Google+ boş mideye iki duble viski: Ocak 2013

30 Ocak 2013 Çarşamba

Hazır değilim

Fark etmek o kadar da uzun sürmez aslında.
Ancak küfürlerle döndüğüm İstanbul'dan, evime geçmeye gerçekten hazır olmadığımı anladım. Okulum bittiği an işim hazır. Baba parası veya baba işi de değil. Sadece mühendislik üzerine çalışan arkadaşlarım var ve burada elim kolum uzun sayılabilir. Olmadı ama, ne bileyim...
Bir evden sadece "hava almak için" dışarı çıkıyorsanız, o noktada belli başlı hatalar vardır. Hafif bir özet geçeyim.
Buradayım, evimdeyim ve aslında İstanbul'u unutma noktasındayım. Oradaki insanların karla boğuşması, soğuktan donması umrumda bile değil. Çünkü en soğuk hali 8 derece olan bir güney şehrinde doğdum. Bu yüzden de iklim konusunda rahatım. Trafik? Hahah, kendini kandırır buradaki insanlar trafikten yakınırken veya trafiği bahane ederken. Eğlence hayatı? Hayatım boyunca bir "eğlence hayatım" olmadı ki özleyeyim. Ancak insan sıkılmaya müsait işte... Şu an arayıp da dışarı çağırabileceğim arkadaşlarımın sayısı "3". Yazıyla, "üç".
Büyüdük ve dağıldık, ona kabulümüz her zaman var da; burada büyüyen arkadaşlarımın gerçekten büyümesi, burayı çekilmez hale getirdi bir haftada. Yapamıyorum çünkü, farkına vardım, veya aklım başıma geldi. Dönmek için can attığım şehir, bir başka cehennem haline büründü.
Son iki üç senedir en fazla keyif aldığım şey nedir biliyor musunuz? Evde, üzerimde sadece bir kot ve t-shirt varken yazdığım; masadaki birayı yudumladığım gecelerdir. Bunu, Mersin'de yapamaz mıyım? Evet, ki şu anda yapıyorum. Ailemin evinde, sigarayı bırakmış bir baba ve hayatında ağzına sigara sürmemiş bir annenin evinde yapıyorum; bir iki duble rakıyla. Fakat rahat değilim, bu yüzden de şikayetçiyim, kim bilir.
Kafamdaki aynı "deli sorular", beynimi kemirmeye devam ediyor; an be an. "Sigara içtiğimi görecekler mi?", "Rakı şişesinin eksildiğini görür mü peder?" cinsi sorular da değil aslında. Sadece, dedim ya; rahat değilim. Pislik içinde yaşamaya, rezilleri oynamaya o kadar alışmışım ki, rahat batıyor artık.
Gelelim işin en sikik tarafına. Buraya dönmek için kendi hayatımdan feragat ederdim üç ay önce; çünkü İstanbul'da huzursuzdum. Şimdi buradayım ve yine huzursuzum. Neden? Bilmem. Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir, demiş Erdal Beşikçioğlu; Behzat Ç. rolünü oynarken. Peki ben kaç sahici sarsıntı geçirmeliyim kendime gelebilmek için Behzat? Bunu düşündün mü hiç?
Huzur ve mutluluğu "konumlarda" aramanın ahmakça olduğunu gösterdiği için, bu Mersin tatilinin ayrı bir yeri oldu. Ancak, önümü görememem; ayrı ağır koydu.
Huzursuz, mutsuz veya adını sen koy; belki mezara kadar...

29 Ocak 2013 Salı

Ölümle ilk imtihan; 1997'den kısa kısa...

8 katlı bir apartmanda, güzel bir sitede oturuyorduk. Şimdi oturduğumuz yerdeydik yani.
Çok arkadaşım yoktu sitede. Yaşıtlarım ya sportif ya da zengin çocuklardı ve ben henüz basketbol oynamaya başlamamıştım. Futbol sahasında telef etmekteydim kendimi. Bilgisayarım da yoktu, atarim de...
Oturduğumuz apartmanda Almancı bir aile yaşardı o aralar. (En son Alanya'da otel açtı babaları, apart. Oradalardır belki hala, bilmiyorum) İki oğulları vardı, biri benim yaşıtım, biri de benden bir yaş küçük. Sürekli onlarla zaman geçirirdim. Almancı oldukları için iskambil kağıtları bile farklıydı. (UNO oynarlardı) Oyuncakları, çikolataları, her şeyleri cezbediciydi.
Aynı apartmanda, bizim bir alt katta da babamın tanıdığı, bahsettiğim çocukların babalarının da yakından aile dostu yine Almancı bir çift otururdu. Benden iki yaş küçük bir kızları vardı ki, babam bizi daha ufakken baş göz etmeye çalışmıştı. (Babamın üç kader birleştirme denemesinden ilkiydi)
Almancı çift, kızlarını da alıp taşındı... Evlerineyse bahsettiğim kardeşlerin babaları bakıyordu. Borcu varsa öder, aidatlarıyla ilgilenir vs vs...
Bir gün bu kardeşler, yatak odasına girip evin anahtarını aldılar. Çıktık eve, nem kokuyordu. Her kanepenin, yatağın üstü örtülerle kaplı, güneşte hiç bir şey bırakılmamış, terk edilmiş bir ev işte... Hemen erkek çocuğun odasına koştular. O çocukla ben tanışmamıştım çünkü benden yaş olarak bayağı büyüktü. Basketbolcuydu bir de, yanlış hatırlamıyorsam. Odasında bir yatak ve kocaman bir kitaplık/çalışma masası kombinasyonu vardı. Masaya çıktı büyük kardeş, kitaplığın en üst rafından dikdörtgen şeklinde bir kutu indirdi. Kutuyu açtı... 9 milimetrelik bir tabanca ve yanında mermiler, düzgünce dizilmiş.
Bir mermi koydu şarjöre, şarjörü sürdü ve mermiyi namlunun ağzına verdi. Alnıma doğrulttu.
Nasıl yaptığımı bilmiyorum ancak büyük bir soğukkanlılıkla "Çek şunu." demiştim. (Tıpkı annem ve teyzemin ev baktıkları sitede elime bir adet Magnum dondurma vermeleri ve beklememi söylediklerinde, boncuklu pompalı tüfekle arkadaşlarına hava atan çocuğun "Çocuğun dondurmasına sıkayım mı?" demesine; sadece gözlerimle verdiğim cevapta olduğu gibi...)
Silahı suratımdan çekti. Silahı bir kez daha hazır konuma getirmek için yaptığı hareketle mermiyi dışarı fırlattırdı, yerine koydu. Silahı da yerleştirip kutuyu kapattı; masaya çıkıp bulunduğu yere koydu ve hayatlarımıza devam ettik.
Yine aynı sitede, aynı evdeyim şu an. Sigara içmeye balkona çıktım ki Mersin'de sigarayı da alkolü de fazlasıyla dizginlediğim söylenebilir. Bu yüzden nadiren, sabahladığım gecelerde balkonda bir adet sigara tüttürürüm en fazla. İzmariti aşağıya atarken alt katımızdaki eve bakınca aklıma geldi bu anı.

28 Ocak 2013 Pazartesi

"Now I'm Thirstier With Nowhere to Go."

En büyük değil, tek ilham kaynağım Lanegan'ın "Don't Forget Me" parçasında geçer. Anlamı, "Daha çok susadım ve gidebileceğim hiç bir yer yok"tur. 
Günün başından beri yazmayı düşünüyordum. Ancak annemin tezini çürütemedim. Yeterli alkolü almadan ve hava yeterince kararmadan yazamadım. Denklem basittir: hava kararır, alkol bünyeye girer ve sıkıntılar klavye -çalışıyorsa daktilo- başında kusulur. Ardından yatağım göz kırpar ve sızarım.
Eski arkadaşlarımla buluştum dışarıda, bir iki bira içip eve döndüm. Yemek yedim, kurtlanma başladı...
12'de çıktım evden, sitedeki iki Tekel bayii de kapalı olduğu için aklımdan geçti bu parçanın sözleri. 

Kanser bir kadınla birlikte oldunuz mu hiç?
Veya o kadının yaşadığı acıyı hissettiniz mi?
Veya, o kadın sizin kanseriniz haline geldi mi? Yani ona tutunmaya, onu yaşatmaya çalıştınız mı?
Ertesinde gördünüz mü, gösterdiğiniz ilgi ve çabaya rağmen, onun fişi çoktan çektiğini?
İşte o fiş çekildiği an, ben kendi fişimi takmıştım. Artık devamı yoktu. Pespaye hayatına o devam edecekti, benimle yatmaya devam ettiği gibi. Hayatımda ilk defa, çarpık bir ilişkideki "fuck up" tarafı ben olmayacaktım ancak "ayrıntılar" vardı. 
Hayatı boşladığından ötürü, har vurup harman savuruyordu. Uyuşturucu kullanacaksa en pahalısına, yemek yiyecekse en lezzetlisine, içecekse en güzeline yöneliyordu. Bana eli boş gelmezdi. O, herhangi bir eğlence dönüşü zilimi çaldığında kapıyı açar, otomata basar ve o merdivenlerden çıkarken bira şişelerinin şangırdamasını dinlerdim. 
Geliş gidişleri, Amsterdam'a aldığı uçak biletleriyle sonlandı. Avrupa'ya veya Avrupa'yı gezmeye en ufak bir ilgisi olmayan ben, onunla Hollanda'nın yolunu tutacaktım. Şaka gibi... Evet Türkiye dışında bir yerde yaşamak harika olabilir ancak Avrupa'da konaklamalı bir tatil sikimde olmaz ki ne interrail yaptım, ne de Erasmus'tan faydalanabilecek kadar başarılı bir öğrenciydim. Sadece onun son dileklerinden birine yardımcı olduğumu düşünüyordum... 

O gece... Gerçekten onunla bir ilişkiye başladığımızı düşündüğüm gece... 
Yapmasına en çok tepki gösterdiğim ve sinirlendiğim şeyi yaptı. Kokain çekti, ayakucumda, seviştikten sonra uyuyakaldığımı düşünerek. Kıyameti kopardım ve sıradan, yozlaşmış olduğu düşünülen ilişkiye geri döndük; nam-ı diğer "fuckbuddy"liğe. 
Biraz daha böyle devam etti. Eridiğini görüyordum ama kontrolüm dışında erimesi rahatsızlık vermiyordu. Çünkü kahraman olmamam gereken bir pozisyondaydım, biliyordum. 
Bir gece, kalacak hiç bir yeri olmadığını; gerekirse bende kalabilmek için para vereceğini söyledi. Aklımı kaybetmiştim ve onun bu lanet halinden nefret etmeye başlamıştım. İşte o gece döküldü... "Ben seni hala çok seviyorum" dedi ve ağır konuştum: "Sadece bedava seks benim için, bu yaşadığımız." 
Aramayı kesti, konuşmayı kesti, mesaj atmayı kesti, Mersin'e gideceğim sabahın gecesine kadar... O gece görüşmek istedi ancak ben kartları çoktan dağıtılmış bir poker masasındaydım, planlarım belliydi. 

Mersin'e geldim, bu yaşa gelmiş olmama rağmen, Adana'ya uğradığımda; oradaki akrabalarım tarafından bana harçlık verildi. Hala, onsuz veya onunla, Amsterdam'a gitmek için bir şansım vardı. Topladığım harçlığın üzerine biraz kendim koyacaktım, biraz borç alacaktım ve döndüğüm gün İstanbul'a; Amsterdam'ın yolunu tutacaktım. En azından bu plan makuldü...
Lakin koparılmış bağlar ve geri adımı atılamayacak kararlar(ör: Elveda); ego ve gurur gibi karakteristik birer kütleyle birleşti, hayatımda her zaman olduğu gibi ve kırdım kafayı, her zaman olduğu gibi...

Ne imza törenini görebildiğim, ne de resmi açıklamasını okuyabildiğim bir futbolcuydu. Wesley Sneijder... "Bize her sevdadan geriye kalan sadece Galatasaray" dedim ve paramın bir kısmıyla, Sneijder forması aldım. Geri kalanını da bir çift Sennheiser kulaklığa yatırıp, "Artık yok, Amsterdam da yok, kanserli kadın da..." dedim.

Formayı aldığım gün, attığım koca adım sebebiyle mutluydum. Çünkü farkındaydım... Pembe bulutlar ve uçan filleri bir kalemde silecek kadar ağır bir hamle yapıyordum. 

Dedim ya, her zaman kahraman olamam. İlk kez de olsa; kostümümü, üzerine benzin döküp yakmış bir eski kahramandım; "Watchers" filmine konu olacak cinsten rezil bir kahraman... 
Şimdi ne mi yapıyorum? Hala kendimi içinde "yaşamaya" hazır hissetmediğim Mersin'de, evimde, ılıman iklim 10 derece; sitenin, kuşların pislediği bir bankında oturmuş; bunları karalıyorum. Kulağımda Max Payne oyununun soundtracki var; Sennheiser'larımdan geliyor. (Oh evet, harikasın Sennheiser)
Arada aklıma geliyor, burada yediğim sağlam bir iki kazık ve kibar bir iki "siktir" ve düşünüyorum daha ne kadar kaybedebileceğimi. 
Ama farkındayım da bir yandan. Yanlış tercihlerde bulundum çokça, yanlış hayal ve umutlar peşinde koştum, yanlış şeyler de yaptım ki günah çıkarmak değil amacım. Sadece sanırım, artık büyüyorum ve bunu çeyrek asır ömür tükettikten sonra ilk kez bu kadar net söyleyebiliyorum. 

Evet hala üniversite öğrencisiyim, evet yaşıtlarım evlendi, evet yaşıtlarım yüksek lisansı bitirdi, evet yaşıtlarım 3000 liradan işe girdi. 
Afedersiniz de, beni karşılaştıracağınız her bireyi, teker teker boyarım ben laciverde. "Onlar benim yaşadıklarımın onda birini yaşasaydı..." demiyorum, sadece şunu biliyorum; onların el pençe divan durdukları iş arkadaşlarının ya da patronlarının önünde ben, dimdik durup istediğimi alabileceğim. 
Bu konuda neden mi eminim? 
Yıllar önce üniversiteden, beğendiğim bir kadın vardı. Blog yazdığımı öğrenince "Blog mu? Evet ya iş görüşmesinde bile soruyorlarmış artık! Ben de açacağım." demişti. Şu anda bu kadın yüksek profilli bir şirkette çalışıyor.(reklam yapmayacağım) Bense mezun bile olmadan onun patronunun okuduğu dergiye yazıyorum... 

NOT: mevzu bahis derginin ayrıntılarını daha sonra veririm, yeterince güneş açtım bu gecenin sonu için. 

26 Ocak 2013 Cumartesi

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 27


Saat 03.14.
Göz kırpıyor bana sağ üst köşeden. Kafamda deli sorular, ama dökülememişim; çünkü burada, evimdeyim. Özlemini ağır ağır çektiğim yerde. Zihinse, bambaşka yerlerde. Şişeleri taşa çalmak, gökyüzüne çıkmak, dalgacı olup her sabah boyamak oraları aklımda gezenler... Bir yandan da realite var, İstanbul'da ne kadar mutsuzsam, burada da bu kadar mutlu olduğuma dair yalan gerçeklik. Hazır değilim. Bunu fark ettim. Ya Mersin'in durağanlığına, ya da ana kucağına hazır değilim. İlk kez bunu hissettim çünkü ilk kez amacım buraya dönmekti, temelli. Ne temelli dönebildim, ne de iki haftalık tatilimi benimseyebildim. Burayı her zaman benimsedim ve gömüleceğim yerin bura olacağını vücuduma şart koştum. Doğru ancak bir yandan da insan garip hissediyor işte. Yedi senedir ailenden uzaktasın, başarısız; rezil bir adamsın. Sıkıntı olmadığı zaman, rahatlık vardır ve bu sana batar. Dedim ya; tıpkı bir Opeth parçası gibi eve dönüşüm bu sefer: "In time of my need". 
Yazamadım, bir cümle bile yazamadım. Ne zaman sıkıntılı hissetsem veya ilham perisi gelse, "mutlu ve sıcak" yuvama dönüp her şeyi unuttum. Barlara, elimde laptopla gitmeyi; oralarda içerken yazmayı düşündüm, yöre halkının tepkisi tırstırdı. Veya tam hazır olduğumda, önüme bambaşka bir şey çıktı; günlerdir içimde biriktirdiklerimi yazamadım. Bazen bunu ağır ağır hissediyorum çünkü biliyorum; ben sıkıntıdan, cerahattan, pislikten ve bitiklikten beslenen bir adamım. O bitikliği benden alırsan, ben de biterim. Biliyorum...

Günler önce bir yorum görmüştüm çok beğendiğim bir kadının sayfasında. Yorumu atan, kadının davulcusuydu. Mevzu bahis fotoğraf ise zamanında sanatçı ablamın bana yakıştırdığı kadını içeriyordu. O zamanlar hiç beğenmemiştim. Daha doğrusu, tıpkı şu an memleketime hazır olmadığım gibi; o kadına da hazır değildim. İlginç durumlar, efsane kafalar... Şimdi düşünüyorum da, o zaman aklımı başıma devşirip böyle bir şeye başlasaydım, ne şu an bunu karalıyor olabilecektim; ne de Zeki Müren dinliyor olabilecektim... Olsam olsam, sağlam bir şirkette işe başlayan sağlam bir elektrik mühendisi olurdum ve okulum 2 sene önce bitmiş olurdu. Hayat; beni negatife sürükledi atmadığım adımdan ötürü, onuysa sanat/müzik camiasının ortasına yerleştirdi. Adı mı? Adını salla... Olmamış, yaşanmamış ve bitmemiş saçma sapan bir hayalin izdüşümünden bahsediyorum. Yine boşverdik, zaten hep boşveriyoruz...

Buraya gelişimden iki üç gün önceydi. Dışarı çıkmıştım. Enteresandı... Taksim meydana vardığımda dizlerim titriyordu çünkü günlerdir "sosyal faaliyet" bazında bir yere çıkmamıştım. Gittiğim yerler hep "ev" idi. Kuzenimin evi, halamın evi, onun evi, bunun evi... Hep evlere gitmiştim. Hatta bu son bir ayımı kapsıyor bile olabilirdi. Bu yüzden Taksim meydan, dizlerimi titretmeye yetmişti. İşin ilginci, kuzenimle rakı içmeye çıkmış ve soluğu bir ev partisinde almıştım. Dizlerin titremesini boşver gitsin de, hayatımda gördüğüm ilk viski şişesi; Southern Comfort'ı; o evde görmem aklımı başımdan almıştı. Mal gibi kaldım çünkü o marka, rahmetli eniştemden halama; yayla evinde miras bırakılan bir şişenin üstünde de vardı. Dedim hep kaybettik, kaybetmeye mahkum bırakılmadık ama hep kaybettik. Bir boş Southern Comfort şişesi, bir de Marlboro karton sigarayla beraber zamanında Free Shop'tan gelen iskambil kağıtları, iki senedir uğramadığım yayla eviyle ilgili aklımda kalan iki ayrıntı. Başka bir şey hatırlamak istiyor muyum? Bir haftada bitirdiğim beş yüz küsür sayfalık Yunan Mitolojisi derlemesi dışında hayır. 

Dedim ya, yazamıyorum... Sanırım İstanbul'a dönene kadar da yazamayacağım. Yazdığım bu blog postunun çıktısını alıp, kıçınızı silin. Çünkü burada, en büyük bağımlılığım; yazmayı bile gerçekleştiremiyorum. Sıkıntı yok, dert yok, tasa yok; en yücesi hep bana kalıyor, aşk oluyor ve gözüm hep doyuyor. 

ha bir de dipnot: bu bir metropol notu değildir, bir güney şehrine ait günlükten öte gidemez. 

18 Ocak 2013 Cuma

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 26

Şimdiye kadar, düzgün ve hayatımı devam ettirmek isteyebileceğim, sorunsuz sıkıntısız bir kadınla birlikte olmayı beceremedim; doğrudur. Veya becerebildim ancak topuğumla geriye teptim bunu, dünyada üç milyar kadın olduğu için belki de... Çünkü "onur" her zaman baş rolü oynadı, ben de kimseye aptalca umutlar verecek pislik olamadım.
Zaman geçti, dün; bugüne dönmedi ancak yarın bugün oldu ve buradayım yine. Elimin altında bozulan daktilom sebebiyle bir klavye, ağzımda bir dal sigara ve masanın üstünde boş bira şişeleri...Klozetin 1 metre üzerindeki aynaya bakarak dalınan düşünceler; "Kolye kullanmaya ne zaman başladım?" sorusunun 2011 cevabı, boşluk hissi ve yazmaya iten geçmiş, her zaman geçmiş...


"Geçmişe sadece, canımızı yakmasını istediğimiz için döneriz. Başka bir sebep asla yoktur."
Evet, belki hiç bir kadın için "o adam" olamadım ancak söyleyeceklerim bitmedi, çünkü yazdıklarımda veya konuştuklarımda her zaman dürüstlüğü ve sadakati tercih ettim. Bu cümleyi söylemiş olmamın sebebi de basit aslında... Sadece Facebook'ta geziniyordum ve Facebook'un arşiv uygulamasını keşfetmiştim. Aslen bir uygulama değil bu, bir Facebook hizmeti denebilir.
2007'den bu yana, o internet çöplüğüne boşalttığım her şeyin bir dökümünü aldım ve bunu; internet tarayıcımla görüntüledim. Sayfanın içinde "Meltem" şeklinde arama yaptım, 70 küsür sonucun içinde gözyaşlarım damladı. Judith'i arattım. Yağmur'u arattım. O kadar fazla sonuca erişilemedi ancak bir burukluk oldu yine. Bıkmadım, hayatıma giren tüm kadınları tek tek arattım aynı sayfa içinde. Defalarca... Dayanamadım kadınlarımı bırakıp aradan bir sene geçmiş olmasına rağmen "Bourbon"u arattım.
Sonuç değişmedi. Geçmişe, canımı yakmasını istediğim için döndüm. Sebebim yoktu.

"Bugün için yaşarız, ertesi gün için ölürüz." 
orj. "We live for today but we die for the next." 
Dün, Skyrim'den bir söz paylaşmıştım. Bugünse yine bir Bethesda Softworks eseri; Dishonored'ın soundtrackinden gelen bir parça var burada. Şarkının ismini cismini kullanmayacağım, oyunu oynamak isteyen arkadaşlar için. Ancak, ağır ve dumanlı bir ses tonuyla dillendirir parçayı, vokalist ve sigaradan bir nefes, alkolden bir yudum alırken ileri bakar kişi.

"Youtube'a 'kadınım" yazdığın an, Tanju Okan'ın parçası 4. sırada çıkıyorsa, o ülkenin hayat damarlarının her birini ayrı ayrı sikeyim." 
Öncelikle, Mustafa Kemal Atatürk'e yalandan bir saygım olduğu düşünülmesin, veya sevgim... Katılır katılmazsınız ancak on altı yaşımdayken portresini kalbimin olduğu hizaya yaptırmak istediğim bile doğrudur ki sene 2005. Daha sonra bu kadar kutsal bir şey, vücutta sergilenmemeli diye düşündüm ve dövmesini yaptırmadım benim için bu kutsal adamın. Zaman aktı durdu ve şu an milletin kolunda bacağında, Atatürk imzası görüyor ve tiksiniyorum. Çünkü biliyorum; onunla ilgili bir sik bildiği yok dövme sahiplerinin ve onlar; çevre baskısı ya da popüler olma çabası içindeler.
Gelgelelim, Ata'ya saygıyı sunduktan sonra, ülkemin güzel insanlarının müzik zevkinin teker teker, araya karbon kağıdı koyarak... Lanet olsun... [NOT: Tanju Okan da bu parçayı bir Fransız şarkısından araklayarak yapmıştır, orası ayrı konu.]

"'Ama kelimesinden önce söylenen her cümle geçersiz sayılır." 
Can ciğer kuzu sarması Game of Thrones'dan, yorumlanamayacak tek cümle.

"Kimi zaman kurcalamaman gerekir; çünkü bilirsin, sen kurcaladığında ya karşındaki, ya da sen zarar göreceksindir. Tıpkı iki birayla sarhoş olduğun zamanlardaki gibi; çünkü o zamanlarda da bir şarkı veya bir durum karşına çıkıverir, bitersin." 
Bir anda telefon geliverir ve "Ne oluyor lan?" dersin ya hani, işte o; kurcalamaman gereken vakadır, bunu asla unutma. Çünkü onun bir sevgilisi vardır ve seni arkadaş olarak görüyordur. (2013) Veya onun bir sevgilisi yoktur ancak seni nasıl gördüğüyle ilgili gerekli bilgiyi vermiştir. (2008) Unutmadan, o 2008'de çalan telefon, 4 kez değişti belki de; lakin ne onun ne de benim durumum değişmedi ve hayır, bahsettiğim kişiyi daha önce burada paylaşmadım.

17 Ocak 2013 Perşembe

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 25

"Babasının mesleği, insanın siyasi görüşünü doğrudan etkiler."
Memur çocuğu, asker çocuğu, polis çocuğu... Kimin çocuğu olduğunuz önemli değildir. Önemli olan babanızın mesleğidir. Örneğin bir asker çocuğu; militarist ya da milliyetçi olabilir. Tabii babasıyla ilişkilerine bağlı olarak tam ters istikamete, yani anti-militarizme de yönelebilir. Bunun sebebi basittir. Baba figürü... Tıpkı, babanın hayat görüşünün insanın hayat görüşünü doğrudan etkilemesi gibi. Peki neden bu, böyledir? Hadi 20 sene öncesinde bu denli derin araştırma imkanı yoktu kimsenin elinde diyelim. Ya da babasını şark görevinde kaybeden asker/polis çocuklarını geçelim. Yeni nesilden bahsediyorsak eğer, yeni nesil kısaca "mal". Genelliyorum, evet yeni nesil mal. Okumayan, bilmeyen, umursamayan aptal ordusu. Farkındaysanız bir siyasi görüşe indirgemedim. Sağcısı, solcusu, gericisi, anarşisti, "Demirel"cisi, alayı mal... Çünkü ne okurlar, ne araştırırlar. "Bilmemek, güzeldir." lafından yola çıktıklarını da sanmam ki arkadaşlarının, sevgililerinin, popüler dizilerde rol alan karakterlerin ve aktörlerin içini dışını bilirler. Bir sonraki perdeyse basittir, rakı sofrasında ya da hafif alkollüyken kurtarılan ülkeler. "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oluyorsun." cümleleri ve bitmek tükenmek bilmeyen atışmalar.

"Bir Nord'un son düşünceleri, eviyle ilgili olmalıdır."
orj. "A Nord's last thoughts should be of home."
Bir önceki cümleyi kendim kurmuştum. Buysa Skyrim isimli -oyun değil-şaheserden geliyor. Oyunun başında idama giden karakterimizle birlikte, aynı at arabasının arkasında oturan cesur savaşçının sözü. Oyunun temeline inip senaryosunu anmak yersiz.
Ancak sadece bir Nord'un değil, benliğini unutmamaya yeminli herkesin ölmeden önce düşünmesi gereken şey; evi olmalıdır. Saçma bir laf vardı Mersin gruplarından birinde; "Mersinli, elbet bir gün Mersin'e dönecektir, ölü ya da diri." şeklinde. Yüksek dozajda şehir faşizmi içeren, burada yazım hatalarını değiştirerek sizinle paylaştığım bir laftı. Serbest çağrışım...

"Aptallık, en büyük günahtır." 
orj. "The greatest of all sins is stupidity."
Bir kitabını bile okumadığım Oscar Wilde'ın sözü. Aklıma kazınma nedeniyse, lisede öğretmenim olan babamın yıllığıma yazdığı yazı. Bu bir benzetme değil. Babam hayatımın her döneminde öğretmenim oldu, lakin lisedeyken gerçek anlamda öğretmenimdi. Kafama vura vura öğretmişti bazı şeyleri. Akıllıdan ziyade yarım akıllı bir adam olsa da, mal yetişmememi sağladığı için ona da bir teşekkür.

"Dünyada tek ölen sen değilsin." 
 Savaşmayı, yaşamayı bırakan bir kadına ettiğim en ağır laftı ki bir değil, iki değil, defalarca söyledim bunu. Çünkü intihar etmekle, hastalığa yakalanıp hayatı umursamamak arasında ince bir çizgi vardır. Savaşçı olanlar, hayattan zevk almasalar da; sırf hayata inat kalmaya çalışırlar hayatta. Pes etmeye yatkın olanlar ise "Eh nasılsa intiharı düşünüyordum, iyi oldu bu hihi." şeklinde aptal bir zihniyete bürünürler ölümcül bir hastalığa yakalandıklarında. Dünyayı siklemez görünürler ancak hayatın her damlasını umursadıkları her hareketlerinden bellidir. Tutarsızlık ve ahmaklık birleşir, hayatta olan ve uzun süre hayatta kalacak olan; kaderine razı olanı bir yerden sonra çekemez hale gelir. Dayanamaz ve parlar, gözyaşlarının üzerine dökülür kelimeler. Drama ihtiyaç yoktur.

"Bazı şeyleri aşmak lazım. Bunu yapabilmenin tek yolu da, kendin olmaktır."
Bir gün aileme uzun uzadıya anlatmıştım durumumu. Kaybettiğim arkadaşlarımı, bozuk psikolojimi, uykusuzluğumu, nefretimi, başarısızlığımı... Her şeyi ve sonunda dayanamayıp eklemiştim; "Ben telefonda konuştuğunuz, ayda yılda bir gördüğünüz adam değilim. Sadece size karşı böyle davranıyorum; benim yüzümden acı çekmeyin diye." Kalın puntolarla yazılmış olan cevap, babamdan gelmişti. Kimi zaman dalga geçtiğim, kimi zaman yücelttiğim babamın ağzından çıkmıştı. Şok olmuştum telefonda... Kazındı kafaya... 
 

16 Ocak 2013 Çarşamba

Akşamdan tesirli metropol notları 24

Bu seriye başlarken, aklımda; etrafta duyduğum veya okuduğum cümleleri kullanmak yoktu aslında. Ancak bazen, sadece bir iki cümle; hayatı özetliyor.



"Sevişirsin; neden beni öpmedi dersin. Öpüşür, neden ağzına almadı dersin. Ağzına alır, neden anal yapmadı dersin. Anal yapar, neden üzerine işetmedi dersin. Üzerine işetir, bu sefer de 'Ne leş karıymış lan benim ne işim var bununla!" dersin, bir daha aramazsın."


Fahişeler konusunda ihtisas bir arkadaşımın ağzından dökülen cümleler. Hoş, çok daha fazlası vardı ancak biraz daha masumane görünmesini istediğimden; hem cümleyi kırptım, hem de bazı küfürleri yumuşattım. Porno bağımlılarının, mastürbatif karakterlerin veya cebinde parası olan eskort kovalayıcılarının sınırları yoktur. Her zaman daha fazlasını, daha fantastiğini isterler. Çünkü esasen içinde bulundukları dünya, fantastik bir dünyadır. Ya modemleri ve monitörleri; ya da cüzdanlarının kalınlığı yardım ediyordur cinsel yoldan tatmin olmalarına. Bir yerden sonra ne para; fantezilerini gerçekleştirmelerini sağlayabilir, ne de ziyaret ettikleri porno sitelerdeki videolar onlara çekici gelir. Daha sapıkçaya yönelirler, daha ağır toplara girerler. Şimdiki gençler bu bakımdan çok şanssız. Çünkü onların sapkınlığın doruklarını zorladıkları nokta; hala cinsel yönden aktif kalabilecekleri nokta olacaktır. Gençlerden bir, iki veya üç üst jenerasyonsa hayatı boyunca bu pornografik birikime ya da eskort veri tabanına bir iki tıkla erişemediği için; muhtemelen sapık fantezilerin peşinde koşmaya başladığında ya çalışan bir ekipmana sahip olmayacaktır; ya da ölecektir.

"Nasıl blues çaldığın değil, neden blues çaldığın önemlidir."
Louis Armstrong? Hayır. B.B. King? Hayır. Howlin' Wolf? Hayır. Bu cümlenin sahibi aslında bir beyaz adam. Hatta beyaz pisliğin teki(white trash - redneck) bir komedyen, stand-up sanatçısı. George Carlin'e aittir bu sözler ve Carlin, bu cümleden hemen sonra blues yapan beyazlara giydirir. "Siyahi insanların isyanı olan blues'u benimseyip müzik icra ettiğinizi düşünüyorsunuz. Onlar çektikleri çileden dolayı bu müziği geleneksel bir biçimde devam ettiriyorlar. Sizinse en büyük çileniz spor bir arabanız olmaması." -Tam olarak bunları söylememiş olabilir ancak hayal meyal hatırladığım budur.

"Dünya herkesin kolunu kanadını kırar ve çoğu, kırık uzuvlarıyla güçlenir. Ama, kolunu kanadını kıramadıklarını, hayat öldürür. Çok iyiyi, çok naziği ve çok cesuru tarafsızca öldürür. Bunlardan herhangi biri değilseniz, emin olun sizi de öldürecektir ancak acelesi yoktur."

"İhtiyar Balıkçı ve Deniz" dışında hiç bir kitabını okumadığım yazar Hemingway'in sözü. Bununla ilgili karalayabileceğim pek bir şey yok. "Yorumsuz..." "Sözün bittiği yerdeyiz..." gibi, tuvalet kağıdı yapılmayacak gazetelerin manşetlerini ya da aptal Facebook paylaşımlarının başlıklarını kullanamam. Susmak iyidir. Unutmadan, sözün orijinali:
"The world breaks everyone and afterward many are strong in the broken places. But those that will not break it kills. It kills the very good and the very gentle and the very brave impartially. If you are none of these you can be sure it will kill you too but there will be no special hurry."

"Eskiden futbolu fakirler oynar, zenginler izlerdi. Şimdiyse zenginler oynuyor, fakirler izliyor." 
Şenol Güneş... Milyon dolarlara, spor arabalara, manken kadınlara sahip futbolculara atılan büyük taş. Futbol ekonomisi, futbolun endüstriyelleşmesi, uzun uzadıya konuşulacak bir sürü konu, sahip olunacak bir dolu argüman. Son olarak, Ivan Ergic'i bir araştırın derim. İyi geceler. 

15 Ocak 2013 Salı

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 23

"Oğlum neden böyle canavar kızlarla birlikte oluyorsun?"
Boynumdaki morluğu sorunca, biriyle yattığımı söylediğim annemin tepkisi. Halbuki bilmez ki; bir çok kadın girer çıkar hayatıma, seçici olmam kimi zaman; ruh halim çöküşte değilse ve canavar benimdir, o kadınlardan ziyade. Ancak bu, beni ne Kazanova, ne de Otis Abi yapar. Aynı tas aynı hamam devam ederim. Kimi zaman yalan söylerim, her yeni cinsel ilişkiyle acımı dindirdiğimi iddia ederim lakin dindirdiğim tek şey açlıktır. Boş, basit ve "yozlaşmış" oyun; oynamaya değerdir çoğu zaman çünkü bilirim ki; masallara konu olacak bir ilişki, gündem dışıdır. Gündemin içine girdiği anda, benim geceleri çektiğim uykusuzlukla, rahatsızlığımla ya da imkansızlığıyla meşhur olacaktır. Kısacası, rakı sofrasına meze olacaktır.

"Yaş ilerledikçe, ilgisini çekebileceğin kadın tonajı düşer."
Yaşım ilerledi...
Çeyrek asıra yaklaşıyorum. Geçen seneye kadar her şey yolundaydı. Bukowski değilim, arzu ettiğim her kadınla birlikte olamadım cinsel ya da duygusal olarak. Çok değiştim ancak elle tutulur bir başarım yok. Sistem oturtmaya çalışan bir teknik direktör gibiyim. Beş sene sabredilse takımımı şampiyonlar ligi şampiyonu yapacağım evet; ancak ne ben kendime sabredebiliyorum, ne de başkaları bana sabır kredisi verecek durumda. Çünkü dokunuyor, gömülüyorum bir sürü şeye. Yazmak, çalmak, video montajı, djlik, kart numaraları; bir değil, binlerce parçaya bölünen ufacık bir beynim var ve bu yüzden beş seneye ihtiyaç duyuyor teknik direktör. Ne taraftarın(ailem ve arkadaşlarım) sabrının kaldığını, ne de rakibin acıma duygusuna sahip olduğunu(kadınlar ve hayat) görüyorum.
Gördüğüm en keskin dönüşüm ise, belirli bir klasa; veya maddi duruma veya işe/güce/tarza sahip kadınlara daha fazla hitap edemeyişim. Onlar yirmilerinin başlarındayken; süründürebiliyordum bile. Çünkü etkiliyordum bir şekilde. Ya onlar için bir iki sayfa karalardım, ya da onlarla yüzyüzeyken sadece bir saate ihtiyacım olurdu. Ancak devir değişti artık...
Biliyorum, zengin koca kaygıları yok veya zengin sevgili. Kendilerine içki ısmarlatmak isteyecek kadar varoş ya da rezil kaltaklar da değil onlar. Ancak masallara inanmayacak kadar da akıllılar. Hepsinin okulu bitmiş, altlarında araba, kiminin şirketi var, kimi üst düzey yönetici, kimi babadan zengin ancak babasının parasını da sokağa saçmıyor. Bir yerinden tutunabilmişler hayata; ben mezun olmayı ve zamanımın gelmesini beklerken; onlar çoktan bitiş çizgisini geçmişler ve zafer koşusu atıyorlar. Harcadıkları emeği gözönünde bulundurarak, yanlarındaki erkeklerin de belli şeyleri başarabilmiş olmasına özen gösteriyorlar. Konuşsan, saatlerce konuşabilirsin ve bir çok konuda bilgili olduğunu söyleyebilirsin onlara ancak modern tip Hemingway olmak işe yaramıyor artık, en azından onlarda. Bu yüzden seninle ilgilenecek kadın sayısı, yaşın ilerledikçe azalıyor; tabii, ilerleyen yaşınla beraber bir Ali Ağaoğlu'na dönüşmüyorsan.

"Dedemi kaybettiğimde, doktorun katil olduğunu düşünmüştüm." 
Günler önce bir yorum gelmişti... Yayınlayıp yayınlamadığımı hatırlamıyorum o yorumu ancak basit olarak "Karıcısın!" diyordu yorumu atan kişi. "Karıcı" daha önce karşılaştığım bir tabir olmadığı için ilginç karşılamıştım. Sanırım anlamı, kadınlarla kafayı bozmuş erkek. Evet, öyleyim. Ancak sırf sana cevap olsun diye son paragrafı paylaşıyorum.
Çocuk aklı... Yaylaya gitmiştik ailecek. Ben niye gittiğimizi bilmiyorum çünkü sadece beş yaşındayım. O zamana kadar bana şaklabanlık yaparak beni güldürmeye çalışan adam yatağa düşmüş. Ancak kan bağının önemi konusunda hiç bir fikrim yok. Sadece bir adam, yatıyor, biraz da hasta gibi... Tabii son günleri olduğu için yayla evine yerleştiğini geç fark ediyorum. (takriben on yaşıma bastığımda, bir diğer cesetle karşılaştığımda fark ediyorum ölümün ehemmiyetini) Ardından çocuk aklı işte, kötü bir şey olduysa; her zaman bir suçlu vardır. İntikam alınacak biri, nefret edilecek ya da suçlanacak biri. İnançlı bir aileye(bağnaz değil, inançlı) sahip olduğumdan ve güney kültürüyle yetişmiş olduğumdan dolayı da, Allah'ı suçlayamıyorum. Evet, kesinlikle doktorun bok yemesi dedemin ölümü. Başka doktor olsaydı daha fazla yaşardı ve ben bu fabrika işçisini, Mersin yerlisini daha fazla tanırdım.
Keşke ahmaklık sadece çocuklara özgü olsa... Çocuklar dışındaki ahmakların hepsi katledilse...

NOT: Bira.fm harika bir radyo evet; ancak Ryan Adams'ın Wonderwall yorumu daha harika. Tabii bununla beni tanıştırdığı için Bira.fm sanal dj'lerine minnettarım.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 22

Leş gibi kar var İstanbul'da.
O karın içinden kart kurt sesleri çıkara çıkara, daha yarısı bile erimeden karın; okula gittim bugün sabahın köründe. Dönüşte halledebildiğim bir iki iş sebebiyle az da olsa mutlu hissettim. Sanırım bunu uzun zamandır yaşamıyordum.
Dışarıdayken, flört durumundayken, partide, eğlencedeyken bambaşka bir ruh haline bürünüyorum ve bunun adı kesinlikle mutluluk değil. Bunun adı sadece "heyecan" olabilir. Çünkü şu yaşta yarısı beyazlaşmış saçlarım ve gözlerimin kenarlarında belirginleşmeye başlayan çizgilerle birlikte; artık o "heyecan"ın kalmadığını da görüyorum. Vardır ya bir gençlik ateşi, çıldırırsın, dışarı çıkmak istersin. Paran varsa her gece her barı arşınlarsın. Asmalı, Rexx, Caddebostan, kısacası İstanbul'da eğlence senin olur. Banaysa o heyecandan arta kalanlar, dışarıda bir yerlerde demlenirken; doğru noktaya ulaştığımda geliyor ki bir sonraki içki, duygusal çöküntüyü bir lider gibi takip etmeme sebep oluyor. Ya Bourbon'u hatırlıyorum, ya kaybettiklerimden birini, ya da kadınlarımdan birini... Disko, bar, Erasmus partisi, nerede ve kiminle olduğum fark etmiyor. Uzaklaşmak, inime çekilmek; fare deliğimde üç beş içki içip günlük beyin hücresi katliamını tamamlamak, ölü gibi yatağa girmek istiyorum.
Bu yüzden, uzun zamandır yaşamadığım bir şey mutluluk. Bugün düşündüm, en son ne zaman mutlu, sağlıklı, spor yapan, sigara-alkol kullanmayan veya kararında kullanan bir adam olduğumu... Aklıma 2011 yazının güzel günleri geldi sadece. Sanırım yalnızlığı da götürmüştü mutluluk, bünyemden. Tek bir pamuk ipliğine bağlıydı zaten bu sahte mutluluk, o iplik de çabuk koptu ve ilmiği kafama geçirip tabureye çıktım tekrardan. O kadar uzun zamandır inmedim ki o tabureden, mutsuzluk, sancı veya sefalete ihtiyaç duymaya başladım. Tabureden her inmeye çalıştığımda, saçma sapan bir şey oldu ve vazgeçtim. Murphy kanunlarının mahkumlarından biriydim. Ancak bir yandan da; acı çekmek alışkanlık haline geldiği için, basit şeyleri de kafama takmaya başladım.
İnemedim tabureden belki, ancak hala teşekkür etmek istediğim; daha doğrusu normal şartlarda teşekkür etmediğim bir güruh var. Şimdiye kadar ailem gibi, arkadaşlarım gibi, yakınlarım gibi insanlara gerek buradan, gerekse yüzyüzeyken minnettar olduğumu söyledim. Ancak hep kaçtığım bir grup vardı, veya bir güruh.
Hayatıma şimdiye kadar herhangi bir sıfatla giren tüm kadınlara teşekkürler. Kiminiz ağlattı, kiminiz güldürdü, kiminiz eğlendirdi, kiminiz acı dindirmeye yetti, Lakin hepinizin bana kattığı bir şey vardı. Ne büyük bir adam olabildim, ne de karakterim yeterince oturdu belki de; fakat çocuk-genç kavramından kurtulmamı, doldurduğum günler sağlamadı; sizler sağladınız. Hepinize çok teşekkürler. Gidene de, izin vermediğim halde kalmak isteyene de, tenimden kazımak istediğime de, kısacası hepinize; sonsuz teşekkürler.

7 Ocak 2013 Pazartesi

Rüya ve bilinaçtı demişken...

Bu önemli.
Aslında çok da önemli değil. Ancak kilitlenir kalırsın, bir fotoğrafa. Ve o fotoğraf aslında senin değildir. Başkasının fotoğrafıdır. Başkasının, başkalarıyla fotoğrafıdır. Senin dokunabileceğin değildir, senin tutabileceğin değildir; çünkü ne fotoğrafı çeken sensindir, ne de fotoğrafa bahis olmuş kişiye yeterince yakınsındır.
Bu noktada devreye girer işte sosyal ağlar. Çünkü, bir şekilde bulup buluşturursun o fotoğrafı. Yöntemler önemsizdir. Sen o fotoğrafı açar, saatlerce bakarsın. Tam ekrana alırsın, sunumu durdururursun ki aynı klasöre kaydettiğin diğer fotoğraflar bir anda kadraja girmesin. İstemeszin komik ya da başkalarını içeren herhangi bir görseli karşında görmeyi.
O an, en güzelidir.
Çünkü, aslına bakarsanız; olması gereken, nam-ı diğer, Kurtlar Vadisi'nden fırlama "racon" budur. Bir fotoğrafa bakarak saatlerce içmek... Boş gözlerle onu izlemek, amaçsızca beklemek ve o fotoğrafın bir an canlanacağını, monitörden dışarı çıkacağını beklemektir hayat; çoğu zaman.
Ne o fotoğraf canlanır, ne de o karedeki tek kişi çıkıverir monitörden ve hayatınıza dahil olur. Üzgünüm, ancak siz birbirinden uzaklaşan gözlerinizle; odaklanamayan beyninizle o fotoğrafa bakarak bir yudum daha alırken içkinizden, ne fotoğraf kalır, ne de fotoğraftaki kişi.
Aslında basittir. Bilirsiniz çünkü onun bambaşka insanların hayatlarında; monitörden çıkıp gerçekleştiğini, çoktan birinin kadını olduğunu ya da yakın zamanda; aynı fotoğrafa siz aval aval bakarken, sizi terk edeceğini...
Bu yüzden, bilinçaltı izin vermişken size, bir şarkı dinlersiniz ve canınız yanar.
"come here by me i want you here
nightmares become me it’s so fucking clear."
Ve o şarkı, benim için hep aynı adamın ses tellerinden çıkar.
Josh Homme...
<iframe width="420" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/Eo2h57KpTSY" frameborder="0" allowfullscreen></iframe>

Bilinçaltının Parçalanması

Bu sabah bir sınavım vardı. Dün akşam kütüphanede yeterince çalışıp eve geldim. Beyin biraz iflas etmiş olacak ki; ilk patlağı orada verdik. Ev arkadaşım odasında yeni aldığı ve bağlandığı oyunu oynarken(vurdulu kırdılı cins bir oyun, en basit böyle anlatırım), Galatasaray'ın hazırlık maçının tekrarı televizyonda açık; uyuyakalmışım kanepede. Gümbürtüyle uyandım. Ancak uyanamamıştım aslında, hala rüyada gibiydim. Sanıyordum ki; mahallede yine bizim apartmanın kapısını tekmeliyor birileri veya birileri, diğerlerini doğruyor. Direkt olarak cama yöneldim sesin kaynağını bulmak için. Camı açıp aşağı eğildim, neler oluyor merak ediyordum. Zaman zaman Alkolik Cemil'e bağlayıp, "Katil geldi Sevim!" dediğim doğrudur. Aşağıdaysa her şey çok sakindi. Kavga falan yoktu, kimse bizim apartmana bakmıyordu.
Aslında ses tam arkamdan, arkamdaki odamdan geliyordu ve ben bunu beş dakika kadar çözemedim. "Haa" diyerekten tekrar kanepeye geçtim, uyuyamadım ve çay demledim.
Gece boyu çay içtiğim için(bir demlik içtim yaklaşık), 2'de yatağa girsem de uyuyamadım. Aslında çok da çalışmamıştım; yeterli çalıştığımı düşünüyordum sadece. 6.30'a kadar uyku tutmadı. Bir gram bile... Uyudum, çok hafif oldu uykum ve tekrar uyandım; defalarca ve bu gerçekten de sabah 6.30a kadar devam etti. Bir ara kalktım, evin içinde gezindim ve tekrardan yatağa girdim. O bir saatlik uykumda neler oldu, hiç bilmiyorum. Ancak gerçeklikten o kadar uzaktaydım ki, uyandığımda evin içinde yürüyüp yürüyüp, sınava girmemeyi bile düşündüm. Kafam gidip geliyordu, Odamdaki perdeler kapalı olduğundan, salona geçince fark ettim karı. Fena yağıyordu ve geç kalacağımın farkındaydım. Duşa girdim, biraz toparladım kendimi ve sabaha dair tüm kahvaltı planlarımı çöpe atarak yola çıktım.
Okulun içine, metrodan çıktığımda güneş doğuyordu. Bırak şemsiyeyi, atkı, bere, eldiven bile kullanmıyordum. Üzerimde bir tane -kimine göre Matrix, kimine göre Ezel, önünü kapatınca Nazi Subayı- paltosu, güneşe bakıyordum. Gireceğim sınava dair umutlarım olduğundan ötürü de kulaklıklarımı takıp, "Dragonborn" isimli, Skyrim soundtrackini dinliyordum. Lakin okulun da gerçekten bir Skyrim sabahını andırması, sınavı boşlayıp "Bu ağaçlar, bu çiçekler ne güzel." diyerek saatlerce gezmem konusunda beni gaza getiriyordu. Yapmadım, girdim sınavıma, paşa paşa çıktım. Kantinde biraz takıldım ve eve döndüm. Uykusuz ereksiyonundan okulda yeterince çekmiştim ancak giydiğim uzun palto önümü kapatıyordu neyse ki.
Üşüye üşüye evin içine atılan ilk adım ve uykusuzlukla sonuçlanan bir iki saat, bilinçaltımın çatırdağı zamandı. Defalarca uyandım kabuslardan da, rüyalardan da...
Önce en yakın "o"nu gördüm. "Bana da mı yazmayacaksın artık?" diyordu rüyamda. Anında uyanıp bir şeyler yazmaya çalıştım Facebook'tan. Yazıyordum, ancak ondan bana gelen bir mesaj olmadığını da görüyordum. Hafiften duruma ayıkıp tekrar yatağa girdim.
Ardından, yazdığım cinsel içerikli bir iletiye; "Dediklerinin hepsini yaparım ancak biri hariç." diyordu seksi bir kadın. Tanımıyordum kadını ve rüyayı da sanal alemde görüyordum. Lanet olası boşluktaydım ve rüyalarım bilgisayar başında geçiyordu. Bilinçaltım çatırdamayı bırak, parçalanıyordu. Yaklaşık yarım saat boyunca uykuyla karışık, gerçekten böyle bir mesaj gelmiş mi diye düşünerek telefonumdan Facebook'u karıştırdım. Ne böyle bir ileti yazmıştım, ne de böyle bir yorum gelmişti hesapta yazdığım iletiye. Toplasan dört saat bile uyuyamamıştım ve uykusuz ereksiyonu yine kendini gösteriyordu.
"Boşver, en azından tuvalete gitme ihtiyacı hissetmem."  derken, ağır bir baskı hissettim mesanede. MJ'in moonwalk'u tarzında durarak işedim, tekrar yatağa girdim ve uyuyamadım. Aptal aptal sırıtıyordum, "Lan ne güzel kadınmış bak benimle birlikte olmak istiyormuş hem de eheh." diye düşünmekten uyuyamadım. Ancak öyle bir kadının, öyle bir iletinin olmadığını idrak edemediğimden ötürü uykuya da dalamıyordum.
Aval aval bakındım tavana. Yanımda kimse olmadığını, bok gibi yalnız olduğumu fark ettim ve o bokun üzerine sifonu çekip uyandım. Hala uyumadım bir de, ki işin en arıza kısmı o sanırım. Son 48 saatte toplasan 6 saat uyumadım ve neyle savaştığımı bilmeden, kendimi aptal heveslerin içine sürüklemiş, yürüyorum usul usul.
Ama bu çatırdayan bilinçaltının en güzel ürünü de bu, uykusuzluk yaratıcılığı bir nebze de olsa arttırıyor.

NOT: "uuf finaller :(" diyen, ancak İşletme, Su Ürünleri gibi bir fakültede tahsil gören öğrencilere yakın bir arkadaşımın iki çift lafı var:
"BENİM KAFAMDA SAÇ KALMADI ULAN SİZ NEDEN BAHSEDİYORSUNUZ?!" - kendisi İTÜ'de Elektrik Mühendisliği okumakta.

4 Ocak 2013 Cuma

Melancholy Man

Zamanında, başlıktaki parçayla ilgili saçmalamış ve karalamıştım.
"Can Gox ve Kaybedenler Kulübü sebebiyle bu parçayı tanıyorsanız, görüşmeyelim." cinsi bir şeydi. Evet, klasiklere; iki Türk filmi veya yabancı film üzerinden saygısızlık yapılması en . Sırf bu yüzden, burada parçayı paylaşmayacağım bir Tumblr kadını gibi. Daha önce dinlemediyseniz, araştırıp bulursunuz. Bulamazsanız da umrumda olmaz aslen.
Yazmayacağım demiştim, Twitter'daki kısa cümlelerle geceyi bitiririm demiştim. Bitmedi, dökülemedim; veya lanet kurtlarımı dökemedim. Meyhanede dinlediğiniz son şarkı veya içtiğiniz son içki, her zaman kusmak istediklerinizi içinde barındırır.
Şimdiye kadar girdiğim tüm dipler adına, şunu salladım ben Ekşi Sözlük'e.

"en azından sözümde durmuştum ben. ki hep "bunu" sevmiştim ben. sadece öpülen, ertesi gün uzaklaşan kadınları. çünkü onlar "vardı."gerisi ise, yoktu. basitti. çünkü ben onları gittikleri için sevdim, gidecekleri için onlara aşık oldum. pişman değilim. aşık değildim. ama imkansız birliktelik fikrini seviyordum, hep de sevecektim. kimi ölecekti, kimi gidecekti. bense sabah yedide, onları düşünecektim; elimde yapışmaktan vazgeçemediğim bir içki şişesi, ağzımda leş bir sigara. uzak iyiydi, can yakıp giden uzaktan iyiydi her zaman. sonunda meyhanede biteceğimi bile bile yaptığım hatalardan olmayacaklardı. sadece "özleyeceğim" hatalarımdı onlar benim. öyle kaldılar. kaybedeceğimi bile bile giriyordum. çünkü onlar temiz çarşaflar içindelerdi, beni beklemezlerdi. geleceğim olan kadınlarsa, çoktan gitmişti. çünkü en azından birilerine karşı değil,bazı durumlara karşı kaybediyordum.saf arabesk, saf acı; iniş çıkışlardan her zaman iyiydi.eyvallah."
Ekşisözlük'te yazılan hiç bir şeyden sorumlu değilim, bu hariç. Gün gelir, benimseyiverirsin. Kısa cümlelerle, 140 karakterle bir yazıt ayarında yazdığın saçma sapan bir şeyi... Aslında saçmalamışsındır ve sadece vücudundaki alkol oranından ötürü o; bir döneminin aforizması olur. 
Kendimi de, metabolizmamı da, lanet olası hayatımı da hepinizden daha iyi çözümleyebiliyorum. Çünkü farkındayım. Ne istediğimin veya ne istemediğimin farkındayım. Ters düz giden hayatımın farkındayım. Başarı ve başarısızlıklarımın farkındayım. İçinde bulunduğumu düşündüğüm hapishane hayatının farkındayım ki merak etmeyin; benden çok daha kötü durumda olan gençlerden, çocuklardan haberim de var. Kısacası ben kendimi çoktan çözümledim. 
Ancak, derler ya, insan arkadaşına psikanaliz veya psikoterapi yapamaz diye. Dibini yaşıyorum işte o durumun. Analiz edebiliyorum, aynaya bakamadığım suratımı analiz edebiliyorum. Yaptığım hataları analiz edebiliyorum ancak bazen durulamıyorum. Bugün de onlardan birini geçirdim sadece ancak farkındayım, o "imkansız"ı oynamak istediğimin farkındayım her basamakta. Çünkü, bunun için doğduğumu hissediyorum; her ne kadar çevremdekiler tersini hissettirmeye çalışsa da... Kartlar açılır ve asla yüzüne gülmez. Ancak sen doğuştan bir kumarbazsındır ve her ele "Rest" girersin. Ama her ele rest girmek, kazanan ya da kaybeden olduğunu umursamadan; kasadan yemektir. Kasada ne var ne yok yediğimin farkındayım. Bir fahişe olarak karmanın yakamda olduğunun da farkındayım evet, lakin; "Önemli olan yarışmaktı."; sizin aptalca aşk, flört oyunlarınızın altında taktığınız standart maskerlerden bağımsız.
Dönelim mi o zaman yine aynı parçaya? "I'm a melancholy man..." 

NOT: Bir süredir karalayıp siliyordum, emin olamadığımdan. Yakında, çok yakında karalayıp sildiklerimi de toparlayıp yapıştırırım. Üzgünüm, ama denedim. Dizginlemeyi, sevmemeyi, sevişmemeyi, yazmamayı, yazdıysam da gizlemeyi. Olmadı, yapamadım. 

3 Ocak 2013 Perşembe

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 21

Bu yazının hiç bir yere varacağı yok. Kısa kısa notlar şeklinde devam edecek.
Bir numara, kesinlikle Bira.fm isimli radyoya "tribute" niteliğinde. Saçma sapan bir web sitesi aslında. Sadece rastgele şarkılar çalıyorsunuz ancak bu işte gayet iyi olduğunuzu düşünüyorum. Kendi radyo istasyonum sizin kadar "tık" almıyor lakin bu işi "canlı"ya çekerseniz, emin olun; daha fazla kazanırsınız. Ben ve benim gibi binlerce insan var, sizin istasyonlarınızdan herhangi birinde çalmak isteyen. Neyse, "yok mok" derseniz de; bu hali de güzel web sitenizin. En azından "The Dragonborn Comes" isimli bir eseri çaldınız, 100 numaralı frekansınızda. Bu da benim için yeterli...

Teknolojik olarak leş bir dönem yaşıyorum. Elimi neye atsam kuruyor. Bilgisayarıma uzun zamandır dayanamıyordum zaten. Gerek monitördeki ölü pikseller sebebiyle, gerekse yakında çökeceği belli olan hard disk'im sebebiyle. Büyük bir hevesle, çok para saçmadan güzel bir bilgisayar toplamıştım ki ilk başta ana kartı yandı. 1 sene sonunda anca kabul etti distribütör firma, ana kartı değiştirmeyi. Ardından kasanın arkasındaki fan çalışmayı kesti. Sonrasında iki kez değiştirdiğim bilgisayarın güç kaynağı, beni üçüncü kez kendisini değiştirmeye itti. O oldu, bu oldu. Şu an ablamın Macbook Pro'sunu kullanıyorum; sabit diskimdeki S.M.A.R.T. hatasından ve bilgisayarın kendini çökmeye bırakmasından ötürü; fakat düşünmeden edemiyorum. "Benim mutlulukla ne zorum var ki? Sadece masaüstü bir bilgisayar istemiştim kendime. Lanet olsun..."

Tiksintiyle karışık, devam edelim. Bugün bir arkadaşımla buluştum. Sevgilisi, Cihangir'de bir barda DJlik yapıyormuş falan fişman. Cihangir'e doğru yürüyoruz, o leş gibi tantuni yapan mekanın yanından kıvrılarak... Buluşmuşuz, yemeğimizi yemişiz, kahveler içilmiş ve teslim vakti. Yürürken biz, aklı hala 31 Aralık 2012 gecesinde ya da 1 Ocak 2013 sabahında kalmış; elinde bir şişe bira tutan sapın teki salça oldu. "Ağabeyciğim iyi yıllar, mutlu seneler!" diyerekten. "Hea." dedim ve yürümeye devam ettim. Aslında aklımdaki plan, arkadaşımı o yola gönderip metroya yönelmekti. "Ben seni bırakayım, bara kadar." dedim. Yolda bir de evsiz bir aile ve o ailenin reisinin, yani sapının bir adama daldığını görünce; üç buçuk attım. Standart Taksim değil bu artık, veya standart Beyoğlu. Ölüyor günden güne, ve insanlar birbirini yemeye; öldürmeye bakıyor. O an ne kadar rahatsız hissettiysem, işim bitince metroya yöneldiğimde de o kadar rahat hissettim. "Beyoğlu'na takım elbisesiz çıkılmazdı!" diyecek kadar eski değilim İstanbul'da; lakin neden dışarı çıkmadığımı ve çıkmayacağımı bir kez daha gördüm. Bu da bana yeter... Mekan? Yok, sanmıyorum.

21 demiştik, notların bu bölümü için... Olasılıksız'ı okumaya başladım. Eski ev arkadaşım, eski ev arkadaşının eski evlerinde bıraktığı vitrini olduğu gibi bizim eve getirdiği için elime geçen bir kitaptı. Hakikaten iyiymiş. Ancak insanların "Bir nefeste bitirdim!" dediği kadar da sarıcı cinsten değil. Sadece, kumar-suç-polisiye aynı kitabın içinde geçtiği an ayrı bir gaza geliyorum, hepsi o.

Ha bir de, sevdiğim bir arkadaşım zamanında Boxer dergisinde yazıyordu. Tekrar çağırmışlar, "Neden yazı göndermiyorsun artık?" demişler elemana. Elemanın hikaye karışık, lakin gaza gelmiş artık, yazmak istiyor. Beni de önereceğini söyledi. Beş tane blog postu istedi. On beş tane gönderdim. "Abi sen aradan seçersin, hakikaten aklıma başka bir şey gelmiyor." dedim ama çok küçük ihtimaldir Boxer'da yazabilecek olmam. Parasını pulunu salla gitsin de, basılı bir mecraya yazdığım için kendimle gurur duyarım; eğer böyle bir şey gerçekleşirse.

Son not: Haziran'a kadar İstanbul'dayım. Ne yazık ki... Ne okul bitti, ne de çile. Evet, hala İstanbul'dan nefret ediyorum ki bugün o tiksindiğim masaüstü bilgisayarın içini açtığımda bir kez daha fark ettim ki, iş güç bulamazsam, Mersin'de bir bilgisayar teknik servisi açar ve paraya para demem. Lanet olsun, son kez.

2 Ocak 2013 Çarşamba

Sigara alışkanlığı, Freud ve İçgüdüler Üzerine

Yeni yılda ev arkadaşımın en büyük adımı, sigarayı bırakmak oldu.
Düşe kalka bırakıyor 2. gününde yeni yılın.
Ben de sabah uyandığım anda yeni zamı gördüm ve "Tamam, benim vaktim de gelmiş artık." dedim. Ancak bunu söylerken de ufak bir teorim var açıkçası...
Öncelikle, sigarayı bırakmak; kesinlikle iradeye ya da sağlıklı yaşama dayalı olarak verilecek bir karar değildir. Tabii, ergen veya ergen-sonrası durumunda bir veletten bahsetmiyorsak. Sonuçta, karakteri yeni yeni oturan bir adam ya da kadın; gayet ilgi çekmek adına da sigarayla yatıp sigarayla kalkabilir. Çünkü ilgi çekmek için yapılan her şey mübahtır belli dönemlerde. Dolayısıyla az sonra yazacaklarım, tamamen "sigara tiryakileri" ile alakalı bir analiz.
Freud okur musunuz? Ya da herhangi bir şekilde kitap okur musunuz? Umarım okuyorsunuzdur çünkü makaleler ve belgelerle, Kılıçdaroğlu misali destekleyemeyeceğim tezimi şu an. Fakat, Freud'un bir teorisi vardır, içgüdüler üzerine.
İçimizde yaşam içgüdüsü olduğu kadar, ölüm içgüdüsü de taşırız. Çünkü bilinçaltımız, bu şekilde programlanmıştır. Yaşam içgüdüsünü temele oturtarak neler yaparız? Yemek yeriz, spor yaparız, uyuruz, sağlıklı yaşamaya çalışırız. Kısacası, aptal kişisel gelişim kitaplarında gördüğümüz her şeyi yaparız. Peki ölüm içgüdüsü  bize neler yaptırır? Alkol, tütün, uyuşturucu tüketimi; kafein bağımlılığı, manik depresif insanlarda kendine zarar verme dürtüsü sonucu yaralar... Örnekler çoğaltılabilir. Ancak burada bahsetmeye çalıştığım şey o kadar karmaşık değil.
Ölüm içgüdüsü, yaşam içgüdüsünden daha baskın olanlar; genellikle mutsuz insanlardır. Mutluluğu herhangi bir alkol cinsinde, bir uyuşturucu maddede ya da kendine herhangi bir şekilde zarar verecek bir eylemde ararlar.
İşte bu yüzdendir ki, iradesi güçlü olanlar değil; mutlu olanlar sigarayı bırakabilir. Çünkü ona ihtiyacı olmadığına kendini inandırabilir, dik durabilir ve yaparken mutlu olduğu şeyleri yapar. Basit bir denklemdir bu.
Peki ya mutsuzlar? Onlar, denerler sadece. Onlar için, sigarayı bırakmak; sadece bir teşebbüsten ibaret olur genellikle. Tıpkı attıkları diğer "değişim"adımları gibi. Spora başlamak, yeni bir programın dilini öğrenmek, kariyerleri konusunda farklı bir adım atmak gibi... Bunların hepsi, mutlu olma arayışıdır. Kimi başarılı olur, kimi başarısız. İnsan kendini sevmek zorunda değildir, fakat insan kendini kabullenmek zorundadır. Kendini kabullenemeyen ya da kendine tahammül edemeyen insanın sonu ise intihardır. Çünkü intihar, kendine verebileceğin en büyük zarar olmakla beraber, çevrene ne kadar bencil olduğunu gösterebileceğin en büyük yoldur.
Hoşgeldin 2013...


1 Ocak 2013 Salı

1 Ocak 2013

resmen kalemde golü görerek girdim yeni yıla. saat 5.30 suları...
ama bile bile yedim. hatır şikesi gibi yani.
-sevgilin var, biliyorum. uzakta yaşıyorsun, biliyorum. uzakta yaşamasan da, yakında ben gideceğim, biliyorum. benden yaş olarak büyüksün, onu da biliyorum.
-peki neden sayıyorsun bunları?
-senden bir şey isteyeceğim, veya, ıı boşver. benden nefret edersin.
-söyle.
-bir öpücük. dudaktan.
kocaman gözleriyle şaşkınlığını anlatarak suratıma baktı.
-tamam, istemedim say.
-saçmalıyorsun çünkü!
-peki french kiss olmasa da olur. sadece dudaktan, masum bir öpücük!
-hayır.
kulağına eğildim.
-peki.
dediğim anda döndü ve minik minik öptü. sonra dudağını dudağımdan ayırdı.
-bu hiç bir yere gitmeyecek biliyorsun değil mi? yani devamı yok, devamı olursa kendimi kötü hissederim.
-olmayacak, ben de devamını istemiyorum zaten.
kalktık, evlere dağılmak üzere. taksiden, kendi evimin önünde inmeden hemen önce:
-gelmek üzereyiz.
dedim ve bir kez daha öptüm. uzun zaman önce kurduğum bir cümle vardı:
"imkansızı oynamak güzeldir, her yaşta..."
ben yine imkansızı oynuyordum, acı çekmekten; duygusal olarak acı çekmekten mutlu olan bir mazoşisttim çünkü. şimdiyse oturmuş, o anı kafamda tekrar tekrar oynatarak yazıyorum. arka planda, bira.fm açık. lamb'den heaven çalıyor ve içimden tekrarlıyorum:
"this could be, heaven now; here i own."