Google+ boş mideye iki duble viski: Mart 2014

23 Mart 2014 Pazar

İrkilme değil, silkinme günleri 2

Her şey o kadar güzel gidiyor ki, bazen hayatıma ben bile şaşırıyorum. Ailemden aldığım desteği minimuma indirgeyebilmiş olmam, yazmaktan çok keyif almam, zaman zaman uzaklaşabilmem, hatta televizyonda film izleyebilmem...
Dedim ya, her şey çok güzel. Eskiden hep aynı türküyü söylerdik, "Her Şey Çok Güzel Olacak". Artık silindi hafızalarımızdan, teyp geçti sıradaki parçaya "Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim".
Tamam, belki biraz dürüst olmaya ihtiyacım var. Profesyonel hayatımdaki üçüncü şirkette de istediğim pozisyonda değilim. İşin her boyutuna müdahale etmek durumunda kalıyorum ve bu beni fazlasıyla yoruyor. Ancak bir an var ki ofiste çok sevdiğim, onu dünyalara değiştiremem. Mesai bitiminin ardından bir saat geçiyor, ofiste pek kalan olmuyor. Tahtanın karşısına geçiyorum, marketten aldığım biralarla... Düşünmeye başlıyorum. Ne yapabilirim, neler yapılabilir? Müzik telefondan, bira marketten, sigara terasta, yazılar tahtada... O an hissettiklerim paha biçilemez işte. Shuffle, güç bela Miles Davis çıkartırsa bir de karşıma, demeyin keyfime. "Finest ad-man in İstanbul." Hayal dünyasına dalmaya yakın, eve gidiyorum, düşündüklerimi, baskıya geçirmeye...
Duygusal ya da cinsel yönden pek bir şey kaybetmiş ya da kazanmış değilim. Sanırım bir şeyler aramayı da bıraktım. Varsa yoksa müzik, varsa yoksa kitap, varsa yoksa düşünce... Güzel zamanlar, hatta ve hatta oksijeni soğuk servis halinde değil, mart güneşinin altında; derinlemesine içimize çektiğimiz zamanlar.
Başka ne isteyebilirsin ki hayattan bazen?
Yıllarca çalışsan da benzin parasını ödeyemeyeceğin bir araba mı?
Su filtresi tıkandığı için dolduramadığın bir havuza sahip bir ev mi?
Her dediğini yapacak, her dediğini yaptığı için bir süre sonra sıkılacağın bir sevgili mi?
Altında çalışan, ancak arkandan daha farklı çalışan bir sürü insan mı?
Bıraksana hayatı, keyfe keder iç, ölümüne değil, durumuna yaşa. Arabesksiz, dramsız, gamsız, tasasız...

3 Mart 2014 Pazartesi

İrkilme değil, silkinme günleri 1

Normal şartlar altında bir Matt, haftanın en fazla iki günü dışarı çıkar. Onda da program bitsin de eve gideyim, bir iki bir şey karalayım ya da bir iki bira daha parlatıp uyuyayım acelesindedir.
Geçen haftasonu biraz farklıydı...
Telefon çaldı, arayan ablam. İKSV'de Louis Armstrong Tribute Night varmış, gelmek isteyip istemediğimi sordu. Normal şartlar altında iki günümü doldurmuştum ancak bu, bir cumartesi gecesi için yapılabilecek ve normal sayılabilecek bir plan değildi. Sonuçta "kuzenlerle kopmaca", "kardolarla rakı sofrası", "kankilerle mojito keyfi" etiketlerinin herhangi birini içermeyecek tek plandı. İKSV Salon'a geçtik. Ben, ablam, bir de enişte... Sanat camiası ya da alternatif sanat camiasına yakın insanlar oldukları için, sunucudan, gecenin sanatçılarına kadar herkesi tanıyorlardı.
Konser boyunca kaç kez etrafımdaki uyaranları göz ardı edip, duvara yaslanıp yukarı bakarak "Hayat güzel aslında." dediğimi hatırlamıyorum. Jazz, sakin, efendi jazz... Şehrin bir tarafında herhangi bir barda, "Bizde kalırsın işte akşam!" cümlelerini sarf eden erkekler, diğer tarafında terli koltukaltları ve fortlaşmak suretiyle dans eden elektronik müzik hayranları, uç tarafta kafa sallayan gençler... Benim içinse bu yedi tepede keyif alabileceğim en iyi konumdu o salon. Çünkü müzik dinliyordum. Çünkü sadece müzik dinliyordum.
Konser sonlandı. İçerideki kitle ön kapıdan dışarı çıkarken, biz arka kapının yolunu tuttuk. Vedat Özdemiroğlu'nu darlamaya başladım. "Bir fotoğraf istiyorum." dedim. Elinde jokey kırbacıyla geldi. "Yalnız o kırbaç fotoğrafta görünmezse sevinirim." dedim, koptuk, o sırada fotoğraf çekildi.
Torlanıp toplanıp voltamızı almaya başlarken biz, Vedat Abi "Dur." dedi. "Atölyeye gidelim az muhabbet edelim yahu. Onlar gelmese bile sen gel, biz hep beraber oraya geçeceğiz." dedi, "Olur." dedim. Ablayla enişteyi de kafaladım gerçi o an. "Gidelim mi nolur lan? Ben orayı görmek istiyorum ama tek başıma da gitmek istemiyorum." diyerek zayıflığımı belirttim. Yarım saat sonrasında atölyedeydik, tüm sahne ekibi ve biz.
Sanatçılarla ilgili genel bir kanı vardır. Hesapta hepsi, fildişi kulelerinden insanlara bakar, kocaman kadehlerinde kırmızı şaraplarını yudumlarken, De Sade'i; Marquez'i konuşur... Alakası yoktu ortamın bununla. Fikret Kızılok, Timur Selçuk, Cem Karaca parçaları, tüplü bir monitörün bağlı olduğu nostaljik bir bilgisayardan çalınıyor; muhabbetler goygoy ile geçiyordu. O gece sahnede olanlara teşekkür ettim, teker teker. Terasa çıktım, Şirin Soysal ile Karga'dan konuştuk. Ev sahibine ayrıca frankofon bir dille yaptığım minnet konuşmasının (bireyseldi, topluluğa hitap edecek kadar alkollü değildim) ardından şunu fark ettim. Karşımdaki insanların hiç biri mükemmel değildi, ancak hiç biri tabanları yağlamayı bana düşündürecek kadar aptal da değildi. Egosuz, sakin, rahat bir habitatta, gönlümüzce eğleniyorduk işte.
Vakit ilerledi, montlar giyildi ve herkese veda edildi. Teker teker ya da topluca. Final vedasını Vedat Abi'ye ayırmıştım şahsi olarak. Son zamanlarda sık sık The Sopranos izlemenin yarattığı bilinçaltı tetiklemesi ve alkolün etkisiyle ellerimi iki yana açarak sırıttım, "Haftaya burada stand up show'um var, gelecek olursan ara." dedi, numarasını verdi. "Benim telefonum aptal yalnız, bir mesaj atarsan sevinirim." demeyi de unutmadı.
Böyleyken böyle işte. Hakikaten keyif aldığım bir cumartesi gecesinin sonuna geldiğimde idrak edebildim ancak. Ben, Uykusuz'da okuduğum adamla tanışmıştım lan?