Google+ boş mideye iki duble viski: Mart 2011

25 Mart 2011 Cuma

Aynı Meyhane, Aynı Parçalar, Aynı İçki

-Siz metroya mı bineceksiniz?
-Evet onlar metroya binecekler...
Şaşırmamıştı, bilmiyorum neden. Kızlar Taksim diyordu, önce biraz demlenip, daha sonra Machine'e gideceklerini söylüyorlardı. Ben mi? Cevahir'de geçirilen yaklaşık 2 saatten sonra iptaldim. Yorgun değildim aslında, normalde birlikte vakit geçirmeyi sevdiğim bir kadın için bırak Taksim'i, Fizan'a bile giderdim ancak canım çekmedi, bilemiyorum. Cevabı verdiğim elemanla beraber Ortaklar yönünde yürümeye, mahalleden bahsetmeye başladık. Yol bitti, ablamdaydım. Çantamı aldım, Siyah Beyaz isimli ve hiç bir yere gitmeyen filme on beş dakika bakıp tekrar yola koyuldum. Kafamda Canned Heat'ten On The Road Again çalıyordu Mustafa Abi'nin meyhanesine, Volkan'ın unuttuğu gitarımı almak için giderken. Takılıp takılmayacağımı sordu Volkan, Möhkem'e. "Hayır ablamdayım" dedim. Tek gitmek, tek içmek, tek takılmak, tek tabanca olmaktı aklımdaki. Yollan o zaman paşa gönüllü, meyhaneye...
Nusret Abi yine elinde ud, ekibiyle çalıyordu. Türk Sanat Müziği değil de, Halk Müziği dökülüyordu rakılarla beraber, bardaklara değil, kulaklara. Çaldığı parça bitince sordu, "Mahmut kardeşim de burada, hoşgelmiş. Bugün yalnızsınız?" Gözler bana çevrilmişti, ama vereceğim cevap da az çok belliydi başından beri. "Herkesin bazen yalnız kalmaya ihtiyacı vardır. Sipariş alan garsondan, rakı doldurmayı; buz atmayı, su koymayı kesmesini istedim. "Tabii ki efendim, sizi rahat bırakırız" dese de, hevesli olan genç garson; bu talimattan habersizdi. İlk dublem bittiği anda doldurmaya çalıştıysa da, elimle "Hayır" anlamına gelen sinyali verdim. Özür dileyip arkasını döndü.
"Ne demiş şair? Günahı benim değil mi? Kendim doldurur, kendim içerim."
"Estafurullah, ben size kardeşlik yapıyorum. Yaş kaç?"
"21."
"Abilik yapıyorum diyelim, 2 ay sonra bir çocuğum olacak."
"Allah bağışlasın, fakat bugün almayayım ben abiliğini birader, rahat ve sakin olmaya çalışıyorum, kafam bulanık."
"Tabii efendim."
Daha sonra tanıdığım garsonlar geldi, hal hatır sordular, hak verdiler, selam verdiler, ikramda bulundular. Belki paraydı, belki de meyhane kültürüydü bana gösterilen saygının sebebi, bilemiyorum. Aklım bir deryanın içine girdi o an. Annemin alkol yatkınlığım konusunda yaptığı yorum... Eve sarhoş gelip kustuğum zamanlar, çok içtiğimi söylerdi. Eve ayık gelip kusmadığım ve bilincimin yerinde olduğu zamanlar ise, alkole bünyemin alıştığını ve buna üzüldüğünü söylerdi. Eh, haksız sayılmazdı belki ikisinde de, ancak çok pesimistikti. Dede yadigarı tespihi elime alıp uzun uzun baktım. Hatırlamaya değil, unutmaya çalışıyordum birer birer dökülen yakınlarımın toprakla münasebetini... Sonra tespih indi, sonra elim indi, sonra ben indim. Başka şeyler vardı unutulması gereken, biliyordum. Ama bir labirentteydim ve unutamıyordum. Bir, iki şarkı isteği Nusret Abi'den, rakının dibinin ufukta görünmesi; sakin devam etme...
Nusret Abi, "Kimseye Etmem Şikayet" dileğimi yerine getirdikten sonra, ismim bir kez daha duyuldu hoparlörlerden. Kadeh kaldırarak hafifçe selam verdiğimdeyse, arkamdan feminen bir erkek sesi geldi. Evet, arka masamdaki gay çiftin -büyük ihtimalle- pasif elemanı konuşuyordu,
-Bu sizin isteğiniz miydi?
-Evet.
-Bravoooooooooo. Harika bir seçim.
-Eyvallah.
Sıradan geçerken zaman, meyve tabağı, ardından rica ettiğim Dallas; ve tekrar yola koyulma... Bugün birisi sıradan bir günümü anlatmamı istemişti; hayır, etiketlenen arkadaşlardan biri değil, listemde olmayan biri. En güzel biri falan da değil, sıradan biri. Belki kapsamlı anlatamadım ama kısa bir zaman diliminde benim rutinim de bu.

not: Yine aklıma gelenleri sıradan etiketledim, bir heyecanla dönüp baktıysanız, kusuruma bakmayın.

23 Mart 2011 Çarşamba

Anti kahraman olarak seçilen baba figürü

Küçükken, ergen gerisiyken veya ergenken en çok tartıştığım isim babam olmuştur. Restleşmeler, kapıyı çarpıp odaya sıvışmalar onun televizyonun sesini kökleme kontrasıyla karşılanırdı. Ufaktım veya ergendim, anlayamıyordum onu. Hala anlayamadığım yönleri var belki, ancak tüm bunlara rağmen her daim anti kahramanım oldu, veya daha derin düşünürsem Fareler ve İnsanlar'ın George'uydu ben kendimi Lenny gibi hissederken. Derinden fantastiğe uzanırsak; benim kralımdı, ben de prenstim; "küçük" olmayanından.

Savaşçıydı. ÖSS denilen ve bir insanın öğrenme becerisini, zekasını, bilgisini 3 saat gibi dar bir zaman diliminde ölçen, dünya üzerindeki en saçma sınav sistemine karşı savaş açarken; benden tek bir dileği olmuştu. "Sistemi kullan." O ara her ne kadar restleşsek de, tavsiyesini dinlemiş ve başarılı olmuştum. Saçma bir sınav sistemiydi ancak boşluklarını farkedebilen, kendini lisans öğrencisi olarak buluyordu. Bir dakika bile sorgulamamıştım onun sisteme açtığı savaşı, çünkü o taviz vermemişti bana bu tavsiyeyi verirken. O sistemle savaşıyordu, bense sistemi kullanarak başarılı oluyordum. O, memleketim Mersin'in en iyi liselerinden birinde kimya öğretmeniydi ve ilkelerinden vazgeçmeyerek, kısa yoldan köşeyi dönmeye çalışan akbabalardan olmamış, ne kendi öğrencisine; ne de başka birine -biz baskı yapmadıkça- ders vermeyi reddetmişti. Çünkü dershane denilen ticarethanelerden de, lise öğretmeni denilen paragöz vantuz balıklarından da nefret etmişti ve kararı kesindi. Aynı şekilde emekli olunca bir özel okula kapağı atıp aldığı parayı helaliyle yemekten ziyade; evinde oturup köşesine çekilmeyi tercih etmişti.

Daha eskiye dönelim, belki de çok yenilerden girdim; bilemiyorum. Ancak bana kargı, misina ve çarpmadan bir olta yaptığında yaşadığım mutluluğu unutamıyorum. Gemici düğümü, balıkçılığın inceliklerinden anlamazdı ancak siyah poşet içine konmuş iki birasını kapar bakkaldan; soluğu iskelede alırdı. Ağzında Tekel 2001 sigarası, uzattığı kargıyla saatlerce beklemeyi bilirdi ve yavaş yavaş öğretiyordu bana, benim ilgim olmasa da... O dönem ben öğleyin izmarit çarpmaya uğraşırken; sitenin abileri gelir, "Maho ne tutuyorsun abisi?" derler ve izmarit cevabını alınca, "Kalıbından utan, baban kefalleri çatır çatır çarpıyor, sen burada izmarit bekliyorsun!" çıkışlarını yaparlardı.

Aynı dönemler kimi zaman hiç beklemediğim bir jestle çıkagelirdi... Bunlar bazen Umut Sarıkaya karikatürlerine, Cem Yılmaz esprilerine konu olan alkollüyken getirdiği gofret, bazense -özellikle ergenlik dönemimde- beni eve çağırıp, "Oğlum, aşağıda bir şey içmediysen rakı dolduracağım; içtiysen bira söyleyebilirim sana" diyerek güzel ve derin, onun yapacağı göndermelerle şekillenen sohbetlerle bir derin deryaya girmemizdi.

Ancak vakit kadar, boynuz da kulağı geçti be peder. Aynı karakterdeyiz tamamen, dikbaşlı; inatçı, gururlu, çabuk parlayan, birer Mersin evladıyız ikimiz de; senin sürenin dolmasından korktuğum kadar hiç bir şeyden korkmuyorum şu an. Sigarayı bırakman bu korkumu bir nebze dindirse de, Galatasaray-Fenerbahçe; etle tırnak gibi olmamız, didişsek de birbirimizi -senin üniversitede öğrendiğin tabirle- nötrlememiz, tatlı-sert rekabet ortamını oluşturmakla beraber, bağımızı da arttırıyor.

Şimdi merak ediyorsunuz değil mi, babanın başına bir şey mi geldi diye? Hayır, sağlıklı bir emekli olarak yaşamını sürdürüyor İstanbul'a bile değişmeyeceğim memleketimde. Arada İstanbul'a geliyor, baba oğlun yanı sıra, tayfamı da topluyorum ve birlikte içiyoruz, muhabbet ediyoruz ancak o rekabet her zaman var. İnce laf sokmalar, şakalaşmalar... Kötü niyet veya iyi niyet diye nitelendirilebilecek bir şey değil bu; daha ziyade iki denk karakterin kapışması... O tecrübe, zeka ve sakinlikle öne çıkıyor; bense dinamizm, hazır cevaplılık ve agresif olmamla... Aynı karakterleriz ve aynı şeyleri savunuyoruz belki fakat yollarımız farklı, üsluplarımız ve kimi zaman aldığımız tavırlarımız farklı. Birbirimize dadanmadığımız zaman ne mi oluyor? Aynı ketum durumlara, aynı samimiyetsizliklere, aynı çarkları gevşek sisteme, aynı maskelerin arkasında saklanan aynı sürüngenlere karşı savaşıyoruz.
Biliyorum soracaksınız... "Niye anlattın bunları bize, niye kafa açtın gece gece?"
Güçlü olanların da kimi zaman günah çıkarmaya ihtiyacı vardır.

21 Mart 2011 Pazartesi

Yalnız Olma Korkusu/Morning Glory Wine

Bu deryanın içinde boğulurken, hepimiz aslında tek bir korkunun gölgesindeyiz. Yalnızlık...

İlişki arıyoruz, aşk, kimi zaman drama da arayışımızın aromaları, yan etkileri. Hissetmek istiyoruz tekrar tekrar; kalbimizin küt küt atışını. O mutlu Avarel sırıtışı suratımızda, keşler gibi gezinmek istiyoruz her yerde; "o"nu düşünerek. Nasıl mı arıyoruz? Uzaklara veya yakınlara bakıyoruz, araya arkadaşları sokuyoruz. Kimi zaman internet aracı oluyor açıklanamayan hislerin dışa vurumunda.

Peki neden? Ulaşmak için sarfettiğimiz eforu, kullandığımız yöntemleri geçtim de; "Neden?"

Çünkü korkuyoruz. Yalnız olmaktan. Hep birileri bizi düşünsün istiyoruz. Hep mevzu çıkarabileceğimiz biri olsun istiyoruz. Uzakta veya yakında; bizi düşünen, arzulayan, bize değer veren birinin varlığından haberdar olmak istiyoruz. Bu sebeptendir ki ilişkilerimiz kısa sürüyor. Çünkü yaptığımız tercihler, eğer ki "uzun zamandır evimizin kapısı örtük" ise, aceleci oluyor. Karşı taraf bizi tanıyamıyor, biz karşı tarafı yeterince tanıyamıyoruz; dalıyoruz yine bir vahanın içine; onun bir vaha olduğunu bilmeden. Birinin var olmasından dolayı duyduğumuzı ego tatmininin yanı sıra; kimi zaman da birine sahip olma içgüdüsü ağır basıyor. Kıskanmak, sahip olmak, aidiyet... Sanıyoruz ki o asla aldatmayacak, asla terk etmeyecek, hep orada olacak ve o zaman anlıyoruz ki; aslında tek gecelik yalan sevişmeler dünyadaki her şeyden daha gerçek.

http://www.youtube.com/watch?v=pXs_Ntye4XM


M. Lanegan - Morning Glory Wine
on the first time in love
was electrocution
but i fell out on the down
blind with injection
strawberries, wake or naked
out here you're alone
these streets get very cold, you should know
yeah and don't i know
are we gonna be judged
judged on these lonely deeds
are we gonna cry, yeah
are we gonna freeze
morning glory wine
good people don't drink it
so i'm alone not thinking, please
how you thrill me love
how you kill me love
like electrocution
monday's all that's lost to love
tuesday shakes and plead
friday comes and calls your bluff
sunday's on her knees
it's how you do me love
if you knew me love
there ain't no one to turn to
'cause it's hard when you're on your own
and you lost your way home
morning glory wine
good people don't drink it
so on my own not thinking, please
it's how you knew me love
it's how you do me love
like electrocution
it's like electrocution
morning glory wine
good people don't drink it
when you're on you're own
you lost your way home
there ain't nobody baby
nobody to turn to
i need somebody
somebody to turn to
somebody baby
someone to turn to
morning high
morning glory wine
there ain't nobody baby
i need someone to turn to
i need somebody
wanna get high
i wanna get high
need somebody to turn to

15 Mart 2011 Salı

Sakin

Girdiğim bir diyalogda, onun İskoç kültürünü çok sevdiğini öğrenmiştim. Müzik, William Wallace, aksan derken kendimi scotch konuşurken buldum. Ablamın evindeydim ve internetten konuşuyorduk. Çekiciydi, çünkü daha önce tanışmamıştım ve görüşmemiştim. Kedi bu sefer uzanamadığı ciğere pis demiyor, uzanmamış olduğu için ciğer ona tatlı geliyordu.
Diyalog sürdü, ablamdan çıktım, Carrefour'a gidip TAPDK'ın yeni yönetmeliğine bir kez daha salladım. Tek isteğim, 20'lik bir şişe Jim Beam veya Johnny Walker'dı. Fakat yoktu. Bakkal veya tekel büfesi gezmek istemediğimden, eve dönüş yolunun kısa olmasını dilediğimden ötürü; en ucuz viskiye yöneldim. Bulgar viskisi olduğu iddia edilen, rezalet bir şişe tasarımı ve 35lik bir şişe. Hayır, çok boktan görünüyordu. Vazgeçmek üzereydim ki onu gördüm. 50 lira çıkacaktı cebimden ancak tasarımı harikaydı. 70lik bir şişe, makul sayılabilir, kim bilir?

İsmini şu anda bile bilmiyorum, kapağına göre kitap seçmiş gibi hissediyordum. Eve geldim, açtım, bir bardak doldurdum, tek buz, fazla değil. Işıkları kıs, kanepeye otur, bilgisayardan uzaklaş. Dışarıdan gelen korna ve çeşitli gürültü, kes onları; pencereyi kapat. Kahve masasının üstüne koy kadehi, masanın üzerindeki pin-up posteri ilgini çeksin. Telefonu kapat. The Doves'tan Firesuite dinle. Bir sigara yak.

Sanırım sakin olmak bu. Sadece yaptığım değişiklik (rakıdan viskiye geçiş) değil, aynı zamanda ironik bir biçimde sessiz olan kendi dünyama kapanmak da beni; bu konuda bir yazı yazacak kadar etkilemiş olsa gerek. Denemenizi tavsiye ediyorum eğer ki her "naber" dendiğinde "iyilik ya proje falan ufff çok zor" diye ağlayan bir adem veya haftasonlarını dışarıda toplu halde içerken yanındaki kızın beline atmaya çalışan bir ergen gerisi değilseniz. Pazartesi ideal gündür, haftaortası olmaz, salı günüyse Tuesday's Gone patlatarak biraz daha keyifli geçirilebilir.

Bu arada psikolojik yönden eskisi gibi yıkık veya (en yakın dostlarımdan birinin tabiriyle) "kara" değilim belki, ancak bu çok iyi oldu. Çok güzel oldu. Bardağın dudaklarını her öpüşüm, tatlı orgazmik bir duygu yaratıyor. Başım ağrımıyor bu sefer. Sinirli de değilim. Sakinim.

8 Mart 2011 Salı

Kadınlar Günü Ve Diğer Tüm Özel Günler(muayyenle sabit)

-Sen annemin kadınlar gününü kutladın mı telefonla?
-Hayır. Ben de kadınım çünkü?
-Ben de kutlamıyorum o zaman.
Ablam sırıtıp geçmişti bu cevabıma. Ortadan girdim yine her zamanki gibi; başa saralım kasedi.

"Öncelikle tüm dünya kadınlarının kadınlar günü kutlu olsun vıdı bıdı bıdı bıdı..."

Veya tam tersi?

Eros'un çiçekçi olması... Doğum günü kutlamayı icat edenlerin oyuncakçı dükkanı işlettiği vs... Bunlar kapitalizmin oynadığı oyunlar üzerimizde, tüketim toplumu olmaya gidiyoruz vs vs.
Çok farklı şeyler de söylemiyorum aslında. Eros çiçekçi olmayabilir belki; ancak tüketmeye bu kadar meğilli bir canlı, işin içine; satın almaya teşvik edecek bir olay girdiğinde gerçekten coşuyor.

Sevgililer günü, doğumgünleri, yılbaşı, eğer ilkokul öğrencisiyseniz öğretmenler günü, yıldönümü, aydönümü, kadınlar günü, e yeter ama? Bahane aramıyor muyuz cebimizdekini yoktan yere harcamak için?

Aslına bakarsanız kadınlar günü ve sevgililer gününe karşı apayrı bir tepkim var.

Sevgililer gününe gösterdiğim tepkinin altında Yusuf'la İstiklal'de yürürken çiçekçilerin bize çiçek satmaya çalışması yatmıyor tabii ki. Şimdiye kadar da bir kez hariç; hiç bir sevgililer gününde sevgilim olmadı. Hatta benim "Sevgilim" dediğim kadın sayısı da iki elin parmaklarını geçmez, ömürleriyse 2 ayı geçmez ilişkilerimin. Fakat eğer ki sevgilini sadece etrafında yaşanan bir günlük gelişmelerden ötürü biraz daha fazla seviyorsan; zaten siktir git sevme. Sevgilini bir değil, her gün hatırla; sevgililer gününde de caka satmaya uğraşma kimseye.
Olmaz ama değil mi? Ne sevgilin bunu kabul eder şartlandığı için, ne de sen kabul edersin onu etkilemeyi denediğin için...
Küçük çapta başla, ona hediye al. Bir üst seviyeye geç, romantik bir restoranda günün anlam ve önemini açıklayan bir konuşma yap. Lise müdüründen farksız... Yetmez, yetmesin de; sevgilin için bir yeri kapat, boğazda lüks bir romantizm soslu yemek ye onunla. Cebindeki tomarla veya yakmaya değmeyecek banknotlarla romantizmin dibine vurma eğilimleri.

Kadınlar günü? Eşine veya sevgilisine fiziksel zarar vermiş hanzo zaten kutlamasın Kadınlar Günü'nü kimsenin. Veya yattığı erkeklerin penis boyunu, cinsel performansını ağza sakız eden kadın kısmısı teşekkür etmesin yapılan kutlamalara. Aldatan erkek bir kez daha "Ben seni çok önemsiyorum aşkım" moduna girmesin, "Ben bir kadınım, yer ver, kibar ol bana karşı" diyen kadın eşitliği savunmasın. Bu eşitliğin birden çok daha fazla parametresi var be güzelim. Aklın ermez demiyorum, uğraşsan sen de anlarsın bir eşitlik olmadığını. Ancak savaşında değiliz hiç birimiz eşitliğin; bizim savaşını verdiğimiz konu kimin üstün olduğu... Bu kadar açık işte.

Tabi bir yerde, her gün alkollü kocasından dayak yiyen ev hanımının tepkisine veya çığlıklarına karşılık "Aile içi, biz karışmayalım" şeklinde 3 maymunu oynayan çevrenin tepkisini; sevgilisine "Ağzını burnunu kırarım!" -bunu Cumartesi gecesi, etkileyici bir kadını yolda beklerken duymuştum- diyen elemanı, işyerinde patronu tarafından cinsel tacize uğrayan kadının mapusa girse şişlenecek-ki sevdiğim bir hapishane raconudur, tecavüzcülere karşı alınan sert tavır- patronunu ayrı bir yere koyarak yazıyorum çünkü onlarla ilgili söyleyecek bir çuval küfürden başka lafım yok. İstisnaları kaidenin dışında tutarak genelleme yapıyorum ilk defa, bir kadının incinmesine veya ağlamasına dayanamadığım için.
Yüzüne tükürmeyeceğin bu tip adamların bahsi, apayrı bir yazının konusu olur muhtemelen. Bense bu kadar sarpa saran ve beceremediğimi bu denli düşündüğüm bir yazıdan sonra, bir yudum daha alırım şişeden; bir kez daha derim ki, "bitiyorum/başlıyorum, dipte/şafaklı, sıkıntılı/rahat ancak bu benim dünyam, bunu ben yarattım ve sonuçları kimi zaman acı olsa da; katlanmamak için hiç bir sebebim yok." (İntihara meğilli olduğumu düşünenler için yazdım son cümleyi.)

3 Mart 2011 Perşembe

Değişim rüzgarları ne yönde eser?

Yarılmak üzere olan başım, umursamaz görünen ama umursayan tavırlarım, parlamalarım, sinire kesmelerim... Sorulan "Neden böylesin?" soruları ve halimden memnun yazılarım, değişmekten, debelenerek yüzeye çıkmaktan ziyade "akışına bırakmalarım".

Evet, bir şeyleri değiştirmek için hiç bir çabam olmadı. Aynı tavırlar, aynı dumanlı hava sahası, aynı alkol düşkünlüğü, aynı sert mizaç vardı hayatımda bu haftaya kadar.

"Silkinmeli miyim? Böyle iyi mi?" Sordum kendime, defalarca. Gereksizdi sorular, fakat alkol almadan geçirdiğim bir gece, ardından ikinci gece... Dedim ki çok da sallantıda değil karaciğerim; Kurt Cobain, Robert Johnson gibi isimlerle aynı poker masasına oturmak için, hala biraz vaktim var. Çünkü alkolik değilim veya psikolog arkadaşımın deyimiyle "alkol hücre çeperlerime işlememiş." Şişeden, kadehten, bardaktan uzak durabildiğim vakitler de oluyor.

Bu fena bir bulgu değildi. Sevindirmedi beni, üzmedi de. Ancak kimi geceleri boş geçecek kadar iradeli olduğumu farkettim.

İkinci aşama dedim. İkinci aşama... Belki biraz çaba? Veya biraz istek? Saçımı sakalımı, kamburumu, kısacası baştan aşağı tipimi incelemeye başladım. Düzgün değildim. Seyrek sakalım uzamıştı, top sakal kısmıysa uzundu ve içler acısı bir görüntüm vardı her ne kadar o seyrek bıyıklara tutunan ayran, çay ve bira damlalarını emmek keyifli gelse de. Çok sevdiğim iki insan, ablam ve kuzenimin ihtarıyla, sakal traşımı da yaptım evde. Hem de Amerikan aksiyon filmlerindeki gibi. Bir elimde ayna, bir elimde makina; küvetin içinde kısalttım.

Aynı gün saçlar gitti.
Yüzün gözün açılmış yorumlarıyla süslenmiş yeni bir hayata başladığımı hissettim boktan da olsa 9 ay sonra sahneye çıktığımda. Belki eskisi kadar kara değildim, bilmiyorum. Ancak rezalet geçen bir konser sonrası bile gülümseyebiliyorum şu an. Bilmiyorum neden...

Mutluluk veren hastalıklı şeyler bunlardır belki de? Değişenler?

Ha bir de hayatımda yazdığım en boktan denemeyi yazıyor olabilirim şu an. Alkol girince bünyeye bugün, şartlandım bir şeyler karalamaya. (Pavlov'un köpekleri misali) Karaladım ve bir genç kızın günlüğüne benzedi az çok. Varsın olsun, bugün alkolsüz geçirdiğim iki geceyi kutluyorum ben. Bakkal Bülent, sarkıtmıyorum sepeti, hakkımı da helal etmiyorum!

1 Mart 2011 Salı

Çarpık, yozlaşmış, "Adını Sen Koy".

-Mahmut, öyle deme abi... Şimdi gerçekten bir soğukluk, bir gerilim oluyor seksten sonra.
-Lan oğlum neyi demeyeyim? Demek ki yeterince tatmin edemiyorsunuz yattığınız kişileri?
(Öteki arkadaş)
-Mesela 00000 Bar'da çalışan 11111'i biliyor musun?
-Bilmiyorum?
-Kızıl saçlı, güzelce bir hatun.
-Hala bilmiyorum da anlat...
-Abi biz onunla yattık mesela, daha sonra muhabbet direk sıfır.
-Rahat olmayı denedin mi? Bak mesela bu herif(ilk cümleyi söyleyen arkadaş) ne kadar şikayetçi olsa da, az önce daha önceleri yatmış olduğu bir hatunla gayet sarılarak muhabbet etti.
-Soru soruyorum çok kısa cevaplar veriyor.
-Bir şeyi merak ettim, sen bu kızla; bir sevgilin varken mi yattın?
-Evet.
-Kız, sevgilin olduğunu biliyor mu? Veya, sevgilini tanıyor mu?
-Ortak arkadaşımız.
-Yüzüne baktığına şükret ulan.
-Niye abi? Tecavüz etmedim sonuçta kıza? O da istedi.
-Lan ne batılı, ne modern adammışsın sen.
-Anglo saksonum ben.
-Angloyu bilmem de "sakso"n olduğun doğru.

Sinerji'de çalıştığı için bu aklı-evvel arkadaş; aklıma birden sinerjideki bir anım geldi. Yine bir diyalog... Ve evet, yine bir yabancı kadınla...
-Siz Türkler, çok farklısınız.
-Neden?
-Çok fazla aldatma var, çok fazla aldatan var. Kesinlikle azgınsınız demeye getirmiyorum ancak herkes birbirini aldatıyor.
-Ben farklıyım demem bir şeyi değiştirmez değil mi?
-Senin farklı olduğunu biliyorum. Her ne kadar bazen çok genç olduğunu düşünsem de.

Aklıma takılmıştı bu sözlere ve kolay kolay da unutamadım.

Ben bu denli uçlarda yürümedim konu sevdiğim kadına gelince. Belki ciddi olmayan bir iki ilişkimde başkalarıyla yatmışımdır, ancak "kız arkadaşım" sıfatını yakıştırdığım kadına da bunu yapamam.
Çünkü hayatıma giren-çıkan kadınların çoğuna bu sıfatı yakıştırmam. "Adını koyalım" dendiğinde, beklememiz gerektiğini belirtirim. Çünkü kapanırım, düşünürüm biraz. Veya takılmaktır yaptığımız, kim bilir. Ancak tartmak iyidir, alelacele bir ilişkiye başlamak ve boktan Türk pop kliplerindeki klişeleri hatırlatırcasına ayrılmak, o kadına karşı duyduğun saygıyı kaybetmekten ziyade.