Aslında gidemeyeceğimi biliyorum.
Arkamı bu abartılı, leş şehre dönüp yürüyemeyeceğim. Bunu yapacak cesarete sahibim ancak şartlar elvermeyecek eminim. Kalacağım yine, Haziran'a kadar. Hoş, kim takar benim İstanbul'da olmamı veya İstanbul'u terk edişimi, tartışılır.
Kendi neslimden nasıl tiksindiğimi biliyorsunuz. Ancak sadece kendi neslim değil, kendi türüm tiksindiğim. Kimi araştırmalara göre, misantropinin temelinde "inançsızlık" yatar. Misantrof bir insan inançsızdır çünkü dünyada gerçekleşen her kötü olayın temelinde(dünya savaşları, nükleer bombalar, cinayet, canlıların avlanması vs) inançsızlığın yattığına kanaat getirirler. Aslında alakası yok. Ne savaşlarla, ne avlanan canlılarla, ne birbirinin canına kıyan katillerle, askerlerle bir alıp veremediğim var. Sadece aptallığa tahammülüm yok.
"70 IQ altındaki herkesi otomatikman öldürecek bir bomba tasarlayacağım." demişti bir arkadaşım. Fikri beğenmiştim. En azından dünya çapında kalan kaynakların kullanımı için büyük bir sıra oluşmayacaktı. Daha düşük popülasyon, ahmaklar ve tavşan gibi üremedikleri bir dünya... Hayaller ve hayaller ardından gelen.
Sanırım 21 Aralık'taki kıyamete saf duygularla inanmamın en büyük sebebi de bu. Her şey yok olmayacak belki, sadece bir zombi istilası yaşayacağız veya elektrikler gidecek, güneşi bir daha göremeyeceğiz ya da ne bileyim; hepimiz o gün öleceğiz.
Bana bu senaryoların hepsi uyar. Çünkü zeki olmayan adam, zaten ölür gider o karmaşanın içinde, aval aval "Ne oluyor ya?" diye bakarken. Aptallardan biriysem, ben de ölürüm mesela ve bu cehennemi daha fazla yaşamam. "Ama çocuklar da ölecek, veya yeni doğmuş bebekler!" savunması yapmayın, hepimiz bir ara yeni doğmuş bebektik. Hatta ve hatta dünya üzerinde bulunan en embesil karakterler de yeni doğmuş bebekti bir zamanlar, olaya bir de bu yönden yaklaşın.
Velhasıl, şu kıyamet kopsun artık. Heyecanla bekliyorum. 2000'in ilk gününde de beklemiştim, 06.06.06'da da beklemiştim, son umutlar buraya kaldı. İntihar etmeden kurtulmak veya parmağını kıpırdatmadan ahmakların yok olduğunu izlemek... Aynı keyfi veriyor açıkçası. Çünkü aptalsınız. Fazlasıyla...
Öte yandan sordukları zaman, "Evet blog yazarıyım!" demeyi sevmiyorum faltaşı gibi büyük gözlerle. Çünkü blogun ya da herhangi bir sosyal mecranın dijitalliği hoşuma gitmiyor. Sadece "Ben bir yazarım." demek de standart bir imge oluşturur insanların aklında. Blazer ceket, şarap kadehi, kemik çerçeve gözlük, filtre kahve ve "yaratıcılık" üzerine kurulmuş bir hayat.
İşte dogma burada başlıyor. Ben ne "blog" camiasının bir ürünü olabilecek çağda yazmaya başladım, ne de fanzinlerin tavan yaptığı dönemde yazdım. Arada kaldım, ki benim gibi hisseden bir kamyon adam vardır.
Biriyle tanıştım ben bugün. İnternet üzerinden. Hürriyet Blog Ödülleri'ne gittiğini söyledi, daha doğrusu ima etti. Bunu söylediği an nasıl hissettiğimi bilmiyorum mesela. Sanırım o arada kalmışlığın, o "yazdıkların güzel ama bunları yayınlamayı kimse kolay kolay kabul etmez" zihniyetinin acısını, ucuna kozalak takılmış oklavanın içimde gezdirilmesiydi hissettiğim. Acı, öfke, hayatta bir şeyi becerememiş olmanın verdiği gurur eksikliği, tekrar sinir, tekrar öfke... "Ben niye bunlar gibi olamadım? Benim blogum neden bu denli başarılı olamadı?" sorularının içinde boğuldu gitti aklım. Karşımdaki, sıradan biriydi. Belki iyi eğitimliydi fakat onun blogunu ya da yazdıklarını okumam için bana yüklü bir miktar nakit önermeleri gerekirdi. Ki futbol blogları dışında blog da takip etmem kolay kolay... O da arada bir, kahve içerken okumaya birebir gittiklerinden ötürü...
Bilemedim, ne olduğumu veya neye yaradığımı, ileride ne olmak istediğimi bilemedim. Gururlu bir şekilde, "Kullandığım üslup ve küfürlü anlatım sebebiyle ben sizlerden biri olmadım." dedim ancak bokuyla oynayan eski Yeşilçam Jön'ünden farksızdı durumum.
Şimdi soracaksınız muhtemelen, ne bok yemeye anlatıyorsun bunu diye... Anlatıyorum, çünkü 21 Aralık'ı heyecanla beklememin sebeplerinden biri de bu.
Mutlu kıyametler...
Esen kalın...
Siktirin gidin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder