İlki en basitiydi.
Lise tarzı ilişkiye sahiptik, öpüşemiyorduk bile.
Seks? Ahah o küllüm yok. Ama ona çok bağlıydım. Salvadore Dali gibi ömür boyu mastürbasyon bile yapabilirdim o benimle birlikte olmak istemediği için. Çünkü ilk onda tatmıştım anaçlığı. Deli gibi hastayken ben, eve; yaptığı alışveriş ve yemekle gelmişti. Hayatım boyunca birlikte olduğum en düzgün kadın olabilir. Veya sizin gözünüzde "namuslu..." Surat astığımda, kötü hissettiğimde veya kendimle dalga geçemediğimde, beni en iyi anlayan oydu. Hemen beni bir köşeye çekmeye çalışır ve derdimi sorardı. Bu, "İlişkimizden hoşnut değil misin?" şeklinde bir çıkışma değildi. Onunla iki kez ilişkiye başladık ki ikincisi, hayatımın en iyi zamanını oluşturmuştu. "Gösteri yapmaya çalışan" bir kadın değildi, dışarıdayken elele tutuşmayı severdi ancak kütüphanedeyken bunu yapmak istemezdi mesela. "Rahat dur." derdi gülümseyerek. İyi bir kadındı, hatta, kontrolüm dahilinde ailemle tanıştırdığım tek kadındı. Basit bir sebeple sildi hayatından, maziye -daha büyük- saygısızlık olmasın diye sebebi anlatmayacağım.
Biri daha vardı, aşk üçgenini Barcelona filminden, "Sadece benim" felsefesine çeviren. Tek gecelik ilişkinin en büyük metasından yoksun bir tek gecelik ilişki yaşatmıştı bana. Kullanılmış prezervatifi ağzından bağlayıp klozete atarsın ve sifonu çekersin ya; o "ağzımı bağlamamıştı"; "Ben seni hala arkadaş olarak görüyorum." diyerek. Bir sene boyunca onu beklemiş ve Black Label Society'den "Stillborn" parçasını akustik versiyonuyla dinlemiştim. Sonuç? Hiç bir şey değişmemişti; ve ben bu sefer "Siktir" yiyen değil de, "Siktir" çeken taraf oldum. "Defol git, arkadaş değiliz artık" dedim ağlaya ağlaya... Olmadı, bu aşı tutmadı.
Uzun zaman boyunca kayda değer kimse olmadı, veya burada anlatmak isteyeceğim kadar canımı yakan kimse olmadı belki de. Ha bir Erasmus'lu Polonyalı kadın vardı; hepsi o. Onun da neyini anlatayım ki? Siktir et...
Biri geldi, "Söz bir daha geleceğim." dedi; ciddi bir hastalığı olduğunu öğrendiğimde daha fazla bağlandım ve ağladım. Bir daha gelmedi, hatta gittikten iki hafta sonra bana "Ben başka birinden hoşlanıyorum, uzaktan yürütemeyiz." dedi.
Biri geldi, üç ay kaldı ve iz bıraktı. Çoktan üstünü dövmeyle kapattım o izin ama blogun omurgasını oluşturdu. Daha fazla da ondan bahsetmek yersiz. Sadık bir okuyucuysanız onun için yazdığım onlarca "beyin kemirgeni"ni okumuşsunuzdur. Haklıydı, tıpkı çoğu diğeri gibi...
"O oldu, bu oldu" veya "Öyle oldu, böyle oldu" diyerek ayrıntılarla anlatmak sıkar sizi; farkındayım. Genelde bu yüzden ilk maddeyi uzun uzun anlatır, iki ve üçte vites düşürürüm. Ama ne yapabilirdim ki? Ben, "Terrible Tommy" idim. Olaylar kontrolüm haricinde gelişirken, ben aval aval bakardım. "Defol." derlerdi, kapanırdım. "Kal ama arkadaş olarak kal." derlerdi, kabul ederdim.
Dedim ya, ben her türlü sonucu baştan kabullenirdim. Yapısal olarak psikolojimin ağzına sıçan sebeplerden biri de buydu.
Belki iğrenç öğrenim hayatımda kayda değer bir şey yapmadım, ne bileyim okulu aktivistlikle ya da çalışarak ya da sağ-sol meselelerinin içinde uzatmadım. Fakat sebeplerim vardı, mikro sosyolojik cinsten... Kim takar ki?
NOT: Bu yazıyı ayrıntılarla süsleye süsleye, şişire şişire kırk bin karakterle de yazabilirdim. Ancak, söz verdik bir kere; bu denli derinleri kurcalayıp; "seks" bloglarından biri olmayacağımıza...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder