Dün basit bir gün olabilirdi. Çok basit hatta. Sadece maçı izlerdim, "Nasıl koyduk?" derdim ve bitirebilirdim. Ama benim aklım yılanlardan çok çekti. Teker teker, yanıma yanıma sokuldular çoğu gece ve sonunda alkolikten bir tık altı oldum.
Önce hatırladım... Eski sevgilimi hayatımdan, bir buçuk sene sonunda silmeden bir gece önce, ölüme ilk -adım adım yaklaşan- kadınımı. "Neden geldim biliyor musun? Ne halde olduğunu görmek için." demişti. İçecek miydik, yoksa on dakika durup dalga geçip gidecek miydi, bilemiyorum. Sadece bir kadındı, bir şeyler paylaşmıştık evet ancak gelmişti. Atlet ve boxerla oturuyordum salonda. Yalnız yaşadığım dönemlerdi... Kanepeye yarım-göt oturmuştum ve bira içiyordum. Zayıf hissediyordum, özellikle kollarım; aylardır spor yapmadığımdan ötürü zayıf, incecik, çita gibiydi. Belki de yetmiş kiloydum ve bir doksan boyun üzerinde bir adamsanız, yetmiş kilo demek; Makinist filmindeki Christian Bale'e alternatif olmak demektir. Bira şişesini kaldırırken bile güçsüzdüm. Yüzüne baktım, sırıttım. Ceylan gibi gözleri vardı, kocaman. Güzel ve çekici bir kadın olduğunu düşünüyordum. Ancak bir dram arıyordu, veya ucuz bir Türk rock parçasının klibini yaşamak istemişti gelirken. Hiç biri yaşanmadı, suratına sırıttım ve gece; benim yatağımda bitti. Hala aklımın bir köşesindedir o gece, çünkü "Sadece ne halde olduğunu görmeye geldim." diyen bir kadın; inanın yalan söylüyordur.
Düne dönelim... Saatler saatleri kovaladı, ev arkadaşımla içiyoruz, çok sevdiğim bir adamdır zaten. Kan bağından tut, 15 senelik dostluğa
kadar hikayemiz sürer gider. (Unutmadan, yoğun ısrarlarım karşısında blog
açmayı kabul etti. Linki de şudur. http://mrdontgiveafuck.blogspot.com/) Biraz "boşluğa" ihtiyaç duymuşuz belli ki. Sanırım hayatımda yapabileceğim en iyi metaforlardan birini yaptım o sırada.
"Sevgilinden ayrılırsın, poker masasındasındır ancak kartlar çoktan açılmıştır. Sen, her şeye rağmen oynamaya çalışırsın çünkü masa tam kapasitededir. Diğer oyuncular, ailen; arkadaşların, eski sevgilin, eski sevgililerin, temas içinde bulunduğun herkestir. Oynarsın, spesifik bir oyunu. Kazanacağını düşünürsün ancak sonuç bellidir. Son kart açıldığındaysa, bir rüyanın gerçek dışılığı kadar saçmalamaya başlar her şey. Çünkü karşında rakiplerin değil, sadece kurpiyer; seksi bir kadın vardır ve oyunun adı değişmiştir. 21 oynuyorsundur yeşil çuhanın üstünde ve o kadın, hayatı temsil eder. Güzel, ancak azılı..."
Hak verdi, hatta ileride gerçekten iyi bir yazar olabileceğimi söyledi. Utanarak teşekkür ettim. Çünkü ben erkeklerden güzel şeylere alışık bir adam olmadım hiç. En fazla "Cekedin güzelmiş." dediler, teşekkür ettim geçtim.
Ve odaya geçiş, günün en keyifli vakti. Ufak bir fare yuvası yaptım kendime geçen ay. Yığdım, yığdım her şeyi ve yerleştim odama. Alkolün de etkisiyle olsa gerek; bir kişiyi daha, özellikle "erken" kaybetmek istemiyordum. O, kemik kanseriydi. Onu yazmamaya ant içmiştim, hatta dalga geçiyordum; "Ölürsen önce mezarına işer, daha sonra da seninle alakalı blog postu yazarım." şeklinde ki yine açtım o şarkıyı... "St. James Infirmary", The Gutter Twins yorumuyla çınlarken odada, pencereyi kapatıyor ve "iyilerin erken öldüğünü" anımsıyordum bir kez daha. Markerı aldım, "So I went down, to St. James Infirmary" yazdım göğsüme kocaman harflerle. Hemen ona gönderdim. Ve son, basit mesaj... "Ölme, lütfen."
Dayanamadım, yazmam lazımdı, çünkü yüküm vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder