklerini sordum, o olacağını tahmin etmemiştim. Oymuş... Ama o olduğunu da bana attığı mesajdan öğrendim. "Seni soran bendim şampiyon."<br />
"Sen kimsin?"<br />
"Oha tanımadın mı?"<br />
"Tanıdım, fotoğraftan. Ama her yerden silmiştim seni, fark etmedin sanırım."<br />
"Neden?"<br />
Söylediği yalanları anlattım. "Alakası yok sana neden yalan söyleyeyim." gibi kadınsal kurnazlıklara girişti. Özür diledi yine de... Kuru özürle ikna olmam, çıplak fotoğraf istiyorum, dedim. Üç dört tane fotoğraf gönderdi. Vücudu hala güzeldi ama içimdeki öfke dinmemişti. "Bir anda eskisi gibi olabileceğimizi sanma, ben asla unutmam ve asla affetmem. İlk hatanda bunu karşına çıkaracağım." dedim.<br />
Punchline buydu aslında. Oldukça basit. Unutmayacağımı ve affetmeyeceğimi belirten bir mesaj. Mersin'deyken bana güzel bir meşgale çıkmıştı. Uğraşmaya başladım ancak kör uğraşmıyordum. Bir planım vardı. Çok gençti ve zekasıyla beni alt edebileceğini düşünüyordu. Tecrübenin karşısında iq değerinin hiçbir anlamı yoktur. Özellikle lisans hayatı kadınlarla dolu bir havuzda 7.5 sene sürmüş bir adam karşısında...<br />
İçten içe işledim. Reklam ajanslarından birine kapağı atmak istiyordu. Oldukça bilinen ve eş başkanı tanıdığım bir arkadaşım olan bir ajansla tanıştırdım. Eş başkan olan arkadaşım da ajansı ne kadar biliniyorsa, o kadar abazaydı. "CV böyle hazırlanmaz, bir ara yüzyüze konuşalım cv'ni düzenleyelim." falan diyecek kadar abazaydı belki de... Adam başkan ama hala junior, stajyer sikmeye çalışıyor, diye düşünmüştüm.<br />
İstanbul'a döndüğüm gün görüştük. "Ama bak reglim ihihihi." falan dedi hatta görüşmemizden önce. Onunla yatmayacaktım, ama onu ağlatacaktım. Gecenin planı buydu.<br />
Daha çok toy olduğu için ot içmeyi seviyordu. Hatta onu bile iyi yaptığını belirtircesine kendisine, o akşam ot içip içmek istemediğini, bir gün öncesinden sorduğumda "Nerenin otu?" diye sormuştu.<br />
Geldi. Geç kaldı hatta bayağı. "Çok kötüyüm, hiçbir şey yemedim ve anti depresan içtim. İçki içmek istemiyorum." dedi. Arada benden bir iki yudum bira otlandı, shot ısmarladım. Muhabbetler kesilip telefonlar dışarı çıkmaya başlayınca döndüm;<br />
"Kalkalım mı?"<br />
"Olur, ben de arkadaşıma geçerim."<br />
"Ha ot içmeyecek misin?"<br />
"Aa ot varsa gelirim tabii. Bana mı vereceksin sizde mi içeceğiz?"<br />
Hafifçe öne eğildim, yüzümde en sevdiğim gülümseme...<br />
"Ot yok, hiçbir yere de gelmiyorsun. Bu çıkarcı ve sinsi halinle seni burada bile istemiyorum. İstediğin an gidebilirsin. Bir daha görüşmeyeceğiz."<br />
Ya, nasıl yani, falan demeye kalmadan bunun bir plandan ibaret olduğunu ve zaten uçaktan inip mahalleye geldiğim an düzüştüğümü, kendisiyle yatmak için buraya çağırmadığımı anlattım. Şok oldu. "Sen her istediğini böyle kullanabileceğini sanıyordun sanırım." diye devam ettim. O 3 ayda biriktirdiği özgüven yerle yeksan oldu. Gözleri doldu. "Ah, bir dakika. Hemen gitmesen olur mu?" dedim.<br />
Garson kızı yanıma çağırdım. İşin güzel tarafı garson kızlar bana sarıla sarıla etrafımda salınıyorlardı o güzel akşam. Bir şarkı istedim, göz yaşlarını gördükten sonra.<br />
"Red Eyes and Tears"<br />
Ben bi' tuvalete gidip geliyorum, dedim. Şorul şorul işedim. Şarkı bitti.<br />
"Tamam, şimdi gidebilirsin, güle güle." dedim.<br />
Siktir oldu gitti. Sigaramdan bir nefes alıp, "İstanbul'a geri döndüm." diyerek nefes verdim. Sırıtıyordum...<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-28373376859876526952014-11-23T13:27:00.000-08:002014-11-23T13:27:59.959-08:00Yıllar önce roman kahramanı olarak yarattığım adamın hayatını yaşıyorum.2010'a girmeden hemen önceydi... Okulu bırakmayı planlıyordum. Yazarlıktan para kazanacağımı düşünecek kadar da saftım. Hoş, kazanmadım değil ancak ana işimin bu olacağını düşünüyordum. Aileme durumu anlattığımda içim cız etmişti. "Tamam oğlum. İstersen sınava tekrar girersin. Biz senin mutlu olmanı istiyoruz."<br />
Bırakamadım okulu, bu cevabı aldıktan sonra. Dedim iyi ya da kötü, 4 sene emek verildi bana. Şimdi bırakılmaz. Ancak yazmayı da bırakmadım. Her gece bir şişe köpek öldüren ya da rezalet bir vodka eşliğinde yazmaya devam ettim. Bir roman yazacağım, dedim. Yaklaşık 100 sayfaya ulaşmıştım. Sonra ne mi oldu? Judith'le tanıştım. Güzeldi Judith. Eğlenmiştik de... Sonra kayboldu, sıradan senaryo.<br />
O ara bilgisayarım da perte çıktı. Hiç yedek almamıştım. Dangalaklık işte... Kullansana Dropbox, Google Drive ya da benzerini?! Uçtu gitti roman. 100 sayfalık emek çöpe gitti.<br />
Tasvir ettiğim, hatta akabinde Kenan Yarar ustayla da paylaştığım ve fikirlerini aldığım karakter bir çevirmendi. Evden çalışan, alkol problemleri olan, geçmişiyle yaşamaktan sıkılan bir çevirmen... Aslında olmak istediğim adamı tasvir etmiştim belki de. Sadece yazar değil de, çevirmen.<br />
Bugün fark ettim. O adam oldum. Son bir haftada. Elimde çevirmem gereken metinler, her sabah kahveyle bilgisayar başına, dümdüz.<br />
Yoğun çalış, üç dört saat. Soluğu barda al. Bardan çık, yalnız çıktıysan iki bira daha içip uyu, 12 saat kadar. Yalnız çıkmadıysan ikişer bira al. Seviş ve daha az uyu.<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-4516091001980047702014-11-08T17:33:00.005-08:002014-11-08T17:33:56.769-08:00Deftones - Katatonia Konseri, Yıllardan 2006 8 seneden fazla geçmiş üzerinden.<br />
İstanbul'a attığım ilk adım olduğu için, benim nazarımda bambaşka bir değeri vardı bu konserin. Düşünsene, hayatını etkileyecek sınav geride kalmış ve "Siz değil, ben kazandım." diyebilecek bir konuma gelmişsin. Az çok eminsin, ortalamanın üzerinde bir okulda veya bölümde soluğu alacağından. Dünya, senin için güzel. Dünya, senin keyfin etrafına kurulu, sadece bir yaz için bile olsa.<br />
Yedikule Zindanları'nda gerçekleşmişti bu konser. O dönem birlikte çaldığımız bir grup vardı Mersin'den. Grup da değil, arkadaş ortamı. 4 kişiydik biz. Ben, Yusuf, Murat, Ferhat. Grubun adını verirsem, bu yazıyı okuyan herkesin yaptığı gibi grubun adını Youtube'a yazacak ve rezil video'larımızdan biriyle karşılaşacaksınız. Evet, müzik bu değildi, ancak konser buydu. Ben, Yusuf, Murat, tuttuk İstanbul'un yolunu. Kalacağımız, gideceğimiz yerler ayrıydı ama "Konserde buluşuruz."<br />
16 yaşında, geleceğinden az çok emin bir şekilde İstanbul'a inen bir karakterdim. Sırtımda bir haftalık çamaşırlarımı ve kot, t-shirt'lerimi barındıran bir çanta ve başka hiçbir şeyim yok. Ablam ağırladı beni tabii ki... Beşiktaş'ta bir ev, güzel bir konser ve ardından o zamanki hayalim olan İstanbul'u soluyabileceğim tam bir hafta.<br />
Adını hatırlamadığım İstanbullu bir iki kadınla flörtleşiyordum. Bir tanesiyle, Galatasaray Lisesi'ni hemen geçince solda olan, o zamanlar ismi South Park olan barda buluşmuştum. Adresi belki de yanlış hatırlıyorum, emin değilim. Ben bir iki bira içtim, o bir iki çay kahve, dağıldık.<br />
Akabinde, ertesi günü ikinci kadınla buluşmuştum. Karınca, isimli saçma sapan bir nargile kafedeydik. Punk ve emo kadınların, 25 yaşındaki çok metalci abilerle takıldığı bir mekandı. Oradan kalkıp, Büyükparmakkapı Sokak'ta başka bir nargileciye gitmiştik, daha sonra oraya alkol de geldi ama adını hatırlamıyorum, cidden. Çoktan kapanmıştır zaten, bu bahsettiğim yerler, muhtemelen.<br />
Nihayetinde dayanamayıp içmeye karar vermişlerdi ve Katharsis'in kapısında bitmiştik. Katharsis Eyüp yaş, kimlik falan sormaz, demişlerdi, Eyüp sordu. Ona rağmen "Çaktırmadan için." dedi, içtik. Bir anda şimşekler patlamaya başladı. Gündüzün beşi bile değildi saat ancak ben sarhoş olmaya başlamıştım. Kızlarsa kendi aralarında öpüşmeye... French kiss, belki daha da fazlası. Lezbiyen ya da bi seksüel değillerdi ancak onların öpüşmesini izlemekten büyük keyif almıştım.<br />
Benim, gülücüğe odaklanmalı ve asla skorla sonlanmayan fantezilerimi bir kenara bırakırsak, hala saklarım bu bileti. Konserin kendisi değil, belli ki, içinde bulunduğum dönem çok şey ifade etmiş bana zamanında.<br />
Ha konserde ne mi oldu?<br />
Bir kadını konser boyu kestim. O bana bakmamıştı sanırım ama çok güzeldi. Çilekeş'in gitaristinin sevgilisi olduğunu bilmiyordum.<br />
Ha bir de kafası kıyak bir hatun götümü avuçlamıştı. Tacize uğramaktan keyif almıştım, hatun güzel olmasa da. Ehe.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-54256716031404698852014-10-03T11:26:00.001-07:002014-10-03T11:26:50.352-07:00"All of this Could've Been Yours" - Burgaz'dan bölüm 2 Darlanan bünyenin ihtiyaçları bellidir. Bedava seks, parayla tatil ya da alabildiğine alkol.<br />
Ben ikinci seçeneği tercih ettim. Seksi bedava yapabileceğim opsiyonlar hoşuma gitmedi. Alabildiğine alkolü zaten yıllardır tüketiyordum. Burgaz'a kaçtım. Otel odama çıktığım ve paketten çıkardığım ilk dalı yaktığım an, ödeyeceğim gecelik ücret aklımdan uçtu gitti.<br />
"All of This Could've Been Yours" çaldı, tabletimden. Duşa girmeye hazırlanıyordum.<br />
Bahçede oturan çiftlere baktım, üçüncü nefesi çekerken. Ya kadınlar çok güzeldi, ya da yanlış tercihi yapmıştım darlanan bünyem için. Dördüncü nefesi ayakta çektim, mini barın çalışıp çalışmadığını kontrol ederken. Beşinci nefeste bakkaldan bira almanın akıllıca bir karar olacağını düşünüp, "kanseri" küllükte söndürdüm.<br />
Bundan aylar önce biriyle birlikte olmuştum.<br />
Sorumsuz, hâlâ çocuk gibi davranan, işsiz bir kadın... Tanıştığımız an sıradan bir işsiz kaşar olduğunu düşünmüştüm.Tahsili, aile yapısı veya herhangi bir kalitesi önemsizdi. Sıradan bir kaşardı. İzlenimim buydu ki sevişen ya da tek gecelik seven kadınlara asla kaşar demem. Tanımı böyleydi onun.<br />
Sürpriz yumurta açıldığında bir metaya ilk kez aşık oldum. Bir vücuda aşık olmak, bir kadına aşık olmaktan çok daha zormuş. Diri göğüsleri, dolgun kalçaları ve o üstümde salınırken gördüğüm figür gecelerce aklımdan çıkmadı. Ancak, Matthew Dempsey'nin kaderi ve yaptığı iş bellidir.<br />
-Ne iş yaparsın?<br />
-Ben özlerim. 25 senedir bu işi yapıyorum. 25 senedir özlüyorum. Onu, bunu, orayı, burayı, o zamanı, bu zamanı, o kadını, bu kadını, herkesi, her şeyi... Bünyem alışmış ki alışmış, kudurmuştan beterdir.<br />
İkinci kez görüşmek için bir ay beklemem gerekmişti. Biriyle -ilişki bazında- beraberdim, ikinci görüşmemizde. Aldattım. Sanırım, bu bokları yediğim için kendimden asla gurur duymayacağım ancak ilk kez, "Ben senin vücudunu, seni çok özledim." dedim. Ön sevişmeydi.<br />
Tutku ve hormonal salgının yaptığı tavan, güzel bir kadınla birleşir.<br />
-Tebrikler, ölümsüzsün artık.<br />
-Nasıl yani?<br />
-Bir yarı tanrıyla seviştin.<br />
Sigara diyalogları. Güldü ve gitti o akşam. "Bir sonrakinde kalırım, merak etme."<br />
Peki, Burgaz'dan Ece'ye nasıl mı geldim? Ece Burgazlı'ydı ve orada yaşıyordu. Yani burada...Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-78888118802798885492014-10-03T11:15:00.000-07:002014-10-03T11:29:47.468-07:00Soluğu kaçınca almak - Burgaz'dan bölüm 1 Neden burada olduğumu hiç sormadım kendime.<br />
Neden buraya gelmek istediğimi de…<br />
Bir kaçış, bir bıkkınlık ya da bir cinnet, telefonu elime alıp rezervasyon yapmamı, çantamı önüme koyup eşyalarımı hazırlamamı sağladı.<br />
Halbuki daha önce buradan tiksinmiştim. 2007’de organize edip çalıştığımız İstanbul Rock Festivali’nin bitiminin ertesi günü İstanbul’a gelen Mersinli ailemin zoruyla getirildiğimde tiksinmiştim. Geliş o geliş…<br />
Nefret etmiştim. Sıkış tıkış şehir hatlarından da, saatlerce yürüyüp gerçekten etkileneceğim (o yaşta bir şeyden etkilenmem için o şeyin iki güzel bacağa, dairesel hatlı bir kalçaya ve diri göğüslere sahip olması gerekiyordu, belki hala öyledir.) hiçbir şey görememekten nefret etmiştim.<br />
Ardından uzun süre ne Burgaz’a ne de başka bir adaya gittim. Yaklaşık yedi sene sonrasında, buradan güzel biriyle tanışmıştım. Bir de, arkadaşlarımın gazlamasıyla bir gece rakı içmiştik, sahildeki restoranlardan birinde.<br />
Burgaz’la alakalı tüm güzel anılarım bu kadardı. Güzel adam ve kadınlarla güzel bir rakı sofrası ve etkileyici bir kadın.<br />
Dayanamadım.<br />
2012’den beri tatil yüzü görmemiş bünyem dayanamadı.<br />
2011’den beri duygusal çöküşü her arterinde yaşayan kalbim dayanamadı.<br />
Belimi tutarak yürümeme sebep olan vücudum dayanamadı.<br />
Yorgunluk, iflas.<br />
Yorgun argın, akşamdan kalma uyandığım bir pazar sabahı buraya geldim. Belki yorgunlukların sonuçları da standarttır. Uzaklaşmak, tekrar nefes almak, telefonu ve tüm teknolojik aletleri kapatıp, kalem kağıda bel bağlamak istersin. Dijital hayatından, başkalarının diyaloglarını dinlemekten, kredi kartlarından veya “trip” ilişkilerden uzaklaşmak istersin çünkü yorgunsundur. Akabinde güneş doğacaktır, bu bellidir ancak sabrın tükenmeye başlıyordur.<br />
Gelgelelim, bunları yazarken içtiğim Rum lokantasında yan masama dört tane “adalı” oturdu ve sordular.<br />
-Kardeş ne yazıyorsun, şiir mi yazıyorsun?<br />
-Yoo.<br />
-Bizi mi yazıyorsun?<br />
-Yoo.<br />
(Yalan)<br />
-Genç adamsın, kandıramadın mı bir kadını seninle tatile gelmesi için? Yalnız içip bir şeyler yazacağına…<br />
-Kandırmadım. İstemedim de, tek geldim.<br />
-Lan bu yeni Sait Faik olur kesin. Kardeşim masamıza buyurmaz mısın?<br />
-Olur.<br />
Akabinde ödedim hesabımı. Geçtim masalarına. Yormayan, güzel bir sohbet. Hoş, Namık Kemal’liğim, Orhan Veli’liğim, Nazım Hikmet’liğim… Yakıştırma üstüne yakıştırma. Hoşuma gitmedi değil, dalga geçseler de. Ama ben zaten hali hazırda Dalgacı Mahmut’tum.<br />
Tatlı bir eylül akşamı ve güzel bir esintiyle yeni şişeler, yeni sohbetler… Yorgunluk mu? Eser kalmadı Ada’dan döndüğümde. <br />
<div>
<br /></div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-11643842777781093062014-09-12T15:12:00.000-07:002014-09-12T15:12:50.843-07:00Gidiyorum.Beklenen oldu ve vizem çıktı. 8 ay içerisinde kullanmam gereken 1.5 senelik bir çalışma izni. Cepte yok, elde yok, kadın yok, arkadaş yok. Olan mevzuat belli. Gidiyorum. Şunun şurasında maksimum 1.5 ay var. İşi bile bulmadan basıp giderim 1.5 ay sonunda.<br />
Avustralya beni beklemiyor, ben Avustralya'ya gitmeyi bekliyorum orası ayrı konu da; neden, diye sormak için geç artık. Tekrarlıyorum, ne kadınım var artık, ne de işim. Keskin çizgilerle yaşamanın eşdeğeri her zaman nettir: ipin üzerinde yürümek. Bunu ben seçmedim, ancak etrafımdaki etmenler beni buna itti. Eskiden affetme, bağışlama, toparlama, tamir etme gibi yetilerim vardı; özellikle de konu insan olduğu zaman. Artık yok. Siktirin gidin lan, da demiyorum gerçi. Artık dümdüz hayatımdan siliyorum, tıpkı birkaç saat önce bugün beni sattığı için sildiğim kadında olduğu gibi, tıpkı hayatıma yaptığı müdahaleden ötürü hayatımdan def ettiğim -ve zamanında uğruna Avustralya vize başvurusuna giriştiğim- eski sevgilime yaptığım gibi. Ya da tıpkı bahsettiğim eski sevgilime arkamdan konuşan 10 yıllık arkadaşımı silip attığım gibi.<br />
"Ben" diye cümleye başlayan o kadar çok adam tanıdım ki son bir ayda... Hepsi çok konuşuyordu, hepsi boş konuşuyordu ve hiç biri bir sike derman olmazdı. Kadınlar? Evet, bu şekilde konuşan kadınlarla da tanıştım ancak siz buna cinsiyetçi yaklaşım deseniz de, o kadınları yazmak pek de sikimde değil çünkü kovalaması her zaman kolay oldu onları.<br />
10 gün boyunca hepinizin hayali olan işi yaptım ben. Bar işlettim. 2 aydır aksatmadan her gün gittiğim barı işlettim. Nasıl mı oldu? İşletmecisi "Abim" dediğim adamdı ve işletmeci tatile gidince bar bana kaldı. Evimden farksız, her noktasını kanıksadığım ve benimsediğim bar benim oldu. O 10 gündü işte, önceki paragraf başında bahsettiğim adamlarla tanıştığım zaman dilimi. İşimi ne mi yaptım? Kadınım için Avustralya'ya gitmeye karar verdiğim gün istifa etmiştim zaten, bar konusunda da profesyonel bir anlaşma yaptığımız için, bara başladığım gün işimi bıraktım.<br />
Hayatın küçük sürprizi ise basit oldu bana. Esas işletmeci tatilden döndüğü akşam, gelen mail ile Avustralya'ya yaptığım 1.5 senelik çalışma izni başvurusunun kabul edildiğini öğrendim. Ben, gidiyorum artık. Ama kör, ama gören gözlerle... Önümüzdeki bir, bir buçuk ayı iş başvurusuyla geçireceğim. İş bulamazsam da, basıp kaçacağım.<br />
Kalanlara selam olsun, yerin yedi kat altında görüşmek üzere...<br />
<br />
Not: Facebook sayfamı daha fazla leş hale getirmemek için, şöyle bir blog açtım. Yazarken dinlediğim her şeyi paylaşıyorum, bilginize.<br />
http://mattlistensto.blogspot.comAnonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-78430212561039968482014-08-30T08:55:00.001-07:002014-08-30T08:55:18.706-07:00Six Pack ve Ölüm Üzerine Hayatım boyunca iyi bir adam olamadım. Kimsenin de adamı olmadım, diyemeyeceğim. Bildiğin iyi bir adam olamadım. Kendimi artık anti-kahraman zırvalarıyla savunacak halim de yok. Hoş, halim olsa anlamak isteyen de yok. Kısaca özetlersek, hayatım bitiyor. Halimiz itten beter, keyfimiz paşada yok? O da sadece alkollüyken oluyor.<br />
Ne "Any Given Sunday" filminin o meşhur Al Pacino konuşma sahnesini izleyerek motive olabiliyorum, ne de Dishonored: The Knife of Dunwall'un intro'sunu izleyerek kendime gelebiliyorum. Sevdiğim her şeyden uzaklaşmaya başladım. Galatasaray'ın maçını bile izlemeyeceğim örneğin ki yarım saat sonra başlayacak olsa da evde bira içmeyi tercih ediyorum.<br />
Son bir ayım kavga gürültüyle geçti. Evet, benim bir ilişkim vardı. Kavga gürültünün sonu tahmin edeceğiniz üzere terk edilmem oldu. Seneler sonra "İşte bu." dediğim ciddi bir ilişkim oldu. [Seneler=3 sene] Kısa takılmalar, bir aylık ilişkiler ve pazar sabahlarında yalnız kalmayı istemek, tek gecelikler... Hiç birinde ben, ben olamadım. Cesur değildim bu yüzden birlikte olduğum kişiyle ciddileşmek istemedim, değil. Bildiğin o çekimi hissetmedim. Siktir et, dedim; kimi zaman "siktir git." oldu bu. Şaka yapmıyorum, ciddileşmeye başlayan ve sadece 3 saat süren ilişkim oldu benim. Neden mi bir gün bile sürmedi? En nefret ettiğim şeyi yanımda yaptı, burundan çekti.<br />
Tam dipten killi toprağı almış su yüzüne doğru süzülüyordum ki, ayağım bataklığa saplandı. Kemerburgaz'da bir bataklıkta nefessiz, leş gibi suyun içinde boğuluyorum. Bugün, son 24 saat boyunca bana "yararlı" olabilecek tek şeyi yaptım. Traş olup, dişimi fırçalayıp duşa girdim.<br />
Barda dün çıkan kavganın misillemesi bugün olsa ve belindeki silahı gösteren adamlarla bugün karşılaşsam ne olur, diye düşündüm duştayken. Çıldırıp herifin gösterdiği tabancayı belinden çıkarır, kendi kafama doğrulturdum herhalde. "Hayırdır lan, beni mi vuracaksın? Senin taşşağın yetmez bunu yapmaya, al bak ben yardımcı olayım." diyerek. Bunu hayal etmedim. Düşündüm, taşındım, ne yapardım, diye. Bu kadar ileri gideceğime karar verdim. Ciddi ciddi böyle ilerlerdi sanki her şey. Hayatla bağım o kadar yitik...<br />
Bundan yaklaşık dört ay önce -belki beş- bir ruh hastası "Ben sen hayatta kaldığın sürece dünyada yaşamaya devam ediyorum. Sen ölürsen beni de eski yerime (?) gönderecekler. Sadece dört ay ömrün kaldı, lütfen beni dinle ve benimle yarın yine bu saatte burada buluş." yazmıştı ask.fm'den.<br />
Metafizik mevzularına hiçbir zaman inanmadığım için, soran kişinin kuruyla suluyu karıştırmış 20 yaşında bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Geçmişimle ilgili ayrıntı vermeye başlayınca, bu kişinin beni tanıdığını tahmin ettim. Beni tanıyan, şaka yapmak isteyen bir piçti belli ki. En azından böyle davrandım, taşşak oğlanı olmamak için, screenshot'larla. Bir iki gün, dört ay sonra ölür müyüm acaba, soruları aklımı yedi. "Hiç acı çekmeden öleceksin." demişti. Ölmemek için, hayata tekrardan bağlanman gerekiyor, diye de eklemişti.<br />
Hayata değil de, beni terk eden kadına çok bağlanmıştım ve duşta aklıma gelen "ne yapardım" sorusuna verdiğim cevap, sanki yakında gerçekten bu şekilde sert davranarak kendi idam sehpamı tekmeleyeceğimi ve bu metafiziksel (belki de) yapının haklı çıkacağını gösterir gibiydi. Daha fazla kafa yormadım, duştan çıktım, sakal traşımı oldum ve bakkala gidip bir six-pack aldım.<br />
Şimdi aynı şarkılar (All Over Again, Blue and Lonesome, Autumn Leaves, Feels Like the End of The World ve türevleri) çalıyor evimde, sidik gibi olan biramı yudumluyorum. Nemin önüne geçmek için açtığım kombinin sesi eşlik ediyor.<br />
Eğer ki önümüzdeki bir ay boyunca hiçbir şekilde yazmazsam, emin olun, ölmüşümdür.<br />
İyi pazarlar, şimdiden.<br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-14235706384864951022014-08-18T13:32:00.001-07:002014-08-18T13:32:35.717-07:00"When the last light warms all the rocks and rattlesnakes unfold."Bir süredir nasıl yaşadığım konusunda şüphelerim var. İyi tarafından bakacak olursak, çok iyi dostlar edindim. Evimin hemen yanında bir bar var ve bar sayesinde tanıştığım işletmeci, iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Hatta o kadar hızlı gelişti ki her şey, bir anda onun arkadaş ortamına daldığımı fark ettim. Kendimle beraber ablamı, yakın arkadaşlarımı da çektim. Paso beraberiz. Ancak alkol tüketim seviyemin yükseldiğini fark ettiğimden beri durulmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar pek başarılı olabildiğim söylenemez. Ancak alkolsüz geçirebildiğim geceler oluşmaya, şekillenmeye başladı.<br />
Bir taraftan "Ne kadar geç buldum sizi..." diye düşünüyorum etrafımdaki yeni insanlarla konuşurken, bir taraftan da Avustralya'ya gitmeye çabalıyorum. (Örnek: Pasaportumu aldım, online başvurumu yaptım, yarın sağlık muayenesine gireceğim.)<br />
Bir ay önce işimden istifa ettim. Avustralya planını kafaya koyduğumda yani... Nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yok ancak hala çalışıyorum. Ruhen ofiste değilim çünkü konsantre olamıyorum. Zaten istifamı konuştuğumdan beri her şey ters gitmeye başladı ofiste. Markalarımdan birini kaybettim, kreatif yanımı yitirdim, kendimi "çavuş" gibi hissediyorum.<br />
Önünüzde uğraşmanız gereken bu kadar çok kalem varken (aileyi ikna turları, vize işlemleri, uzun zaman sonra sosyalleşmeye başlayan bir bünye, uzaklarda bir sevgili, istifa edilmiş ancak çalışılmaya devam eden bir iş ve eminim çok daha fazlası -yazmaya üşendiğim) hiçbirinde başarılı olamıyorsunuz.<br />
Yazmayı kesmemin altında yatan neden de birazcık bu aslında. Kafamı toplayamıyorum. Zekalıyım ama amele olmak istiyorum. Geri dönmem lazım, karalamaya, boyuna yazmaya, kendime gelmeye başlamam lazım. Ancak beceremiyorum. Çünkü, her biri başka bir adım, her biri başka bir dert. Ne yazık ki hiçbir adımı tamamlayamadım henüz ve bu sürünceme yaklaşık bir aydır peşimi bırakmıyor.<br />
Aranızda kesin "En büyük derdin bu olsun be..." diyenler olacaktır. Dünya yanarken, Türkiye son demlerini yaşarken bu anlattıklarım çok basit şeyler, farkındayım ancak aldığım "Yazmayacak mısın artık?" soruları karşısında da bir cevap vermem gerekiyordu.<br />
<br />
Bu 1 aylık süreç içinde yazdığım tek şey aşağıdaki linkte ki o da İngilizce. Proof-reading konusunda yardımcı olabilecek kadar iyi İngilizce bilen arkadaşları da beklerim:<br />
https://medium.com/@neatwhiskey/she-shone-4c7c5303bfa0<br />
<br />
Son olarak, başlıktaki parça True Detective'in intro parçasına ait.<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.youtube.com/embed/p4zluA60hjs?feature=player_embedded' frameborder='0'></iframe></div>
<br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-51844450828639384642014-07-31T08:21:00.003-07:002014-07-31T08:22:12.509-07:00Tatil falan demişken...Hayatım an itibariyle bundan ibaret.<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.youtube.com/embed/0HlZmZMU0Pc?feature=player_embedded' frameborder='0'></iframe></div>
<br />
Bir ara yazacağım, söz...Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-28970028759716500762014-06-29T12:50:00.000-07:002014-06-29T12:55:34.722-07:00Bir doğa olayı olarak yağmur Yusuf'u aradım geçen cumartesi. Hiçbir planım yoktu. Sözleştik, akşam 6'da; Beatles Cafe Bar, Kadıköy.<br />
Mekana girdiğim an, karşımdaydı. Terso...<br />
Son mesajını net olarak hatırlatıyorum. "Seni tüm sosyal platformlardan siliyorum, numaranı da sileceğim. Fotoğrafları mail olarak atarsın ama mümkünse benimle Kadıköy'de karşılaşırsan görmezden gel."<br />
Oradaydı Melisa, karşımda oturuyordu, sayesinde tanıştığım diğer kadınla beraber -onun da adı ya Burcu, ya da Tuba'ydı.- ki onunla ilişkimiz, oldukça sabırsız geçmişti. Ne o beni ve arzularımı sümenaltı edebilmişti, ne de ben ona ve dileklerine sabredebilmiştim. Çarpık, saçma bişeydi, bir hafta sürmedi zaten. Ama vücudu güzeldi, teni bembeyazdı. Kalçalarından ve göğüslerinden çok hoşlanmıştım.<br />
Yusuf'la oturduk Beatles'a ve içmeye başladık. Görmemiş gibi davranmaya çalışıyorum ama buna izin vermiyor. Arkadaşı sürekli arkasını dönüp bakıyor Melisa'nın. İlk biralarımız sonlanmaya yakınken, ben de keyfimin sonuna geliyordum. Hava kasvetliydi, bizim atmosferimizden ziyade havanın kendisi kasvetliydi. Bir anda çam yarması, Mountain gibi bir adam geldi masasına. Ben de Oberyn'in heteroseksüel versiyonuyum tabii, o an bira şişesini kırıp "You raped her, you murdered her, you killed her children!" diye bağırarak masaya gitmek, akabinde de temiz sopa yemek istemedim değil. Adamın gelişi, Melisa'yı belinden kavrayarak öpüşü ve el ele tutuşmaları sadece 5 saniye sürmüştü ki o 5 saniyenin sonunda yağmur yağmaya başladı Kadıköy'e. Beatles'ın brandasının dışında kalarak içen tek adam bendim. Yusuf o akşam şantiyeden çıkıp geldiği için yanında şemsiye vardı. Şemsiyeyi bana verdi ve gark etti düşünceler beynimde: "Why does it always, rain on me?" ne güzel şarkıydı...<br />
İlgili fotoğrafa instagram hesabımdan ulaşabilirsiniz. Kullanıcı adım: matt_dem<br />
<br />
https://www.youtube.com/watch?v=PXatLOWjr-k<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-83515631419267654942014-06-19T10:51:00.000-07:002014-06-19T10:51:18.862-07:00Gitmek kolaydır, son çare olarak.Aklımda uzun zaman boyunca tilkiler dolaştı durdu. Gitmeliyim, kaçmalıyım, ülkeyi terk etmeliyim... Cehennemin dünya üzerinde yaklaşabileceği en zirve noktada yaşıyoruz, o konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.<br />
Kaçma planlarımın hiç biri için maddi ya da diploma bazında durumum yeterli olmadı. Diploma da bir sömestr ertelenince, bambaşka bir sektöre yöneldim. Diplomayı aldıktan sonra bile yurtdışında "mühendis" olarak çalışmak üzere gelen (şantiye) tekliflere kulaklarımı tıkadım. Çünkü güzel bir sektördeydim, kendimi ifade edebiliyordum, keyif alıyordum. Ardından şartlar çok daha iyi yönde olgunlaştı ve "Tanrının olmamı istediği yerdeyim." diyerek imzayı çaktım Lincoln misali...<br />
Geçen hafta bir iş teklifi aldım. Yabancı bir şirket. Tüm reklam işlerini de kendi içinde halletmek isteyen, orta halli bir yer. İki Türk yatırımcı, dünyanın her yerine açılan birbirinden güzel dekorasyona sahip ofisler. Kontakt kurduğum kişi Almanya'daki P.M.'di. Aylar önce yaptığım iş başvurusu sebebiyle benimle görüşmek istemişti.<br />
Görüşme boyu sorumsuzca davrandım. Skype'taydık. Viskimi yudumlayarak, sigaramı tellendirerek yaptım görüşmeyi. Üstüne, pozisyonun İstanbul ofisi için olduğunu duyduğumda "Şu an halimden gayet memnunum. Benim tekrar iş değiştirmem için en azından yurtdışı sözü almam ya da direkt yurtdışı pozisyonu için sizinle görüşüyor olmam lazım." dedim. Bu kadar lakayıtlığın ardından, görüşme sonrası kuzenim Mert'le içerken aklıma geldi; sürekli seyahat vaat ediyorlardı. Berlin, San Francisco, Odessa... Biraz pişman oldum, hem bulunduğum tavır hem de sunulma potansiyeli olan olanaklar sebebiyle.<br />
Bugün de negatif yanıt geldi... "Tecrüben ve yeteneklerin bizim için yeterli ancak karakter olarak bize uygun olduğunu düşünmüyoruz. Bulunduğun yerde çok daha iyi iş çıkaracağını düşünüyoruz."<br />
Yüzde yüz haklıydı, sekizde sekiz hatalıydım. Tam bir it gibi davranmıştım çünkü özgüvenim çok yüksekti, geçirdiğim gün, ağzı açık izlemesini sağladığım müşteri sebebiyle. Donald Draper gibi hissediyordum.<br />
Ret yanıtını daha almadan, gün içinde geçen seneyi düşündüm. Ne zaman geçen senemi düşünsem, kendimi iyi hissederim. Sadakat ve kardeşliğin hat safhada olduğu bir ajansta çalışıyorum şu an. Dolayısıyla iş değiştirmek, hele de Türkiye içinde aklımın ucundan geçmez. Ancak yaşadığım ikilem o kadar büyük ki, özellikle geçen sene yurtdışına salyalarını akıtacak kadar takık bir bulldog olduğum düşünüldüğünde... Çünkü şartlarım rezaletti, herkesten, her şeyden nefret ediyordum. İntiharın eşiğine defalarca gelmiş bir adamdım ben. Keyfe keder değil, kedere keder içiyordum. Ötesi olmayabilir.<br />
Ben istemez miyim hayatımı kurtarayım, tabii ki isterim. Fakat keyfi yerinde olunca insanın, kalkıp gidesi de gelmiyor işte; belki bu son şansımdı, diye düşünse de. Böyle şekiller...Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-61138742472668563422014-06-15T12:31:00.000-07:002014-06-15T12:34:04.246-07:00Halimden Konan Anlar'a Mektup: Sergüzeşt-i Kadıköy Klip SenaryosuYaklaşık bir ay önce gönderdiğim mektubun kopyasıdır. Buyrun...<br />
<br />
Konu şu: Kadıköy'e taşınmamın ardından bir ay geçmişti, Karga Mecmua'nın yaş günü partisine katıldığımda. Yazarlardan (az yayınlanan yazarlardan, az ünlülerden) biri olduğum için de Karga'nın derleme CD'sini hediye ettiler. İlk olarak oradaki akustik Kendime Çaylar'ı dinlemiştim. Elim ayağım boşanmıştı, avukatlar eşliğinde. Ardından, itlik uğursuzluk ve sarhoşlukla geçen Kadıköy günlerinin özeti de, keşfettiğim Halimden Konan Anlar albümü oldu.<br />
Osmancık Sokak Woodstock'ta yalnız içen, bir şeyler karalayan ve bundna keyif alan adamım. Kadınlara bakıp iç çekmişliğim de çok, hala da iç çekerim. Pek konuşasım da yok uzun zamandır, dolayısıyla bu berduş macerası; beni anlatıyormuş gibi hissediyorum. Özdeşleşmenin sebebi bu yani... Başarısız denemeler, son dakikada atılamayan goller, maç sonuna doğru kafasını iki avcunun arasına alan Sabri Sarıoğlu, Almeida, Guiza veya tüm kaybedenler...<br />
Parçayı uzun zaman dinledikten sonra da büyüsü aldı yürüdü bende. Yolda dinleyişlerimin her birinde bir klip düşündüm. Finalde de, senaryo olarak daha sonra havaya yazarak şekillendireceğim basit bir form geldi aklıma.<br />
Grubunuzun canlı kayıtlarının da bulunacağı bir klip. Hikayesel kısımsa şöyle:<br />
Evde yalnız başına, atletle kanepeye yayılmış, bezgin, tv izleyen bir adam var ilk sahnede. "Bayram diye 50 kilo kavurma yedim" kısmı geldiğinde açı biraz daha genişliyor, kamera zoom out yapıyor ve dev boy, bomboş tencereyi görüyoruz. Ara sekans olarak grubun sahne performansı giriyor. "Hani moruk var ya, biraz da, medyaya karşı duruş" bıdıbıdılarının başladığı kısımda, adamın, koluna doladığı bir telefon kordonu ve elinden aşağıya sarkan telefonu görüyoruz.<br />
İkinci sahne dışarda. Adamımız dışarı çıkıyor. Parçanın "kabanla kapanmaz, ayıpların, saçların salıncağım" ve "bana o çok süper gözlerle bakma, gözlerini oyarım, aslında iyi biriyim, ama biraz şeyim, di mi?" sözlerini yolda, barda, rastgele gördüğü kadınlara söylüyor. gergin ilerleyen enstrümental kısımda adamımızın dayak yediği, derbeder hallerini; grup performansıyla hibrit şekilde görüyoruz.<br />
Dudağı patlamış, suratı yamulmuş "kahraman" kendini bir bar taburesinde buluyor. Dudaklarını ısıra ısıra bir kadına bakmakta. Kadın koridordan tuvalete giderken, kadının bir anda karşısına çıkıyor. Kadının çığlığının ardından son dayağını yiyen adamımız, "taş atıyorum düşmüyor, kadıköy kafası kocaman" kısmındaysa ayağına bir taş bağlamış, denize atlıyor ancak batamıyor. [Evet burası biraz uçuş oldu]<br />
Denizde karşısında, saçları ıslak, seksi, gülümseyen bir kadın var. "Mezhebimiz geniştir ama sen de bantı boka sardın, Hani akmıyor falan yea, i'm asking you why" repliğini söylüyor, kadınsa şımarık bir edayla "I was so high" diyor.<br />
Son sahnedeyse, üstü başı ıslak, dudağı patlak, gözü mor; rezil rüsva haldeki adamımızı yürürken görüyoruz. Karga'ya arka kapıdan giriyor, sahne arkasına ulaşıyor. Sahnede buluyor kendini. Yaptığı ilk işse yerde duran herhangi bir şişeyi kafaya dikmek. Ardından sizlere eşlik ediyor.<br />
Fazla uçtum, farkındayım. Aslında bu mesajı atarken sadece alkol almıştım ancak alkol belki de kendimi ifade etmemi engellemiştir. Senaryolaştırıp gönderimini de yaparım size, ilgilenirseniz. Ancak ana hatlar az çok bu şekilde. Hoş, buna "uçmuş" diyorsanız, "Bizim Zamanımız" için düşündüğüm şeyi gördüğünüzde "WTF IS GOING ON?!" dersiniz.<br />
Neyse, güzel maceraydı. Sizin için sakıncası olmayacaksa parçayla ilgili hissettiklerimi blogumda ifade etmek isterim. Grubu tanıtarak, parçanın adını söyleyerek, vs.<br />
Söyleyeceklerim bu kadar hakim bey.<br />
<br />
http://www.youtube.com/watch?v=0JBq-JAb0bgAnonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-74412323602492307712014-06-10T14:33:00.000-07:002014-06-10T14:33:34.228-07:00"Ben düşündüğünüz gibi bir adam değilim." Başlıktaki cümleyi bambaşka bir adam sarf etseydi ve bu adam, rol modellerinizden biri olsaydı eminim Instagram albümlerinizin baş köşesine, gerek el yazısıyla, gerek satırlarıyla yerleşir ve tahtı bırakmazdı. Evet, bunu ben söyledim. Beni okuduğunu ve benimle aynı olduğunu söyleyen, ardından da umarsızca "Sevgilim var, birlikte yaramazlık yapabilir miyiz?" sorusunu soran bir kadına.<br />
Yanlış hatırlamıyorsam, birlikte olduğum kimsenin ardından kötü cümleler kurmadım burada ya da bambaşka bir yerde. Çünkü asla biriyle yatmanın bir mücevher olduğuna inanmadım. Velev ki bir mücevher varsa da, paylaşıldı o, en iyi ihtimalle. Çünkü siz bana bir şey vaat etmiyordunuz, ben size eğlence vaat ediyordum. Dedim ya, soru kanıma öyle dokundu ki; bu satırlarda ya da ZSD'de* kendimi çok yanlış tanıttığıma kanaat getirdim. Düşündüğün gibi değil, derler ya basılan zamparalar zaman zaman... Zamparaları savunmam çünkü bir baskın varsa mevzu hakikaten düşünülenden farksızdır.<br />
Çirkin, güzel, şişman, zayıf, zeki, aptal illa ki bir şeyler paylaşırsınız karşınızdakiyle cinselliğin ötesinde eğer aygır gibi götüyle kadınını iten bir ayı değilseniz.<br />
"Öyle siktim, böyle sikerim" demedim asla ki buralara karaladıklarım yazdıklarımın 10'da 1'i. Ağzı biraz laf yapan, prensiplerinden taviz vermeyen ve vakti gelince "Hadi, yol al." diyebilen her adam aklınıza gelen standart "Issız Adam" profiline uymaz.<br />
Diğerlerinin gözünde nasıldır bilmem fakat dedim ya, çok yoruldum. Nazınızdan ya da kaprisinizden değil, dengesiz tavrınızdan. Benim için hepiniz güzelsiniz, hala... "Eve gidip dizi izleyeceğim.", "Fenayım." hatta ve hatta "Müsait olursam görüşürüz." Teknolojinin zirve, düzüşmenin dip yaptığı çağda yaşadığımı düşünürüm kimi zaman. Boktan tarafı ya da yoran tarafı da şudur ki, kallavisinden kaçıveriririm, "İyi, hadi güle güle." diyerek... Sil, kaybet, kaybol, yok et. Güzel, temiz teknoloji. Bırakın da dijitalini o kadar yaşayayım. Ardından taştan geri seker, döner gelirler. "Müsait misin?"<br />
Değilim, müsait de değilim, müsait de olmayacağım. Git vurdur makattan. Bıktım, yoruldum. "Karşıma çıkacak on numara bir kadın arıyorum." yakarışı değil bu, "Uzak durun." ikazı, basitçe dile getirilen cins. Anlamadıysanız hala, baştan itibaren, hadi yavrum bir daha...<br />
"Ben düşündüğünüz adam değilim."<br />
<br />
*zsd: Zamparanın Seyir Defteri'dir. zamparaninseyirdefteri.tumblr.com 'da ikamet eder.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-89102229092707842372014-05-24T14:52:00.000-07:002014-05-24T14:52:47.485-07:00"Öfke yangınlarından kurtulsan" ya da "Superman" Bazen, 25 yaşıma geldiğim halde neden ergen gibi davrandığımı sorgularım. Cevap basittir, etrafımdakiler... Çünkü suçu etrafımdakilere atmak her zaman keyif verici, bonzai misali, beni sorunlarımdan uzak tutandır. Halbuki o sırada bir ego savaşı veriyorumdur.<br />
Bugün iki ayrı örneğini yaşadım ki topu, topuk pasıyla size bırakmakta sakınca görmüyorum. Önce Alev dürttü. Doğumgünü hasebiyle İstanbul'a geliyormuş. Alev=mahallemizde oturan bir kadın. Dışarı çıkmış olmak için dışarı çıkmaktı amacım, malum, günlerden cumartesi ki eski ev arkadaşım aynı zamanda kuzenim olan Mert'in çok güzel bir sözü vardır: "Hafta sonu ne kadar kötü geçerse hafta da bir o kadar pis olur." Halbuki evde mutluydum, bir video oyununa kaptırmıştım kendimi.<br />
"Çıkayım mı ben şimdi ne yapayım?"<br />
"Çık, havuzun oraya gel."<br />
Bahariye Caddesi'nin sonunda bir havuz vardır. Eski havuz veya... Bunu da Alev öğretmişti bana, gençler falan takılıyor, diye. Bir elimde bira şişesi, ötekinde sigara, başladım arşınlamaya Kadıköy'ün meşhur caddesini. Vardığımda biram bitmişti. Alev'i aradım, açmadı. Bakkala girip bir bira aldım, bakkaldan uzaklaşıp siyah poşeti çöpe atınca tekrar aradım Alev'i, "Barlar sokağının sonuna gel." dedi. Barlar sokağının sonuna gittim, yolumu güç bela bularak. Punk'lar ve bilimum evsiz hippie'lerle doluydu ortalık. Tekrar aradım, "Neredesiniz?" demeye... "Havuza geçiyoruz havuza gel." dedi ve kıkırdadı. Neden kıkırdadığını bilmiyordum, aslına bakarsanız neden dışarı çıktığımı da bilmiyordum.<br />
"Yarım saat sonra ararım." dedim ve bir bara oturdum, Kadife Sokak'ta. Alev'in bir ilgi orospusu gibi davranması çok koymamıştı, zaten hippie ya da hipster, onun arkadaşlarıyla anlaşamayacağıma emindim. Belki yabancı arkadaşlarından vajinası olan birini düşürüp geceyi bende patlatarak bitiririm, diye düşündüğüm için gidiyordum doğum günü partisine.<br />
Oturduğum bar boştu. Dün tanışmıştım o barla. Not defterimi çıkardım, karalamaya başladım. Boyuna yazmaya odaklanmıştım, bir mesaj geldi.<br />
DİLARA: Sen dengesizsin ve hastasın.<br />
(Mesaj tam olarak bu değildi ancak konuşmanın özeti buydu) Mevzu bahis dilara (baş harfini bilerek küçük yazıyorum) ki 24 saat içinde "Bir süre görüşmesek iyi olur." ve "Seni özlüyorum çünkü boktan bir adamsın." diyen kadın. Feleğim şaşırdı. Yalnızdım, yalnız başıma içiyordum. Küfretmeye başladım.<br />
"Dilara, siktir git."<br />
"Dilara, siktir olup gidiyordun hani?"<br />
Sana karşı duygularımı, ergen hevesi şeklinde geçiştiremezsin; dediği an gözlerim kanamaya başladı.<br />
"DİLARA, SİKTİR GİT."<br />
"Sınırlarımı zorlama, bulunduğun yere gelir, seni rezil ederim." dedi. "Gel, Woodstock'tayım." dedim. Woodstock'ta da değildim ya neyse... Geldiğini de sanmıyorum.<br />
Ben iyi bir adamdım aslında. Ancak ruh hastalarının arasında büyüye büyüye, hasta bir adam haline geldim. Final? Eve geldim. "Siktirin gidin lan, hepiniz siktirin gidin." repliği Behzat Ç.'den ve "Bak" parçası Pilli Bebek'ten aklımda...<br />
Ne güzeldir yalnızlık, tercihin olduğu zaman... Ne güzeldir umursamamak, tercih dahilinde olduğu zaman... Dilara da aransın dursun Woodstock'ı veya Alev de kutlasın doğumgününü. Dedim ya, sikime kadar. İyidir böyle. Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-57405935371409124722014-05-10T09:36:00.000-07:002014-05-10T09:36:30.166-07:00Her Şey Çok Güzel Olacak İle İlgili Her Şey Çok Güzel Olacak<br />
2001… Telsim sponsorluğunda Cem Yılmaz’dan “Bir Tat Bir Doku” izlediğimiz zamanlar. Hayat keyifli, okul tatil, kuzen bizde kalıyor. Annemle babam işe gidecekleri için erken yatıyor her gece. Ergenliğe yeni adım atmış bir çocuk, mutluluğun resmini o devirde sadece bu şekilde çizebilir. Bir gün “Her Şey Çok Güzel Olacak” denk geliyor. Hoşuma gidiyor.<br />
Aradan üç sene geçiyor, filmi bir korsancıdan alıyorum. Shov (“V” ile, “W” ile değil.) marka VCD oynatıcıda defalarca izliyorum. Stresli dönemler ile başa çıkmak durumundayım, çünkü artık lisedeyim ve annem de babam da öğretmen. Chaplin gibi, Atatürk gibi, Einstein gibi bir rol model olmam lazım topluma, çünkü öğretmen çocuğu olmak bunu gerektiriyor, okuduğum lisede. Hatta babamın da çalıştığı lisede.<br />
2004’ten sonar, uzunca bir süre filmi izlemedim. Ta ki, üniversiteden bir arkadaşımla evde ders çalışmak zorunda kalana kadar. Ders çalışmak, gönlümüzden hiç geçmediği için olsa gerek, Youtube’dan filmin yarısını, sahneleri ileri almak suretiyle izlemiştik. Dersten de kalmıştık.<br />
O geceden beri arada bir açıp, sonuna kadar izlediğim bir takıntı haline geldi bende Her Şey Çok Güzel Olacak. Hatta kanıma ve ruhuma o kadar derin işledi ki, hoşlandığım Cansu, bize geldiğinde ona bile izletmeye çalışmıştım filmi. “Ben eve gideceğim, şimdi izlemeyelim.” demişti. Filmle veya film konusundaki ısrarlarım/darlamalarım ile ne kadar ilgisi var bilmem, ancak Cansu; üç gün sonra kendisine yaptığım çıkma teklifini reddetmişti.<br />
Velhasıl-ı kelam, “Her Şey Çok Güzel Olacak” diye diye on sene geçti, hiçbir şey çok güzel olmadı.<br />
Filme karşı biraz daha öznel bir yaklaşımda bulunursak, Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson’dan oluşan kadrosu ve senaryosu ile, yerli sinemanın en iyi yol filmi örneklerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmi, Cem Yılmaz yapımları arasında –Hokkabaz’ı ayrı tutuyorum- bambaşka bir konuma getiren en büyük etmen; içerdiği doğal mizah. Zorlamadan, durum komedisini en saf haliyle yansıtabilen film, 90’ların İstanbul’undaki büfeleri, torbacıların işgalindeki; Tarlabaşı’ndan hallice Cihangir’i, dar sokakları ve Fulya’yı betimlerken; her izleyişimde beni İstanbul’da bir yolculuğa çıkarmayı başarmıştı. Çünkü ekrana yansıyan İstanbul, bir bakıma benim İstanbul’um, benim İstanbul içindeki yolculuğumdu. Büyüdüğüm değil, toy bir çocuktan bir adama evrildiğim İstanbul’u görüyordum. Florence Nightingale ve akabindeki taksi durağı sahnesi örneğin… Hemen hemen dört sene yaşadığım Fulya’daki evime sadece 50 metre uzaklıkta geçiyordu.<br />
İstanbul’daki yolculuğumdan, filmde geçen yolculuğa döndüğümde de, kendim için anlam çıkarabiliyordum. Soundtrack’teki “Gel gidelim güneylere, yenilenip dinlenmeye…” dizesi bile yetiyordu. Başım ne zaman sıkışsa, bir sigara yakıp dinlediğim soundtrack eşliğinde internetten aldığım; memleketim Mersin’e tek gidiş uçak biletlerinin haddi hesabı yoktu.<br />
Hayatımın filmi değil Her Şey Çok Güzel Olacak, ancak yerimde durarak ya da evime dönerek yaşadığım yolculuğun filmi oldu, özellikle de 2006’dan 2013’e kadar.<br />
Sonuçta “Her Şey Çok Güzel Oldu Mu?” derseniz, yanıtım “Kısmen” olacaktır. Ancak hala kulaklarımda çınlar yaptığım bazı hatalardan sonra aşağıdaki replik…<br />
“Sen, sen insan değilsin biliyor musun? Sen, insan suretinde bir hayvansın!”<br />
<br />
14 sene önce yitirdiğimiz usta sanatçı Selim Naşit Özcan’ın anısına…<br />
“Çalışıyorlarmışmış, hadi çalışın. Hadi çalışın da göreyim!”<br />
<div>
<br /></div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-28626189835548191472014-04-30T04:08:00.003-07:002014-04-30T04:08:46.974-07:00Duyuru | Web SitesiZamparanın Seyir Defteri, Boş Mideye İki Duble Viski ve Medium'a yazdığım yazılara ulaşabileceğiniz bir web sitesi var artık. Linki falan dandik, daha domain almadım, 15 dakikada yaptım (küçükken internet dahisiydim). Dilerseniz buradan da ulaşabilirsiniz artık.<br />
<br />
http://mattdemp.wordpress.com/<br />
<br />
Arriva derci!<br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-15864843695413180712014-04-22T12:23:00.001-07:002014-04-22T12:23:44.997-07:00Neden küfrede küfrede köşebaşında kokoreç yiyorum4 ay olmuştur muhtemelen.<br />
Eve yeni taşınmıştım. Sadece bir yatağım, bir de bilgisayarım vardı. Eşya falan hak getire. Kıyafetlerimle laptop'ım, bir de gariban balığım; o da rahmetli oldu ya neyse.<br />
Bir tek sandalye almıştım bi' kadından. Evine fazla olduğu için arkasında "Taksim Hepimizin" çıkartması bulunan bürosit sandalyeyi bana vermişti. İnternetten, sadece bu işlem için tanışmıştık. Şu "Gereksiz eşyalarına, birinin ihtiyacı olabilir." gruplarından birinde... Hoşlanmıştım, ağır.<br />
Sık sık görüşüyorduk. O bana, ben ona... Bazen Karga'ya, balık pazarında herhangi bir meyhaneye... Bir gece dönüşte, köşebaşındaki kokoreççiyi işaret ederek "Selim Abi'nin kokoreçi çok kötü, gaza gelip yeme bir gün." demişti, koluma girmesi için yaptığım teklifi reddettikten hemen sonra.<br />
Öyle oluyordu, böyle oluyordu ama sanki hep "arkadaş" kalacakmış gibi hissediyordum. Keyfe kederden, efkara mezeye dönmeye başlamıştı akşamcılığım ki, eşyasızlık ve yaklaşık 6 ay boyunca hissettiğim yuvasızlık (orada burada kaldım bu sürecin bir kısmında, bir kısmındaysa geçici olarak bir arkadaşımın yanında) sebebiyle, rakı içemiyor, birayla devam ediyordum onu düşündüğüm zamanlarda. Çünkü rakı kutsaldı. Rakı, yanında en azından beyaz peynir olmadan içilmezdi. Ayıp edilirdi, saygıda kusur edilirdi lıkır lıkır içildiğinde. Gariptir, o da aynısını düşünüyordu; her fırsatta "Ben çok iyi meze yapıyorum, bir gün yapayım beraber içelim." diyerek.<br />
Bu alışkanlığın kökleşmesiyle, gayri milli içkimizden ayrılırken ben bir yandan; bir gece, dayanamayıp kapısına dikildim. Açtı kapıyı. Elimde yarım şişe viski, gözlerim yuvalarından fırlamış, sarhoşluk sıfatımın bir parçası olmuş. Bu kadar net hatırlıyorum suratımı çünkü o sarhoşlukla bile evine gitmeden önce aynaya bakmıştım.<br />
Buyur etti. İçtik. Duble üstüne duble, evde buz yoktu, sek yuvarlıyorduk. Yuvarladıkça açıldım, gözlerim odaklanmayı kestiğinde ve başım dönmeye başladığında, ona açıldım.<br />
Verdiği cevabı hatırlamıyordum ertesi sabah. Ama herhangi bir yakınlaşma olsaydı, kesinlikle hatırlardım. Dayanamadım, bir gün; o akşam neler olduğunu sordum. Anlattı. Bir erkek arkadaş istemediğini ve beni tanımak için daha çok zamana ihtiyacı olduğunu anlattı. Aslına bakarsanız anlatmadı. Ben kelimeleri zorla aldım ağzından. Konuşmakta zorlanmasının sebebi utangaçlığı mıydı, yoksa o sırada cezaevindeki eski sevgilisi ama hala çok yakın arkadaşı olan elemana mektup mu yazıyordu, bilmiyorum.<br />
Bir hafta bile geçmedi, bir akşam beni dışarı çağırdı. Arkadaşıyla Karga'daydı. Kafa bi' elemandı arkadaşı, belki de "takılmak" üzerine bir ilişkileri vardı, bilemiyordum. Muhabbetleri tam arkadaşçaydı gerçi ama, ilişkilere kafa erdirmekte ve onları yaşamakta ketum bir insan olduğum için adını koyamamıştım. Hoş, "Arada bir; ihtiyaca yönelik takılıyor olsalar, beni çağırmazdı." diye düşünmüştüm. O gece ağır tartışmalarla geçti. İşin ilginci, çocukla değil, onunla tartışıyordum. Sanki "Şimdiye kadar hep enik gibi yaklaştım sana, şu andan itibaren sana çok kötü davranacağım ve benden etkileneceksin." aklımdaki zihniyetti. İşe yaramayacağı barizdi, denemiştim.<br />
İşe yaramasını bırak, benimle görüşmeyi kesmesine sebep olmuştu. Zorlanmıştım ki çok zor noktalara çalışmıştım, yediğim bir iki aparkütten sonra.<br />
Geçtiğimiz hafta bir gece, ne kadar uzun zamandır evde yalnız başıma rakı içmediğimi, kendime çilingir hazırlamadığımı düşündüm. Şarküteriden aldığım çeri domates, beyaz peynir ve pastırmayla sofra hazırladım önce kendime. Bir ufağı yarıya kadar içip, cila çekerken önce sandalyenin arkasındaki "Taksim Hepimizin" etiketini söktüm. Biram bitince köşebaşındaki kokoreççiye gittim. Çeyrek kokoreç söyledim. Lezzetli değildi, ona küfrede küfrede yedim kokoreçi.<br />
"Çok kötüymüş köşedeki kokoreççi. Bok kötü! Sen kötüydün, sen kötüsün! Taksim de hepimizin değil, senin olsun."<br />
<br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8520286210432901034.post-9685448147711140912014-04-08T13:29:00.002-07:002014-04-08T13:29:22.021-07:00True Detective üzerine...Burada dizinin kritiğini yapıp, sekiz bölümün sekizinden de ne kadar etkilendiğimi anlatarak kafa düzmeyeceğim elbette. Ancak, fena bir iz bıraktı, gerek Rust'ın hikayesi, gerek Marty'nin tavırları, gerek de soundtrack'i ile...<br />
İşin ilginci, maskülen olduğu için eleştiri oklarının hedefi olan dizide iki ana karakter, iki erkek de yeteri kadar "iyi" değil. İkisi de bencil, egoist, hasta... Dolayısıyla herkeste Rust'tan birazcık, Marty'den birazcık mevcut. Yazının devamı biraz spoiler içeriyor, dolayısıyla okumasanız daha iyi.<br />
Her erkek Marty kadar aldatır, Rust kadar uzaklaştırır.<br />
Her erkek Marty kadar sever, Rust kadar özler.<br />
Her erkeğin Marty'ninki kadar mutlu bir aile hayatı, Rust'ınki kadar da kaybettikleri vardır.<br />
Gelgelelim, "Bu yaştayken, 90'larda yaşıyor olmak isterdim." demiştim sıkça. O havayı bana yaşattığı için bile teşekkür edebilirim yapımcılara. Üstelik, en "yaşanmaz" yerlerden biri olan Amerika'da, hatta; Amerika'nın güney sınırında. Evet, Amerika'da çok zengin bir hayat süreceksem California'da, kendimi idame ettirebileceksem New Orleans ya da Texas'ta yaşamak isterdim.<br />
Diziyle ilgili asla unutmayacağım ayrıntının da kendi hayatımdan çıkması, benim narsistliğim olsa gerek; ama çok hoşuma gitti.<br />
"Ben Rust'ı sana benzetiyorum: histerik hareketleri, doğasını kabullenişi vs. Korkutucu ve bir o kadar da çekici."<br />
Diziyle ilgili tweet attığımı gören bir kadının gönderdiği mesajdı. Şöyle bitirelim iyisi mi...<br />
"When the last light warms the rocks,<br />
And the rattlesnakes unfold,<br />
Mountain cats will come to drag away your bones." <br />
<br />
<br />Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/17964131777465227137noreply@blogger.com0