Google+ boş mideye iki duble viski: Kahramanlarım

16 Kasım 2012 Cuma

Kahramanlarım

Onunla tanıştığımda on yaşındaydım. Evde elektrikler gitmişti ve sadece babamla ben vardık. Kuru soğuk bir Mersin gecesine tanıklık ediyorduk. Annemle problemsiz, sit-com tadında bir hayat geçiren babam çağırmıştı onu. "Kadınım" dedi ve kayboldu uzun bir süre. Ardından "Koy koy" şeklinde çığırarak yıllar sonra karşıma geldi ki bu sefer kuru soğuktan ziyade, suratımdaki gülümsemeyi hissediyordum. Yine kayıplara karıştı... Uzun süre de görünmedi. Ancak bunun fırtına öncesi sessizliği olduğunu biliyordum. Elimde çekiç, ağzımda çiviyle sürüklenerek; zorla taşındığım evdeki odama ses sistemini monte etmeye çalışıyordum. "En iyi dostunu" anlattı, duygulandırdı ve sabahın onu da olsa saat, içme isteği uyandırdı bünyemde.
Tanju Okan, kahramanlarımdan sadece biriydi...

Ankara'da, yalnız başıma; şehir merkezine en az bir saat uzaklıkta iki yüz metre karelik, kuzenimin evinde yaşıyordum staj için. Adını defalarca duymuştum. Hatta Umut Sarıkaya karikatürlerinden feyz alarak "çakma öykü"sünü bile yazmıştım. Allah'ın belası Ankara'da geçirdiği bir ay boyunca bir çok kitabını okuttu bana. Yanlışlıkla aldığım şiir kitabı bile kimi cümleleriyle bana yetmişti. Misal: "Kimse bilmez ne çektiğimi..." Ayrıca "Hiç bir şey ilgimi çekmiyordu" cümlesinde tanımladığım ilgisizliği ve yorgunluğu, diğer kahramanımın yükselişine yol açıyordu. Charles Bukowski huysuz bir ihtiyardı ve tanışsak; kesin beni "marizlemeye" can atardı. Avi Pardo'ya ayrıca teşekkürler.

2010 yazıydı... Onlardan biri gitmişti. Çok "o" olmuştu hayatımda ancak onlardan birinin gidişi koymuştu. Sözlere dikkat etmeden dinlediğim şarkılardan birini söylüyordu. "Hangin' Tree" parçanın ismiydi. Oysa bu albüme sadece konuk sanatçı olarak dahildi. Sesindeki viski ve sigara aroması hoşuma gittiğinden dolayı albümlerini sırayla dinlemiştim, günlerce. Ölmek üzere olduğumu düşünerek geçirdiğim günlerde, "Low, you know where i've been"(Dip, nerede olduğumu biliyorsun) diyerek beni öldürüyordu. Keza biri bana arkasını dönüp gittiğinde "Drink your wine instead, i won't remember all that's said, say farewell and close the door, you'll find me nevermore." (Onun yerine şarabını iç, söylenen hiç bir şeyi hatırlamayacağım. Bana elveda de ve kapıyı kapat, beni bir daha asla bulamayacaksın.) diye haykırıyordu. Basit aşkların basit adamı olduğunu düşünmüştüm hep. Ama fazlasıydı, hala çektiğim kuyruk acısının baş aktörüydü. "One Way Street" dinleyerek arşınladığım yolların birincil aktörüydü. Kulağımda o leş sesiyle çınlıyordu. Özellikle hala hissettiğim acıların film müziğini yapmakta üstüne yoktu. Çünkü o, oydu. Dışarıda sürtmektense, evde takılmayı makul bulmamın sebebiydi. Çünkü sesi yeterliydi, beni dinlediğini düşündüğüm bir arkadaştan bile fazlasıydı. Cevap vermeyen bir arkadaş dahi olsa, bana yeterliydi. Onu dinlemek en azından benim bazı şeyleri bastırmama yetiyordu. Mark Lanegan, konserine gitmek isteyeceğim tek kişiydi.

Metallica konserine gitmiştik Galatasaray formalarıyla. Sene 2008. Hatta güvenlik görevlisiyle dalga geçmiştik. "Abi biz kombine biletle geldik bugün maç yok muydu yeaaa?" diyerekten. Onu ilk gördüğüm zamandı. Yakından görebildiğim tek kahramanımdı. "Learn from this mistake" deiyişini dinleyerek yıllarımı geçirmiştim. Çünkü her hatamdan sonra o parçayı dinleyerek günah çıkarıyordum.  Problemleri benden çok daha farklıydı. Uyuşturucu batağına girmiş, çırpındıkça battığını hissetmiş herifçioğlunun tekiydi. Ancak soğukkanlı kalıp kendisine uzatılan dalı bekleyecek kadar da zekiydi. Çırpınmanın yersizliğini onda görmüştüm. O kadar çok şey öğretmişti ki bana, Sami Yen'e Metallica'yı izlemek için değil, onu izlemek için gitmiştim. Phil Anselmo, gençliğinde tüy siklet boksör olan bir vokalistti. Birlikte içmek isteyeceğim tek kişiydi.

Ablamın arkadaşlarından aldığı bir CD'yi dinleyerek ona secde etmiştim. Mükemmel değildi, ancak anlayamadığım bir şekilde İstanbul insanlarının ona saygısı büyüktü. Cihangir semalarında oturan herkes ona şapka çıkarıyordu. Sadece tek bir parçasını bildim. "The Future"... Ve sadece bu parçasını çok sevdim. Kahramanım olmasını sağlayan mısralar ise belliydi. "It's lonely here, there's no one left to torture." (Burası yalnız, işkence edebileceğim kimse kalmadı.) Leonard Cohen, elitistlerin tanrısıyken benim kahramanımdı. Asla "Leonard Cohen mi, aaa çok severim ben!" piyasası yapmadım Tarantino filmlerine şapka çıkararak. Ancak özel bir adamdı, özel kalacak olanlardan.

Bu adamların tek bir yönü vardı, onları benim için özel yapan... Hepsi yalnız adamlardı ve o kadar uzun süre yalnızlardı ki; beni anlayabiliyorlardı. Daha doğrusu ben, onları anlayabileceğimi düşünüyordum. Bu yüzden kahramanlarım ne siyah, ne de beyaz giyinen adamlardı.



Hiç yorum yok: