Google+ boş mideye iki duble viski: Eylül 2012

17 Eylül 2012 Pazartesi

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 2

Sesi ağlamaklıydı. En son bir ay önce görüşmüştük.
-Kendinize çok iyi bakın, birbirinize sahip çıkın. Lütfen, benim için...
-Tamam, sahip çıkacağız, söz veriyorum.
-Biz eskiden böyle değildik, birbirimizden ayrılamazdık hiç. Ama şartlar bizi bu noktaya getirdi işte.
-Yine buluşuruz, yine toplanırız, mesafeler önemli değil ki...
-Olsun oğlum, seni çok seviyorum. Halan da çok seviyor. Üstünüze düşüyor hep. Onu da alıp New Jersey’e gelir misin kışın?
-Gelirim,geleceğim, en azından halamla konuşacağım, söz veriyorum.
-Uçak biletini bile alırım senin, yeter ki halanı ikna et.
Konuştuk, biraz daha ağladı, biraz daha konuştuk. Baba tarafımdan olan akrabalarımı her zaman sevmişimdir. Çünkü bana eski Mersin’i ya da eski hayatı çok iyi iletirler. Çok güzel anlatırlar ve güneyli olmanın gururunu, getirilerini benden çok daha iyi taşıdıklarına eminimdir.
Bu aralar çok konuşmuyor, bol bol susuyorum. Muhabbetler, diyaloglar akıp giderken takip etmeyi veya izlemeyi tercih ediyorum. Aslında bir eksiğim, bir acım da yok. Sadece bir girdapta gibi hissediyorum. Ailem bu konuda bana karşı biraz tepkili, özellikle onların yanında olduğum zamanlarda sustuğum için. (Yaklaşık on iki saat sonra yine öve öve bitiremediğiniz İstanbul’a dönmüş olacağım)
Halbuki susuyorum, çünkü konuşmak gereksiz geliyor. Belki de çok fazla kendimi beğenmeye başladım ki, kafamda dönen içsel diyaloglar; insanların konuşmalarından daha fazla enterese ediyor beni. Evet, bir sürü çakal var aklımda gezinen ve hepsiyle tek tek boğuşmak yorucu olsa da, rahatlatıyor bazen.
Buradan saatlerce, ya da kilometrelerce uzak olan bir yerle yaptığım telefon görüşmesinin ertesinde günlerdir düşünüyorum. Nasıl böyle olduk diye... Ben sustum belki, evet ancak herkesin susması ayrı oldu. Biz böyle değildik, en azından parmaklarımızla değil; ağzımızla konuşurduk. Mesaj atmak, Facebook’ta kim ne yapıyor diye bakmak ya da Twitter’dan gündem takip etmek yoktu. Televizyondaki son dakika haberlerinden görürdük ne olup bittiğini, bilgisayar ya da cep telefonundan güncellemeler üzerine uğraşmaktan ziyade. “News feed” okumak yerine, gazeteye gömülürdük sabahları. Gazeteyi hep en son sayfadan açıp transfer haberlerine bakardım sıcak yaz günlerinde.
En basitinden arkadaş sayımız önemliydi bizler için, takipçi ya da Facebook listesi değil... Ama uzaklaştık işte. Her şey çok hızlı değişti ve hayattan da, arkadaşlarımızdan da, sosyalleşmekten de uzaklaştık. Salt geçmişe duyulan özlem değil bu, cidden. Ama farklıydık be, şu ankinden çok daha farklı.
Dün arkadaşın balkonunda yaptığımız muhabbetlerde de bunu fark ettim ve yine düşünceler kafada dolaşmaya başladı. Eski anılardan, içmelerden, aşklardan, sapıtmalardan ya da kusmalardan bahsediyorduk altı üstü. Çok keyifli diyaloglar, hafif bir esinti, arkada çalan “Chill Out” tarzı bir müzik ve geçmişte yaşadıklarımız, beraber yaptıklarımız, attığımız ortak kahkahalar. Sakin muhabbet işte... Ama o zamanlar daha mutluyduk şu anda olduğumuzdan. Çünkü dedim ya, -son on yılda patlayan-  teknoloji furyası yoktu o aralar.
Şimdiyse etrafıma baktığımda sadece huzursuz olduğumu hissediyorum. Hatta benim jenerasyonumun az biraz zeki kesminin hepten huzursuz veya mutsuz olduğunu hissediyorum. Bizi yaralayan acılar, ölümler, aşklar, ilişkiler oldu evet ancak son vuruşu yapan teknolojinin sapkınlığı, sülük gibi hayatlarımıza yerleşmesi oldu be.
Artık sözlük denildiği zaman insanların aklına iki yüz üç yüz sayfadan oluşan ciltli kitaplar gelmiyor. Tek odaklandığımız “Ekşi Sözlük”, “İnci Sözlük”, “Uludağ Sözlük” vs. oluyor. Kitap okumuyoruz, e-kitapları çatır çatır internetten indiriyor ve tabletlerimizde okumayı tercih ediyoruz. Tabletlerimizde de okumuyoruz aslına bakarsanız, sadece arşivliyoruz. Ne olur ne olmaz diyerek... Yapışıyoruz her şeye, ve tüketiyoruz umarsızca. Ansiklopedinin ne olduğunu bilen kaç kişi vardır acaba şu anda, 25 yaşın altında?
Hepimiz kafein bağımlısı, teknoloji müptelası, bilgiye aç; intihara bilinçaltından meğilli maymunlarız.Günün getirdiği bu, modern maymunluk. Bağımlılıklar bile değişti. Eskiden alkol, sigara, uyuşturucu bağımlılığı dillerde dolaşırken şimdi Xanax, Apranax, Vicodin cinsi medikal mucizelerin tüketiminin yaygınlığı veya popülaritesi konuşuluyor. Bu tip reçeteli afyonlar üzerinden prim yapmaya çalışıyor insanlar. Starbucks’tan alınan kahvenin modeli tartışılıyor, o barda bu barda içilen mojitonun inceliği, alkol oranı sorun oluyor.
Boş işte... Artık değişti. Sadece biz büyüdüğümüz için kirlenmedi dünya, biz kirlenmeye zorlandık. Çünkü sığınabileceğimiz bir kale kalmadı artık. Hep aradık kendimizi adapte edebileceğimiz bir yerleri. Hep sığınabileceğimiz bir yeri aradık ancak inceldik, durmadan. Yazdık, susmadan ve kartlar bizim lehimize döndü sanarken safça; resti çoktan çekmiştik ve kaybetmeyi kabullendik. Çabuk ihtiyarladık, sakız değiştirir gibi sevgili değiştirdik; bünyelerimizi defalarca, farklı uyuşturucularla dindirmeyi denedik ancak asla olmadı, asla istediğimiz noktaya gelemedik. Çünkü her zaman; o boş ekranlara baktık, o klavyelere gömüldük ve hep ıssızlaştık.
Ne yazabildik, ne konuşabildik, ne paylaşabildik. Sadece bir iki film repliğini bilmekle, bir iki paylaşımı görmüş olmakla övünebildik ve bir arpa boyu yol alamadık. Alamayacağız da, bizden bir sonraki nesil muhtemelen bu sancıları yaşamadı, yaşamayacak çünkü büyük bir hızla, eski sevgilinin tavrı gibi değişen dünya onları vurmadı, vurmayacak.
Debelenmenin alemi nedir? Bırakacak mısın kendini akıntıya, yoksa değişecek misin? İşte soru bu, problem bu, düşünmen gereken bu ve hep seni yiyip bitiren bu. Böyle olmaya da devam edecek...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Akşamdan kalma tesirli metropol notları 1

Uzun zamandır yazdıklarımın sadece kısa bir zaman dilimine ait kısmını dosya halinde yayınevlerine göndermeden önce Sadece Kaan'a danışmak istemiştim. Aklımda fikir olarak bu dosyayı "Beyin Kemirgenleri" adı altında göndermek vardı.
Kaan'ın cevabıysa acıydı. Tatlı acı değil, direktoman acı. "Beyin Kemirgenleri'nin telifi alındı zaten. Öyle bir işe girişemezsin ki konsepte yakın bir ismi kullanman senin hayrına olur." Haklıydı. Sustum, isim aradım dosya için; bulamadım, piç gibi ortada kaldıktan sonra blog ismini başlık yaptım. Standart olması gerekir bazı şeylerin. "Boş Mideye İki Duble Viski"
Fakat bu bir haftalık süreç boyunca düşündüm, hatta dövündüm. Kendimi resmen kötü hissediyordum çünkü Kaan'ın mirasının üstüne konmuş gibi hissediyordum. Blog yazarken "Beyin Kemirgenleri" başlığını kullanmama izin veriyordu.
Döndüm dolaştım bu ismi buldum işte. "Akşamdan kalma tesirli metropol notları"...
Gelgelelim, Beyin Kemirgenleri'ne başlarken yaptığım gibi, tanıtımı geçiverdik. Beyin Kemirgenleri'nde olduğu gibi, yine kısa kısa geçilecek bir mevzuyla açıyoruz yeni seriyi de...
Yer: Taksim'de bir bar. (veya yaşlı osurukların deyimiyle Beyoğlu'nda bir bar)
Saat: Gece 12 suları...
Bir mesaj çektim. "Ne yaptın?"
Uzun süre cevap gelmedi.
Ondan herhangi bir dileğim yoktu aslında. İri göğüsleri vardı evet fakat tavrı, konuşma tarzı, iri göğüslerini egale ediyordu. Sadece Dumrul'la onun gelişini bekleyecek, geldiği zaman da dalga makara kukara muhabbetiyle eğlenecektik. Yanlış anlaşılmasın, hatunla sabahtan akşama taşşak geçmeyecektik; ancak amacımız bir iki bira ve hoş sohbetti. Ve Dumrul da benim gibi, sardığı zaman sarardı. Arada dışarı çıkan ve sırf eğlenmek adına UNICEF görevlilerine, Greenpeace görevlilerine saatlerce saran bir adam bu. Bir nevi eski kafa "Troll."
Dumrul'la ilgili infoyu geçtikten sonra geliyoruz "cevaba". Biramı yudumlarken telefonun tittrediğini fark ettim. Açtığımda telefon yüzüme kapandı. Çağrı ondan geliyordu ancak 2012'de hala çaldırıp kapatan insanlar olduğunu da gösterir nitelikteydi. Alt kata indim, biraz daha sessiz sakin bir yerde onun "Neredesiniz?" sorusunu cevapladım ve "Aa ben orayı biliyorum!" tepkisine "O zaman ne demeye anlattırıyorsun?" çıkışını yaptım.
Dumrul da ben de sıkılmıştık. Kalkmak üzereydik aradığında. Biralarımızın sonuna yaklaşmıştık ki eve gitmeyi düşünüyorduk. Ya radyo yayınına girecektik, ya da dağılıp uyuyacaktık. Dürttüm bir kez daha, "Neredesin? Kaybolduysan çağrı at, kaybolmadıysan avel avel bakınma diye üzerimde krem rengi bir t shirt olduğunu belirtirim" dedim. Ve o standart Türk kızı (bazılarınız için "Kezban") cevabı geldi.
"Kuzuuuuuuuuuuum ben arkadaşları gördüm onları bırakamam şimdi."
İstanbul'da Ataşehir'de kaldığını biliyordum. "İyi yolculuklar ayrıca tavrına hayran kaldım." şeklinde bir mesaj salladım. Amacım cool görünmekten ziyade, onun ağzına sıçmaktı. Şimdi olsa yine aynı şeyi denerim.
Mevzu sakız gibi uzadı uzadı uzadı ve altı çizilmesi gereken bir mesaj:
"Gitme işte bir yere Dorock'tayız sende kalabiliriz."
Evim Taksim'e yakındır eyvallah da ben ne ona, ne de arkadaşlarına "bende kalmak" üzerine verdiğim bir sözü hatırlamıyorum. Neyin genişliğiydi bu? Daha tanışmamıştık bile yüzyüze!
"İz yok, im var. Ayrıca Dorock'ta sık çalınan bir Motörhead şarkısıdır. 'Too late too late!' Yani biralarımı aldım eve dönüyorum ben." dedim.
Ve konuyla tamamen alakasız, hayatımda duyduğum veya gördüğüm en aptalca cevap geliverdi.
"İnsan olana bir şey bir kez söylenir."
He, insan olmayan benim; dünyanın en insancıl canlıları da sizsiniz. Sırf götünü daha fazla kaldırmamak adına da üç mesaj uzunluğunda bir mesaj döşendim. Bir şeyi bir kez söyleyen değil de, farklı farklı bir sürü şey söyleyen de sizsiniz. (Evet üç mesaj uzunluğundaki mesajda bunu diyordum işte. "Bir şeyi bir kez? 'Geliyorum', 'Kuzum arkadaşlarımı gördüm hedehödö' 'Sende kalabiliriz' Bu mudur aynı şeyi bir kez söylemek?" )Şu anda hırsımdan geberiyorum. Sebebi mi? Hayır sebebi şu anda onun bana sakso yapmıyor olması değil, sebebi tamamen bu kızın götünü kimin kaldırdığı, kimin kendisine "Canıms" temalı mesajlar attığı ve kimin bu kızı "Bulunmaz Hint Kumaşı, Adriana Lima" yaptığı üzerinde yaktığım sigaralar.
Şu saatten sonra "Aslında kadın ya da bizim gibi içen, eğlenen aktif kadın sayısı az olduğu için sosyopolitik ve sosyokültürel etmenler sebebiyle kadınlarımız böyle hebelehübele" muhabbeti de yapmıyorum amına koyayım. Hepiniz kezbansınız, kezban olarak kalacaksınız.