Google+ boş mideye iki duble viski: Temmuz 2011

31 Temmuz 2011 Pazar

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 2

Pes ettim dersin ya hani?
Veya savaşacağım sonuna dek dersin?

Aslında ikisinin de farkı yoktur. Birini kaybedersin, toparlanman uzun sürer. Biri terkeder, toparlanman yine uzun sürer. Çünkü onlar yoktur artık. Düşünürsün, sadece düşünürsün. Ve sen kendini kandırsan da, aslında kaybettiğin, çoktan gitmiştir.

Bekleyemezsin bir kroşe daha yemeyi, göze alamazsın bir başka aparkütü. Korkarsın çoğu zaman bir adım daha ileri atmaktan, veya yeni bir hayata başlamaktan.. İşte bu noktada bocalarsın hepimiz gibi. Yeni bir hayata başlarsın, başladığını düşünürsün ama eğer ki kendini, benim gibi başladığın yerde bulursan, dank eder kafana o aptal gerçek; sen, yine sensindir, değişen hiç bir şey yoktur.

Ortaokulda sinirlendiği zaman kavga edemeyen sen, ilk aşkına aşkını ilan edemeyen sen, lisede sevdiği kıza hiç bir şey anlatmadan "Git" diyen sen, üniversitede en yakınını kaybedince meyhaneyi evi belleyen sen ve kendini her daim, Metin Üstündağ'ın efsanevi kitabının ismi "Denemeyenler"den ayrı tutan sen...

Aslında değişen hiç bir şey yok be "sen". Boğulup gidiyoruz yine...

Yaz (yine daktilodan dikiz)

Boxer, ter, kanepe ve daktilo başına geçtim yine. Bu sıcakta insanın gerçekten hiç bir şey yapası gelmiyor. Dün gün boyu vantilatör karşısına oturmaktan cırcır olup ossurdum zart zurt. Bugün de aynı terane...

İşler bu denli boka sarmışken, bir de benimle geçirdiği süreyi zaman kaybı olarak gören ve sanırım an itibariyle benden ayrılan bir sevgilim var ki tam bu cümleyi kurarken shuffle azizliğini yaptı ve B.B. King "Sabah uyandım. Akşam sevgilim beni terketti." tarzı bir blues klasiğiyle yapıştırıverdi cevabını. Şu anda hayatı altüst olmuş trajikomik bir miami sahili karakteri gibi hisediyorum kendimi. Üstüne üstlük yarın akşam altıda bir vizeyle boğuşacağım. Bütün bu sikko durumun ortasında neden kaldım diye düşünecek mecalim bile yok. O denli üşeniyorum işte. Ancak sanırım sıcak hava, sevgilinin terketmesi, beş parasız oluşum ve akşamüstü blues'un patlayıvermesi kulağımın dibinde, dedi ki bana, sen boşver.

Howlin' Wolf'un bir parçası vardı. Tam buraya yapıştırmalık bir giriş ile başlıyordu...

if you ain't got no money,

you got the blues...

Neyse, üstüne oturduğum kanepe, uzanmaya çok müsait... Biraz daha tembellik.

31.07.2011
m

ilgili şarkı:

Blowjob ve Pis Herifler

Yani "sakso"; "En keyif aldıklarım" diye bir liste yapsam, sabah; kadın tarafından yapılan kahveyle beraber zirveye oynar.

Türk kadını, penisten iğrenen bir yapıya sahip... Eh, bir de Türk erkeğinin bunu alırken bile rahat durmayacağını, onu kustaracağını falan düşünüyor olmalı ki bu da normal. Sonuçta ataerkil toplumuz ve yine aynı baskıyı hissetmekten korkuyor olabilir kadın. Öte yandan bu eylemin, kadın için; erkeğin erkekliğini tüm duyularla hissetmek ve onu en kırılgan pozisyonda görmek dışında pek de bir çekici yanı yok. Eh, sen o kırılgan halinden agresyona geçersen, kadın da tabii ki "istemiyorum" der hissiz bir tonda.

Gelgelelim; kötü adamların da sık kullandığı bir kelimedir bu. Örneğin Mark Lanegan, Juarez isimli parçasında;

"Give me another blow job,
Before i'm on the nod.
Say you'll always love me and
Never do me harm"
(Bana bir sakso daha çek,
Ben dozaşımına girmeden.
Beni her zaman seveceğini,
ve bana asla zarar vermeyeceğini söyle)

diyiverip çoğumuzun duygularına tercüman olur.

Sevdiğim bir cümle de, Palahniuk'tan gelmiştir. Kendisi gay olmasına rağmen, heteroseksüel erkeklerin duygularını da harika bir dille ifade edebiliyor bazen...

"For sure, even the worst blow job is better than, say, sniffing the best rose . . . watching the greatest sunset. Hearing children laugh."
(Tabii ki, dünyanın en kötü saksosu; en güzel gülünü koklamaktan, en iyi günbatımını izlemekten veya çocukların kahkahalarını duymaktan iyidir)

"Bir gün herkes on beş dakikalığına da olsa meşhur olacak." cümlesinin sahibi olarak tanıdığımız Andy Warhol'un da -izlememiş olsam da- bu isimde bir filmi mevcuttur. Metraj olarak 35 dakikalık filmin linki de böyleymiş. http://www.imdb.com/title/tt0130515/

Yukarıdaki örnekler fazlasıyla arttırılabilir ancak en ünlü/klişe sahne ise masanın altından sakso yapan bir kadının çıkmasıdır. Sanırım "Kısık Ateşte 15 Dakika" isimli ve kimsenin beğenmediği(ben sevmiştim aslında gayet) filmde bu sahne vardı.


Sonuç olarak, blowjob/sakso iyidir. Yapın, yaptırın. Ama nazik olun, hayvanlaşmayın ki biz de "Ama bugün doğumgünüm yaaaaaa :(" yalanını söylemek zorunda kalmayalım tek gecelik ilişkilerimizde, ertesi sabah görmek istemeyeceğimiz kadınlara. Olur mu?

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 1

Kaan vardı bir ara. Kemik'te çizerdi. Süper komik veya harika hikayeler çizebilen bir herif değildi de; çizgileri harikaydı. Gelgelelim, kendisinin çizdiği "Beyin Kemirgenleri" diye bir kısım vardı ki bilen bilir. Neyse, işte ben de resmi olarak beyin kemirgenlerime başlıyorum bugün.

NOT: İlk postu, başlangıçta ekşisözlük'e yazdım. Oradan alıntı yapacağım için büyük harf küçük harf konusunda sıkıntı var. Bu yüzden kusuruma bakmayın.

Buyrun ilk post.

bugün kız arkadaşım dışarı çıktı arkadaşlarıyla, ben de oturdum evde. çıkasım yoktu zaten dün alkole abandığımdan ötürü.

önce bir mesaj geldi:
-hehe bak nefret ettiğin kb'den çıktık thales'e geçiyoruz.

cevap yazmadım. her dakika rapor almayı sevmem zaten. verebileceğim tek cevap (hımm peki) da onu çıldırtacağından; sessizliği tercih ettim.

sonra twitter'da şunu rt ledim.
https://twitter.com/...dvice/status/97433904516055040

aradan bir dakika geçmeden; "ilginin tillahını gösteriyoruz da sallayanımız yok" mesajı geldi.
"muhasebede direk işçilik saati yeminle ya" diye cevap verdim.

aynı şeyi bir daha yaptı; "eve gidiyoruz biz. 'direk' uyuycam"

iyi geceler dedim. bu sefer de ne derdin var diye cevap geldi. ölür müsün öldürür müsün ya? sabahtan beri vantilatör karşısında çay içen, boş beleş ve hiç bir şey düşünmeyen bir adamdım. dert oldu içime.

Rastgele diyaloglar

***Benim boyumda, daha önce barda tanıştığım ve Pera'da buluşacağım bir hatun vardı. Yusuf sağolsun, adresi bildiğinden götürdü beni. Kızı bilmiyor tabi. Ben de uzun olduğunu hatırlıyorum hepsi o. Enine de varmış biraz ama orantılı. İlginç bir şekil yani. Yusuf'un kızı gördüğü anki yorumu:
-Öyle kız mı olur amına koyayım? Mulan gibi? Sağlıklı dayı sağlıklı da nereye kadar!

***Gecenin üçünde, ertesi sabah seçmeli ders olan "Heykel Sanatı"ndan sınava girecek olan ev arkadaşımın eşofmanaltının üzerinden tombala çekerek gelmesi ve "Bizim evde heykelle ilgili kitap var mıydı lan?" diye sorması da güzel enstantenelerden biridir.

***Sarışın ve cidden taş gibi, gayet "busty" bir sevgilim vardı. İsmi Petra Şeyda. Mersin'den arkadaşlarımla buluşmuştuk Taksim'de. Tabii komple sapız. Kız, Mangal Keyfi'nde biz dürümlerimizi yerken arkadaşlarının yanına gideceğini söyleyip kalktı. Tamam dedim git, ben de bitirince yemeğimi, oraya gelirim. Kız daha gitmeden yakın bir arkadaşım(kan bağı da var) bana dönüp:
-Sen buna çakıyor musun şimdi kuzen? diye fısıldamıştı. Ağır mavi ekran vermiştim. Evet cevabını verdiğimdeyse gerdek gecesinin bir fragmanını yaşadım. Petra'yla ne mi oldu? Ayrıldık.

***Bunu birebir görmedim ancak kuzenim, amfide; "Evet arkadaşlar. Bir sonraki sınavın daha kaliteli olması için neler yapabiliriz?" diye soran profesöre; "Kuşe kağıdına basın hocam!" cevabını vermişti. Kuzenime ne mi oldu? Okulu 7 senede bitti. (Yaz okulları dahil)

***Bir ara çocukluk arkadaşım Özgür, arabayı kaçırma olayına fena sarmıştı. Hayır bunu 12 yaşından beri yapıyordu ancak hiç bu kadar abarttığımızı hatırlamıyorum. Gelgelelim, arabada Motörhead'den Ace of Spades, Metallica'dan Fuel falan dinliyoruz. Bağıra çağıra takılıyoruz siteden çıkarken. Ellerde biralar... Bir iki tur attık bok var gibi. Sonra geri döndük. Bekçi durdurdu bizi ve verdiği tepki şuydu:
-Arabada bağırmayın öyle.
Evet, arabanın ses sistemi o kadar ilginçti ki, son ses müzik dinlememize rağmen bekçi sadece bizim ergen anırmalarımızı duymuştu.

***Tamam bu da benden değil, hatta asla yapmayacağını tahmin ettiğim bir arkadaştan.
Seks sonrası "Beni seviyor musun?" sorusunu soran kız arkadaşına;
"Sevdim ya?" cevabını vermiş. O zamandan beri elitist ibne diye çağıramıyorum kendisini.

***Bu, sıklıkla kullandığım bir cevap.
-Ne yapıyorsun?
-Ne yaptınız?
-Ne yaptın?
-Ne yapıyorsunuz?

Bu dört sorunun da cevabı genelde "Seks" oluyor baygın bakan gözlerimle. Evet, biz hep seks yapıyoruz, ben hep seks yapıyorum.

http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2011/07/rastgele-diyaloglar.html

28 Temmuz 2011 Perşembe

Daktilodan dikiz. Bunu ilk defa mı yapıyorum?

daktiloyu çatırdattım az önce, noktası virgülüne dokunmadan giriyorum bilgisayara.

boş..
bir iki kelam,
bir iki mesaj,
bir iki "tık"..
ve işte buradasın.
gergin çünkü bilinçsiz...

bense aynı oyunu yine kapalı gişeye oynuyorum.
olmaz diyor, sonra kendini bırakıveriyorsun.
bu yüzden saydıklarımızın sayısı değişiyor şimdi.

bir iki naz..
bir iki yavaş..
bir iki kol zorlanması..
bir iki olmaz..
ve bir iki çünü istemiyorum.

tırnak işaretine bile gerek yok kelimelerinde.
çünkü onlar artık birer klişe.
ve son dakika direncinin kırıldığı an.
senin de istediğine kavuştuğun an.
bunu daha önce yapmamış gibi bir ifadeyle tuttuğun kamışım.
reddetmeyeceksin onu çünkü çok sert.

ve kabul etmeyeceksin onu,
başlangıçta ağzının içine ancak o, yolunu bulacak..

aslında kızmıyorum sana. yetiştirildiğin çevreye de..
kimseye, evet, etrafındaki kimseye kızmıyorum.
ama zihniyetler çıldırtıyor beni.
sevişen erkeğin koç, sevişen kadnının(kadının yazmak istemişim) orospu olduğu bir çukur
kadın, bu içinde yaşadığımız.
orospuların borsada yer alacağı günler de uzak değildir
görüldükçe toplum yapımız.
dayatılan kurallardı hep,
ahlaktı belki de,
veya baskıydı..
ama her zaman bir şeyler vardı kafanı karıştıran, boynunu kokladığımda seni geren.
sevgilisinin başka erkeklerle dışarı çıkmasına izin vermeyen,
maçolukla sosyal tespitçilik arasında kalmış sanal sözlük ibneleri gibi konuşmak değil amacım.
ama üzücü, bacaklarının arasına girdiğinde elim, suratın.

bekaret direnci değil sinirlendiğim,
bu boktan derya, bu boktan bataklıkta boğulmamız.

28.07.2011

24 Temmuz 2011 Pazar

He, ölmüş. Amy Winehouse yok artık.

twitter'da trending topic olmuştu ki hakkıdır. sonuçta ölen kişi bir insan evladı da, üç şarkısını bildikleri kadını carcarcar konuşmaktan vazgeçemeyenler; konu memesini gösteren hilal cebeci'ye geldlğinde amatör düzeyde sosyal tespit kasıyor mesela, veya terörle ilgili söyleyecek tek bir söz, lanetleyici tek bir cümle bulamayıp "sözün bittiği yerdeyiz." diyor.

ben ne mi konuşuyorum? fenerbahçe'nin küme düşmesi, transferler, evet hilal cebeci'nin iğrenç memeucu. ancak ben bunları konuştuğumda beni itin götüne soktular dolaylı yoldan. amaçları sıkıştırmaktı: "bir çok şehit verdiğimiz bugünde fenerbahçe konuşuyorsun. halk olarak uyutuluyoruz. milli birlik ve beraberliğe bu denli ihtiyaç duyduğumuz günlerde ..." şeklinde.

şimdi amy winehouse'un mekanı cennet olsun girişini yaptıktan sonra istediklerimi dökülüyorum. sadece öldüğü için efsane yapıldı belki de, kim bilir.. evet bir britney spears veya spice girls değildi. o kadar da bebelere balon bir müziği yoktu ama ölenin bilinirliği ve popülerliği, öldüğü gün katlanır diye ki bu senin benim gibi düz insan için de böyledir, kitleleri sarsan rockstar için de...

fakat bizim insanımız amy için utanmasa helva yapacak. işte bunu gördükçe sizin gibi olmadığıma seviniyorum ve "beyaz türk" kavramının varlığına inanıyorum. "şehitlerimiz ölürken helehele" muhabbeti değil yapmak istediğim, ancak hepiniz kraldan çok kralcısınız. 27ler kulübüne girdi o ye diye geziniyorsunuz ortalıkta bir başka junkie için. altın vuruşla ölmek gözünüzde çok havalı bir şey ama uyuşturucu kullanmayı bırak, görmediniz bile bir cigaranın tütüşünü. millete "esrarkeş" yakıştırması yaparken tanrılaştırdığınız kişinin altın vuruştan ölmesi ne kadar ironik öyle değil mi elitist beyazlar?

bu romantizm bitiriyor işte beni bir kez daha. eskiden eğitimsiz insanlara, hükümete oy verdikleri için sinirlenir ve aptallar diyip geçerdim. ancak şimdi inceden inceye görüyorum ki, eğitimli veya zeki kesim de bu hükümeti hak ediyor. koluna mustafa kemal atatürk'ün dövmesini izmir'de bedavaya yaptıran da, papermoon enteli de, amy winehouse için kocaman güneş gözlükleriyle kendi çapında bir tribute night yapanı da hakediyor bazı şeyleri. size bunlar müstehak işte.

size bu sansürlü internet, size bu pahalı benzin, size bu kirlenmiş lig, size bu kaos ortamı müstehak. rahmetli nazım hikmet'ten bir şiirle bitirelim öyleyse.

"akrep gibisin kardeşim"

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
NAZIM HİKMET RAN

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Anlık Parlamalar (veya "Öfke Yangınları") [NOTLAR]

Pilli Bebek'ten "Bak" güzel parçadır. Sinir krizleri geçirdiğim vakitlerde vazgeçemediklerimdendir hatta. Behzat Ç.'nin bize kazandırdıklarındandır Pilli Bebek ve Bak.

Baştan belirteyim, yine bölük pörçük bir yazı olacak. Aklıma gelenleri her zamanki gibi(daktiloda daha sık yapıyorum gerçi bunu) belli bir sıraya koymadan çatır çutur yazacağım.

Öncelikle, bir kadına göre plan yapmamayı öğrenemediyseniz, hayat denen yolda bir arpa boyu ilerleyememişsiniz demektir. Zira, herhangi bir kadına göre plan yapmanız ve onun "Gelebilirsem gelirim." veya "Tamam söz yarın buluşuyoruz." sözü çerçevesinde hareket etmek, haftasonunun en sevilen günü Cumartesi gününü mature porn izleyerek geçirmenize sebep olabilir. Bu yüzden size vereceğim tek kişisel gelişim tavsiyesi şudur: "Kadınlar konusunda her daim bir "B" planınız olsun. Çünkü emin olun, onların erkekler için her daim bir "B" planı var. Kızların en yakın arkadaşı "Meriç" nasıl tuttuğunu öpüyor sanıyorsunuz? Aleti altın değil sonuçta herifin.

Hipster diye bir kavram çıkmış ortaya.. Böyle ilginç olmaya çalışan dangalaklara deniyormuş. Sanırım bizim ülkedeki karşılığı, Wayfarer gözlük takan; tayt giyen ve geniş tshirtleri, converseleri ile ortalıkta dolaşan (paçoz bir görüntü aslında) kızlar. Bilemedim, benim yorumum bu şekildeydi... Erkek versiyonu ise şu iğrenç kemik gözlükleri ve ekose desenli pantolonlarıyla vazgeçilmez "bıyıklarını" vücutlarında taşıyan cinsler sanırım. Garip bir kavram demeyeceğim çünkü zamanında "Homoseksüellik benim için kedi gibidir, olsa da olur, olmasa da olur." demiştim ancak hipsterlar lütfen olmasın. Yoksa biriken "puan"larımı ilk iş bir beyzbol sopasına harcayacağım. Kullandığım demir çubuk paslandı "biliyon mu"?

Dün doğumgünüm olduğu için, Kanada'ya konsere giden ablam, doğumgünümde ne istediğimi sordu. Bir deste kart istediğimi söyledim. Evet, bana "bağış" yapmak istiyorsanız(birazdan ne bağışı olduğunu söyleyeceğim) bir deste kart alın. Mümkünse her yerde bulunmayan türden bir deste olsun. Bicycle marka tercihimdir. (http://www.bicyclecards.com/)

Takıntılı olduğumu söyledi dün buluştuğum hatun. (Evet, B planım her zaman vardır) Ben de anlamsız gözlerle baktım... Çünkü ben hastayım. Sadece takıntılı değil, aynı zamanda bencil, egoist, pislik, kibirli gibi bir çok sıfadın hakkını veriyorum. Ama bunun karşılığında çoğunuz bana vermiyorsunuz...

Bu haftasonunun notları da bu kadar olsun. Yazmak istedim çünkü bu akşam için bir B planım yoktu ve bir sarışın tarafından ekildim sanırım evde oturaraktan. Telefonunu da açmıyor. Hangi siteyi önerirsiniz?

Çalan parça: Bob Dylan-Pledging My Time

21 Temmuz 2011 Perşembe

22/22 Halat üzerinde yürüyüş

22 Temmuz doğumluyum. 22 Temmuz'da 22 yaşında olmanın heyecanını yaşayacağım bir iki saate. Bu öyle büyük bir heyecan değil. Doğumgünlerine inanmıyorum açıkçası.

Farklı bir coğrafyada yaşıyor olsam veya çılgın American Pie modeli partiler yapabilecek maddi duruma ve sosyal çevreye sahip olsam belki inanırdım da; şimdiye kadar o durumda olamadım hiç.

Doğumgünlerimi nasıl kutladığımı anlatıp burada önceki yazılarda estirdiğim nostaljik sevecen rüzgarı estirmekten ziyade; içinde bulunduğum skindirik tedavi sürecinin beraberinde getirdiği alkol yasağını bir iki saat sonra bağıra bağıra "Paramparça"yı söyler halde; çoktan delmiş olacağım için, Bomonti'den yudumlarken bir iki aydır hayatımı saran playlisti paylaşmak istiyorum acısı, tatlısı ve yorumlarıyla.

Playlistin ise bir yönü var altını çizmek istediğim. Zaman zaman gaz, zaman zaman üzen cinsten parçalar var. Çünkü ben zaman zaman içiyor veya spor yapıyorum, zaman zaman içtiğime üzülüyor ve önümü göremiyorum. Ne olacağım önümüzdeki bir senede, bilinmez ancak bu bir seneyi hayatta atlatırsam 80 sene yaşarım gibime geliyor.

İyi dinlenceler...
Down-Rehab
Her sabah alarmımdır. Parçanın isminden belli zaten neyin ne olduğu... Açıklamaya ve fazla söze gerek yok.
http://www.youtube.com/watch?v=mij_1lxDBwM

Queens of the Stone Age-How To Handle A Rope
Ortada kalmış bir parçadır. Ne karamsar ne gaz verici... Fakat şu sözleri her daim ölümcül etki yaptı bana.
"you got it all right,
you got a feeling,
i'd rather open up my wrist, let it go"
http://www.youtube.com/watch?v=K1EvGc1AtGA

Mark Lanegan-Low
En az Cash yorumuyla Hurt kadar güzeldir ki andırır aslında o parçayı da bazı bazı... Alkol sınırlarında dolaşırken ve önüme bakamadığımı düşündüğüm zamanlarda yerleşiverir. Zaten "gerçek kaybedenler"in fonudur bu parça.
http://www.youtube.com/watch?v=7XfwbKyDU60

[Johnny Cash-Hurt]
Açıklama yazma gereği duymadım. Zaten yukarıda referansI olduğu için paylaştım bu parçayı. Kafe Pi'de dinlerken etkilemez de, bazen koyuverir adama.
http://www.youtube.com/watch?v=o22eIJDtKho

Spinnerette-The Walking Dead
"Dibine kadar" diyebilen bir kadının sesinden, dinlediğim en güzel bayan vokallerden birinden; "yeterli" parça. Yeterli çünkü ne sertlik dozu fazla, ne de bayan vokalin incelikleri...
http://www.youtube.com/watch?v=51wnbGGsFKY

Dozer-Way To Redemption
Bu biraz sert işte. Kendi halinde çıldırıp, "Ne oldu lan bana?" diyerek ortalığı yıkıp geçirirken dinlenebilecek parçadır.
http://www.youtube.com/watch?v=tbK7BBMy6A0

Soundgarden-Fell on Black Days
Cornell'ın geçirdiği anti-evrimi görmek isteyenler kesinlikle bir kez dinlesin. Bazıları "Iıııy, Amerika'nın arabeski işte yeaaa" diyip geçiştirmeye çalışsalar da; bu bünye arabesk de sever, Soundgarden da...
http://www.youtube.com/watch?v=fpecGg07cFQ

Bon Jovi-Wanted Dead Or Alive
İşte bunu bilmeyen yoktur. Lakin hayır, konsere gitmedim. Harley Davidson and Marlboro Man filminde sarmıştım parçaya. Dışarı çıktığım her gece en az bir kez dinliyorum "Cause I might not make it back." diyerek.
http://www.youtube.com/watch?v=SRvCvsRp5ho

MFÖ-Sakın Gelme
Bunu paylaşmasam çıldırırdım işte bak.
http://www.youtube.com/watch?v=0HlZmZMU0Pc

Aslına bakarsanız tüm parçaların youtube linklerini ve yorumlarını yazacaktım ancak çok sıkıldım. Zor işmiş bu hakikaten. Tam amme hizmeti. Ancak yukarıdakileri beğenenler devamındaki parçalara da bakabilirler gönül rahatlığıyla. On numaradır hepsi.
Stone Sour-Bother
Rolling Stones-You Can't Always Get What You Want
Screaming Trees-Sworn and Broken
Down-Where I'm Going
Them Crooked Vultures-No One Loves Me
Ted Nugent-Stranglehold
Red Hot Chili Peppers-Scar Tissue
B.B. King-Thrill Is Gone
Pearl Jam-Alive
Alice in Chains-Rooster
Black Rebel Motorcycle Club-Beat The Devil's Tattoo
Corrosion of Conformity-Break the Circle
Nirvana-Heart Shaped Box
Kyuss-Writhe
Clutch-Regulator
The Animals-House of the Rising Sun

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Güzel Bacaklar vs. Türk Kadını

Önce bunu yazdım:

"Bana bir fotoğrafta kullanılmak üzere bir çift bacak lazım.
Şaka değil, gerçekten.
2 ayda pert edilmiş hayatımı görüntüleyeceğim bir fotoğraf olacak bu. Daktilo, roaccutane hapları, ice tea ve adam asarmış gibi gamepadle asılmış boynumun yanında diri bir biçimde duracak bir çift bacak.

Selülitsiz ve uzun olanlar tercihimdir. Şaka değil ciddi bu.

Ve hayır, bacak sahibine sarkmayacağım söz veriyorum."

sonra da bunu döküldüm(ekşi sözlük'teki türk kızı başlığına)
"evet bu genellemeyi yapmaya bayılıyorum lakin yarım saattir bir çift düzgün türk bacağı(istanbul'dan) aramaktayım ve hakikaten nefret ettim türk kızından.

nasıl mı?
efendim bir fotoğraf mevzuumuz var. bir fotoğraf kompozisyonunda kullanılmak üzere, sütun gibi olmasa da selülitsiz ve uzun bir çift bacağa ihtiyacım vardı. sordum soruşturdum tüm listeyi gezdim yok, yok, yok!
biri der çatlak var bende,
biri der çok içki içiyorum o yüzden selülitliyim,
biri der benimkiler tombul...

tamam arkadaşım, çatlaklı selülitli tombul olabilirsiniz eyvallah da; bu makus kaderinizi değiştirmek için hiç mi çaba göstermezsiniz? göstermezsiniz gerçi nasılsa türk erkekleri etrafınızda pervane...

ve ardından gelen edit:
siyahlı beyazlı, şekilli şokullu cins cins bir sürü fotoğrafı olan; tam bir twitter sanatçısı olan bir hanımkızımızdan gelen yanıt ise çarpıcıydı: "çekilmem öyle foto""

19 Temmuz 2011 Salı

En büyük hayal kırıklıklarım 2. bölüm

Öncelikle öğrendim ki, aslında "hayal kırıklığı" şeklinde yazılıyormuş bu mevzu. Hatam için özür dilerim. Konuya devam...

-Islak rüyalarımdan her uyanışım bu kategoriye girer. Hele hele "Bu da mı gol değil?" tepkisi veririm ki bazen, o yakarışın içtenliği yürekleri dağlar.

-Kuzenimle, seneler önce gittiğimiz tatil köyünün(rezervasyon ve ödemesi baştan yapılmıştı) Araplar ve havuza giysiyle giren Arap kadınlardan başka kimse tarafından (Ruslar) tercih edilmediğini görmem koyu lacivert bir hayal kırıklığıydı. Üstelik, gecelik 80 Lira da para vermiştik.

-Dershanedeyken(sivilcelerimin zirve yaptığı dönem), hoşlandığım kadına ulaşmanın bir yolunu bulmuştum. Cüzdanındaki Cobain fotoğrafını görünce, hangi sınıfta olduğunu, hangi sırada oturduğunu öğrenip; sıra altına bir CD sıkıştırmıştım. Discman'imi farkedip, teneffüste yanıma geldi ve; "Pardon, bu derslik discman'ini alabilir miyim acaba?" dedi. Tabii verdim discman'i ve ertesi teneffüs; "Biraz konuşabilir miyiz?" diyerek teslim aldım discman'i. Konuştuk, mutlu mesut derse geldiğimdeyse, onu tanıyan tek arkadaşımın "Abi onun 35 yaşında bir sevgilisi var" lafını duymam büyük hayal kırıklığıydı. Zaten o zamandan beri de benden yaş olarak küçük kadınlara ilgi duyamadım. (Bir iki pornstar/American Car Wash cinsi hatun hariç)

-Dün yorumlar sırasında yazmıştım bunu. Sitemizdeki çöpçünün "karnede her dersi pekiyi getirirsen sana çubuk kraker ve kola alacağım" demesi üzerine, dönem sonunda karnemi çöpçüye götürmüştüm. Almıştı adamcağız ancak bunu duyan annemler hemen özür dilemişlerdi adamcağızdan, hatta parasını vermeye çalışmışlardı. Çocuk aklı işte, düşünememiştim adamcağızın gelirini. Yürek burkan hayal kırıklığımdır ve o gün bugündür hep tekrarlarım; "çocuk aklımı sikeyim."

-Birlikte stüdyoya girdiğim gruplarda, müzisyenlerin "aa ben o parçaya çalışmadım" dediklerini duyduğum an hayallerim orta yerinden çatlar, kırılmaktan ziyade... Çünkü genelde çalışılmayan parça playlist'e eklenmesini tavsiye ettiğim ve çok sevdiğim bir parça olur.

-Son günlerini yaşadığını bilmeden, boynuna sarılmak üzere evine gittiğimde; babaannemin erimiş vücuduyla karşılaşmak ve nefes alışverişi sırasında yaşadığı zorluğa rağmen ismimi söylemeye çalıştığını görmek; ağır hayal kırıklığıdır gözümde. Huzur içinde yat.

-Ve bu gecenin sonuncusu... Action-Man aldırmıştım zamanında halama. Kanosu vardı. Ufak da bir motor ilişik kanoya... Kısacası, dönemin en pahalı action man'iydi. Köpekliyle beraber tabii... Aklıma sıçayım ki köpeklisini değil de, kanolusunu aldım. Daha sonra pillerini de alıp, halamla beraber sitemizdeki iskeleye çıkmıştık. Kanonun en ucundaki deliğe yorgan ipliği bağlayıp, kanoyu action man ile birlikte denize attım motoru çalışır bir biçimde. Zerre oynama olmuyordu. Dalgalarda aptal aptal sürükleniyordu kano. Çocuk aklımın yaşattığı hayal kırıklıklarındandır. Zaten daha sonra bir balık gibi kanoyu ve action man'i geri çekmiştim. Zavallı halam bu aksiyonu küvette yaptırmıştı bana ki hiç eğlenmediğimi görünce, yayla evinde kanonun geçebileceği, taşlardan bir yapay nehir yapmaya çalışırken eli yüzü çamur olmuştu. Tabii hayal kırıklığı yaşamadım. Aptal ve çocuktum ancak taşların arasından suyun kenarlara akacağını tahmin edebilmiştim. Muhtemelen halam da tahmin edebilmişti ama ne yapsın, beni mutlu etmek için yenileceğini bile bile savaşa girenlerdendi.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

En büyük hayal kırıklıklarım

Geçmişten günümüze, herhangi bir kronolojik sıraya koymadan aklıma gelenleri paylaşacağım. Genellikle de kadınlarla ilgili tabii ki bunlar...

-Gayet güzel bulduğum, annemin eski öğrencisiyle muhabbet ederken; kendisinin sevgilisi olduğunu öğrenmem. Halbuki "Nothing Else Matters" dinliyordu otobüste. Ben de tanıdık olduğunu anlayıp yanaşmıştım ve her şey Dawson's Creek gibi başlamıştı.

-İnternet üzerinden salça olduğum herhangi bir kadının İstanbul dışından olduğunu öğrenmek. Evet, 21 yaşına geldim ve bazen kadınlara salça olmak için interneti kullanıyorum. Farklı şehirlerde olduğumuzu öğrendiğimde de çıldırıyorum dilberler. (veya kezbanlar, bilemedim)
-Küçükken, aşağıda arkadaşlarıyla rakıya vuran babam eve telefon açıp "Bir ihtiyacınız var mı?" diye sorduğunda, çokonatı tanımlamak için kasmıştım. "Turuncu böyle pakedi, gofret..." Ve bakkalın tanımlamayı anladığını ahizeden gelen "Hee çokonat diyor babası" sesiyle anlamıştım. O gece babamı bekledim. Babamsa eli boş geldi ve "ÜLKER almıyoruz oliş. Bu yüzden almadım." dedi. Hadi o ara küçüktük sinirlendik de, şimdi büyüdüm ve bakıyorum da, Çamlıca Gazoz bile giriyor eve. Ne iş?
-Bak en büyüklerden bir tanesi geliyor. Final dershanesinin dağıttığı üniversiteler tanıtım kitapçığında her yerinde karılı kızlı ortamların göründüğü fotoğraflarla süslü İTÜ'yü görmüş, özellikle de turuncu saçlı insanların çok bulunmadığı Mersin'de, kitapçığı okurken o turuncu saçlı hatunu(ki tombuldu) görünce ilk tercihime İTÜ yazmıştım. Okuldaki ilk günüm tabii ki büyük hayal kırıklığıydı. Özellikle 1500 kişilik erkek yurdunda kaldığımı öğrenince, tamamen çıldırmış ve sinirden kendimi sikecek kıvama gelmiştim. Hayır, sikmedim.
-Sigaradan ilk nefesimi çekişim de büyük hayal kırıklığıdır. 10 yaşındaydım, Ürgüp'!te tatildeydik ve babam; annem makyajını yaparken bir sigara yakmıştı. Çok merak ettiğimi söylediğimde ağzıma tutuşturdu ve öksürük içinde kalıp tükürmüştüm. Akabinde kulağım ne zaman ağrısa babam kulağıma sigara dumanı üflerdi. Bunlara rağmen sigaraya başladım. Şimdi bıraktım. Pişman değilim. Başlamış olmaktan da, bırakmış olmaktan da...
-Kot pantolonunu çıkardığım kadınların tanker gibi götlerinin ortaya çıkması hayal kırıklıklarımdan biridir sadece. Efsane bir şey beklersin, ama kot çıkınca görürsün efsaneyi. Üzerine selülit (he canım, o kilo almalarınız hep ilaçtan. kimse dürüm yemiyor demişti Sarıkaya zamanında) de tuz biber tabi...
-Tekila, mojito, absolute, absinthe, jaggermeister gibi; arkadaşlarım tarafından boyuna şişirilen içkilerin; sidiğim gibi tatlarını tadınca yaşadığım hayal kırıklığı da önemlidir mesela. E soracaksınız değil mi, nasıl alkoliksin sen diye? Bak arkadaşım, elin yankeesi zamanında viskiyi icat etmiş, rusu kontra yapmış vodkayı koymuş ortaya; bizimkilerse karşılarına rakıyı dikmiş. Şimdi hepsinin rekabetini izliyoruz. Zaten rekabetten karlı çıkan her zaman tüketicidir.
-İçki demişken, 5 yaşındayım. Kan ter içinde mutfağa koşmuştum. O zamanlar rakı şişeleri bilyesizdi. Annemse boş rakı şişelerine su doldururdu... .Eh, sonucu tahmin edebiliyorsunuzdur.

17 Temmuz 2011 Pazar

Ve üçlemenin sonu. (You Can't Quit Me Baby)



Bazen "hayır" cevabı alırız.
Bazen "yeter" kelimesini duyarız.
Bazen "arkadaş kalalım", bazen "ben seni arkadaş olarak görüyorum."dur.
Bazen "sorun sende değil bende"dir.

Öyle ya da böyle; inciniriz. Meyhanelerde veya depresyonda alırız soluğu. Bomboş yaşarız. Tüy gibi hafif olduğumuzu sanırız ama kafamız fil gibi ağırdır. O gitmiştir, o reddetmiştir, o "olmaz" demiştir. Bu durumlarda bir ihtimali gözden kaçırırız. Daha önce "egomuz örseleniyor" diyip geçiştirirdim ancak işin biraz daha spesifik bir boyutu var. O da ne mi?

Kontrol edemememiz. Dizginleyemememiz. Sürekli süreceğine inanmamız, hayal kırıklığı yaşamamız veya kalbimizin kırılması değil mevzu; mevzu elimizden bir şey gelmemesi. Bu durumlarda genelde kafayı sıyıracak kıvama geldiğimden ötürü, "You Can't Quit Me Baby" dinlerdim.

Tekrar tekrar, sabaha kadar... Ertesi gün yine şarkı eşliğinde duş, toparlanma süreci ve karşıdakinin hayatını işkenceye çevirme başvurusu. Kıskandırma oyunları, özgüven patlaması, daha çok kadın, hep daha çok. Ve o sözlerin ağızdan dökülmesi yine, yeniden.

"Sen beni kıskandırmaya mı çalışıyorsun?"
veya alternatifi, -rahat görünmek için uğraşan kadının mavi ekran vermesi-,
"Beni böyle kıskandıramazsın ahahaha"

Bu cümleler sıradan birer cevapsız çağrı olmaktan öteye gidemez. Çünkü arkamı dönüp giderim... Sonra arkaya çok hafif, omuz üzerinden bir bakış ve az önce rahat görünmeye çalışan/iyi huylu davranmaya çalışan kadının yüzünden düşen bir parçayı görmek keyif verir aklımdan şu sözler geçerken; "you're solid gold,
i'll see you in hell"


Üçleme ne miydi?
1-) http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2011/07/ill-take-care-of-you.html
2-) http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2011/07/dunden-devamlong-slow-goodbye.html

ve son olarak da bu.

Neden üçleme dedim bunlara, merak ediyorsunuzdur. Üçünü üstüste okuyarak ne denli hasta ruhlu ve dengesiz bir puşt olduğumu görün diye.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Dünden devam(long, slow goodbye)



Dün yayınlayıp, bu sabah görünce afalladığım bir yazı vardı. http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2011/07/ill-take-care-of-you.html

Linki budur. Garip bir biçimde İngilizce döşenmişim içimdekileri. Yakıp yıkmışım kendimi. En son 17 yaşındayken İngilizce yazmıştım sanırım. Bir de Facebook'ta parçaları not olarak paylaşırken yazıyordum. Neyse ne, kimsenin şeyinde değil dil; mevzu benim şeyim olunca.

Şimdi hatırladım, bir edebiyat hocamız vardı ortaokulda. Pis herif pazartesi günü, güneşin altında; dersler başlamadan bir edebiyat sunumu yapmıştı. Artık o hafta Türkçe haftası mıydı, edebiyat haftası mıydı bilmiyorum lakin biz homurdanmaya başlayınca; ""Şey" kelimesini ne kadar sık kullandığınızın farkına varın önce!" demişti. Hocam, o zaman söyleyememiştim size; biz "şey" kelimesini, dar kelime dağarcığımız sebebiyle değil; terbiyesiz olduğumuz için kullanıyorduk.

Neyse, geçelim benim burnunu araba anahtarıyla karıştıran, ağzı şarap kokan edebiyat hocamı şimdi. Dünkü parçadan sonra; bu sabah geçeceğini umduğum bu aptal halet-i ruhiye, tabii ki tahmin edeceğiniz üzere geçmedi. Hatta yazıda bir iki ufak oynama yapıp tekrar yayınladım. Muhtemelen yarın sabah uyandığımda aynısını bir kez daha yapacağım çünkü Rock N Coke'ta biraz demlenip geldim.

Konumuz ne mi? Konumuz "A long, slow, goodbye." Yani veda etmenin verdiği kalp ağrısı, karıncalanma ve farkındalık. Biliyor musunuz, aslında istediğiniz her şeyi yaptığınız, paylaşabileceğiniz her şeyi paylaştığınız biriyle vedalaşmak kolaydır. Çünkü bilirsiniz ki, onu biraz özleyeceksinizdir ve sonra o geri gelecektir, belki yerleşmeye değil ancak sizi tekrar görmeye.

Fakat dilediğinizce paylaşamadığınız ve belli duygular beslediğiniz kişi ile vedalaşmak zordur. Özellikle de onun da sizin gibi hissettiğini vedalaşırken anlarsanız... Adeta ruhu çekilir insanın. Çünkü o sorular, sorgulamalar yer edecektir bünyede bir süre; mutluluğu başka vücutlarda veya başka şişelerde ararken. Hep kendine, "Ya gitmeseydi?" sorusunu soracaktır kalan ve giden. Kalan genellikle hayatına uzun süre devam edemez gidenin çoktan biriyle yeni bir birlikteliğe başladığını tahmin ederek. Ancak bilmez ki, aslında giden de boktan hayatına gitmiştir. Veya bir nevi, iki taraf için de "mükemmel" görünen ilişki, aslında bok yoluna gitmiştir.

Çünkü merak insanı öldürür. O, "Böyle olmasaydı..." şeklinde başlayan cümleler insanın içini kemirir. Ve bilmezsiniz ki, bu çöplükte yazdıklarıma rağmen; bu şekilde başlayan soruları kendine en çok soran kişi benimdir. A Long Slow Goodbye dinlerim Queens of the Stone Age'den, ağlamamak için kendimi tutarken. Beni kim anlar bilemem, ancak ben bu merak sebebiyle gidene daha çok bağlandığımı çözümler; fakat kendi problemime bir çözüm bulamam.

O yüzden, şerefe.

Her şeyi olan insanlar



Genellikle Sosyomat, Myspace gibi, alternatif gençlerin at koşturduğu sitelerde gezerken görüyorum onları. Genellikle renkli giyiniyorlar, Converse, Ray Ban, Fender, Nikon en sevdikleri markalar. Ama sorsan ne gitarın mi telini gösterebilir, ne de fotoğraf makinasının odak ayarının nasıl yapıldığını...

Evet evet, onlardan bahsediyorum. Her şeyi olan insanlar. Facebook profillerine girdiğiniz anda Deviantart, Myspace, Blogger, LinkedIn, Tumblr gibi zibilyon tane siteye link gördüğünüz maymun iştahlı insan müsveddelerinden.

Öncelikle, diyelim ki 4square'den Twitter'a, hepsini aktif olarak kullanıyorsun (ki bu imkansız). Veya merak edip hepsinden birer hesap aldın. Hadi ona da tamam; ancak neden bu linklerin bulunduğu paragrafı her yere yapıştırıyorsun güzelim sen? Anlamı ne? Gelelim amacı belli sitelere... Deviantart'ın var, veya flickr'ın. Kaç tane fotoğraf çekmişsin peki? Veya kaç tane gerçekten beğenilecek (özellikle kadınsan vücudun veya oral sekse müsait ağzın sebebiyle değil, fotoğraf gerçekten kayda değer olduğu için) çalışma var orada?

Bu "ben her siki bilirim" tavrına acayip kılım. Çünkü bence "sen her siki bilmezsin." Hatta sen hiç bir şeyi bilmezsin. Hepsine dokunup dokunup kaçarsın, çizgin yoktur. Anladın mı?

Bugün sırf bu yosmalardan biri olarak anılmamak için; temizlemeye başladım hesaplarımı teker teker. Myspace'inden tut, 80630'una; yavaş yavaş siliyorum hepsini. Çünkü vakti geldi de geçiyor. Basit adamım, basit hayatımla da mutluyum.

"Her şey" ile de aram yoktur.

15 Temmuz 2011 Cuma

I'll Take Care of You



Alright i know it's totally awkward to write in English for a totally Turkish blog but I couldn't stop myself outta it since it also has some connection with foreigners.
I always loved this song, even though knowing that it's just a cover. I wanted to sing this one not only to a special woman, but also to a lot of women. Because each of them meant a lot to me.
I will not give you details about my sexual life or about my relationships but i will speak about a few of them women reminded me of that song. You may call me a cheap Casanova or you may call me a goddamn bastard but as far as you got; I don't mind.
I met one of them at high school. We were not in contact at all until facebook. No, she didn't get hotter or she didn't become a car wash pornstar. I just liked speaking to her since she had a "beautiful" mind. Then I have heard about her cyst and felt weakened. Because I always wanted to be the hero, I always wanted to save the day but it was impossible for me. Yeah, the doctors could save the day but not me. Argh, I ended up at my same shithole once again. Thinking of her once in a while, knowing that she's ok but I am losin' it day by day.
The other one was an Estonian chick I met on New Year's Eve. Totally sexy, wearing fishnets and has the most important quality I searched for: a good bj. But she was hurt, I could feel it. Then she told me, about her ex-boyfriend; about her fucked up life because of her stepfather and all. Once again, I wanted to save her but couldn't.
Then time passed, I met a lot more; interacted with a lot more, wanted a lot more and found myself here; telling about one more. Met via my "pal" over than 10 years. He lived in Poland and his Polish friends were in town. That's how we met but she had always been the sweetheart; I don't know whether she was playin' or not. We chit chatted, while I was figuring out that she was hurt. Then she told me about her ex boyfriend whom she was waited for a year etc. Hugged me when I was leaving, with some intensity and "i want to see you again" signal. But no, I am already chained to Istanbul.
I always had this urge to save someone and be the "hero of the day" although I always hated people. But couldn't. Never, ever. And don't think i'll never, ever be able to. How to save them? I have no freaking idea. But I wanted to feel like Leon only once in my life instead of a big bad rocknrolla...

14 Temmuz 2011 Perşembe

Kısa kısa notlar. Aa köşe yazarı mıyım lan?

Çok belirli konular dışında klavye/daktilonun başına geçerken aklımda ne yazacağım konusunda zerre fikir olmuyor. Başlıyorum ucundan köşesinden, geliyor gerisi. Bu yüzden de başlıkları hep en son atarım.

Eskisi kadar sık yazamadığımı farkettim. Daha doğrusu, eskisi kadar sık internette yazamadığımı farkettim. Bunun sebebi muhtemelen sonunda tamir ettirdiğim daktilo oldu. Onun başında yazmak genellikle daha keyifli. İçki perhizim olmasa viski ve röpdeşambrımı da giyip en nefret ettiğim aktörlerden Johnny Depp kılığına da gireceğim de yok, daha ziyade don gömlek yazıyorum şu an yaptığım gibi. Bir de bazen kahve oluyor masada, bazen ice tea. Ama hepsi o.

Kullandığım ilacın reklamını viral bir biçimde yapıyor gibi hissediyorum bazen. Dışarı çıkınca en fazla bir bira içtiğimde gelen "Sen neden içmiyorsun?" sorularına verdiğim cevap, bu "deli" halimi anlatırken blogda sebebinin ilaç olduğunu belirtmem derken hakikaten ünlenmiş olabilir bu alet.

"Ben geliyorum!" derken bile beklentiye giren ve gittiği şehirdeki insanların onun için hazırlık yapacağını zanneden dangalaklar çok fazla. Neden varlar onu da bilmiyoruz ki? Birader/bacım; sen geleceksin diye hiç bir şey değişmeyecek. Herkes yatıp uyuyacak. En fazla, ekstradan bir iki veya bir iki şişe içki daha içilecek hepsi o. Ne yapalım kırmızı halı mı serelim?

Konser biletlerinin fotoğrafını çeken dangalak gençliğe de kılım. Aslına bakarsanız bu gençliği az çok çözdüm. Daha önce bir takım -ötekileştirdiğim- sürülerle ilgili yazılar yazmıştım; linkleri (http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2009/04/universite-genclik-disiler-icin.html) ve (http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2009/04/universite-genclik.html). Gelgelelim, bu tipler Küçük Beyoğlu tipleri işte? Renkli Ray Ban Wayfarer(bende de var bir tane, simsiyah. Rezervuar Köpekleri en sevdiğim filmlerdendir çünkü. 90lar da kraldır) gözlük; Nikon pro fotoğraf makinası, Tiger ayakkabı, tayt kızların vazgeçilmezi; erkeklerin ise BlackBerry/IPhone ve Lacoste t shirt. Off, fabrika çıkışı sabit olan sabit fikirlilere fitilim.

Neyse, kustum bu kadar madem; doğru düzgün bir mevzuyla bitirelim. Köylülerin gelmesini istemediğimiz ve elitist bir oluşum olarak kalmasını dilediğimiz (ironi, bazınız anlamıyor) Google Plus kullanmaya başladım. Twitter ve Facebook'umu da aktif olarak kullanıyorum ancak G+ her ikisini de solda sıfır bırakacak şekilde tasarlanmış. Adresim budur, takip etmek isteyenler için: http://gplus.to/mahmutdonuk
not: evet başlığı da en son yazdım yine.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Olamadım, olmadım.

Biliyor musunuz bana kimse, "Olmuşsun." demedi. Çevrem, kadınlarım, ailem, arkadaşlarım.. Çünkü ben hiç bir zaman olamadım kimsenin gözünde, daha doğrusu, ben asla "olmadım."

Ben sıkıntıdan patladığı ortamlarda giriş ücreti verdiği için eğleniyor taklidi yapan çakma Kazanova'lardan olmadım asla.

Ben arkadaşlarının sırtı üzerinden tırmanan başarılı çancı öğrenci olamadım, bu yüzden başarılı da olamadım.

Ben var ya ben, sırf yaşı sebebiyle bazı akrabalarına sevmediği halde saygı gösteren ailenin iyi çocuğu da olamadım. Sevmediğime, sevmediğimi gösterdim açık seçik.

Ben siyasi yönden ortada da olamadım. Liberal yosmalar gibi "herkesin tek bir çatı altında toplandığı" sistemleri ve partileri hayal etmedim. Rengim neyse ortaya koydum.

Ben geçmişi hatırlatarak şirinlik yapmaya çalışan, kareli pantolon giyen ve yavşak yavşak "Naber yea?" diyen İstanbullu genç de olamadım.

Ben omzunda ağlayan kızları yatağa götüren "Kızların en iyi arkadaşı" da olamadım.

Ben, "Her türlü görüşe saygılıyımdır ama..." şeklinde başlamadım hiç bir cümleye. "Yanlış görüş yoktur." diyerek cümleyi kesip attım, benimle tamamen zıt düşünen taksiciye.

Ben en çok da neyi beceremedim biliyor musunuz, bir maske takıp kendimi sevdirmeyi. Şifresiz TRT yayını misali, ne gördüyseniz o oldum her zaman, en yakınlarımın bile bana telkinlerde bulunacağını; bunun gibi okuduğunuz bir çok yazı sebebiyle kahrolacağını bile bile.

Bu yüzden bana hiç biriniz "Sen oldun." diyemedi. Ama ben bunu biliyorum, aslında ben hepinizden daha fazla "olmuşum."

Cumartesi gecesini evde geçirenler

Evet, bu bir genelleme yazısıdır. Hoşunuza gidebilir veya gitmeyebilir, zerre umrumda değildir. Ama bir cumartesi gecesini daha evde geçirdiğim için, sorgulamak ve yazmak istedim. Yazıyı tamamen İstanbul için yazıyorum diğer iller kusura bakmasın. Gerçi orası için de geçerlidir yazdıklarımın çoğu..
Öncelikle, analiz edilecek ilk parametre; karakterdir. Bu insanlar farklı karakterlere sahip olabilir.
1-) Cuma Felekçileri: Bu arkadaşlar genellikle Cumartesi'yi bekleyemez, Cuma iş çıkışı/ders çıkışı abanıverirler arkadaşlarıyla içkiye. Ocakbaşı olur, gece kulübü olur, tüketirler bünyeyi sabahın ilk ışıklarına kadar.. Sabahleyin yatağa girip, akşamüstü uyandıklarından mütevellit, cumartesi dışarıya çıkmaya halleri kalmaz.
2-) Asosyal İradeler: Kendimi en çok içinde hissettiğim gruplardan biridir. Ertesi hafta sınav/yetiştirilmesi gereken iş/proje/ödev gibi mevzuları varsa; haftasonunu evde geçirmek isterler vicdan muhasebesinin Z raporu sebebiyle. Lakin bu insanlar da kendi içlerinde ikiye ayrılır: evde iradesine hakim olup işini gücünü halledenler ve bakkaldan bira söyleyenler(ikinci grup benim başlı başına.)
3-) Yorgunlar: Yaşadıkları şehri, kornaları, gürültüyü, kalabalığı sevmeyen, genel eğlence anlayışından tiksinen, üç beş arkadaşıyla minimal bir hayat sürdüren yorgun ruhlardır.Cumartesi günü onlar için haftaiçi günlerinden zerre farklı değildir. Sıradan bir gündür.

Şimdi diyeceksiniz ki, senin benim gibi yaşamayan memur adamlar da var. Evliler var. Çocuklular var. Bak birader, cebinde yol parası olan herkes cumartesi dışarı çıkar. Ha kimisi misafirliğe, çaya yemeğe gider; kimisi ailesiyle sahilde çekirdek çitler. Ama dışarı çıkılır, anlaşıldı?

Aklıma gelen ilk grupları yazdım. Varsa eklemek istedikleriniz, buyrun.

8 Temmuz 2011 Cuma

Çok kısa bir altyazı geçmek istiyorum

Sizler, daha doğrusu bir çoğunuz; isminiz gizli, cisminiz gizli yazıyorsunuz çatır çatır. Sürekli drama, "kedi", otomatik modda kullandığınız fotoğraf makineleri, bir takım klişeler; ama en çok da -hepimizin bildiği- en çok satan "SEKS".

Tek bir şey söyleyeceğim. Açık açık yazsanıza. Çekinmeden, takma isimlerinizin ardına saklanmadan. Göğüs gersenize çevrenizin, ailenizin, patronunuzun veya üstlerinizin yazdıklarınız sebebiyle tepenize üşüşmesine. Yapamazsınız, ve yazdıklarınız için savaşmayı göze alamazsınız.

Kimine göre ben ilkelim, kimine göre egoist veya kibirliyim ancak sizin gibi "BOT" değilim. Bir bireyim, sanal değilim, her ay çağırdığınız eskort kadar "reel"im ve "saklanmıyorum." Belki hepinizden daha fazla sinir krizi geçiriyorum ancak hepinizden daha fazla "yaşıyorum."

7 Temmuz 2011 Perşembe

Boş beleş yazılar arasında seks geçince seviyor musunuz?

Uyandım. Daha önce bahsettiğim ilaç sebebiyle(evet, biliyorum çok şikayet ediyorum bu bok yüzünden, kafa yapsa bari) kan tahlili yaptırmam gerekiyordu. "Aile doktorum" hemen karşı binada, sağlık ocağında beni bekliyordu. Daha doğrusu binanın dışında sigara içiyordu beni beklerken. Kahvesi de Starbuck's matarasında... Herif "Siz buyrun ben geliyorum." dedi. Odasına girdiğimde Jazz çalıyordu. Açıkçası kanım ısındı ve ona Amerikanvari bir biçimde "Doktor" diye hitap etmeye başladım. Gelgelelim, bir sıkıntı vardı. İstediğim kan değerlerinin hangi tahlillerden çıkıyor olduğunu bilmediğinden, benden 4 farklı tahlil istedi, yani 4 farklı tüp kan. Sabahın 8.30'unda bir şırıngayla aç karnına dört tüp kan verince gününüzün çok güzel geçeceğini düşünemezsiniz.

Rezil bir ders, ardından eve dönüş. İçki ve sigarayı bıraktığımdan beri, 31 çekmekle vakit geçmeyeceğini ve enerjinin 31'e fazla aktarılmasının nasır yapacağını bildiğimden yazıldığım spor salonuna gidecektim, üşeniverdim. Yapamadım. Vazgeçtim. Üşendim. Mavi ekran vermeden önce konumuza dönelim...

Celal ile "Moral Bozukluğu ve 31"i izlediğimizden beri Cihangir'in meşhur merdivenlerinde gitar çalma hayalimiz vardı. Para kazanırız veya kazanmayız, düzüşecek bir iki dişi buluruz veya bulamayız; bu hayali gerçekleştirmek istedik. Çalmaya başladık... Ama beyaz çoraplarını çekmiş emmiler, ayakkabılarını çıkarmış bağıra bağıra sarhoş olurken; iki apaçi, arabalarının sesini yarıştırırken -bir nevi sidik yarıştırırken- bunu yapmak çok da kolay değildi. Ama çaldık, rahatladığımı da söyleyebilirim özellikle "Rooster" söylerken Alice In Chains'den.

İşte o an, dün yazdığım yazı geldi aklıma. Evet evet, tam o an. Rooster söylerken. Alkol, kadınlar ve ego arasındaki gelgitlerim üzerine yazdığım yazı ve bir şeyi farkettim. Yazdığım yazı beğenilmişti ki çoğu yazım beğenilmez. Daha doğrusu siklenmez lakin işin içinde gerçekten çakma bir Bukowski üslubu varsa, anlaşılmaz bir biçimde beğeniliyor. Bugün o yazıyı okurken çok da yazdığım şeyden hoşlandığımı söyleyemem ancak seviyorsunuz işte. Çünkü pornografi var işin içinde, benim özel hayatım ve çünkü cinsellik var işin içinde, Türkiye'nin tabusu. Buradan yola çıkarak, aşağıdaki formülü yazdım.

Bir erkek/kadın+bir kadınla/erkekle nasıl düzüştüğünü anlatması=ilgiyle karşılanan bir yazı.
ilgiyle karşılanan bir yazı * 100 = INTERNET UNLUSU OLMAYA AÇILAN KAPI

Evet, ben yazdığım bu boktan atmıklı peçete sebebiyle kendimden tiksinirken; özel hayatını defalarca ifşa eden ve "şunu siktim buna şöyle soktum" veya "bunun performansı kötüydü ama göğüs kaslarından çok etkileniyordum" diyenler; sizin "Yeraltı Edebiyatı" diye tabir ettiğiniz boku oluşturuyor yavaş yavaş. Nasıl mı? Blogger takipçilerini arttırıp, bu takipçileri referans göstererek kitap yazarak...

Ha günün geri kalanı nasıl mı geçti? Eve gelip bira açtım... Bir şeyler gelir kesin başıma yakında da, bugün o gün değil.

İyi geceler.

not: evet, bünye sçtığı için iyice, kafam oluverdi bir anda. bir parça bile editlemeden yazdım. kusuruma bakmayın.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

"Vay be.."

Ufak bir çöküş var karaciğerde, belli ediyor kendini. "O son birayı içmeyecektik Galip." Bir buçuk haftadır portakal suyu dışında alkollü bir şey içmedim ilaca bir ay önce başlamış olmama rağmen. Kasıyorum kendimi, sıktım dişlerimi de ancak ne bileyim, yapamıyorum gibi...

Yine uykum gelmişti saat on ikide. Sağolsun bünyem on ikiden geç saate kadar ayakta durmama izin vermiyor. Yattım, uyandım, "sleep-fuck" ve saat 01.45. Bilmiyorum, önemsiyor muyum veya bilmiyorum; seviyor muyum veya bilmiyorum, takıntı mı yaptım onu lakin bu kadar erken uyumayacağı belliydi. Geç yatıp geç kalkar çünkü. Ben tekrar uyuyakaldığımda o bilgisayar başındaydı, biraz düşüncesizce; bürositi sürükleye sürükleye yer değiştirmeler, bilgisayarın sesini kapatmayı unutması falan derken; telefon çaldı, "tamam gelince görüşürüüüüüüüüz" cümlesi ve her şeyiyle hazırlanıp "Ben gitsem olur muuu?" diye sorması... Afalladım. Belki yazının sonunda tekrar ararım.

Sanırım son bir sene içinde yaşadığım, bünyeye en az zararlı olay budur. Aklıma gelenlerini devam ettireyim hazır başlamışken.

Otuz iki yaşındaydı. Moda'da yaşıyordu. Yine aynı güzelim semtte bir restoran, Slovak bir sevgili ve gezmek üzerine bir hayat. Yabancı bir sitenin Türkiye elçisiydi aynı zamanda ki o site sayesinde tanışmıştık. Bende ne buluyordu bilmiyorum çünkü mevzu bir buçuk sene önce cereyan etmişti ki o ara ne harika sevişiyordum, ne şimdikinden daha yakışıklıydım, ne de o klasta bir kadını etkileyebilecek "lady killer" özelliklerim vardı. Belki de genç olmam ve enerji hoşuna gidiyordu sadece, kim bilir. Fahişesiymiş gibi evine kadar gidiyor, bana oral seks yaparken Skype üzerinden sevgilisi aramasın diye laptop'ının kapağını kapatıyor ve lateks alerjisi olduğu için herhangi bir ekstra kıyafete gerek kalmadan, "tamamen çıplak" benimle sevişiyordu. Güzel bir ilişki sayılır değil mi? Bunun üzerine evde gördüğüm "erkek" muamelesi ve kral döşenmiş ev, ayağıma kadar getirilen bira gibi hizmetleri de ekleyin.

Bıraktık, çünkü Slovakya'ya, sevgilisinin yanına gitti. Sonra ayrılmış herhalde manitasıyla, tekrar diyaloğa girdi benimle ama sadece diyalog. Zaten ben yeni bir blowjob beklerken de bu ilaç krizi ilk kez patlak verdi(Ocak ayı). Alkoliğin teki olduğumdan ilacı asla kullanmayacağımı ona bağıra bağıra açıkladım... "Ergenin önde gidenisin" dedi ve beni adeta "ortadan" kaldırdı. Görüşmüyoruz.

Güzel değildi. Kırılgan bir anına denk gelmiştim eminim. Netten sonra reelden görüşmeyi Starbuck's'ta gerçekleştirecektik. (Neden Starbuck's bilmiyorum) Sadece ben onu orada beklerken telefon açıp "Yahu ben seni nasıl tanıyacağım?" dediği an duyduğum saf tonlama hoşuma gitmişti. Sonra tabii Kadıköy'de olduğumuz için beni evine aldı, seviştik. Bir kez daha olmasına gerek yok, demesine rağmen devamı geldi. Daha sonra daha da yakınıma, Mecidiyeköy'e taşındı. Haftada bir veya iki haftada bir görüşme(veya sevişme) sıklığımızdı. Ardından bile bile lades oldum ve üçlü teklif ettim. O günden düne kadar, her gece benimle muhabbet etmesinden umutlanmadım değil; yeni bir blowjob için(evet güzel değildi ancak bu işte çok iyiydi) daha sonra bu sabah yaptığımız konuşmayla bencil, kibirli ergenin teki olduğumu söyleyip her yerden engelledi beni. Telefonla arasam açmayacağını bildiğimden, attığım son tweet'in çok hoşuna gideceğini belirten bir mesaj gönderdim.

http://twitter.com/#!/mahmutdonuk/status/88550493118398464

Zırlayan kadınlar gibi hissettim kendimi de bazen arızalı mıyım diyorum özellikle de Mark Lanegan "low, you know where i've been" diye derinden çığırırken. Sadece ihtiyaçlarım için görüştüğüm iki kadının verdiği ayarı hatırlayıvermek mi geceleyin "birinin gidişini" izlemem sebebiyle; sinirli bir biçimde bilgisayar başına geçmemin ve çatır çatır yazmamın sebebi? Bilmiyorum. Aptal bir duygusallık çöktü üzerime. Daha da eski kadınlarımı hatırlayıp iyice nefes alamayacak duruma geldim ve sanırım yazının başında hissettiğim; "arama" cesaretini kaybetmiş durumdayım. Hadi Mahmut, telefon hemen şurada... Kalbim küt küt.

Ekrana bomboş baktıktan sonra bir süre, aradım. Kesinlikle bir sorun olmadığını, sadece sabaha kadar boş boş beklemek istemediğini söyledi. Paranoyak, takıntılı bir puşt olma yolunda ilerliyorum ki bunu yaparken yüksek egolara sahip değilseniz; şu an bulunduğum durumda olursunuz.

Evet, yazarken açılmak bu olsa gerek. Saçmalaya saçmalaya, duygusallaşa duygusallaşa, "geçmişe duyulan özlem" tribalini yaşaya yaşaya çözdüm işte. Bir aydır, çevremin söylediği buydu. "Sen çok efendi olmuşsun lan!" Aslında efendi falan olmadım, hala aynı takıntılar ve saplantılar deryasında yüzüyorum ancak "o" yok artık. Her daim ayakta durmamı sağlayan o kocaman ego yok artık. Çünkü alkol yok, sigara yok, izbe barlar yok, aynaya bakarak -kafası güzel- sırıtan Mahmut yok. Bu yüzden bir kadını kafaya takan Mahmut var, bu yüzden ihtiyaç ilişkisi içersinde olduğu kadınların kendisiyle ilgili yaptığı yorumları blog'unda paylaşan Mahmut var, bu yüzden tekrar kaybetmeye başladığını hisseden Mahmut var. Ego... Kimine göre bir uyuşturucu, kimine göre bir atom bombasından daha zararlı. Benim içinse bir serum. Değerli...