Google+ boş mideye iki duble viski

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Sydney gunlukleri 5 - Kahve ve on yargilar uzerine

Dun EksiSozluk'e karaladigim bir parca metin ile baslamak istiyorum. Kisa ve alel acele yazilmis ancak benim icin cok degerli bir oyku... 


baslik: Sidney
bu sehirde, yereller ile turist/ogrenci tayfasi arasindaki en buyuk fark sudur: yereller lokal takilir, turistik yerlere hele sehre hic gitmezler. onun yerine mahallesindeki pub'a, coffee shop'a gider, diger mudavimlerle muhabbet ederler. 

turist/ogrenci kesimiyse her hafta sonu city'dedir mesela.

gelgelelim, benim de bir lokal pub'im var. adi kelly's. kimseye haber vermeden gider, birami alir, sigara icilebilen alana gecerim ve mudavim diyalogu baslar. en genc ben oldugum icin aralarinda, bu mudavim amcalar benimle dalga gecer. "sen o zaman dogmus muydun" seklinde... bu amcalardan biri, her daim janti giyinen, esasen ingiliz, 50li yaslarinin basinda bir adamcagizdir. her cuma, happy hour'da bira iceriz, sanattan, hayattan, gecmisten muhabbet ederiz. dun, turkiye'ye tatile gitme planim oldugunu soyledigimde "gidersen, donmeyebilirsin. al bunu, tak yakana ki avustralya'da da bir evin oldugunu hatirlayasin." diyerek bana cekedindeki broshu verdi. duygulandim. kilitlendim.
iste o brosh... 
(brosh kelimesini, uzun zamandir Ingilizce klavyeyle yazdigim icin bu sekilde ifade etmek zorunda kaldim. kusurumuz varsa affola.) 






Basa saralim. Neden yerellik? Cunku Avustralya'nin insani basit, yavas, rahat ve ayni zamanda tembel. Buranin kulturune, genetigine islemis bir rahatlik soz konusu. Bu yuzden cikmayi sevmiyoruz mahallelerimizden. Bu yuzden arkadaslarimiz genelde bulundugumuz semtlerde oluyor ve yine ayni sekilde, bu yuzden yerellerle daha cabuk anlasabiliyoruz. Her semtin bir dokusu, bir sesi, bir atmosferi var. O atmosfere ayak uydurabildigin zaman, oradan keyif alabildigin zaman aidiyetin de artiyor. Ayni sekilde, bir zincir restoranda yemek, bir Starbucks'tan kahve icmek veya bir supermarketten alisveris yapmak yerine; sana yakin kucuk isletmeleri destekliyorsun. Oralara gidiyorsun, oralarda egleniyorsun, oralarda yiyorsun, oralarda iciyorsun ve bundan keyif aliyorsun. Keza kucuk isletmenin zihniyeti ve samimiyetiyle de iyi dostlar edinebiliyorsun, gerek mudavim, gerek calisan.
Gelelim on yargilara... Buraya gelmeden once Fransizlar'i hep burnu buyuk, kendini herkesten ustun goren, can sikan, muhabbet etmeye degmeyecek insanlar olarak dusunurdum ben. Birinden, Fransiz oldugunu duydugum an uzaklasmazdim elbet ancak uzak gelirdi bana bu insanlar.
Akabinde, dun her zaman gittigim kahveciye gittim. Kahvecide calisan cocuk bir Fransiz. Muhtemelen burada hem okuyor, hem de calisiyor Kevin. Saci "man-bun" seklinde, guler yuzlu, bana "kardesim" diye hitap eden ("bro" degil, "brother") hos sohbet bir eleman. Icinden gelmeyerek samimiyet veya guler yuz gosterdigini dusunmedim asla Kevin'in. Cunku Kevin, kahvecide isi cok yogun olmadigi zaman, telefonunu kahve makinasinin yanina koyar. Oradan, yapilmasi oldukca zor bir latte art secer kendine ve onu gerceklemeye calisir. Yaptigi isi seven bir eleman iste. Ne eksik, ne fazla... Dun Kevin'la muhabbet ediyorduk. Gectigimiz Pazartesi is cikisi bir pub'a gideriz demistik fakat benim tamamen aklimdan cikmisti bu plan. Onu gorunce hatirladim.
-Dostum, cok ozur dilerim, unuttum.
-Onemli degil kardesim. Al benim numarami.
Numarasini yazdi telefona. Hatta su sekilde yazdi numarasini, isim: Kevin; soy isim Harpys (calistigi kahvecinin adi). Illa pub'a gitmek zorunda degiliz. Birer long-neck (750 ml, cam sise bira) alip parka da gecebiliriz, Avrupali tarzi.
Turkiye'yi ne Asya, ne de Avrupa olarak gordum ben. 2002'den beri de hep bir orta dogu figuru olarak canlandi kafamda, ne yazik ki. Ama bu Fransiz'in gozundeyse biz Avrupaliydik veya ben Avrupaliydim ama daha da onemlisi, kardesim diyebilecegi bir musteriydim. Aldim kahvemi, dedim cagri biraktim sana, benim numara da budur. Yola koyulurken dusundum, belki de buraya gelmekle edindigim en buyuk kazanim on yargilarimi yenmis olmamdi... Su eki de yapayim; genel itibariyle burada tanistigim, Turkce konusabilen (Turk-Kurt-Zaza-Cerkez, sen koy iste adini...) insanlarin cogu, disari ciktigimizda ilgisini benden ziyade etraftaki Avustralyali kadinlara gosteren, abazan tiplerdi, ne yazik ki.
Ote yandan, dost biriktiriyoruz be. Iyi dostlar, iyi arkadaslar, her irktan, her inanctan, her renkten, her hayat tarzindan. En sevdigim sey de bu. Kalirim, giderim, uzaklasirim ama hatirlanirim. Zira Turkiye'deki agiz ishallerinin lavmani "adamlik" kavrami belki bir yerinden yakalamistir beni sonunda.

not: Burada 15 Temmuz 2017, sehitler, demokrasi, sela, OHAL, KHK gibi durumlar olmadigi icin, insanlar farkli seylere kafa yoruyor. Melbourne Universitesi'nde yapilan bir arastirmaya gore gunde 2.700.000 karton kahve bardagi cope atiliyormus ve bu kahve bardaklarinin geri donusumu oldukca zormus. Bu yuzden yerel kahveciler yeni bir kampanya baslatti. Fiyatlari 12-20 Avustralya Dolari arasinda olan, "keep-cup" diye tabir edilen termoslar aliyorsunuz. Boy boy... Kucuk-orta-buyuk. Starbucks'in termoslari gibi dev boy degil, tam servis edilen kahveyi icine alabilecek boyutta "keep-cup"lar. Bu termoslarla kahveciye giderseniz, kahveci size 20-50 cent arasi bir indirim yapiyor. Bir kahvenin 3.5 AUD oldugu dusunuldugunde, indirimin boyutu daha rahat anlasiliyor. Ek olarak, kahvecilerin "loyalty card" (sadakat karti) diye tabir ettikleri bir sey var. Turkiye'deki Starbucks'larda da vardi sanirim bu. 10 kahve alinca 11. kahve bedava. Bu kahvecilerin tek farkiysa, loyalty card'i zimbayla isliyorlar. Yani barkod okutmaktan ziyade, karti veriyorsun, zimbaliyor calisan. 10 tane zimbaya ulastigin zaman da bir kahveni bedava aliyorsun. Mudavimi oldugum kahvecideki Gabriella (Brezilyali) bazen benim kartimi alip 3-4 kez zimbaliyor. "Hep buradasin ama cok az bedava kahve alabiliyorsun, benden olsun." diyor. :)

26 Haziran 2017 Pazartesi

Sydney gunlukleri 4 - "Inanmadim, asla, inanamam, her seyin bir sonu olduguna..."

Nerede kalmistik?
Evet, bir sevgili (su an itibariyle eski), bir de oturma izni bekleyen ben. Sanirim Agustos 2016... Neredeyse bir sene gecmis uzerinden.
Kisa ozet: Kasim'da onu da koleksiyona ekledim: "terk ettiklerim". Eklememin ertesi gunu oturma iznim cikti. Bir nevi, oy kullanamayan vatandas olma durumu. O vizenin ciktigi gunden itibaren islere saldiriyorum. Kendi yaginda kavrulan kucuk isletmem, basketbol ogrencilerim ve haftada yaklasik 20 saat gittigim ve bana mektup acmam karsiligi para verdikleri isten memnun degilim cunku. Simarma basladi, da denebilir aslinda, o vizeyi aldigim gun...
Bir an geldi, yeter, dedim. Kayserispor'da yedek kulubesinin yolunu tutunca su sisesini tekmeleyen Turgut Dogan Sahin'e bagladim:
"Rezil olmaya mi geldim ulan ben buraya!"
Cunku yorulmustum.
Cunku beklentilerim bambaskaydi.
Cunku hep yuzup yuzup kuyruguna gelmistim.
Herkesin hayatinda uzun ve kisa vadeli hayaller vardir. Benim hayalim, 2015 Subat'ta buraya adim attigimdan beri ayniydi: Istanbul'daki hayat sartlarima erismek, Istanbul'da calistigim son ajans gibi bir ajansa kapagi atmak, Tanricilik veya Don Draperlik oynamak...
Simdiye kadar bir kez olsun mulakata cagrilmasam, bunun bir hayalden oteye gitmeyecegini dusunup, burada dijital iletisim uzerine bir yuksek lisans icin para biriktirirdim, irgat gibi calisarak. Ama, hep yuzup yuzup kuyruguna geliyordum; okyanusu gecip, denizde boguluyordum.
Sizin gordugunuz haliyle goremiyordum ayni sekilde, Turkiye'yi. Kacis planiydi... Kacis planimdi. Sonucta oturma iznim var, diledigim zaman geri donebilirim Avustralya'ya. Turkiye'ye tekrardan sans versem? Bu dusunceler yaklasik bir ay beynimi kemirdi. Bitmedi. Bir turlu bitmedi.
Kafamda planliyorum, maci tekrar tekrar oynuyorum ve her seferinde ayni sonuca ulasiyorum: Turkiye'de, diledigim meslegi icra edebildigim mutsuz bir hayat vs. burada, istemedigim isleri yaptigim, onumu goremedigim, dara dusunce annemin kredi kartini kullanacagim ama en azindan en buyuk derdimin -veya tek buyuk derdimin- para olacagi bir hayat. Icim kiyildi. Ozellikle de Turkiye'ye yazin gelisiyle...
Serin ama gunesli bir kis gunune uyandi bugun Sydney. Ben de, yapmaktan nefret ettigim ise dogru yollandim; mektup acmaya. Ilk bir saat, sikintiliydi, her Pazartesi oldugu gibi. Toplam uc saat surdu mesai. Bir saatte gittigim, bir saatte dondugum is sadece uc saat suruyor ve ben yovmiyeli calisiyorum. Yani, ne kadar saat mektup acarsam, o kadar para kazaniyorum. Buna ragmen, ofiste ne oldu, bilmiyorum fakat o an, kendi kendime sunu soyledim: "Her ne olursa olsun, burada yasamak guzel be."
Eve gelince gunluk rutinime dondum: is basvurulari...
Yaslandim arkama, yardirdim yine.
Sonra bir mail geldi, bugun basvurdugum islerden birinden:
"Motivasyon mektubu ve ozgecmisini cok begendik. Mumkunse Carsamba gunu seninle bir mulakat yapmak, bugun de telefonda on gorusmede bulunmak istiyoruz."
Bu, bana gelen ne ilk, ne de son on teklifti. Ayni zamanda bana yapilacak ne ilk, ne de son on teklif olacakti. "Tabii ki, buyrun."
Telefonda konustuk, on-on bes dakika kadar.
Ucret beklentisine kadar her detay soruldu tabii ki... Siradan, standart.
Telefonu kapattigimda o parca cinladi kulagimda, Candan Ercetin'den. Bu parcayi en son 2011'de Fatih Terim icin GSTV'nin hazirladigi video klipte dinlemistim: "Elbette".  Oyle bir guzel girdi ki kanima ve oyle guzel geldi ki ozellikle son soz olarak paylasacagim, asagidaki dizeleri; dedim, buradayim yahu, basaririm, basaramam, hayallerime kavusamam ama o yuzumde kalan son gulumsemeyi de Turkiye'de kaybetmeyecegim.
"Inanmadim, asla, inanamam.
Her seyin, bir sonu olduguna..."

25 Aralık 2016 Pazar

Sydney gunlukleri 3

Merhabalar,
1 yildan fazla olmus en son karaladigimdan beri.
Kisa bir 2016 guncesi gecelim...
2015 sonlarina dogruydu. Ofiste girdigim 3 ay kontratli isin sonuna gelmisiz. Cebimde para, aklimda bir sonraki adimimin ne olacagi var. Herkesin de dilinde ayni yer: Melbourne. Orada da bir eski sevgilim var. Samantha'yi aradim. Oraya gelmek istiyorum, dedim. Beni oldukca iyi agirladi, belli kiskanclik tripleri ve dengesiz hareketleri disinda... 5 gece kaldim Melbourne'de, Sam ile. Brunswick'te yasiyordu Sam. Oranin Kadikoy'u denilebilir. Sehir olarak siradandi Melbourne, City Centre yine tiksinc kalabaligi ve aptalca tasarlanmis yuksek binalariyla canimi sikmisti. Onun kaldigi yerse guzeldi, hos, kiskanclik krizlerinin ertesinde Sydney'e donunce de, uzun zamandir takildigim hatunlardan birine "Artik arkadaslarina beni 'erkek arkadasim' diye tanitabilirsin." diyerek 1 sene surecek ve son zamanlari Sam'in kiskanclikligindan bile daha zor gececek bir iliskiye adim attim. (1-2 ay kadar once bitti.).
Burada belli basli bir iki freelancer sitesinden is almistim. Video editing uzerine... Musterilerim, temiz isten cok memnun kalip beni gazladi: "Kendi ajansini kur, en azindan faturalarini tuzel bir kisi olarak yaz!". Aldigim gaz ve destekle 80 Proof'u kurdum. Sayfasi su www.80proof.co . Facebook, Twitter vs. uzerinden takip etmek isterseniz web sitesine kliklemeniz yeterli.
Isler fena ilerlemiyordu. Sinan, Turkiye'den cok yakin oldugum, neredeyse 10 senelik arkadasim da Sydney yollarina dusmeye hazirlaniyordu ki, 80 Proof'tan ona bahsetmem ile iyice keyiflendik. Web sitemizi tasarladik, kartvizitler basildi. Ben hazirdim, o da gelince her sey hazir olacakti.
Haziran'da Turkiye'ye gittim, arkadas, aile gormek icin. Sanirim hayatimda gecirdigim en agir ve zorlu tatillerden biriydi. Patlayan bombalar ve sergilenen darbe tiyatrosu disinda, insanlari gormenin bir sorumluluk haline gelmesi, Sydney'e aldigim donus biletinin vize bitimimden sadece 20 gun once olmasi ve suresiz oturma izni almak icin her seyin pamuk ipligine, yani uc saatlik bir Ingilizce sinavina bagli olmasi canimi sikiyordu cok. Sinava Avustralya'da 2 kez girip basarisiz olmustum. Turkiye'de 3 kez girecegimi tahmin bile edemezdim...
Game of Thrones'un 9 ve 10. bolumlerine denk geliyordu, benim sinav icin tatilde bile ekstra efor sarf ettigim gunler. Alkol ve sigara girla... Cunku cok canim sikiliyor. Cunku, o sinav olmazsa, 10 gun icinde her seyimi toplayip donmek zorunda kalacagim yer "Yeni Turkiye" ve Turkiye'de gecirdigim ilk 3 gun bile bana Sydney'i ozletmis. Jon Snow'un tek basina kaldirdigi kilic vardir ya "picler savasi" sahnesinde, o halde hissediyorum.
Son sinava girdigimde bir otelde kaliyordum, bir kadinla birlikte. Uzun hikaye fakat surekli kavga ediyorduk. (Evet, sadik kalmadim aslinda icinde bulundugum iliskiye.) Girdigim son sinavin sonucunun gelmesi, eve, yani Sydney'e donus biletimden 3 gun once oldu. 83/90... Bitmisti. Hicbir sikintim kalmamisti. Artik oturma izni cepteydi resmen. Kadin, dustaydi sonucu aldigimda. Banyoyu bastim, her tarafim kopuk, birlikte kutladik.
Sonrasinda dustum yine Sydney yollarina... Havaalanina Sinan'in Sariyer'deki evinden varisim 2.5 saat surdu, Basin Ekspres Yolu kapali oldugu icin. Pasaport kontrolde cilgin bir sira var. Diyorum kendi kendime, her sey bir adim ("one step at a time"). Sakin durmaya calisiyorum. Beyin yoksunu sigirlar kendi aralarinda problem cikartiyor, yurtdisi cikis pulu almaya kosturuyor biri, "yerimi tutar misin" diyerek, otekiyse elindeki valizin kabin valizi olamayacak kadar buyuk oldugunun farkina sira kendine gelince variyor. Boncuk boncuk terliyorum, ama tekrardan sakinlesiyorum. Her sey bir adim... "Sadece kendini ucaga at." Pasaport kontrolundeki polis memuru "Buyrun." diyor her seyi inceledikten sonra. Ucaga adim attigimda arkama bir kez daha bakiyorum. "Iyi bak kendine Turkiye." Soyle bir sey yazmisim o gun...
"Gorusebildigim veya gorusemedigim, Turkiye'de yasayan degil, yasamaya, nefes almaya calisan tum ailem ve arkadaslarim... Yine vaktidir, yine gidiyorum ve soz, bir gun yine gelecegim. Hepinizi cok seviyorum, kendine iyi bak Turkiye."
Ucaga yetisiyorum fakat icimde bir sikinti. Kisa surede vizesi sonlanacak ve ortaligin cehenneme dondugu bir ulkeden Avustralya'ya giris yapmaya calisiyorum, ya sinir kapisindan almazlarsa? O aksam, pasaport kontrolden gectigimde Avustralyali beyaz memurun dedigini cok net hatirliyorum iste...
"Welcome back, mate!"
(Tekrardan hos geldin dostum!)
Ayni gece, oturma izni icin davetiyem geliyor. Gozlerim yasariyor, cunku, artik bittigini biliyorum. Artik tamamen bittiginin farkindayim! Artik cift vatanliyim. Cunku Turkiye disinda bir secenegin mevcudiyeti, mesruiyete donusuyor.
Davetiye almamin bir iki ay ardindan Sinan geliyor. Hayalini kurdugumuz tarzda iki katli bir ev tutuyoruz. 80 Proof'un islerinin yavasladiginin farkina vardigimiz anda da birer is buluyoruz, maksat yazi (Aralik, Ocak, Subat) gecirmek... Sydney'de keyifler bildiginiz gibi oluyor finalde ve, Avustralya'dayim. Irkciligin yukselise gectigi diger batili ulkelerden birinde degilim. Ulkeme, dogdugum topraklara cok uzagim fakat dogdugum topraklardaki kaosa ne kadar uzak olursam, benim icin o kadar iyi, bunu biliyorum.
Anlatabilecegim uzun bir hikayem yok, acikcasi. Bir iki paragrafa sigdirabildim kisa hikayemi. Burada yasamak cok seyi degistirdi, benim icin. Bir fare deligine kapanip bira sigara esliginde yazmiyorum artik. Turkce yazmayi kestim hatta. Darlaniyorum, bosa karaladigimi dusunuyorum Turkce yazdiklarimi artik, cunku, donmeye niyetim yok. Biraktim, tamamen. Serbest dususte bir Yeni Turkiye hayati yerine, zorladigim takdirde serbest yukselise gecebilecegim bir ulkede yasayacagim hayat cok daha cekici geliyor.
Daha adil, daha az geleneksel, daha rahat bir hayati sectim.
Istediginizi diyebilirsiniz arkamdan ama ben bu iste yokum artik.
Guclu insanlar, Turkiye'de veya kactiginiz ulkede guclu kalmaya devam edin ve unutmayin, hic biriniz o fake Cem Boyner mail'indeki gibi yerlestiginiz ama dogmadiginiz ulkede tuvalet temizlemek zorunda degilsiniz.
Bir ara, yazarim yine. Iyi bakin kendinize.
Eyvallah!

10 Aralık 2015 Perşembe

Sydney günlükleri 2

Zaman tahmin edebileceğimden de hızlı geçiyor burada. Keyif aldığımdan mı, yoksa vizemin bitimine sadece sekiz buçuk ay kaldığından dolayı mı bilmiyorum ancak zamanı tutmak, Türkiye'ye göre çok daha zor burada.
Geldiğimden beri hep bir telaş, hep bir gelecek kaygısı, ne olacağız, ne yapacağız, boku yedik mi, dibi mi yaşıyoruz ve devamında stres sebebiyle aşırı alkol tüketimi. Bildiğin 10.000 Avustralya Doları'nı kafamı ve kıçımı kaşıya kaşıya piç ettim, denebilir. Araba bile alamamıştım, "Lan ya doğru düzgün iş bulamazsak, çalıştığım şirkette devam edemezsem?" gibi düşüncelerden ötürü. Özgüvenim günden güne yok oluyordu. O denli eriyordum ki buranın mühendisler odasından onay almaya bile yeltenmemiştim, en az 500 dolarlık ücreti sebebiyle. Özetle, gelir gelmez çalışmaya başlamıştım ancak haftada 10 saatten fazla vardiya alamıyordum. Çalıştığım şirket de basitçe sayım şirketiydi. Stok sayımı yapıyorduk, çeşitli mağazalarda. Misal, Zara'dan 7 Eleven'a kadar geniş bir yelpazesi vardı şirketin, dolayısıyla belli bir ofise gidip gelmiyordum. Sydney, hatta New South Wales'in etrafında turluyordum sürekli. Araba yok, toplu taşıma rezalet, iş arkadaşlarım (supervisor'lar hariç) adeta bir freak show'dan fırlamış tipler...
E zaten yevmiye (casual) ile çalışıyoruz, haftada on-on beş saatten fazla vardiya alamıyorum ancak işin de geliri fena değil, yaklaşık 21 dolar, saat başına. Yine kebaba düşmekten iyidir. (Buradaki Türk arkadaşlarımın terimi, "kebaba düşmek". Yani kendini, eğitimin ne olursa olsun, saatte 12 dolara bir dönercide çalışırken bulmak ve nakit çalışmak - buradaki asgari ücret saatte 16 dolar, günlük işler için, nakit çalışırsan -yani kaçak- 12 dolar falan yapıyorsun işte kebapçıda.)
Bir yandan bar olur, kafe olur iş de arıyorum ancak mal gibi mühendislik mezunu olduğumu özgeçmişime yazdığım için kimse bana yanaşmıyor. Eh, her ne kadar İngilizce'ye hakim olduğumu söylesem de isimden ve doğduğum ülkeden dolayı çekinceleri de oluyor. Lan, ne yapacağız, ne edeceğiz derken, apışıp kaldım... Para suyunu çekiyor, şirkette daha çok vardiya almak için supervisor olmak lazım, olmuyor, olamıyor.
Dedim, bir taş atayım kuyuya... İlan verdim, "Özel Basketbol Dersi". Bu tarz ilanları verebileceğiniz Gumtree adında bir site var. Arayan oluyor, olmasına lakin arayanlar da genelde Asyalı aileler. Çocuklarının hevesini dindirmeye arıyorlar. Saatlik ücretim olan 50, veya iki saatlik ücretim olan 100 doları alıp, ayrılıyorum. Bir daha da arayan soran olmuyor.
Bekledim, bekledim, iyi haber şirketten geldi. "Supervisor eğitimine başlıyorsun bu hafta."
O telefonu aldığımda nasıl coştuğumu anlatamam... Şu an kaldığım eve yeni taşınmışım, her şey yeniden başlıyor. Haberi aldığım günün ertesinde de Anzac Day var, bir nevi Şehitleri Anma Günü... Aşağıdakileri karalamışım o dönemler...

"Iki gun onceydi, firtina sebebiyle ev arkadaslarim ise gitmek yerine evden calisiyordu. Odama gelen ses ve minicik memleket ozlemi, uyku sersemligi ve anilarla karisti. Anneannemin evinde oldugumu sandim. Gec uyanirim, ben uyanana kadar tum gozlemeler, sikmalar, kahvaltilikar ve caylar hazir olur.
Tamamen uyandigimda kotu hissettim. Simdiyse saat sabahin dokuzu. Sydney'deyim, bir aileyle beraber ANZAC gununu kutluyoruz. Beni evimde hissettirdiler. Aile ve memleket ozlemini unutturdular. Ama en onemlisi ne biliyor musun? Bir Turk olarak sehitlerini anmalarina katildigim icin bana duyduklari saygi katlandi.
Hayat..."

"Avustralya'da hastası olduğum şeyler:
-"Rahat ol" yaklaşımı,
-Maaşlar (ne yaptığının önemi yok, hak ettiğini kazanıyorsun. Süleyman Boncukçu'nun deyimiyle, "Alnının teri yere düşmeden emeğinin karşılığını alıyorsun."),
-Musluk suyu ve kafe/barlardaki su istasyonları (kısacası bedava su),
-7-11'larda satılan 1 dolarlık kahveler,
-Hava şartları (şu an burada kışa girdik ve neredeyse her gün güneşi görüyoruz),
-Mahalleler, şehirden uzak veya şehre yakın, fark etmeksizin hepsinde aradığın her şeyin olması; barından, süpermarketine kadar,
-12 dolara yiyebildiğin biftekler. (Bazı pub'larda 10 dolar.) Nusr-Et'te, Günaydın'da siz buna en az 40 lira veriyorsunuz,
-Kadınlara, azınlıklara, hayvanlara saygı,
-Her zaman pozitif ruh haline sahip işçi takımı. Sabah 5'te işe giderken karşılaşıyorum, o zaman bile "Günaydın" diyorlar geçerken,
-En güzel kısmıysa şu, hayatımın 10 senesini İstanbul'da geçirmiş bir Türk olarak burada "tehlikeli" diye bahsedilen her şey -gece otobüsü, keşler, King's Cross vs- bana Teletubbies gibi geliyor."


"yeter ulan! yunan restoranlarında döner, baklava görmekten bıktım. hepsi bir yana, herifler kokoreçi çalmışlar, adını kokoretzis yapmışlar, bağırsakları da ince ince, minik parçalar halinde doğramak yerine kuşbaşından hallice büyük parçalar şeklinde servis etmeye başlamışlar. bi' bitmediniz ulan... babam demişti zamanında, "orada gördüğün muamele sebebiyle ırkçı hissedebilirsin." diye. hayır, muamele sebebiyle değil, yunanlar'ın bizden çaldığı lezzetler sebebiyle ırkçı hissediyorum. hayır çaldınız bari doğru düzgün yapın ya. türk mutfağını özledik sonuçta."

İşler yoluna girdi girmesine, ancak nakit akışında hala “sıkıntı vardı”. Çünkü buranın saçma bir vergilendirme sistemi var ve maaşlar konusunda tüm işverenler, tekliflerini brüt maaş üzerinden yapıyor. Yani, vergiden sonra ne kazanacağını kestiremiyorsun pek, çünkü verginin seni ne kadar vuracağı da belli değil. Misal, iki haftada 1500 kazandıysan, o para bir yıla oranlanıyor ve sistem “iki haftada bunu kazanan bir yılda bayağı kazanır, yine iyi para.” diyerek ona göre vergilendiriyor seni. Ama, diyelim ki iki haftada 600 kazandın, senden vergi almıyor…
Supervisor’lık fena bir müessese değildi lakin çok yorucuydu. Sonuçta Sydney çapında geziyorsun ve Sydney’in yüz ölçümü, İstanbul’a göre bayağı bir büyük. O kadar büyük ki, 10 km uzaklıktaki bir yer, buradaki insanlar için “yakın” olarak tabir ediliyor. Neyse hayat fena değildi, arabaya alışmıştım, her ne kadar arabayla yalnız başıma çıktığım ilk gün arka tamponu duvara vursam da… Ha ardından, bir kez de alışveriş merkezinin kolonuna sürttüm, çizildi. Bir kez daha sürttüm, bir daha çizildi. Bir de, doğum günümde erken uyanmıştım, insan doğum gününe sabah beşte uyanınca ve amatör şoför olunca, etraf da zifiri karanlık, yağmur var, geri viteste arabayı ağaca vurabiliyor. Hoş, arabaya ne oldudan çok ağaca bakmıştım, iyi mi, diye… Ah, bir de son olarak, ben düz yolda 50 km ile giderken sol şeride park etmiş Lübnanlı bir kadın arabasının kapısını açmıştı ve ben o kapıyı “winzip”lemiştim. Asya yapımı araba, tabii ki benimkine bir şey olmadı.
Araba, Sydney çapında gezerek iş yapma, sabah beş-altı sularında uyanma, akşam sekiz, dokuz, onda bitirme, sosyal hayatının yerlerde olması falan derken bir gün aklıma esti... Uzun zaman önce, eski kreatif direktörümle bir diyalogda bulunmuştuk. Galatasaray Üniversitesi mezunu, kıyak bir adamdı. Çalıştığım ikinci ajansın kreatif direktörüydü ve, her ne kadar yaratıcı tarafta çalışmasam da (metin yazarlığı yapmamıştım o ajansta) onu, kendi üstümden daha çok benimserdim. Ajanstan ayrılırken de kendi üstüm yerine, onunla bir beş dakikalık veda sohbeti yapmıştık.
-Neden, peki? Neden reklamcı olmak istiyorsun?
-Kendi mesleğimi çok sevmiyorum be abi... Biliyorsun, ben yazmayı seviyorum. Aslında sosyal medyacı yerine metin yazarı olmak için neler vermezdim; ancak, burada işlemedi. Şimdi daha küçük bir ajansa geçiyorum, hem metin tarafına hem sosyal medyaya bakacağım.
-Mühendissin oğlum sen. Dünyanın her yerinde iş yapabilirsin. Hiç mi yurtdışı planın yok?
-Aslında bir planım var, Avustralya...
-Ne güzel işte. Boş ver bu işleri. Al bak, görüyorsun, gecenin kaçında ofisten çıkıyoruz. Patronla bin kez kavga ettim ben; buraya PlayStation almayın, burayı eğlenceli hale getirmeyin, burayı sadece bir işyeri yapın ve insanlar akşam altıda ofisten çıkabilsin, diye. Ama hayır, o illüzyonu yaratıyor bünyede, bu iş... Sanki ofisteyken eğleniyormuş hissine kapılıyorsun ama eğlenmiyorsun. Sizin yaratıcı olmanız lazım, sizin sosyalleşmeniz, insanlarla kaynaşmanız lazım, iş arkadaşlarınız ve PlayStation’larla değil... Ben yerinde olsam, kovalarım Avustralya planını. Sonuna kadar hem de.
Haklıydı... Sonraki ajansta uzun süre geçirmiştim ancak Avustralya işin içine girince de, “Tamam.” demiştim. Biletimi aldığım gün kendisiyle irtibata geçtim...
-Abi, selamlar. Müsait misin, pek bilmiyorum, sonuçta dünya turuna çıktın ancak ben biletimi aldım, çalışma iznimi de, Avustralya’ya gidiyorum.
-Harika! Seninle gurur duyuyorum. Orada yaşayan bir arkadaşım var, Selçuk, çok iyi bir insandır. E-mail aracılığıyla sizi tanıştırayım...
Mail’ler atıldı, iletişime geçildi. Selçuk abi kafa bir adamdı, nasıl anlatayım, buraya 20 sene önce gelip hala dürümcülük yapan Türkler’den değildi. Kendini geliştirmişti. İşte, o, “Ne yapıyorum lan ben?” dediğim an Selçuk abiyi aradım. Görüşelim, dedi. İşyeri şehir merkezindeydi, bir Cuma atlarsın trene, hop, şehir merkezine.
Selçuk abiyle görüşmeden önce aklımda ne iş, ne de başka bir şey vardı... Alıştın mı, beğendin mi buraları, diyaloglarının ardından sordu;
-Sen, mühendislikle ilgili iş mi arıyorsun yoksa sabah dokuz akşam beş iş mi arıyorsun?
-Sabah dokuz akşam beş olsun, gerekirse çamurdan olsun be abi...
-Tamam, benim bir arkadaşımın işyerinde adam arıyorlar. Data entry işi, çok janjanlı değil ancak Noel’e kadar idare eder seni, zaten yaklaşık üç aylık kontrat. Herkes böyle başlıyor be oğlum, benim de ilk işim data entry idi.
-Abi sen ne diyorsun, ne üç aylık kontrat, ne de işin tanımı umrumda olur, yeter ki sabah dokuz akşam beş olsun!
Hemen bir başvuru, referans belirtmeler, derken hop; başladım. Üç ay keyifliydi. Ardından vadem doldu, sözleşmeyi devam ettirmek de istemediler. Ayrılırken tüm tanıdıklarımla vedalaştım, yöneticim; “Umarım her şey senin için harika olur. Belki Mart sularında yine görüşürüz, işler o vakitlerde yoğunlaşıyor.” dedi. “Neden olmasın, sizi referans yazabilir miyim?” diye sordum ben de, saf gibi... “Tabii ki!” şeklinde verdiği cevabı duyduktan sonra da cekedimi aldım çıktım.
Yaklaşık üç haftadır düzenli olarak bir yerde çalışmıyorum. Bir taraftan basketbol koçluğu yapıyorum, günlük iş... Bir taraftan da video montajcılığı yapıyorum... Hatta, bir arkadaşım geçen gün, yaptığım iş üzerine şöyle bir soru sordu ki fena güldüm:
“Sen şimdi çocukları basketbol koçluğu ile kandırıp, video’larını çekip montajlıyor musun?”
“Yuh ulan... Git Game of Thrones’a senarist ol.” demekle yetindim.
Ha, bir de, unutmadan; sonunda oturma izni için başvurumu yaptım, eyaletten yanıt bekliyorum. Yalnız umduğumdan uzun sürdü... Ahmaklık işte, bir boktan haberimiz yok, sanıyordum ki ben burada süresiz oturma iznine sadece dört şekilde başvurabilirim: birincisi, bir mühendislik şirketinde en az bir sene tecrübe kazanarak; ikincisi, IELTS’ten 8 puan alarak; üçüncüsü, evlenerek; dördüncüsü, bir şirketin bana sponsor olmasıyla... Bunların hepsi de uzak ihtimallerdi. Sonra bir öğrendik ki, bulunduğum eyalet zaten, burada en az iki sene boyunca çalışacağıma ve yaşayacağıma dair beyanatta bulunduğum halde bana bu izni, mevcut şartlarda sağlıyormuş. Ha, cahil olduğum bir başka konu da, oturma izni için buranın mühendisler odasına diplomamı onaylatmamın gerekmediğini sanmamdı. Yaptık başvuruyu, onaylamadılar, mühendislik tecrübenle ilgili biner kelimeden üç tane “kariyer hikayesi” yazman lazım, dediler. Yazdım, gönderdim, onayladılar. Şimdi, yata yata, evden çalışa çalışa bekliyoruz. “Her şey çok güzel olacak.”

Aşağıdakini yaklaşık iki ay önce karalamışım... 
"burayla türkiye arasındaki zihniyet farkını anlatan küçük bir anektod. (bilmiyorum, büyük de olabilir.)
burada en az sevilen spor basketbol (ingiltere misali). ancak buna rağmen, her cuma broadway'de basketbol için toplum faaliyeti yapılıyor. broadway dediğim yer, şehir merkezine (Taksim diyelim) yürüyerek 5 dakika uzaklıkta, Sydney Üniversitesi'nin hemen yanında bir muhit. 
muhitte bulunan kapalı spor salonunun ışıkları akşamın 06.30'unda açılıyor ve basketbol oynamak isteyen herkes (ırk, üyelik vs. gerekmeksizin/fark etmeksizin) salona giriyor ve takımlar kuruluyor bir anda, maçlar oynanıyor. 
akabinde sahanın dışındaki mangaldan gelen kokuyu alıyorsunuz. akşam süresince o mangalın başı boş kalmıyor, sürekli bir yemek pişme durumu var. bu hafta sosisli vardı mesela, yanında da közlenmiş patates. meyve olarak portakal ve elma, tatlı olarak elmalı tart, ha bir de en önemlisi, sınırsız su. smile emoticon 
gelelim işin bomba kısmına...
yukarıda yazan her şey ücretsiz. otopark dahil, çünkü broadway alışveriş merkezi'ne iki saat boyunca ücretsiz park edebiliyorsunuz. 
basketbol için bunu yapan adamların, iyi ve ilgili oldukları sporlar için neler yapacaklarını düşünsenize... ha bir de belirtelim, kimse aç gözlü değil. oraya sadece yemek için gelen insanlar gerçekten kötü durumda insanlar ancak onlar bile tabaklarını tepeleme doldurup kaçmıyor. daha ziyade mütevazı bir şekilde yemeklerini alıp basketbol salonunun etrafında insanlarla sosyalleşiyor ve bu mevzu yağmur, soğuk, çamur demeden her cuma günü yapılıyor.
avusturalya mı? 
çok seviyorum be."

Ha, bir de, mutlu mesut başladık, mutlu mesut devam ettik içeriğe de, bu notu geçmesem olmaz... Ailem memur olduğu için genellikle zaman geçirdiğim evinde beni büyüten halamın son sözleri kekremsi bir tat bıraktı ağzımda...
"Hani, burada, benim evimde yemiştin ya son yemeğini, ağzını sildiğin peçeteyi hala saklıyorum." 




9 Nisan 2015 Perşembe

İşim gücüm budur benim...

Bugün rezalet bir sabaha uyanacağımı az çok tahmin ediyordum. Önceki gece çok demlenmiştim sanki ya da içimde bir sıkıntı vardı. İçimdeki sıkıntı kısa bir süre sonra karşıma çıktı. Aylin kanepede sigara içiyordu.
“İşin gücün içmek… Her gün aynı bara gidiyorsun. Sağlıklı bir şey yaptığın yok. Yazamıyorsun da eskisi gibi.”
-Evet de beni tanıdığında da işim gücüm buydu. Tanıştığımızda bambaşka bir adam değildim ki…
-Alkol problemlerinin üstesinden gelmediğin sürece birlikte olamayacağız, üzgünüm.
Ve lakaplar…
 “Issız adam”
“Kaybedenler Kulübü”
“Çakma Bukowski”
“Teoman”
Üç beş bir şey yazan ya da fotoğrafçılıkla ilgilenen, müzik zevki kaliteli, alkol alma işlemini az çok da olsa abartan ve uzun süredir düzenli bir ilişkisi olmayan her erkeğe aynı yaftalar… İnsanlardan soğumamın sebeplerinden biriydi belki de.
İşin kötüsü, 10 yıl önce olsa Ekşisözlük’teki “kızların efendi adam yerine piç tercihi” başlığını görür ve “Olsun lan, ne derlerse desinler, en azından yine biz tercih ediliyoruz ehehe.” şeklinde, kendimi bir Hint fakiri gibi teselli eder, şişenin dibini bulurdum be.
Bugünse, böyle değildi. Yumruklarımı sıktım, dişlerimi gıcırdattım ve Aylin’e karşı sesimi yükselttim.
-Ne güzel genelliyorsunuz ya? Lafa gelince “Beni asla genelleme! Türk kızı, Kezban gibi sıfatlar hiç hoş değil!” diyorsunuz, karşınızdakini bir kalıba sokmaktan asla ama asla çekinmiyorsunuz!
-Sen genellemiş olmuyor musun şimdi, salak?! Türk kadınları genelliyorsun işte düpedüz!
-Hayır, siz insanları genelliyorum düpedüz. Sizin gibi düşünen insanları genelliyorum.
-Ya bi’ siktir git!
-Gitmiyorum bir yere. Eğer her gece bir kadeh Chivas Regal parlatıp bir line kokain çekseydim, hafta sonları gece kulüplerinde check-in yapıyor olsaydım ve gelir düzeyim bundan biraz daha yüksek olsaydı, bu kelimeleri aklından bile geçirmezdin. Ancak hayır, o içiyor, o zaman sadece bir loser…
Çantasını toplayıp defoldu gitti.
Öfkem dinmemişti. Dışarı attım kendimi. Daha önce gittiğim boks salonunun önünden geçtim. Bir sigara yakıp içeriye baktım kısa bir süre.
Kadıköy sokaklarındaydım. Yeni uyanmış olmama rağmen iştahım yoktu. Aç karnına, sigara üstüne sigara yaktım. Antikacılar Sokağı’na vardım, bir dükkana girdim. Plakçalarlara baktığımda aklıma “Issız Adam” geldi.
-Buyrun?
-Fiyatı nedir bu pikabın acaba?
-570 Lira efendim.
-Pahalıymış.
-Anlaşabiliriz.
-Yok yahu, o parayla 5 gece içerim ben.
Adam dalga geçtiğimi sandı, sırtını döndü. “O sırtını dönerse ben daha ağırını yapar, cekedimi alır, kapıyı çeker çıkarım!” dedim, çıktım. Adam baktı mı acaba arkamdan, diye düşündüğüm için dükkanın camından içeri baktım. Bakmıyordu. Telefonunda Candy Crush oynamaya devam ediyordu muhtemelen.
Ergen triplerimiz bizi, genellikle stres altında olduğumuz zamanlarda yakalar. Gereksiz atar ve gider yapmak, hırçınlık, hırs, bencillik gibi yan etkileri olduğunu da göz önünde bulundurduğumuzda stres altına girmenin sağlığımıza pek de yararlı olmadığını, özellikle sosyal çevremizi daraltmaktan çekinmediğini söyleyebiliriz.
Antikacılar Sokağı’nı geride bırakıp Osmancık Sokak’ta aldım soluğu. Dışarıda masası olan barlardan birine oturdum. Biramı söyledim. Garson ya da barmaid/barmen karşı cins, her zaman ilgimizi çeker. Çünkü sorumluluk almakta ve işini yapmaktadır. Bir nevi üniforma fantezisi gibi düşünülebilir bu durum. Garson kadına siparişi verdikten sonra sol göğsüne yaptırdığı dövmeye baktım. Sanırım uzun bakmıştım çünkü kaşlarını çatarak getirdi biramı.
Biramı aldım, uzaklaşmasını bekledim ve mırıldandım:
-Pardon sizi birine benzettim, geçmiş yıllardan…
Tekrar öfkelendim. Teoman’ı hatırlamak cidden iyi gelmemişti. Hırsla biramı içtim. İlk bira, ikinci bira, üçte midem bulanmaya başladı. Hesabı ödedim ve kalktım. Yol üstü bir sosisli, ardından eve dönüş.
Ev bıraktığım gibiydi. Ev güzeldi. Bir iki parça dinleyip içmeye devam etmeye karar verdim. Shuffle’dan The Moody Blues’un eseri Melancholy Man gelene kadar keyfim oldukça yerindeydi. Şarkı çalmaya başlayınca kollarımı iki yana açarak yukarı baktım.
-Bir şey söyleyeceğim, benden ne istiyorsun?
Ardından kollarımı tek yöne doğru kapatarak klavyeye yöneldim. Facebook’a girdim, arkadaşıma haklı olduğunu söyleyip söylememek arasında gidip geldim. Profiline girdim. Beni silmişti. Sinirlerim gerilmiyordu artık. Sırıtıyordum. Sırıtma, kahkahaya bıraktı yerini. Peggy Lee’den “It’s A Good Day” parçasını açtım, aklımda U Turn filminin sonundaki Sean Penn’in yüz ifadesiyle…
Öfkemi, içimdekileri, sinirimi yazmak için defteri elime aldığım an duraksadım.
-Hayır hayır… Şimdi de Çakma Bukowski olamam. Yeter. Onu haklı çıkaramam daha fazla.
Defteri bir kenara fırlatıp kanepeye uzandım. O günden beri de kanepede yaşıyorum. Kanepede yaşamak çok keyifli…