Yeni bir yıla giriyoruz, yeni heyecanlar peşindeyiz belli ki. Ilık diyalogları bir kenara bırakırsak, yılın enleri listem aşağıdadır.
Yılın Olayı: Mezun olmam (2006 girişliydim)
Yılın Sportif Olayı: Nowitzki'nin sayı rekoru ya da rekorları
Yılın Üzen Olayı: AKP'li insanlarla barda tanışmış olmak
Yılın Toplumsal Bazda Üzen Olayı: AKP'nin hala hüküm sürmesi
Yılın Kaybı: Oberyn Martell
Yılın Rahatlaması: Mersin'de, bayram tatilinde havuzbaşı bira keyfi (Doğacan ve Mert'e selamlar)
Yılın Adamı: Babam, mansiyon: Greg Dulli
Yılın Kadını: Annem, mansiyon: Ella Fitzgerald
Yılın Yabancısı: Anna
Yılın Hayal Kırıklığı: Hepsiburada.com'dan aldığım L koltuk (plase: yalan olan 3lülerimin hepsi)
Yılın Başarısı: Digiturk'e fikir satmam
Yılın Başarısızlığı: Yandex'te işe girememem
Yılın Dizisi: True Detective
Yılın Gideni: Ben?
Yılın Geleni: Alev
Yılın Malı: Metrobüse binenlerin yüzde 99'u
Yılın Arkadaşı(Erkekler kategorisi): Özgün
Yılın Arkadaşı(Kadınlar kategorisi): Aycan
Yılın Videosu: Are you all alright .. Britain's got talent
Yılın Yabancı Grubu: The Black Keys
Yılın Yerli Grubu: Halimden Konan Anlar
Yılın Filmi: Any Given Sunday
Yılın Partisi: İki yabancı kadını tereyağından kıl çeker gibi ayıkladığım Ahbap gecesi (eheh)
Yılın Barı: Ahbap
Yılın Meyhanesi: Hamsi
Yılın Atarı: "Buradan sonra yalnız yürüyeceksin. İstersen kızları da alabilirsin ama benimle yürümeyeceksin, anladın mı?" - Üçlüye koştuğum kadınlara sarkan gerizekalıya...
Yılın Radyosu: Paradise (http://radioparadise.com.tr)
Yılın En Boş Hevesi: Instagram'dan takibe alan Miss Turkey 2000'e çakma hevesi
Yılın Futbolcusu: Burak Yılmaz
Yılın Yabancı Futbolcusu: Wesley Sneijder
Yılın Hocası: Erkut (kreatif direktörüm) plase: Azat (önceki ajansta kreatif direktörüm)
Yılın Asistanı. Muhittin (Mami)
Yılın İşsizi: Ercan (yine değişmedi)
Yılın Uzakta Olanı: Ceren
Yılın TV Adamı: "Hangi şerefsiz götümü elledi benim?" video'sundaki adam
Yılın Spor Yorumcusu: Uğur Meleke
Yılın Yerli Filmi: Behzat Ç. Ankara Yanıyor
Yılın Türk Basketbolcusu: Ömer Aşık
Yılın Yabancı Basketbolcusu: Carlos Arroyo
Yılın Futbol Koçu: Ersun Yanal
Yılın Basketbol Koçu: Ergin Ataman
Yılın Yabancı Futbol Koçu: Slaven Bilic
Yılın Vahşeti: Köpeğe tecavüz eden ibne
Yılın Türk Dizisi: Beni Affet (!) - para kazanıyorum lan boru mu
Yılın Trollü: @HSevkiTopuz
Yılın Tweeti: https://twitter.com/bicesithastalik/status/526764790996566016
Yılın Potu: Aralarını yaptığım arkadaşlarla buluştuğumda, kız olana; "Regl mi oldun, göğüslerin büyümüş?" demem.
Yılın Yazısı: http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2014/12/red-eyes-and-tears.html
Yılın Ayılması: "Your visa application is granted."
Yılın Dibi: http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2014/06/bir-doga-olay-olarak-yagmur.html
Yılın Kolay Parası: Çeviri işi
Yılın Ekşisözlük Girisi: https://eksisozluk.com/entry/47431402
Yılın Tatili: Burgazada
Yılın Boktan Tatili: Mersin (Aralık ortası)
Yılın Yabancı Şarkısı: Rolling Stones - Gimme Shelter
Yılın Yerli Şarkısı: Halimden Konan Anlar - Kendime Çaylar
Yılın Sıfatı: Değişik
Yılın Ölen Ünlüsü: Robin Williams
Yılın Sosyal Medya Sitesi: Saçmalamayın lan. - değişmedi
Yılın Politikacısı: Hadi oradan. - değişmedi
Yılın Güldüren Politikacısı: Feyzi İşbaşaran
Yılın Ağlatan Politikacısı: Emine Ülker Tarhan
Yılın Düşündüreni: Ryan Holiday
Yılın Stand Up Komedyeni: Louis C.K. - değişmedi
Yılın Ağlatan Videosu: Jax'in Ölümü
Yılın Bilgisayar Programı: MediaMonkey (welcome back!)
Yılın Oyunu: Two Worlds II
Yılın Coverı: All Along The Watchtower - Paul Brady & The Forest Rangers (Instrumental)
29 Aralık 2014 Pazartesi
19 Aralık 2014 Cuma
"Red Eyes and Tears"
Harika başlamamıştı. Sadece bir kez birlikte olmuştuk ancak sabahlara kadar düzüşmüştük. Yaşının benden küçük olması ve tecrübesizliği, işime gelmişti. En karanlık fantezilerimi gerçekleştirmiştim o bir gecede. Muhtemelen o fantezilerin tümünün "olması gereken şeyler" olduğunu düşünüyordu çünkü beni tanımıyordu.
Aradan bir iki gece geçti, bir daha aradım. "Daha fazla yatıp kalkmak istemiyorum kimseyle." dedi. Yalan söylediğini bir iki ay sonra anlayacaktım. Dört tane elemanı "oyaladığını" ve istediği adamı baştan çıkarabileceğini söyleyecek kadar özgüveni yerine gelmişti. Tabii özgüven dışında, aradığımda sadece benimle takılmak istemediğini söylemek yerine "yatıp kalkmayı bıraktım" yalanı ortaya çıkmıştı.
Gel zaman git zaman, diyalog devam etti. Görüşelim, dendi, hasta oldu, gelemedi. Telafi bekliyordum ve sinirime dokunmaya başlamıştı. Bir cuma akşamı bara çağırdım. Twitter'ıma bir özel mesaj düştü. "Whatsapp'tan ne yazdın? Whatsapp'ı açamıyorum şu anda. Bazı mesajları okuduuğum görünürse, cevap vermediğim için ağzıma sıçarlar." Yalan söylemekten farksızdı yaptığı ancak bu sefer kurban ben değildim. Whatsapp'tan gönderdiğim mesajın cuma akşamı barda buluşmak olduğunu ilettim kendisine. "Akşam çıkacağım işten, akşam tekrar konuşalım ama geleceğim muhtemelen, bir öncekini telafi edeceğim." dedi. Anlaştık...
Akşama doğru Whatsapp'tan yazdım. Cevap vermedi, hatta son online görülme tarihi ve saati de oldukça eskiydi. Aynı oyunu bu sefer bana yapıyordu. Barda içmeye devam ettim. İtalyan sevgilim veya "broad"um geldi. Onunla ve Amerikalı "Wild Bunch" tayfayla içmeye devam ediyordum. Cevap vermemesi sinirlendirmişti. Son noktayıysa muhtemelen o gece takılacağı erkekle barın önünden geçerken koydu. İçeri baktı ancak beni görmedi, kapşonumu çekmiştim...
Gece 1 gibi whatsapp'tan gelen bir mesajla irkildim. "Kusura bakma ya, bu akşam gelemedim." Tek bir kelimeyle cevap verdim: "Biliyorum."
Ardından sildim her yerden. Twitter unfollow, telefon numarası ve geri kalan her şey... Sinirlenmek bu aralar ihtiyacım olan son şey olduğu için aramayacaktım. Hayatımdan silip atacaktım. Ama rahat durmadı... Mersin'e dönmüştüm. Bir hafta kadar kafa dinlemek için... Barın müdavimlerinden Müjdat Abi mesaj attı.
"Sinir oldum sana. Bir kız seni sordu."
Kızın özelliklerini sordum, o olacağını tahmin etmemiştim. Oymuş... Ama o olduğunu da bana attığı mesajdan öğrendim. "Seni soran bendim şampiyon."
"Sen kimsin?"
"Oha tanımadın mı?"
"Tanıdım, fotoğraftan. Ama her yerden silmiştim seni, fark etmedin sanırım."
"Neden?"
Söylediği yalanları anlattım. "Alakası yok sana neden yalan söyleyeyim." gibi kadınsal kurnazlıklara girişti. Özür diledi yine de... Kuru özürle ikna olmam, çıplak fotoğraf istiyorum, dedim. Üç dört tane fotoğraf gönderdi. Vücudu hala güzeldi ama içimdeki öfke dinmemişti. "Bir anda eskisi gibi olabileceğimizi sanma, ben asla unutmam ve asla affetmem. İlk hatanda bunu karşına çıkaracağım." dedim.
Punchline buydu aslında. Oldukça basit. Unutmayacağımı ve affetmeyeceğimi belirten bir mesaj. Mersin'deyken bana güzel bir meşgale çıkmıştı. Uğraşmaya başladım ancak kör uğraşmıyordum. Bir planım vardı. Çok gençti ve zekasıyla beni alt edebileceğini düşünüyordu. Tecrübenin karşısında iq değerinin hiçbir anlamı yoktur. Özellikle lisans hayatı kadınlarla dolu bir havuzda 7.5 sene sürmüş bir adam karşısında...
İçten içe işledim. Reklam ajanslarından birine kapağı atmak istiyordu. Oldukça bilinen ve eş başkanı tanıdığım bir arkadaşım olan bir ajansla tanıştırdım. Eş başkan olan arkadaşım da ajansı ne kadar biliniyorsa, o kadar abazaydı. "CV böyle hazırlanmaz, bir ara yüzyüze konuşalım cv'ni düzenleyelim." falan diyecek kadar abazaydı belki de... Adam başkan ama hala junior, stajyer sikmeye çalışıyor, diye düşünmüştüm.
İstanbul'a döndüğüm gün görüştük. "Ama bak reglim ihihihi." falan dedi hatta görüşmemizden önce. Onunla yatmayacaktım, ama onu ağlatacaktım. Gecenin planı buydu.
Daha çok toy olduğu için ot içmeyi seviyordu. Hatta onu bile iyi yaptığını belirtircesine kendisine, o akşam ot içip içmek istemediğini, bir gün öncesinden sorduğumda "Nerenin otu?" diye sormuştu.
Geldi. Geç kaldı hatta bayağı. "Çok kötüyüm, hiçbir şey yemedim ve anti depresan içtim. İçki içmek istemiyorum." dedi. Arada benden bir iki yudum bira otlandı, shot ısmarladım. Muhabbetler kesilip telefonlar dışarı çıkmaya başlayınca döndüm;
"Kalkalım mı?"
"Olur, ben de arkadaşıma geçerim."
"Ha ot içmeyecek misin?"
"Aa ot varsa gelirim tabii. Bana mı vereceksin sizde mi içeceğiz?"
Hafifçe öne eğildim, yüzümde en sevdiğim gülümseme...
"Ot yok, hiçbir yere de gelmiyorsun. Bu çıkarcı ve sinsi halinle seni burada bile istemiyorum. İstediğin an gidebilirsin. Bir daha görüşmeyeceğiz."
Ya, nasıl yani, falan demeye kalmadan bunun bir plandan ibaret olduğunu ve zaten uçaktan inip mahalleye geldiğim an düzüştüğümü, kendisiyle yatmak için buraya çağırmadığımı anlattım. Şok oldu. "Sen her istediğini böyle kullanabileceğini sanıyordun sanırım." diye devam ettim. O 3 ayda biriktirdiği özgüven yerle yeksan oldu. Gözleri doldu. "Ah, bir dakika. Hemen gitmesen olur mu?" dedim.
Garson kızı yanıma çağırdım. İşin güzel tarafı garson kızlar bana sarıla sarıla etrafımda salınıyorlardı o güzel akşam. Bir şarkı istedim, göz yaşlarını gördükten sonra.
"Red Eyes and Tears"
Ben bi' tuvalete gidip geliyorum, dedim. Şorul şorul işedim. Şarkı bitti.
"Tamam, şimdi gidebilirsin, güle güle." dedim.
Siktir oldu gitti. Sigaramdan bir nefes alıp, "İstanbul'a geri döndüm." diyerek nefes verdim. Sırıtıyordum...
Aradan bir iki gece geçti, bir daha aradım. "Daha fazla yatıp kalkmak istemiyorum kimseyle." dedi. Yalan söylediğini bir iki ay sonra anlayacaktım. Dört tane elemanı "oyaladığını" ve istediği adamı baştan çıkarabileceğini söyleyecek kadar özgüveni yerine gelmişti. Tabii özgüven dışında, aradığımda sadece benimle takılmak istemediğini söylemek yerine "yatıp kalkmayı bıraktım" yalanı ortaya çıkmıştı.
Gel zaman git zaman, diyalog devam etti. Görüşelim, dendi, hasta oldu, gelemedi. Telafi bekliyordum ve sinirime dokunmaya başlamıştı. Bir cuma akşamı bara çağırdım. Twitter'ıma bir özel mesaj düştü. "Whatsapp'tan ne yazdın? Whatsapp'ı açamıyorum şu anda. Bazı mesajları okuduuğum görünürse, cevap vermediğim için ağzıma sıçarlar." Yalan söylemekten farksızdı yaptığı ancak bu sefer kurban ben değildim. Whatsapp'tan gönderdiğim mesajın cuma akşamı barda buluşmak olduğunu ilettim kendisine. "Akşam çıkacağım işten, akşam tekrar konuşalım ama geleceğim muhtemelen, bir öncekini telafi edeceğim." dedi. Anlaştık...
Akşama doğru Whatsapp'tan yazdım. Cevap vermedi, hatta son online görülme tarihi ve saati de oldukça eskiydi. Aynı oyunu bu sefer bana yapıyordu. Barda içmeye devam ettim. İtalyan sevgilim veya "broad"um geldi. Onunla ve Amerikalı "Wild Bunch" tayfayla içmeye devam ediyordum. Cevap vermemesi sinirlendirmişti. Son noktayıysa muhtemelen o gece takılacağı erkekle barın önünden geçerken koydu. İçeri baktı ancak beni görmedi, kapşonumu çekmiştim...
Gece 1 gibi whatsapp'tan gelen bir mesajla irkildim. "Kusura bakma ya, bu akşam gelemedim." Tek bir kelimeyle cevap verdim: "Biliyorum."
Ardından sildim her yerden. Twitter unfollow, telefon numarası ve geri kalan her şey... Sinirlenmek bu aralar ihtiyacım olan son şey olduğu için aramayacaktım. Hayatımdan silip atacaktım. Ama rahat durmadı... Mersin'e dönmüştüm. Bir hafta kadar kafa dinlemek için... Barın müdavimlerinden Müjdat Abi mesaj attı.
"Sinir oldum sana. Bir kız seni sordu."
Kızın özelliklerini sordum, o olacağını tahmin etmemiştim. Oymuş... Ama o olduğunu da bana attığı mesajdan öğrendim. "Seni soran bendim şampiyon."
"Sen kimsin?"
"Oha tanımadın mı?"
"Tanıdım, fotoğraftan. Ama her yerden silmiştim seni, fark etmedin sanırım."
"Neden?"
Söylediği yalanları anlattım. "Alakası yok sana neden yalan söyleyeyim." gibi kadınsal kurnazlıklara girişti. Özür diledi yine de... Kuru özürle ikna olmam, çıplak fotoğraf istiyorum, dedim. Üç dört tane fotoğraf gönderdi. Vücudu hala güzeldi ama içimdeki öfke dinmemişti. "Bir anda eskisi gibi olabileceğimizi sanma, ben asla unutmam ve asla affetmem. İlk hatanda bunu karşına çıkaracağım." dedim.
Punchline buydu aslında. Oldukça basit. Unutmayacağımı ve affetmeyeceğimi belirten bir mesaj. Mersin'deyken bana güzel bir meşgale çıkmıştı. Uğraşmaya başladım ancak kör uğraşmıyordum. Bir planım vardı. Çok gençti ve zekasıyla beni alt edebileceğini düşünüyordu. Tecrübenin karşısında iq değerinin hiçbir anlamı yoktur. Özellikle lisans hayatı kadınlarla dolu bir havuzda 7.5 sene sürmüş bir adam karşısında...
İçten içe işledim. Reklam ajanslarından birine kapağı atmak istiyordu. Oldukça bilinen ve eş başkanı tanıdığım bir arkadaşım olan bir ajansla tanıştırdım. Eş başkan olan arkadaşım da ajansı ne kadar biliniyorsa, o kadar abazaydı. "CV böyle hazırlanmaz, bir ara yüzyüze konuşalım cv'ni düzenleyelim." falan diyecek kadar abazaydı belki de... Adam başkan ama hala junior, stajyer sikmeye çalışıyor, diye düşünmüştüm.
İstanbul'a döndüğüm gün görüştük. "Ama bak reglim ihihihi." falan dedi hatta görüşmemizden önce. Onunla yatmayacaktım, ama onu ağlatacaktım. Gecenin planı buydu.
Daha çok toy olduğu için ot içmeyi seviyordu. Hatta onu bile iyi yaptığını belirtircesine kendisine, o akşam ot içip içmek istemediğini, bir gün öncesinden sorduğumda "Nerenin otu?" diye sormuştu.
Geldi. Geç kaldı hatta bayağı. "Çok kötüyüm, hiçbir şey yemedim ve anti depresan içtim. İçki içmek istemiyorum." dedi. Arada benden bir iki yudum bira otlandı, shot ısmarladım. Muhabbetler kesilip telefonlar dışarı çıkmaya başlayınca döndüm;
"Kalkalım mı?"
"Olur, ben de arkadaşıma geçerim."
"Ha ot içmeyecek misin?"
"Aa ot varsa gelirim tabii. Bana mı vereceksin sizde mi içeceğiz?"
Hafifçe öne eğildim, yüzümde en sevdiğim gülümseme...
"Ot yok, hiçbir yere de gelmiyorsun. Bu çıkarcı ve sinsi halinle seni burada bile istemiyorum. İstediğin an gidebilirsin. Bir daha görüşmeyeceğiz."
Ya, nasıl yani, falan demeye kalmadan bunun bir plandan ibaret olduğunu ve zaten uçaktan inip mahalleye geldiğim an düzüştüğümü, kendisiyle yatmak için buraya çağırmadığımı anlattım. Şok oldu. "Sen her istediğini böyle kullanabileceğini sanıyordun sanırım." diye devam ettim. O 3 ayda biriktirdiği özgüven yerle yeksan oldu. Gözleri doldu. "Ah, bir dakika. Hemen gitmesen olur mu?" dedim.
Garson kızı yanıma çağırdım. İşin güzel tarafı garson kızlar bana sarıla sarıla etrafımda salınıyorlardı o güzel akşam. Bir şarkı istedim, göz yaşlarını gördükten sonra.
"Red Eyes and Tears"
Ben bi' tuvalete gidip geliyorum, dedim. Şorul şorul işedim. Şarkı bitti.
"Tamam, şimdi gidebilirsin, güle güle." dedim.
Siktir oldu gitti. Sigaramdan bir nefes alıp, "İstanbul'a geri döndüm." diyerek nefes verdim. Sırıtıyordum...
23 Kasım 2014 Pazar
Yıllar önce roman kahramanı olarak yarattığım adamın hayatını yaşıyorum.
2010'a girmeden hemen önceydi... Okulu bırakmayı planlıyordum. Yazarlıktan para kazanacağımı düşünecek kadar da saftım. Hoş, kazanmadım değil ancak ana işimin bu olacağını düşünüyordum. Aileme durumu anlattığımda içim cız etmişti. "Tamam oğlum. İstersen sınava tekrar girersin. Biz senin mutlu olmanı istiyoruz."
Bırakamadım okulu, bu cevabı aldıktan sonra. Dedim iyi ya da kötü, 4 sene emek verildi bana. Şimdi bırakılmaz. Ancak yazmayı da bırakmadım. Her gece bir şişe köpek öldüren ya da rezalet bir vodka eşliğinde yazmaya devam ettim. Bir roman yazacağım, dedim. Yaklaşık 100 sayfaya ulaşmıştım. Sonra ne mi oldu? Judith'le tanıştım. Güzeldi Judith. Eğlenmiştik de... Sonra kayboldu, sıradan senaryo.
O ara bilgisayarım da perte çıktı. Hiç yedek almamıştım. Dangalaklık işte... Kullansana Dropbox, Google Drive ya da benzerini?! Uçtu gitti roman. 100 sayfalık emek çöpe gitti.
Tasvir ettiğim, hatta akabinde Kenan Yarar ustayla da paylaştığım ve fikirlerini aldığım karakter bir çevirmendi. Evden çalışan, alkol problemleri olan, geçmişiyle yaşamaktan sıkılan bir çevirmen... Aslında olmak istediğim adamı tasvir etmiştim belki de. Sadece yazar değil de, çevirmen.
Bugün fark ettim. O adam oldum. Son bir haftada. Elimde çevirmem gereken metinler, her sabah kahveyle bilgisayar başına, dümdüz.
Yoğun çalış, üç dört saat. Soluğu barda al. Bardan çık, yalnız çıktıysan iki bira daha içip uyu, 12 saat kadar. Yalnız çıkmadıysan ikişer bira al. Seviş ve daha az uyu.
Bırakamadım okulu, bu cevabı aldıktan sonra. Dedim iyi ya da kötü, 4 sene emek verildi bana. Şimdi bırakılmaz. Ancak yazmayı da bırakmadım. Her gece bir şişe köpek öldüren ya da rezalet bir vodka eşliğinde yazmaya devam ettim. Bir roman yazacağım, dedim. Yaklaşık 100 sayfaya ulaşmıştım. Sonra ne mi oldu? Judith'le tanıştım. Güzeldi Judith. Eğlenmiştik de... Sonra kayboldu, sıradan senaryo.
O ara bilgisayarım da perte çıktı. Hiç yedek almamıştım. Dangalaklık işte... Kullansana Dropbox, Google Drive ya da benzerini?! Uçtu gitti roman. 100 sayfalık emek çöpe gitti.
Tasvir ettiğim, hatta akabinde Kenan Yarar ustayla da paylaştığım ve fikirlerini aldığım karakter bir çevirmendi. Evden çalışan, alkol problemleri olan, geçmişiyle yaşamaktan sıkılan bir çevirmen... Aslında olmak istediğim adamı tasvir etmiştim belki de. Sadece yazar değil de, çevirmen.
Bugün fark ettim. O adam oldum. Son bir haftada. Elimde çevirmem gereken metinler, her sabah kahveyle bilgisayar başına, dümdüz.
Yoğun çalış, üç dört saat. Soluğu barda al. Bardan çık, yalnız çıktıysan iki bira daha içip uyu, 12 saat kadar. Yalnız çıkmadıysan ikişer bira al. Seviş ve daha az uyu.
8 Kasım 2014 Cumartesi
Deftones - Katatonia Konseri, Yıllardan 2006
8 seneden fazla geçmiş üzerinden.
İstanbul'a attığım ilk adım olduğu için, benim nazarımda bambaşka bir değeri vardı bu konserin. Düşünsene, hayatını etkileyecek sınav geride kalmış ve "Siz değil, ben kazandım." diyebilecek bir konuma gelmişsin. Az çok eminsin, ortalamanın üzerinde bir okulda veya bölümde soluğu alacağından. Dünya, senin için güzel. Dünya, senin keyfin etrafına kurulu, sadece bir yaz için bile olsa.
Yedikule Zindanları'nda gerçekleşmişti bu konser. O dönem birlikte çaldığımız bir grup vardı Mersin'den. Grup da değil, arkadaş ortamı. 4 kişiydik biz. Ben, Yusuf, Murat, Ferhat. Grubun adını verirsem, bu yazıyı okuyan herkesin yaptığı gibi grubun adını Youtube'a yazacak ve rezil video'larımızdan biriyle karşılaşacaksınız. Evet, müzik bu değildi, ancak konser buydu. Ben, Yusuf, Murat, tuttuk İstanbul'un yolunu. Kalacağımız, gideceğimiz yerler ayrıydı ama "Konserde buluşuruz."
16 yaşında, geleceğinden az çok emin bir şekilde İstanbul'a inen bir karakterdim. Sırtımda bir haftalık çamaşırlarımı ve kot, t-shirt'lerimi barındıran bir çanta ve başka hiçbir şeyim yok. Ablam ağırladı beni tabii ki... Beşiktaş'ta bir ev, güzel bir konser ve ardından o zamanki hayalim olan İstanbul'u soluyabileceğim tam bir hafta.
Adını hatırlamadığım İstanbullu bir iki kadınla flörtleşiyordum. Bir tanesiyle, Galatasaray Lisesi'ni hemen geçince solda olan, o zamanlar ismi South Park olan barda buluşmuştum. Adresi belki de yanlış hatırlıyorum, emin değilim. Ben bir iki bira içtim, o bir iki çay kahve, dağıldık.
Akabinde, ertesi günü ikinci kadınla buluşmuştum. Karınca, isimli saçma sapan bir nargile kafedeydik. Punk ve emo kadınların, 25 yaşındaki çok metalci abilerle takıldığı bir mekandı. Oradan kalkıp, Büyükparmakkapı Sokak'ta başka bir nargileciye gitmiştik, daha sonra oraya alkol de geldi ama adını hatırlamıyorum, cidden. Çoktan kapanmıştır zaten, bu bahsettiğim yerler, muhtemelen.
Nihayetinde dayanamayıp içmeye karar vermişlerdi ve Katharsis'in kapısında bitmiştik. Katharsis Eyüp yaş, kimlik falan sormaz, demişlerdi, Eyüp sordu. Ona rağmen "Çaktırmadan için." dedi, içtik. Bir anda şimşekler patlamaya başladı. Gündüzün beşi bile değildi saat ancak ben sarhoş olmaya başlamıştım. Kızlarsa kendi aralarında öpüşmeye... French kiss, belki daha da fazlası. Lezbiyen ya da bi seksüel değillerdi ancak onların öpüşmesini izlemekten büyük keyif almıştım.
Benim, gülücüğe odaklanmalı ve asla skorla sonlanmayan fantezilerimi bir kenara bırakırsak, hala saklarım bu bileti. Konserin kendisi değil, belli ki, içinde bulunduğum dönem çok şey ifade etmiş bana zamanında.
Ha konserde ne mi oldu?
Bir kadını konser boyu kestim. O bana bakmamıştı sanırım ama çok güzeldi. Çilekeş'in gitaristinin sevgilisi olduğunu bilmiyordum.
Ha bir de kafası kıyak bir hatun götümü avuçlamıştı. Tacize uğramaktan keyif almıştım, hatun güzel olmasa da. Ehe.
İstanbul'a attığım ilk adım olduğu için, benim nazarımda bambaşka bir değeri vardı bu konserin. Düşünsene, hayatını etkileyecek sınav geride kalmış ve "Siz değil, ben kazandım." diyebilecek bir konuma gelmişsin. Az çok eminsin, ortalamanın üzerinde bir okulda veya bölümde soluğu alacağından. Dünya, senin için güzel. Dünya, senin keyfin etrafına kurulu, sadece bir yaz için bile olsa.
Yedikule Zindanları'nda gerçekleşmişti bu konser. O dönem birlikte çaldığımız bir grup vardı Mersin'den. Grup da değil, arkadaş ortamı. 4 kişiydik biz. Ben, Yusuf, Murat, Ferhat. Grubun adını verirsem, bu yazıyı okuyan herkesin yaptığı gibi grubun adını Youtube'a yazacak ve rezil video'larımızdan biriyle karşılaşacaksınız. Evet, müzik bu değildi, ancak konser buydu. Ben, Yusuf, Murat, tuttuk İstanbul'un yolunu. Kalacağımız, gideceğimiz yerler ayrıydı ama "Konserde buluşuruz."
16 yaşında, geleceğinden az çok emin bir şekilde İstanbul'a inen bir karakterdim. Sırtımda bir haftalık çamaşırlarımı ve kot, t-shirt'lerimi barındıran bir çanta ve başka hiçbir şeyim yok. Ablam ağırladı beni tabii ki... Beşiktaş'ta bir ev, güzel bir konser ve ardından o zamanki hayalim olan İstanbul'u soluyabileceğim tam bir hafta.
Adını hatırlamadığım İstanbullu bir iki kadınla flörtleşiyordum. Bir tanesiyle, Galatasaray Lisesi'ni hemen geçince solda olan, o zamanlar ismi South Park olan barda buluşmuştum. Adresi belki de yanlış hatırlıyorum, emin değilim. Ben bir iki bira içtim, o bir iki çay kahve, dağıldık.
Akabinde, ertesi günü ikinci kadınla buluşmuştum. Karınca, isimli saçma sapan bir nargile kafedeydik. Punk ve emo kadınların, 25 yaşındaki çok metalci abilerle takıldığı bir mekandı. Oradan kalkıp, Büyükparmakkapı Sokak'ta başka bir nargileciye gitmiştik, daha sonra oraya alkol de geldi ama adını hatırlamıyorum, cidden. Çoktan kapanmıştır zaten, bu bahsettiğim yerler, muhtemelen.
Nihayetinde dayanamayıp içmeye karar vermişlerdi ve Katharsis'in kapısında bitmiştik. Katharsis Eyüp yaş, kimlik falan sormaz, demişlerdi, Eyüp sordu. Ona rağmen "Çaktırmadan için." dedi, içtik. Bir anda şimşekler patlamaya başladı. Gündüzün beşi bile değildi saat ancak ben sarhoş olmaya başlamıştım. Kızlarsa kendi aralarında öpüşmeye... French kiss, belki daha da fazlası. Lezbiyen ya da bi seksüel değillerdi ancak onların öpüşmesini izlemekten büyük keyif almıştım.
Benim, gülücüğe odaklanmalı ve asla skorla sonlanmayan fantezilerimi bir kenara bırakırsak, hala saklarım bu bileti. Konserin kendisi değil, belli ki, içinde bulunduğum dönem çok şey ifade etmiş bana zamanında.
Ha konserde ne mi oldu?
Bir kadını konser boyu kestim. O bana bakmamıştı sanırım ama çok güzeldi. Çilekeş'in gitaristinin sevgilisi olduğunu bilmiyordum.
Ha bir de kafası kıyak bir hatun götümü avuçlamıştı. Tacize uğramaktan keyif almıştım, hatun güzel olmasa da. Ehe.
3 Ekim 2014 Cuma
"All of this Could've Been Yours" - Burgaz'dan bölüm 2
Darlanan bünyenin ihtiyaçları bellidir. Bedava seks, parayla tatil ya da alabildiğine alkol.
Ben ikinci seçeneği tercih ettim. Seksi bedava yapabileceğim opsiyonlar hoşuma gitmedi. Alabildiğine alkolü zaten yıllardır tüketiyordum. Burgaz'a kaçtım. Otel odama çıktığım ve paketten çıkardığım ilk dalı yaktığım an, ödeyeceğim gecelik ücret aklımdan uçtu gitti.
"All of This Could've Been Yours" çaldı, tabletimden. Duşa girmeye hazırlanıyordum.
Bahçede oturan çiftlere baktım, üçüncü nefesi çekerken. Ya kadınlar çok güzeldi, ya da yanlış tercihi yapmıştım darlanan bünyem için. Dördüncü nefesi ayakta çektim, mini barın çalışıp çalışmadığını kontrol ederken. Beşinci nefeste bakkaldan bira almanın akıllıca bir karar olacağını düşünüp, "kanseri" küllükte söndürdüm.
Bundan aylar önce biriyle birlikte olmuştum.
Sorumsuz, hâlâ çocuk gibi davranan, işsiz bir kadın... Tanıştığımız an sıradan bir işsiz kaşar olduğunu düşünmüştüm.Tahsili, aile yapısı veya herhangi bir kalitesi önemsizdi. Sıradan bir kaşardı. İzlenimim buydu ki sevişen ya da tek gecelik seven kadınlara asla kaşar demem. Tanımı böyleydi onun.
Sürpriz yumurta açıldığında bir metaya ilk kez aşık oldum. Bir vücuda aşık olmak, bir kadına aşık olmaktan çok daha zormuş. Diri göğüsleri, dolgun kalçaları ve o üstümde salınırken gördüğüm figür gecelerce aklımdan çıkmadı. Ancak, Matthew Dempsey'nin kaderi ve yaptığı iş bellidir.
-Ne iş yaparsın?
-Ben özlerim. 25 senedir bu işi yapıyorum. 25 senedir özlüyorum. Onu, bunu, orayı, burayı, o zamanı, bu zamanı, o kadını, bu kadını, herkesi, her şeyi... Bünyem alışmış ki alışmış, kudurmuştan beterdir.
İkinci kez görüşmek için bir ay beklemem gerekmişti. Biriyle -ilişki bazında- beraberdim, ikinci görüşmemizde. Aldattım. Sanırım, bu bokları yediğim için kendimden asla gurur duymayacağım ancak ilk kez, "Ben senin vücudunu, seni çok özledim." dedim. Ön sevişmeydi.
Tutku ve hormonal salgının yaptığı tavan, güzel bir kadınla birleşir.
-Tebrikler, ölümsüzsün artık.
-Nasıl yani?
-Bir yarı tanrıyla seviştin.
Sigara diyalogları. Güldü ve gitti o akşam. "Bir sonrakinde kalırım, merak etme."
Peki, Burgaz'dan Ece'ye nasıl mı geldim? Ece Burgazlı'ydı ve orada yaşıyordu. Yani burada...
Ben ikinci seçeneği tercih ettim. Seksi bedava yapabileceğim opsiyonlar hoşuma gitmedi. Alabildiğine alkolü zaten yıllardır tüketiyordum. Burgaz'a kaçtım. Otel odama çıktığım ve paketten çıkardığım ilk dalı yaktığım an, ödeyeceğim gecelik ücret aklımdan uçtu gitti.
"All of This Could've Been Yours" çaldı, tabletimden. Duşa girmeye hazırlanıyordum.
Bahçede oturan çiftlere baktım, üçüncü nefesi çekerken. Ya kadınlar çok güzeldi, ya da yanlış tercihi yapmıştım darlanan bünyem için. Dördüncü nefesi ayakta çektim, mini barın çalışıp çalışmadığını kontrol ederken. Beşinci nefeste bakkaldan bira almanın akıllıca bir karar olacağını düşünüp, "kanseri" küllükte söndürdüm.
Bundan aylar önce biriyle birlikte olmuştum.
Sorumsuz, hâlâ çocuk gibi davranan, işsiz bir kadın... Tanıştığımız an sıradan bir işsiz kaşar olduğunu düşünmüştüm.Tahsili, aile yapısı veya herhangi bir kalitesi önemsizdi. Sıradan bir kaşardı. İzlenimim buydu ki sevişen ya da tek gecelik seven kadınlara asla kaşar demem. Tanımı böyleydi onun.
Sürpriz yumurta açıldığında bir metaya ilk kez aşık oldum. Bir vücuda aşık olmak, bir kadına aşık olmaktan çok daha zormuş. Diri göğüsleri, dolgun kalçaları ve o üstümde salınırken gördüğüm figür gecelerce aklımdan çıkmadı. Ancak, Matthew Dempsey'nin kaderi ve yaptığı iş bellidir.
-Ne iş yaparsın?
-Ben özlerim. 25 senedir bu işi yapıyorum. 25 senedir özlüyorum. Onu, bunu, orayı, burayı, o zamanı, bu zamanı, o kadını, bu kadını, herkesi, her şeyi... Bünyem alışmış ki alışmış, kudurmuştan beterdir.
İkinci kez görüşmek için bir ay beklemem gerekmişti. Biriyle -ilişki bazında- beraberdim, ikinci görüşmemizde. Aldattım. Sanırım, bu bokları yediğim için kendimden asla gurur duymayacağım ancak ilk kez, "Ben senin vücudunu, seni çok özledim." dedim. Ön sevişmeydi.
Tutku ve hormonal salgının yaptığı tavan, güzel bir kadınla birleşir.
-Tebrikler, ölümsüzsün artık.
-Nasıl yani?
-Bir yarı tanrıyla seviştin.
Sigara diyalogları. Güldü ve gitti o akşam. "Bir sonrakinde kalırım, merak etme."
Peki, Burgaz'dan Ece'ye nasıl mı geldim? Ece Burgazlı'ydı ve orada yaşıyordu. Yani burada...
Soluğu kaçınca almak - Burgaz'dan bölüm 1
Neden burada olduğumu hiç sormadım kendime.
Neden buraya gelmek istediğimi de…
Bir kaçış, bir bıkkınlık ya da bir cinnet, telefonu elime alıp rezervasyon yapmamı, çantamı önüme koyup eşyalarımı hazırlamamı sağladı.
Halbuki daha önce buradan tiksinmiştim. 2007’de organize edip çalıştığımız İstanbul Rock Festivali’nin bitiminin ertesi günü İstanbul’a gelen Mersinli ailemin zoruyla getirildiğimde tiksinmiştim. Geliş o geliş…
Nefret etmiştim. Sıkış tıkış şehir hatlarından da, saatlerce yürüyüp gerçekten etkileneceğim (o yaşta bir şeyden etkilenmem için o şeyin iki güzel bacağa, dairesel hatlı bir kalçaya ve diri göğüslere sahip olması gerekiyordu, belki hala öyledir.) hiçbir şey görememekten nefret etmiştim.
Ardından uzun süre ne Burgaz’a ne de başka bir adaya gittim. Yaklaşık yedi sene sonrasında, buradan güzel biriyle tanışmıştım. Bir de, arkadaşlarımın gazlamasıyla bir gece rakı içmiştik, sahildeki restoranlardan birinde.
Burgaz’la alakalı tüm güzel anılarım bu kadardı. Güzel adam ve kadınlarla güzel bir rakı sofrası ve etkileyici bir kadın.
Dayanamadım.
2012’den beri tatil yüzü görmemiş bünyem dayanamadı.
2011’den beri duygusal çöküşü her arterinde yaşayan kalbim dayanamadı.
Belimi tutarak yürümeme sebep olan vücudum dayanamadı.
Yorgunluk, iflas.
Yorgun argın, akşamdan kalma uyandığım bir pazar sabahı buraya geldim. Belki yorgunlukların sonuçları da standarttır. Uzaklaşmak, tekrar nefes almak, telefonu ve tüm teknolojik aletleri kapatıp, kalem kağıda bel bağlamak istersin. Dijital hayatından, başkalarının diyaloglarını dinlemekten, kredi kartlarından veya “trip” ilişkilerden uzaklaşmak istersin çünkü yorgunsundur. Akabinde güneş doğacaktır, bu bellidir ancak sabrın tükenmeye başlıyordur.
Gelgelelim, bunları yazarken içtiğim Rum lokantasında yan masama dört tane “adalı” oturdu ve sordular.
-Kardeş ne yazıyorsun, şiir mi yazıyorsun?
-Yoo.
-Bizi mi yazıyorsun?
-Yoo.
(Yalan)
-Genç adamsın, kandıramadın mı bir kadını seninle tatile gelmesi için? Yalnız içip bir şeyler yazacağına…
-Kandırmadım. İstemedim de, tek geldim.
-Lan bu yeni Sait Faik olur kesin. Kardeşim masamıza buyurmaz mısın?
-Olur.
Akabinde ödedim hesabımı. Geçtim masalarına. Yormayan, güzel bir sohbet. Hoş, Namık Kemal’liğim, Orhan Veli’liğim, Nazım Hikmet’liğim… Yakıştırma üstüne yakıştırma. Hoşuma gitmedi değil, dalga geçseler de. Ama ben zaten hali hazırda Dalgacı Mahmut’tum.
Tatlı bir eylül akşamı ve güzel bir esintiyle yeni şişeler, yeni sohbetler… Yorgunluk mu? Eser kalmadı Ada’dan döndüğümde.
Neden buraya gelmek istediğimi de…
Bir kaçış, bir bıkkınlık ya da bir cinnet, telefonu elime alıp rezervasyon yapmamı, çantamı önüme koyup eşyalarımı hazırlamamı sağladı.
Halbuki daha önce buradan tiksinmiştim. 2007’de organize edip çalıştığımız İstanbul Rock Festivali’nin bitiminin ertesi günü İstanbul’a gelen Mersinli ailemin zoruyla getirildiğimde tiksinmiştim. Geliş o geliş…
Nefret etmiştim. Sıkış tıkış şehir hatlarından da, saatlerce yürüyüp gerçekten etkileneceğim (o yaşta bir şeyden etkilenmem için o şeyin iki güzel bacağa, dairesel hatlı bir kalçaya ve diri göğüslere sahip olması gerekiyordu, belki hala öyledir.) hiçbir şey görememekten nefret etmiştim.
Ardından uzun süre ne Burgaz’a ne de başka bir adaya gittim. Yaklaşık yedi sene sonrasında, buradan güzel biriyle tanışmıştım. Bir de, arkadaşlarımın gazlamasıyla bir gece rakı içmiştik, sahildeki restoranlardan birinde.
Burgaz’la alakalı tüm güzel anılarım bu kadardı. Güzel adam ve kadınlarla güzel bir rakı sofrası ve etkileyici bir kadın.
Dayanamadım.
2012’den beri tatil yüzü görmemiş bünyem dayanamadı.
2011’den beri duygusal çöküşü her arterinde yaşayan kalbim dayanamadı.
Belimi tutarak yürümeme sebep olan vücudum dayanamadı.
Yorgunluk, iflas.
Yorgun argın, akşamdan kalma uyandığım bir pazar sabahı buraya geldim. Belki yorgunlukların sonuçları da standarttır. Uzaklaşmak, tekrar nefes almak, telefonu ve tüm teknolojik aletleri kapatıp, kalem kağıda bel bağlamak istersin. Dijital hayatından, başkalarının diyaloglarını dinlemekten, kredi kartlarından veya “trip” ilişkilerden uzaklaşmak istersin çünkü yorgunsundur. Akabinde güneş doğacaktır, bu bellidir ancak sabrın tükenmeye başlıyordur.
Gelgelelim, bunları yazarken içtiğim Rum lokantasında yan masama dört tane “adalı” oturdu ve sordular.
-Kardeş ne yazıyorsun, şiir mi yazıyorsun?
-Yoo.
-Bizi mi yazıyorsun?
-Yoo.
(Yalan)
-Genç adamsın, kandıramadın mı bir kadını seninle tatile gelmesi için? Yalnız içip bir şeyler yazacağına…
-Kandırmadım. İstemedim de, tek geldim.
-Lan bu yeni Sait Faik olur kesin. Kardeşim masamıza buyurmaz mısın?
-Olur.
Akabinde ödedim hesabımı. Geçtim masalarına. Yormayan, güzel bir sohbet. Hoş, Namık Kemal’liğim, Orhan Veli’liğim, Nazım Hikmet’liğim… Yakıştırma üstüne yakıştırma. Hoşuma gitmedi değil, dalga geçseler de. Ama ben zaten hali hazırda Dalgacı Mahmut’tum.
Tatlı bir eylül akşamı ve güzel bir esintiyle yeni şişeler, yeni sohbetler… Yorgunluk mu? Eser kalmadı Ada’dan döndüğümde.
12 Eylül 2014 Cuma
Gidiyorum.
Beklenen oldu ve vizem çıktı. 8 ay içerisinde kullanmam gereken 1.5 senelik bir çalışma izni. Cepte yok, elde yok, kadın yok, arkadaş yok. Olan mevzuat belli. Gidiyorum. Şunun şurasında maksimum 1.5 ay var. İşi bile bulmadan basıp giderim 1.5 ay sonunda.
Avustralya beni beklemiyor, ben Avustralya'ya gitmeyi bekliyorum orası ayrı konu da; neden, diye sormak için geç artık. Tekrarlıyorum, ne kadınım var artık, ne de işim. Keskin çizgilerle yaşamanın eşdeğeri her zaman nettir: ipin üzerinde yürümek. Bunu ben seçmedim, ancak etrafımdaki etmenler beni buna itti. Eskiden affetme, bağışlama, toparlama, tamir etme gibi yetilerim vardı; özellikle de konu insan olduğu zaman. Artık yok. Siktirin gidin lan, da demiyorum gerçi. Artık dümdüz hayatımdan siliyorum, tıpkı birkaç saat önce bugün beni sattığı için sildiğim kadında olduğu gibi, tıpkı hayatıma yaptığı müdahaleden ötürü hayatımdan def ettiğim -ve zamanında uğruna Avustralya vize başvurusuna giriştiğim- eski sevgilime yaptığım gibi. Ya da tıpkı bahsettiğim eski sevgilime arkamdan konuşan 10 yıllık arkadaşımı silip attığım gibi.
"Ben" diye cümleye başlayan o kadar çok adam tanıdım ki son bir ayda... Hepsi çok konuşuyordu, hepsi boş konuşuyordu ve hiç biri bir sike derman olmazdı. Kadınlar? Evet, bu şekilde konuşan kadınlarla da tanıştım ancak siz buna cinsiyetçi yaklaşım deseniz de, o kadınları yazmak pek de sikimde değil çünkü kovalaması her zaman kolay oldu onları.
10 gün boyunca hepinizin hayali olan işi yaptım ben. Bar işlettim. 2 aydır aksatmadan her gün gittiğim barı işlettim. Nasıl mı oldu? İşletmecisi "Abim" dediğim adamdı ve işletmeci tatile gidince bar bana kaldı. Evimden farksız, her noktasını kanıksadığım ve benimsediğim bar benim oldu. O 10 gündü işte, önceki paragraf başında bahsettiğim adamlarla tanıştığım zaman dilimi. İşimi ne mi yaptım? Kadınım için Avustralya'ya gitmeye karar verdiğim gün istifa etmiştim zaten, bar konusunda da profesyonel bir anlaşma yaptığımız için, bara başladığım gün işimi bıraktım.
Hayatın küçük sürprizi ise basit oldu bana. Esas işletmeci tatilden döndüğü akşam, gelen mail ile Avustralya'ya yaptığım 1.5 senelik çalışma izni başvurusunun kabul edildiğini öğrendim. Ben, gidiyorum artık. Ama kör, ama gören gözlerle... Önümüzdeki bir, bir buçuk ayı iş başvurusuyla geçireceğim. İş bulamazsam da, basıp kaçacağım.
Kalanlara selam olsun, yerin yedi kat altında görüşmek üzere...
Not: Facebook sayfamı daha fazla leş hale getirmemek için, şöyle bir blog açtım. Yazarken dinlediğim her şeyi paylaşıyorum, bilginize.
http://mattlistensto.blogspot.com
Avustralya beni beklemiyor, ben Avustralya'ya gitmeyi bekliyorum orası ayrı konu da; neden, diye sormak için geç artık. Tekrarlıyorum, ne kadınım var artık, ne de işim. Keskin çizgilerle yaşamanın eşdeğeri her zaman nettir: ipin üzerinde yürümek. Bunu ben seçmedim, ancak etrafımdaki etmenler beni buna itti. Eskiden affetme, bağışlama, toparlama, tamir etme gibi yetilerim vardı; özellikle de konu insan olduğu zaman. Artık yok. Siktirin gidin lan, da demiyorum gerçi. Artık dümdüz hayatımdan siliyorum, tıpkı birkaç saat önce bugün beni sattığı için sildiğim kadında olduğu gibi, tıpkı hayatıma yaptığı müdahaleden ötürü hayatımdan def ettiğim -ve zamanında uğruna Avustralya vize başvurusuna giriştiğim- eski sevgilime yaptığım gibi. Ya da tıpkı bahsettiğim eski sevgilime arkamdan konuşan 10 yıllık arkadaşımı silip attığım gibi.
"Ben" diye cümleye başlayan o kadar çok adam tanıdım ki son bir ayda... Hepsi çok konuşuyordu, hepsi boş konuşuyordu ve hiç biri bir sike derman olmazdı. Kadınlar? Evet, bu şekilde konuşan kadınlarla da tanıştım ancak siz buna cinsiyetçi yaklaşım deseniz de, o kadınları yazmak pek de sikimde değil çünkü kovalaması her zaman kolay oldu onları.
10 gün boyunca hepinizin hayali olan işi yaptım ben. Bar işlettim. 2 aydır aksatmadan her gün gittiğim barı işlettim. Nasıl mı oldu? İşletmecisi "Abim" dediğim adamdı ve işletmeci tatile gidince bar bana kaldı. Evimden farksız, her noktasını kanıksadığım ve benimsediğim bar benim oldu. O 10 gündü işte, önceki paragraf başında bahsettiğim adamlarla tanıştığım zaman dilimi. İşimi ne mi yaptım? Kadınım için Avustralya'ya gitmeye karar verdiğim gün istifa etmiştim zaten, bar konusunda da profesyonel bir anlaşma yaptığımız için, bara başladığım gün işimi bıraktım.
Hayatın küçük sürprizi ise basit oldu bana. Esas işletmeci tatilden döndüğü akşam, gelen mail ile Avustralya'ya yaptığım 1.5 senelik çalışma izni başvurusunun kabul edildiğini öğrendim. Ben, gidiyorum artık. Ama kör, ama gören gözlerle... Önümüzdeki bir, bir buçuk ayı iş başvurusuyla geçireceğim. İş bulamazsam da, basıp kaçacağım.
Kalanlara selam olsun, yerin yedi kat altında görüşmek üzere...
Not: Facebook sayfamı daha fazla leş hale getirmemek için, şöyle bir blog açtım. Yazarken dinlediğim her şeyi paylaşıyorum, bilginize.
http://mattlistensto.blogspot.com
30 Ağustos 2014 Cumartesi
Six Pack ve Ölüm Üzerine
Hayatım boyunca iyi bir adam olamadım. Kimsenin de adamı olmadım, diyemeyeceğim. Bildiğin iyi bir adam olamadım. Kendimi artık anti-kahraman zırvalarıyla savunacak halim de yok. Hoş, halim olsa anlamak isteyen de yok. Kısaca özetlersek, hayatım bitiyor. Halimiz itten beter, keyfimiz paşada yok? O da sadece alkollüyken oluyor.
Ne "Any Given Sunday" filminin o meşhur Al Pacino konuşma sahnesini izleyerek motive olabiliyorum, ne de Dishonored: The Knife of Dunwall'un intro'sunu izleyerek kendime gelebiliyorum. Sevdiğim her şeyden uzaklaşmaya başladım. Galatasaray'ın maçını bile izlemeyeceğim örneğin ki yarım saat sonra başlayacak olsa da evde bira içmeyi tercih ediyorum.
Son bir ayım kavga gürültüyle geçti. Evet, benim bir ilişkim vardı. Kavga gürültünün sonu tahmin edeceğiniz üzere terk edilmem oldu. Seneler sonra "İşte bu." dediğim ciddi bir ilişkim oldu. [Seneler=3 sene] Kısa takılmalar, bir aylık ilişkiler ve pazar sabahlarında yalnız kalmayı istemek, tek gecelikler... Hiç birinde ben, ben olamadım. Cesur değildim bu yüzden birlikte olduğum kişiyle ciddileşmek istemedim, değil. Bildiğin o çekimi hissetmedim. Siktir et, dedim; kimi zaman "siktir git." oldu bu. Şaka yapmıyorum, ciddileşmeye başlayan ve sadece 3 saat süren ilişkim oldu benim. Neden mi bir gün bile sürmedi? En nefret ettiğim şeyi yanımda yaptı, burundan çekti.
Tam dipten killi toprağı almış su yüzüne doğru süzülüyordum ki, ayağım bataklığa saplandı. Kemerburgaz'da bir bataklıkta nefessiz, leş gibi suyun içinde boğuluyorum. Bugün, son 24 saat boyunca bana "yararlı" olabilecek tek şeyi yaptım. Traş olup, dişimi fırçalayıp duşa girdim.
Barda dün çıkan kavganın misillemesi bugün olsa ve belindeki silahı gösteren adamlarla bugün karşılaşsam ne olur, diye düşündüm duştayken. Çıldırıp herifin gösterdiği tabancayı belinden çıkarır, kendi kafama doğrulturdum herhalde. "Hayırdır lan, beni mi vuracaksın? Senin taşşağın yetmez bunu yapmaya, al bak ben yardımcı olayım." diyerek. Bunu hayal etmedim. Düşündüm, taşındım, ne yapardım, diye. Bu kadar ileri gideceğime karar verdim. Ciddi ciddi böyle ilerlerdi sanki her şey. Hayatla bağım o kadar yitik...
Bundan yaklaşık dört ay önce -belki beş- bir ruh hastası "Ben sen hayatta kaldığın sürece dünyada yaşamaya devam ediyorum. Sen ölürsen beni de eski yerime (?) gönderecekler. Sadece dört ay ömrün kaldı, lütfen beni dinle ve benimle yarın yine bu saatte burada buluş." yazmıştı ask.fm'den.
Metafizik mevzularına hiçbir zaman inanmadığım için, soran kişinin kuruyla suluyu karıştırmış 20 yaşında bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Geçmişimle ilgili ayrıntı vermeye başlayınca, bu kişinin beni tanıdığını tahmin ettim. Beni tanıyan, şaka yapmak isteyen bir piçti belli ki. En azından böyle davrandım, taşşak oğlanı olmamak için, screenshot'larla. Bir iki gün, dört ay sonra ölür müyüm acaba, soruları aklımı yedi. "Hiç acı çekmeden öleceksin." demişti. Ölmemek için, hayata tekrardan bağlanman gerekiyor, diye de eklemişti.
Hayata değil de, beni terk eden kadına çok bağlanmıştım ve duşta aklıma gelen "ne yapardım" sorusuna verdiğim cevap, sanki yakında gerçekten bu şekilde sert davranarak kendi idam sehpamı tekmeleyeceğimi ve bu metafiziksel (belki de) yapının haklı çıkacağını gösterir gibiydi. Daha fazla kafa yormadım, duştan çıktım, sakal traşımı oldum ve bakkala gidip bir six-pack aldım.
Şimdi aynı şarkılar (All Over Again, Blue and Lonesome, Autumn Leaves, Feels Like the End of The World ve türevleri) çalıyor evimde, sidik gibi olan biramı yudumluyorum. Nemin önüne geçmek için açtığım kombinin sesi eşlik ediyor.
Eğer ki önümüzdeki bir ay boyunca hiçbir şekilde yazmazsam, emin olun, ölmüşümdür.
İyi pazarlar, şimdiden.
Ne "Any Given Sunday" filminin o meşhur Al Pacino konuşma sahnesini izleyerek motive olabiliyorum, ne de Dishonored: The Knife of Dunwall'un intro'sunu izleyerek kendime gelebiliyorum. Sevdiğim her şeyden uzaklaşmaya başladım. Galatasaray'ın maçını bile izlemeyeceğim örneğin ki yarım saat sonra başlayacak olsa da evde bira içmeyi tercih ediyorum.
Son bir ayım kavga gürültüyle geçti. Evet, benim bir ilişkim vardı. Kavga gürültünün sonu tahmin edeceğiniz üzere terk edilmem oldu. Seneler sonra "İşte bu." dediğim ciddi bir ilişkim oldu. [Seneler=3 sene] Kısa takılmalar, bir aylık ilişkiler ve pazar sabahlarında yalnız kalmayı istemek, tek gecelikler... Hiç birinde ben, ben olamadım. Cesur değildim bu yüzden birlikte olduğum kişiyle ciddileşmek istemedim, değil. Bildiğin o çekimi hissetmedim. Siktir et, dedim; kimi zaman "siktir git." oldu bu. Şaka yapmıyorum, ciddileşmeye başlayan ve sadece 3 saat süren ilişkim oldu benim. Neden mi bir gün bile sürmedi? En nefret ettiğim şeyi yanımda yaptı, burundan çekti.
Tam dipten killi toprağı almış su yüzüne doğru süzülüyordum ki, ayağım bataklığa saplandı. Kemerburgaz'da bir bataklıkta nefessiz, leş gibi suyun içinde boğuluyorum. Bugün, son 24 saat boyunca bana "yararlı" olabilecek tek şeyi yaptım. Traş olup, dişimi fırçalayıp duşa girdim.
Barda dün çıkan kavganın misillemesi bugün olsa ve belindeki silahı gösteren adamlarla bugün karşılaşsam ne olur, diye düşündüm duştayken. Çıldırıp herifin gösterdiği tabancayı belinden çıkarır, kendi kafama doğrulturdum herhalde. "Hayırdır lan, beni mi vuracaksın? Senin taşşağın yetmez bunu yapmaya, al bak ben yardımcı olayım." diyerek. Bunu hayal etmedim. Düşündüm, taşındım, ne yapardım, diye. Bu kadar ileri gideceğime karar verdim. Ciddi ciddi böyle ilerlerdi sanki her şey. Hayatla bağım o kadar yitik...
Bundan yaklaşık dört ay önce -belki beş- bir ruh hastası "Ben sen hayatta kaldığın sürece dünyada yaşamaya devam ediyorum. Sen ölürsen beni de eski yerime (?) gönderecekler. Sadece dört ay ömrün kaldı, lütfen beni dinle ve benimle yarın yine bu saatte burada buluş." yazmıştı ask.fm'den.
Metafizik mevzularına hiçbir zaman inanmadığım için, soran kişinin kuruyla suluyu karıştırmış 20 yaşında bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Geçmişimle ilgili ayrıntı vermeye başlayınca, bu kişinin beni tanıdığını tahmin ettim. Beni tanıyan, şaka yapmak isteyen bir piçti belli ki. En azından böyle davrandım, taşşak oğlanı olmamak için, screenshot'larla. Bir iki gün, dört ay sonra ölür müyüm acaba, soruları aklımı yedi. "Hiç acı çekmeden öleceksin." demişti. Ölmemek için, hayata tekrardan bağlanman gerekiyor, diye de eklemişti.
Hayata değil de, beni terk eden kadına çok bağlanmıştım ve duşta aklıma gelen "ne yapardım" sorusuna verdiğim cevap, sanki yakında gerçekten bu şekilde sert davranarak kendi idam sehpamı tekmeleyeceğimi ve bu metafiziksel (belki de) yapının haklı çıkacağını gösterir gibiydi. Daha fazla kafa yormadım, duştan çıktım, sakal traşımı oldum ve bakkala gidip bir six-pack aldım.
Şimdi aynı şarkılar (All Over Again, Blue and Lonesome, Autumn Leaves, Feels Like the End of The World ve türevleri) çalıyor evimde, sidik gibi olan biramı yudumluyorum. Nemin önüne geçmek için açtığım kombinin sesi eşlik ediyor.
Eğer ki önümüzdeki bir ay boyunca hiçbir şekilde yazmazsam, emin olun, ölmüşümdür.
İyi pazarlar, şimdiden.
18 Ağustos 2014 Pazartesi
"When the last light warms all the rocks and rattlesnakes unfold."
Bir süredir nasıl yaşadığım konusunda şüphelerim var. İyi tarafından bakacak olursak, çok iyi dostlar edindim. Evimin hemen yanında bir bar var ve bar sayesinde tanıştığım işletmeci, iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Hatta o kadar hızlı gelişti ki her şey, bir anda onun arkadaş ortamına daldığımı fark ettim. Kendimle beraber ablamı, yakın arkadaşlarımı da çektim. Paso beraberiz. Ancak alkol tüketim seviyemin yükseldiğini fark ettiğimden beri durulmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar pek başarılı olabildiğim söylenemez. Ancak alkolsüz geçirebildiğim geceler oluşmaya, şekillenmeye başladı.
Bir taraftan "Ne kadar geç buldum sizi..." diye düşünüyorum etrafımdaki yeni insanlarla konuşurken, bir taraftan da Avustralya'ya gitmeye çabalıyorum. (Örnek: Pasaportumu aldım, online başvurumu yaptım, yarın sağlık muayenesine gireceğim.)
Bir ay önce işimden istifa ettim. Avustralya planını kafaya koyduğumda yani... Nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yok ancak hala çalışıyorum. Ruhen ofiste değilim çünkü konsantre olamıyorum. Zaten istifamı konuştuğumdan beri her şey ters gitmeye başladı ofiste. Markalarımdan birini kaybettim, kreatif yanımı yitirdim, kendimi "çavuş" gibi hissediyorum.
Önünüzde uğraşmanız gereken bu kadar çok kalem varken (aileyi ikna turları, vize işlemleri, uzun zaman sonra sosyalleşmeye başlayan bir bünye, uzaklarda bir sevgili, istifa edilmiş ancak çalışılmaya devam eden bir iş ve eminim çok daha fazlası -yazmaya üşendiğim) hiçbirinde başarılı olamıyorsunuz.
Yazmayı kesmemin altında yatan neden de birazcık bu aslında. Kafamı toplayamıyorum. Zekalıyım ama amele olmak istiyorum. Geri dönmem lazım, karalamaya, boyuna yazmaya, kendime gelmeye başlamam lazım. Ancak beceremiyorum. Çünkü, her biri başka bir adım, her biri başka bir dert. Ne yazık ki hiçbir adımı tamamlayamadım henüz ve bu sürünceme yaklaşık bir aydır peşimi bırakmıyor.
Aranızda kesin "En büyük derdin bu olsun be..." diyenler olacaktır. Dünya yanarken, Türkiye son demlerini yaşarken bu anlattıklarım çok basit şeyler, farkındayım ancak aldığım "Yazmayacak mısın artık?" soruları karşısında da bir cevap vermem gerekiyordu.
Bu 1 aylık süreç içinde yazdığım tek şey aşağıdaki linkte ki o da İngilizce. Proof-reading konusunda yardımcı olabilecek kadar iyi İngilizce bilen arkadaşları da beklerim:
https://medium.com/@neatwhiskey/she-shone-4c7c5303bfa0
Son olarak, başlıktaki parça True Detective'in intro parçasına ait.
Bir taraftan "Ne kadar geç buldum sizi..." diye düşünüyorum etrafımdaki yeni insanlarla konuşurken, bir taraftan da Avustralya'ya gitmeye çabalıyorum. (Örnek: Pasaportumu aldım, online başvurumu yaptım, yarın sağlık muayenesine gireceğim.)
Bir ay önce işimden istifa ettim. Avustralya planını kafaya koyduğumda yani... Nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yok ancak hala çalışıyorum. Ruhen ofiste değilim çünkü konsantre olamıyorum. Zaten istifamı konuştuğumdan beri her şey ters gitmeye başladı ofiste. Markalarımdan birini kaybettim, kreatif yanımı yitirdim, kendimi "çavuş" gibi hissediyorum.
Önünüzde uğraşmanız gereken bu kadar çok kalem varken (aileyi ikna turları, vize işlemleri, uzun zaman sonra sosyalleşmeye başlayan bir bünye, uzaklarda bir sevgili, istifa edilmiş ancak çalışılmaya devam eden bir iş ve eminim çok daha fazlası -yazmaya üşendiğim) hiçbirinde başarılı olamıyorsunuz.
Yazmayı kesmemin altında yatan neden de birazcık bu aslında. Kafamı toplayamıyorum. Zekalıyım ama amele olmak istiyorum. Geri dönmem lazım, karalamaya, boyuna yazmaya, kendime gelmeye başlamam lazım. Ancak beceremiyorum. Çünkü, her biri başka bir adım, her biri başka bir dert. Ne yazık ki hiçbir adımı tamamlayamadım henüz ve bu sürünceme yaklaşık bir aydır peşimi bırakmıyor.
Aranızda kesin "En büyük derdin bu olsun be..." diyenler olacaktır. Dünya yanarken, Türkiye son demlerini yaşarken bu anlattıklarım çok basit şeyler, farkındayım ancak aldığım "Yazmayacak mısın artık?" soruları karşısında da bir cevap vermem gerekiyordu.
Bu 1 aylık süreç içinde yazdığım tek şey aşağıdaki linkte ki o da İngilizce. Proof-reading konusunda yardımcı olabilecek kadar iyi İngilizce bilen arkadaşları da beklerim:
https://medium.com/@neatwhiskey/she-shone-4c7c5303bfa0
Son olarak, başlıktaki parça True Detective'in intro parçasına ait.
31 Temmuz 2014 Perşembe
29 Haziran 2014 Pazar
Bir doğa olayı olarak yağmur
Yusuf'u aradım geçen cumartesi. Hiçbir planım yoktu. Sözleştik, akşam 6'da; Beatles Cafe Bar, Kadıköy.
Mekana girdiğim an, karşımdaydı. Terso...
Son mesajını net olarak hatırlatıyorum. "Seni tüm sosyal platformlardan siliyorum, numaranı da sileceğim. Fotoğrafları mail olarak atarsın ama mümkünse benimle Kadıköy'de karşılaşırsan görmezden gel."
Oradaydı Melisa, karşımda oturuyordu, sayesinde tanıştığım diğer kadınla beraber -onun da adı ya Burcu, ya da Tuba'ydı.- ki onunla ilişkimiz, oldukça sabırsız geçmişti. Ne o beni ve arzularımı sümenaltı edebilmişti, ne de ben ona ve dileklerine sabredebilmiştim. Çarpık, saçma bişeydi, bir hafta sürmedi zaten. Ama vücudu güzeldi, teni bembeyazdı. Kalçalarından ve göğüslerinden çok hoşlanmıştım.
Yusuf'la oturduk Beatles'a ve içmeye başladık. Görmemiş gibi davranmaya çalışıyorum ama buna izin vermiyor. Arkadaşı sürekli arkasını dönüp bakıyor Melisa'nın. İlk biralarımız sonlanmaya yakınken, ben de keyfimin sonuna geliyordum. Hava kasvetliydi, bizim atmosferimizden ziyade havanın kendisi kasvetliydi. Bir anda çam yarması, Mountain gibi bir adam geldi masasına. Ben de Oberyn'in heteroseksüel versiyonuyum tabii, o an bira şişesini kırıp "You raped her, you murdered her, you killed her children!" diye bağırarak masaya gitmek, akabinde de temiz sopa yemek istemedim değil. Adamın gelişi, Melisa'yı belinden kavrayarak öpüşü ve el ele tutuşmaları sadece 5 saniye sürmüştü ki o 5 saniyenin sonunda yağmur yağmaya başladı Kadıköy'e. Beatles'ın brandasının dışında kalarak içen tek adam bendim. Yusuf o akşam şantiyeden çıkıp geldiği için yanında şemsiye vardı. Şemsiyeyi bana verdi ve gark etti düşünceler beynimde: "Why does it always, rain on me?" ne güzel şarkıydı...
İlgili fotoğrafa instagram hesabımdan ulaşabilirsiniz. Kullanıcı adım: matt_dem
https://www.youtube.com/watch?v=PXatLOWjr-k
Mekana girdiğim an, karşımdaydı. Terso...
Son mesajını net olarak hatırlatıyorum. "Seni tüm sosyal platformlardan siliyorum, numaranı da sileceğim. Fotoğrafları mail olarak atarsın ama mümkünse benimle Kadıköy'de karşılaşırsan görmezden gel."
Oradaydı Melisa, karşımda oturuyordu, sayesinde tanıştığım diğer kadınla beraber -onun da adı ya Burcu, ya da Tuba'ydı.- ki onunla ilişkimiz, oldukça sabırsız geçmişti. Ne o beni ve arzularımı sümenaltı edebilmişti, ne de ben ona ve dileklerine sabredebilmiştim. Çarpık, saçma bişeydi, bir hafta sürmedi zaten. Ama vücudu güzeldi, teni bembeyazdı. Kalçalarından ve göğüslerinden çok hoşlanmıştım.
Yusuf'la oturduk Beatles'a ve içmeye başladık. Görmemiş gibi davranmaya çalışıyorum ama buna izin vermiyor. Arkadaşı sürekli arkasını dönüp bakıyor Melisa'nın. İlk biralarımız sonlanmaya yakınken, ben de keyfimin sonuna geliyordum. Hava kasvetliydi, bizim atmosferimizden ziyade havanın kendisi kasvetliydi. Bir anda çam yarması, Mountain gibi bir adam geldi masasına. Ben de Oberyn'in heteroseksüel versiyonuyum tabii, o an bira şişesini kırıp "You raped her, you murdered her, you killed her children!" diye bağırarak masaya gitmek, akabinde de temiz sopa yemek istemedim değil. Adamın gelişi, Melisa'yı belinden kavrayarak öpüşü ve el ele tutuşmaları sadece 5 saniye sürmüştü ki o 5 saniyenin sonunda yağmur yağmaya başladı Kadıköy'e. Beatles'ın brandasının dışında kalarak içen tek adam bendim. Yusuf o akşam şantiyeden çıkıp geldiği için yanında şemsiye vardı. Şemsiyeyi bana verdi ve gark etti düşünceler beynimde: "Why does it always, rain on me?" ne güzel şarkıydı...
İlgili fotoğrafa instagram hesabımdan ulaşabilirsiniz. Kullanıcı adım: matt_dem
https://www.youtube.com/watch?v=PXatLOWjr-k
19 Haziran 2014 Perşembe
Gitmek kolaydır, son çare olarak.
Aklımda uzun zaman boyunca tilkiler dolaştı durdu. Gitmeliyim, kaçmalıyım, ülkeyi terk etmeliyim... Cehennemin dünya üzerinde yaklaşabileceği en zirve noktada yaşıyoruz, o konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum.
Kaçma planlarımın hiç biri için maddi ya da diploma bazında durumum yeterli olmadı. Diploma da bir sömestr ertelenince, bambaşka bir sektöre yöneldim. Diplomayı aldıktan sonra bile yurtdışında "mühendis" olarak çalışmak üzere gelen (şantiye) tekliflere kulaklarımı tıkadım. Çünkü güzel bir sektördeydim, kendimi ifade edebiliyordum, keyif alıyordum. Ardından şartlar çok daha iyi yönde olgunlaştı ve "Tanrının olmamı istediği yerdeyim." diyerek imzayı çaktım Lincoln misali...
Geçen hafta bir iş teklifi aldım. Yabancı bir şirket. Tüm reklam işlerini de kendi içinde halletmek isteyen, orta halli bir yer. İki Türk yatırımcı, dünyanın her yerine açılan birbirinden güzel dekorasyona sahip ofisler. Kontakt kurduğum kişi Almanya'daki P.M.'di. Aylar önce yaptığım iş başvurusu sebebiyle benimle görüşmek istemişti.
Görüşme boyu sorumsuzca davrandım. Skype'taydık. Viskimi yudumlayarak, sigaramı tellendirerek yaptım görüşmeyi. Üstüne, pozisyonun İstanbul ofisi için olduğunu duyduğumda "Şu an halimden gayet memnunum. Benim tekrar iş değiştirmem için en azından yurtdışı sözü almam ya da direkt yurtdışı pozisyonu için sizinle görüşüyor olmam lazım." dedim. Bu kadar lakayıtlığın ardından, görüşme sonrası kuzenim Mert'le içerken aklıma geldi; sürekli seyahat vaat ediyorlardı. Berlin, San Francisco, Odessa... Biraz pişman oldum, hem bulunduğum tavır hem de sunulma potansiyeli olan olanaklar sebebiyle.
Bugün de negatif yanıt geldi... "Tecrüben ve yeteneklerin bizim için yeterli ancak karakter olarak bize uygun olduğunu düşünmüyoruz. Bulunduğun yerde çok daha iyi iş çıkaracağını düşünüyoruz."
Yüzde yüz haklıydı, sekizde sekiz hatalıydım. Tam bir it gibi davranmıştım çünkü özgüvenim çok yüksekti, geçirdiğim gün, ağzı açık izlemesini sağladığım müşteri sebebiyle. Donald Draper gibi hissediyordum.
Ret yanıtını daha almadan, gün içinde geçen seneyi düşündüm. Ne zaman geçen senemi düşünsem, kendimi iyi hissederim. Sadakat ve kardeşliğin hat safhada olduğu bir ajansta çalışıyorum şu an. Dolayısıyla iş değiştirmek, hele de Türkiye içinde aklımın ucundan geçmez. Ancak yaşadığım ikilem o kadar büyük ki, özellikle geçen sene yurtdışına salyalarını akıtacak kadar takık bir bulldog olduğum düşünüldüğünde... Çünkü şartlarım rezaletti, herkesten, her şeyden nefret ediyordum. İntiharın eşiğine defalarca gelmiş bir adamdım ben. Keyfe keder değil, kedere keder içiyordum. Ötesi olmayabilir.
Ben istemez miyim hayatımı kurtarayım, tabii ki isterim. Fakat keyfi yerinde olunca insanın, kalkıp gidesi de gelmiyor işte; belki bu son şansımdı, diye düşünse de. Böyle şekiller...
Kaçma planlarımın hiç biri için maddi ya da diploma bazında durumum yeterli olmadı. Diploma da bir sömestr ertelenince, bambaşka bir sektöre yöneldim. Diplomayı aldıktan sonra bile yurtdışında "mühendis" olarak çalışmak üzere gelen (şantiye) tekliflere kulaklarımı tıkadım. Çünkü güzel bir sektördeydim, kendimi ifade edebiliyordum, keyif alıyordum. Ardından şartlar çok daha iyi yönde olgunlaştı ve "Tanrının olmamı istediği yerdeyim." diyerek imzayı çaktım Lincoln misali...
Geçen hafta bir iş teklifi aldım. Yabancı bir şirket. Tüm reklam işlerini de kendi içinde halletmek isteyen, orta halli bir yer. İki Türk yatırımcı, dünyanın her yerine açılan birbirinden güzel dekorasyona sahip ofisler. Kontakt kurduğum kişi Almanya'daki P.M.'di. Aylar önce yaptığım iş başvurusu sebebiyle benimle görüşmek istemişti.
Görüşme boyu sorumsuzca davrandım. Skype'taydık. Viskimi yudumlayarak, sigaramı tellendirerek yaptım görüşmeyi. Üstüne, pozisyonun İstanbul ofisi için olduğunu duyduğumda "Şu an halimden gayet memnunum. Benim tekrar iş değiştirmem için en azından yurtdışı sözü almam ya da direkt yurtdışı pozisyonu için sizinle görüşüyor olmam lazım." dedim. Bu kadar lakayıtlığın ardından, görüşme sonrası kuzenim Mert'le içerken aklıma geldi; sürekli seyahat vaat ediyorlardı. Berlin, San Francisco, Odessa... Biraz pişman oldum, hem bulunduğum tavır hem de sunulma potansiyeli olan olanaklar sebebiyle.
Bugün de negatif yanıt geldi... "Tecrüben ve yeteneklerin bizim için yeterli ancak karakter olarak bize uygun olduğunu düşünmüyoruz. Bulunduğun yerde çok daha iyi iş çıkaracağını düşünüyoruz."
Yüzde yüz haklıydı, sekizde sekiz hatalıydım. Tam bir it gibi davranmıştım çünkü özgüvenim çok yüksekti, geçirdiğim gün, ağzı açık izlemesini sağladığım müşteri sebebiyle. Donald Draper gibi hissediyordum.
Ret yanıtını daha almadan, gün içinde geçen seneyi düşündüm. Ne zaman geçen senemi düşünsem, kendimi iyi hissederim. Sadakat ve kardeşliğin hat safhada olduğu bir ajansta çalışıyorum şu an. Dolayısıyla iş değiştirmek, hele de Türkiye içinde aklımın ucundan geçmez. Ancak yaşadığım ikilem o kadar büyük ki, özellikle geçen sene yurtdışına salyalarını akıtacak kadar takık bir bulldog olduğum düşünüldüğünde... Çünkü şartlarım rezaletti, herkesten, her şeyden nefret ediyordum. İntiharın eşiğine defalarca gelmiş bir adamdım ben. Keyfe keder değil, kedere keder içiyordum. Ötesi olmayabilir.
Ben istemez miyim hayatımı kurtarayım, tabii ki isterim. Fakat keyfi yerinde olunca insanın, kalkıp gidesi de gelmiyor işte; belki bu son şansımdı, diye düşünse de. Böyle şekiller...
15 Haziran 2014 Pazar
Halimden Konan Anlar'a Mektup: Sergüzeşt-i Kadıköy Klip Senaryosu
Yaklaşık bir ay önce gönderdiğim mektubun kopyasıdır. Buyrun...
Konu şu: Kadıköy'e taşınmamın ardından bir ay geçmişti, Karga Mecmua'nın yaş günü partisine katıldığımda. Yazarlardan (az yayınlanan yazarlardan, az ünlülerden) biri olduğum için de Karga'nın derleme CD'sini hediye ettiler. İlk olarak oradaki akustik Kendime Çaylar'ı dinlemiştim. Elim ayağım boşanmıştı, avukatlar eşliğinde. Ardından, itlik uğursuzluk ve sarhoşlukla geçen Kadıköy günlerinin özeti de, keşfettiğim Halimden Konan Anlar albümü oldu.
Osmancık Sokak Woodstock'ta yalnız içen, bir şeyler karalayan ve bundna keyif alan adamım. Kadınlara bakıp iç çekmişliğim de çok, hala da iç çekerim. Pek konuşasım da yok uzun zamandır, dolayısıyla bu berduş macerası; beni anlatıyormuş gibi hissediyorum. Özdeşleşmenin sebebi bu yani... Başarısız denemeler, son dakikada atılamayan goller, maç sonuna doğru kafasını iki avcunun arasına alan Sabri Sarıoğlu, Almeida, Guiza veya tüm kaybedenler...
Parçayı uzun zaman dinledikten sonra da büyüsü aldı yürüdü bende. Yolda dinleyişlerimin her birinde bir klip düşündüm. Finalde de, senaryo olarak daha sonra havaya yazarak şekillendireceğim basit bir form geldi aklıma.
Grubunuzun canlı kayıtlarının da bulunacağı bir klip. Hikayesel kısımsa şöyle:
Evde yalnız başına, atletle kanepeye yayılmış, bezgin, tv izleyen bir adam var ilk sahnede. "Bayram diye 50 kilo kavurma yedim" kısmı geldiğinde açı biraz daha genişliyor, kamera zoom out yapıyor ve dev boy, bomboş tencereyi görüyoruz. Ara sekans olarak grubun sahne performansı giriyor. "Hani moruk var ya, biraz da, medyaya karşı duruş" bıdıbıdılarının başladığı kısımda, adamın, koluna doladığı bir telefon kordonu ve elinden aşağıya sarkan telefonu görüyoruz.
İkinci sahne dışarda. Adamımız dışarı çıkıyor. Parçanın "kabanla kapanmaz, ayıpların, saçların salıncağım" ve "bana o çok süper gözlerle bakma, gözlerini oyarım, aslında iyi biriyim, ama biraz şeyim, di mi?" sözlerini yolda, barda, rastgele gördüğü kadınlara söylüyor. gergin ilerleyen enstrümental kısımda adamımızın dayak yediği, derbeder hallerini; grup performansıyla hibrit şekilde görüyoruz.
Dudağı patlamış, suratı yamulmuş "kahraman" kendini bir bar taburesinde buluyor. Dudaklarını ısıra ısıra bir kadına bakmakta. Kadın koridordan tuvalete giderken, kadının bir anda karşısına çıkıyor. Kadının çığlığının ardından son dayağını yiyen adamımız, "taş atıyorum düşmüyor, kadıköy kafası kocaman" kısmındaysa ayağına bir taş bağlamış, denize atlıyor ancak batamıyor. [Evet burası biraz uçuş oldu]
Denizde karşısında, saçları ıslak, seksi, gülümseyen bir kadın var. "Mezhebimiz geniştir ama sen de bantı boka sardın, Hani akmıyor falan yea, i'm asking you why" repliğini söylüyor, kadınsa şımarık bir edayla "I was so high" diyor.
Son sahnedeyse, üstü başı ıslak, dudağı patlak, gözü mor; rezil rüsva haldeki adamımızı yürürken görüyoruz. Karga'ya arka kapıdan giriyor, sahne arkasına ulaşıyor. Sahnede buluyor kendini. Yaptığı ilk işse yerde duran herhangi bir şişeyi kafaya dikmek. Ardından sizlere eşlik ediyor.
Fazla uçtum, farkındayım. Aslında bu mesajı atarken sadece alkol almıştım ancak alkol belki de kendimi ifade etmemi engellemiştir. Senaryolaştırıp gönderimini de yaparım size, ilgilenirseniz. Ancak ana hatlar az çok bu şekilde. Hoş, buna "uçmuş" diyorsanız, "Bizim Zamanımız" için düşündüğüm şeyi gördüğünüzde "WTF IS GOING ON?!" dersiniz.
Neyse, güzel maceraydı. Sizin için sakıncası olmayacaksa parçayla ilgili hissettiklerimi blogumda ifade etmek isterim. Grubu tanıtarak, parçanın adını söyleyerek, vs.
Söyleyeceklerim bu kadar hakim bey.
http://www.youtube.com/watch?v=0JBq-JAb0bg
Konu şu: Kadıköy'e taşınmamın ardından bir ay geçmişti, Karga Mecmua'nın yaş günü partisine katıldığımda. Yazarlardan (az yayınlanan yazarlardan, az ünlülerden) biri olduğum için de Karga'nın derleme CD'sini hediye ettiler. İlk olarak oradaki akustik Kendime Çaylar'ı dinlemiştim. Elim ayağım boşanmıştı, avukatlar eşliğinde. Ardından, itlik uğursuzluk ve sarhoşlukla geçen Kadıköy günlerinin özeti de, keşfettiğim Halimden Konan Anlar albümü oldu.
Osmancık Sokak Woodstock'ta yalnız içen, bir şeyler karalayan ve bundna keyif alan adamım. Kadınlara bakıp iç çekmişliğim de çok, hala da iç çekerim. Pek konuşasım da yok uzun zamandır, dolayısıyla bu berduş macerası; beni anlatıyormuş gibi hissediyorum. Özdeşleşmenin sebebi bu yani... Başarısız denemeler, son dakikada atılamayan goller, maç sonuna doğru kafasını iki avcunun arasına alan Sabri Sarıoğlu, Almeida, Guiza veya tüm kaybedenler...
Parçayı uzun zaman dinledikten sonra da büyüsü aldı yürüdü bende. Yolda dinleyişlerimin her birinde bir klip düşündüm. Finalde de, senaryo olarak daha sonra havaya yazarak şekillendireceğim basit bir form geldi aklıma.
Grubunuzun canlı kayıtlarının da bulunacağı bir klip. Hikayesel kısımsa şöyle:
Evde yalnız başına, atletle kanepeye yayılmış, bezgin, tv izleyen bir adam var ilk sahnede. "Bayram diye 50 kilo kavurma yedim" kısmı geldiğinde açı biraz daha genişliyor, kamera zoom out yapıyor ve dev boy, bomboş tencereyi görüyoruz. Ara sekans olarak grubun sahne performansı giriyor. "Hani moruk var ya, biraz da, medyaya karşı duruş" bıdıbıdılarının başladığı kısımda, adamın, koluna doladığı bir telefon kordonu ve elinden aşağıya sarkan telefonu görüyoruz.
İkinci sahne dışarda. Adamımız dışarı çıkıyor. Parçanın "kabanla kapanmaz, ayıpların, saçların salıncağım" ve "bana o çok süper gözlerle bakma, gözlerini oyarım, aslında iyi biriyim, ama biraz şeyim, di mi?" sözlerini yolda, barda, rastgele gördüğü kadınlara söylüyor. gergin ilerleyen enstrümental kısımda adamımızın dayak yediği, derbeder hallerini; grup performansıyla hibrit şekilde görüyoruz.
Dudağı patlamış, suratı yamulmuş "kahraman" kendini bir bar taburesinde buluyor. Dudaklarını ısıra ısıra bir kadına bakmakta. Kadın koridordan tuvalete giderken, kadının bir anda karşısına çıkıyor. Kadının çığlığının ardından son dayağını yiyen adamımız, "taş atıyorum düşmüyor, kadıköy kafası kocaman" kısmındaysa ayağına bir taş bağlamış, denize atlıyor ancak batamıyor. [Evet burası biraz uçuş oldu]
Denizde karşısında, saçları ıslak, seksi, gülümseyen bir kadın var. "Mezhebimiz geniştir ama sen de bantı boka sardın, Hani akmıyor falan yea, i'm asking you why" repliğini söylüyor, kadınsa şımarık bir edayla "I was so high" diyor.
Son sahnedeyse, üstü başı ıslak, dudağı patlak, gözü mor; rezil rüsva haldeki adamımızı yürürken görüyoruz. Karga'ya arka kapıdan giriyor, sahne arkasına ulaşıyor. Sahnede buluyor kendini. Yaptığı ilk işse yerde duran herhangi bir şişeyi kafaya dikmek. Ardından sizlere eşlik ediyor.
Fazla uçtum, farkındayım. Aslında bu mesajı atarken sadece alkol almıştım ancak alkol belki de kendimi ifade etmemi engellemiştir. Senaryolaştırıp gönderimini de yaparım size, ilgilenirseniz. Ancak ana hatlar az çok bu şekilde. Hoş, buna "uçmuş" diyorsanız, "Bizim Zamanımız" için düşündüğüm şeyi gördüğünüzde "WTF IS GOING ON?!" dersiniz.
Neyse, güzel maceraydı. Sizin için sakıncası olmayacaksa parçayla ilgili hissettiklerimi blogumda ifade etmek isterim. Grubu tanıtarak, parçanın adını söyleyerek, vs.
Söyleyeceklerim bu kadar hakim bey.
http://www.youtube.com/watch?v=0JBq-JAb0bg
10 Haziran 2014 Salı
"Ben düşündüğünüz gibi bir adam değilim."
Başlıktaki cümleyi bambaşka bir adam sarf etseydi ve bu adam, rol modellerinizden biri olsaydı eminim Instagram albümlerinizin baş köşesine, gerek el yazısıyla, gerek satırlarıyla yerleşir ve tahtı bırakmazdı. Evet, bunu ben söyledim. Beni okuduğunu ve benimle aynı olduğunu söyleyen, ardından da umarsızca "Sevgilim var, birlikte yaramazlık yapabilir miyiz?" sorusunu soran bir kadına.
Yanlış hatırlamıyorsam, birlikte olduğum kimsenin ardından kötü cümleler kurmadım burada ya da bambaşka bir yerde. Çünkü asla biriyle yatmanın bir mücevher olduğuna inanmadım. Velev ki bir mücevher varsa da, paylaşıldı o, en iyi ihtimalle. Çünkü siz bana bir şey vaat etmiyordunuz, ben size eğlence vaat ediyordum. Dedim ya, soru kanıma öyle dokundu ki; bu satırlarda ya da ZSD'de* kendimi çok yanlış tanıttığıma kanaat getirdim. Düşündüğün gibi değil, derler ya basılan zamparalar zaman zaman... Zamparaları savunmam çünkü bir baskın varsa mevzu hakikaten düşünülenden farksızdır.
Çirkin, güzel, şişman, zayıf, zeki, aptal illa ki bir şeyler paylaşırsınız karşınızdakiyle cinselliğin ötesinde eğer aygır gibi götüyle kadınını iten bir ayı değilseniz.
"Öyle siktim, böyle sikerim" demedim asla ki buralara karaladıklarım yazdıklarımın 10'da 1'i. Ağzı biraz laf yapan, prensiplerinden taviz vermeyen ve vakti gelince "Hadi, yol al." diyebilen her adam aklınıza gelen standart "Issız Adam" profiline uymaz.
Diğerlerinin gözünde nasıldır bilmem fakat dedim ya, çok yoruldum. Nazınızdan ya da kaprisinizden değil, dengesiz tavrınızdan. Benim için hepiniz güzelsiniz, hala... "Eve gidip dizi izleyeceğim.", "Fenayım." hatta ve hatta "Müsait olursam görüşürüz." Teknolojinin zirve, düzüşmenin dip yaptığı çağda yaşadığımı düşünürüm kimi zaman. Boktan tarafı ya da yoran tarafı da şudur ki, kallavisinden kaçıveriririm, "İyi, hadi güle güle." diyerek... Sil, kaybet, kaybol, yok et. Güzel, temiz teknoloji. Bırakın da dijitalini o kadar yaşayayım. Ardından taştan geri seker, döner gelirler. "Müsait misin?"
Değilim, müsait de değilim, müsait de olmayacağım. Git vurdur makattan. Bıktım, yoruldum. "Karşıma çıkacak on numara bir kadın arıyorum." yakarışı değil bu, "Uzak durun." ikazı, basitçe dile getirilen cins. Anlamadıysanız hala, baştan itibaren, hadi yavrum bir daha...
"Ben düşündüğünüz adam değilim."
*zsd: Zamparanın Seyir Defteri'dir. zamparaninseyirdefteri.tumblr.com 'da ikamet eder.
Yanlış hatırlamıyorsam, birlikte olduğum kimsenin ardından kötü cümleler kurmadım burada ya da bambaşka bir yerde. Çünkü asla biriyle yatmanın bir mücevher olduğuna inanmadım. Velev ki bir mücevher varsa da, paylaşıldı o, en iyi ihtimalle. Çünkü siz bana bir şey vaat etmiyordunuz, ben size eğlence vaat ediyordum. Dedim ya, soru kanıma öyle dokundu ki; bu satırlarda ya da ZSD'de* kendimi çok yanlış tanıttığıma kanaat getirdim. Düşündüğün gibi değil, derler ya basılan zamparalar zaman zaman... Zamparaları savunmam çünkü bir baskın varsa mevzu hakikaten düşünülenden farksızdır.
Çirkin, güzel, şişman, zayıf, zeki, aptal illa ki bir şeyler paylaşırsınız karşınızdakiyle cinselliğin ötesinde eğer aygır gibi götüyle kadınını iten bir ayı değilseniz.
"Öyle siktim, böyle sikerim" demedim asla ki buralara karaladıklarım yazdıklarımın 10'da 1'i. Ağzı biraz laf yapan, prensiplerinden taviz vermeyen ve vakti gelince "Hadi, yol al." diyebilen her adam aklınıza gelen standart "Issız Adam" profiline uymaz.
Diğerlerinin gözünde nasıldır bilmem fakat dedim ya, çok yoruldum. Nazınızdan ya da kaprisinizden değil, dengesiz tavrınızdan. Benim için hepiniz güzelsiniz, hala... "Eve gidip dizi izleyeceğim.", "Fenayım." hatta ve hatta "Müsait olursam görüşürüz." Teknolojinin zirve, düzüşmenin dip yaptığı çağda yaşadığımı düşünürüm kimi zaman. Boktan tarafı ya da yoran tarafı da şudur ki, kallavisinden kaçıveriririm, "İyi, hadi güle güle." diyerek... Sil, kaybet, kaybol, yok et. Güzel, temiz teknoloji. Bırakın da dijitalini o kadar yaşayayım. Ardından taştan geri seker, döner gelirler. "Müsait misin?"
Değilim, müsait de değilim, müsait de olmayacağım. Git vurdur makattan. Bıktım, yoruldum. "Karşıma çıkacak on numara bir kadın arıyorum." yakarışı değil bu, "Uzak durun." ikazı, basitçe dile getirilen cins. Anlamadıysanız hala, baştan itibaren, hadi yavrum bir daha...
"Ben düşündüğünüz adam değilim."
*zsd: Zamparanın Seyir Defteri'dir. zamparaninseyirdefteri.tumblr.com 'da ikamet eder.
24 Mayıs 2014 Cumartesi
"Öfke yangınlarından kurtulsan" ya da "Superman"
Bazen, 25 yaşıma geldiğim halde neden ergen gibi davrandığımı sorgularım. Cevap basittir, etrafımdakiler... Çünkü suçu etrafımdakilere atmak her zaman keyif verici, bonzai misali, beni sorunlarımdan uzak tutandır. Halbuki o sırada bir ego savaşı veriyorumdur.
Bugün iki ayrı örneğini yaşadım ki topu, topuk pasıyla size bırakmakta sakınca görmüyorum. Önce Alev dürttü. Doğumgünü hasebiyle İstanbul'a geliyormuş. Alev=mahallemizde oturan bir kadın. Dışarı çıkmış olmak için dışarı çıkmaktı amacım, malum, günlerden cumartesi ki eski ev arkadaşım aynı zamanda kuzenim olan Mert'in çok güzel bir sözü vardır: "Hafta sonu ne kadar kötü geçerse hafta da bir o kadar pis olur." Halbuki evde mutluydum, bir video oyununa kaptırmıştım kendimi.
"Çıkayım mı ben şimdi ne yapayım?"
"Çık, havuzun oraya gel."
Bahariye Caddesi'nin sonunda bir havuz vardır. Eski havuz veya... Bunu da Alev öğretmişti bana, gençler falan takılıyor, diye. Bir elimde bira şişesi, ötekinde sigara, başladım arşınlamaya Kadıköy'ün meşhur caddesini. Vardığımda biram bitmişti. Alev'i aradım, açmadı. Bakkala girip bir bira aldım, bakkaldan uzaklaşıp siyah poşeti çöpe atınca tekrar aradım Alev'i, "Barlar sokağının sonuna gel." dedi. Barlar sokağının sonuna gittim, yolumu güç bela bularak. Punk'lar ve bilimum evsiz hippie'lerle doluydu ortalık. Tekrar aradım, "Neredesiniz?" demeye... "Havuza geçiyoruz havuza gel." dedi ve kıkırdadı. Neden kıkırdadığını bilmiyordum, aslına bakarsanız neden dışarı çıktığımı da bilmiyordum.
"Yarım saat sonra ararım." dedim ve bir bara oturdum, Kadife Sokak'ta. Alev'in bir ilgi orospusu gibi davranması çok koymamıştı, zaten hippie ya da hipster, onun arkadaşlarıyla anlaşamayacağıma emindim. Belki yabancı arkadaşlarından vajinası olan birini düşürüp geceyi bende patlatarak bitiririm, diye düşündüğüm için gidiyordum doğum günü partisine.
Oturduğum bar boştu. Dün tanışmıştım o barla. Not defterimi çıkardım, karalamaya başladım. Boyuna yazmaya odaklanmıştım, bir mesaj geldi.
DİLARA: Sen dengesizsin ve hastasın.
(Mesaj tam olarak bu değildi ancak konuşmanın özeti buydu) Mevzu bahis dilara (baş harfini bilerek küçük yazıyorum) ki 24 saat içinde "Bir süre görüşmesek iyi olur." ve "Seni özlüyorum çünkü boktan bir adamsın." diyen kadın. Feleğim şaşırdı. Yalnızdım, yalnız başıma içiyordum. Küfretmeye başladım.
"Dilara, siktir git."
"Dilara, siktir olup gidiyordun hani?"
Sana karşı duygularımı, ergen hevesi şeklinde geçiştiremezsin; dediği an gözlerim kanamaya başladı.
"DİLARA, SİKTİR GİT."
"Sınırlarımı zorlama, bulunduğun yere gelir, seni rezil ederim." dedi. "Gel, Woodstock'tayım." dedim. Woodstock'ta da değildim ya neyse... Geldiğini de sanmıyorum.
Ben iyi bir adamdım aslında. Ancak ruh hastalarının arasında büyüye büyüye, hasta bir adam haline geldim. Final? Eve geldim. "Siktirin gidin lan, hepiniz siktirin gidin." repliği Behzat Ç.'den ve "Bak" parçası Pilli Bebek'ten aklımda...
Ne güzeldir yalnızlık, tercihin olduğu zaman... Ne güzeldir umursamamak, tercih dahilinde olduğu zaman... Dilara da aransın dursun Woodstock'ı veya Alev de kutlasın doğumgününü. Dedim ya, sikime kadar. İyidir böyle.
Bugün iki ayrı örneğini yaşadım ki topu, topuk pasıyla size bırakmakta sakınca görmüyorum. Önce Alev dürttü. Doğumgünü hasebiyle İstanbul'a geliyormuş. Alev=mahallemizde oturan bir kadın. Dışarı çıkmış olmak için dışarı çıkmaktı amacım, malum, günlerden cumartesi ki eski ev arkadaşım aynı zamanda kuzenim olan Mert'in çok güzel bir sözü vardır: "Hafta sonu ne kadar kötü geçerse hafta da bir o kadar pis olur." Halbuki evde mutluydum, bir video oyununa kaptırmıştım kendimi.
"Çıkayım mı ben şimdi ne yapayım?"
"Çık, havuzun oraya gel."
Bahariye Caddesi'nin sonunda bir havuz vardır. Eski havuz veya... Bunu da Alev öğretmişti bana, gençler falan takılıyor, diye. Bir elimde bira şişesi, ötekinde sigara, başladım arşınlamaya Kadıköy'ün meşhur caddesini. Vardığımda biram bitmişti. Alev'i aradım, açmadı. Bakkala girip bir bira aldım, bakkaldan uzaklaşıp siyah poşeti çöpe atınca tekrar aradım Alev'i, "Barlar sokağının sonuna gel." dedi. Barlar sokağının sonuna gittim, yolumu güç bela bularak. Punk'lar ve bilimum evsiz hippie'lerle doluydu ortalık. Tekrar aradım, "Neredesiniz?" demeye... "Havuza geçiyoruz havuza gel." dedi ve kıkırdadı. Neden kıkırdadığını bilmiyordum, aslına bakarsanız neden dışarı çıktığımı da bilmiyordum.
"Yarım saat sonra ararım." dedim ve bir bara oturdum, Kadife Sokak'ta. Alev'in bir ilgi orospusu gibi davranması çok koymamıştı, zaten hippie ya da hipster, onun arkadaşlarıyla anlaşamayacağıma emindim. Belki yabancı arkadaşlarından vajinası olan birini düşürüp geceyi bende patlatarak bitiririm, diye düşündüğüm için gidiyordum doğum günü partisine.
Oturduğum bar boştu. Dün tanışmıştım o barla. Not defterimi çıkardım, karalamaya başladım. Boyuna yazmaya odaklanmıştım, bir mesaj geldi.
DİLARA: Sen dengesizsin ve hastasın.
(Mesaj tam olarak bu değildi ancak konuşmanın özeti buydu) Mevzu bahis dilara (baş harfini bilerek küçük yazıyorum) ki 24 saat içinde "Bir süre görüşmesek iyi olur." ve "Seni özlüyorum çünkü boktan bir adamsın." diyen kadın. Feleğim şaşırdı. Yalnızdım, yalnız başıma içiyordum. Küfretmeye başladım.
"Dilara, siktir git."
"Dilara, siktir olup gidiyordun hani?"
Sana karşı duygularımı, ergen hevesi şeklinde geçiştiremezsin; dediği an gözlerim kanamaya başladı.
"DİLARA, SİKTİR GİT."
"Sınırlarımı zorlama, bulunduğun yere gelir, seni rezil ederim." dedi. "Gel, Woodstock'tayım." dedim. Woodstock'ta da değildim ya neyse... Geldiğini de sanmıyorum.
Ben iyi bir adamdım aslında. Ancak ruh hastalarının arasında büyüye büyüye, hasta bir adam haline geldim. Final? Eve geldim. "Siktirin gidin lan, hepiniz siktirin gidin." repliği Behzat Ç.'den ve "Bak" parçası Pilli Bebek'ten aklımda...
Ne güzeldir yalnızlık, tercihin olduğu zaman... Ne güzeldir umursamamak, tercih dahilinde olduğu zaman... Dilara da aransın dursun Woodstock'ı veya Alev de kutlasın doğumgününü. Dedim ya, sikime kadar. İyidir böyle.
10 Mayıs 2014 Cumartesi
Her Şey Çok Güzel Olacak İle İlgili
Her Şey Çok Güzel Olacak
2001… Telsim sponsorluğunda Cem Yılmaz’dan “Bir Tat Bir Doku” izlediğimiz zamanlar. Hayat keyifli, okul tatil, kuzen bizde kalıyor. Annemle babam işe gidecekleri için erken yatıyor her gece. Ergenliğe yeni adım atmış bir çocuk, mutluluğun resmini o devirde sadece bu şekilde çizebilir. Bir gün “Her Şey Çok Güzel Olacak” denk geliyor. Hoşuma gidiyor.
Aradan üç sene geçiyor, filmi bir korsancıdan alıyorum. Shov (“V” ile, “W” ile değil.) marka VCD oynatıcıda defalarca izliyorum. Stresli dönemler ile başa çıkmak durumundayım, çünkü artık lisedeyim ve annem de babam da öğretmen. Chaplin gibi, Atatürk gibi, Einstein gibi bir rol model olmam lazım topluma, çünkü öğretmen çocuğu olmak bunu gerektiriyor, okuduğum lisede. Hatta babamın da çalıştığı lisede.
2004’ten sonar, uzunca bir süre filmi izlemedim. Ta ki, üniversiteden bir arkadaşımla evde ders çalışmak zorunda kalana kadar. Ders çalışmak, gönlümüzden hiç geçmediği için olsa gerek, Youtube’dan filmin yarısını, sahneleri ileri almak suretiyle izlemiştik. Dersten de kalmıştık.
O geceden beri arada bir açıp, sonuna kadar izlediğim bir takıntı haline geldi bende Her Şey Çok Güzel Olacak. Hatta kanıma ve ruhuma o kadar derin işledi ki, hoşlandığım Cansu, bize geldiğinde ona bile izletmeye çalışmıştım filmi. “Ben eve gideceğim, şimdi izlemeyelim.” demişti. Filmle veya film konusundaki ısrarlarım/darlamalarım ile ne kadar ilgisi var bilmem, ancak Cansu; üç gün sonra kendisine yaptığım çıkma teklifini reddetmişti.
Velhasıl-ı kelam, “Her Şey Çok Güzel Olacak” diye diye on sene geçti, hiçbir şey çok güzel olmadı.
Filme karşı biraz daha öznel bir yaklaşımda bulunursak, Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson’dan oluşan kadrosu ve senaryosu ile, yerli sinemanın en iyi yol filmi örneklerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmi, Cem Yılmaz yapımları arasında –Hokkabaz’ı ayrı tutuyorum- bambaşka bir konuma getiren en büyük etmen; içerdiği doğal mizah. Zorlamadan, durum komedisini en saf haliyle yansıtabilen film, 90’ların İstanbul’undaki büfeleri, torbacıların işgalindeki; Tarlabaşı’ndan hallice Cihangir’i, dar sokakları ve Fulya’yı betimlerken; her izleyişimde beni İstanbul’da bir yolculuğa çıkarmayı başarmıştı. Çünkü ekrana yansıyan İstanbul, bir bakıma benim İstanbul’um, benim İstanbul içindeki yolculuğumdu. Büyüdüğüm değil, toy bir çocuktan bir adama evrildiğim İstanbul’u görüyordum. Florence Nightingale ve akabindeki taksi durağı sahnesi örneğin… Hemen hemen dört sene yaşadığım Fulya’daki evime sadece 50 metre uzaklıkta geçiyordu.
İstanbul’daki yolculuğumdan, filmde geçen yolculuğa döndüğümde de, kendim için anlam çıkarabiliyordum. Soundtrack’teki “Gel gidelim güneylere, yenilenip dinlenmeye…” dizesi bile yetiyordu. Başım ne zaman sıkışsa, bir sigara yakıp dinlediğim soundtrack eşliğinde internetten aldığım; memleketim Mersin’e tek gidiş uçak biletlerinin haddi hesabı yoktu.
Hayatımın filmi değil Her Şey Çok Güzel Olacak, ancak yerimde durarak ya da evime dönerek yaşadığım yolculuğun filmi oldu, özellikle de 2006’dan 2013’e kadar.
Sonuçta “Her Şey Çok Güzel Oldu Mu?” derseniz, yanıtım “Kısmen” olacaktır. Ancak hala kulaklarımda çınlar yaptığım bazı hatalardan sonra aşağıdaki replik…
“Sen, sen insan değilsin biliyor musun? Sen, insan suretinde bir hayvansın!”
14 sene önce yitirdiğimiz usta sanatçı Selim Naşit Özcan’ın anısına…
“Çalışıyorlarmışmış, hadi çalışın. Hadi çalışın da göreyim!”
2001… Telsim sponsorluğunda Cem Yılmaz’dan “Bir Tat Bir Doku” izlediğimiz zamanlar. Hayat keyifli, okul tatil, kuzen bizde kalıyor. Annemle babam işe gidecekleri için erken yatıyor her gece. Ergenliğe yeni adım atmış bir çocuk, mutluluğun resmini o devirde sadece bu şekilde çizebilir. Bir gün “Her Şey Çok Güzel Olacak” denk geliyor. Hoşuma gidiyor.
Aradan üç sene geçiyor, filmi bir korsancıdan alıyorum. Shov (“V” ile, “W” ile değil.) marka VCD oynatıcıda defalarca izliyorum. Stresli dönemler ile başa çıkmak durumundayım, çünkü artık lisedeyim ve annem de babam da öğretmen. Chaplin gibi, Atatürk gibi, Einstein gibi bir rol model olmam lazım topluma, çünkü öğretmen çocuğu olmak bunu gerektiriyor, okuduğum lisede. Hatta babamın da çalıştığı lisede.
2004’ten sonar, uzunca bir süre filmi izlemedim. Ta ki, üniversiteden bir arkadaşımla evde ders çalışmak zorunda kalana kadar. Ders çalışmak, gönlümüzden hiç geçmediği için olsa gerek, Youtube’dan filmin yarısını, sahneleri ileri almak suretiyle izlemiştik. Dersten de kalmıştık.
O geceden beri arada bir açıp, sonuna kadar izlediğim bir takıntı haline geldi bende Her Şey Çok Güzel Olacak. Hatta kanıma ve ruhuma o kadar derin işledi ki, hoşlandığım Cansu, bize geldiğinde ona bile izletmeye çalışmıştım filmi. “Ben eve gideceğim, şimdi izlemeyelim.” demişti. Filmle veya film konusundaki ısrarlarım/darlamalarım ile ne kadar ilgisi var bilmem, ancak Cansu; üç gün sonra kendisine yaptığım çıkma teklifini reddetmişti.
Velhasıl-ı kelam, “Her Şey Çok Güzel Olacak” diye diye on sene geçti, hiçbir şey çok güzel olmadı.
Filme karşı biraz daha öznel bir yaklaşımda bulunursak, Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson’dan oluşan kadrosu ve senaryosu ile, yerli sinemanın en iyi yol filmi örneklerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmi, Cem Yılmaz yapımları arasında –Hokkabaz’ı ayrı tutuyorum- bambaşka bir konuma getiren en büyük etmen; içerdiği doğal mizah. Zorlamadan, durum komedisini en saf haliyle yansıtabilen film, 90’ların İstanbul’undaki büfeleri, torbacıların işgalindeki; Tarlabaşı’ndan hallice Cihangir’i, dar sokakları ve Fulya’yı betimlerken; her izleyişimde beni İstanbul’da bir yolculuğa çıkarmayı başarmıştı. Çünkü ekrana yansıyan İstanbul, bir bakıma benim İstanbul’um, benim İstanbul içindeki yolculuğumdu. Büyüdüğüm değil, toy bir çocuktan bir adama evrildiğim İstanbul’u görüyordum. Florence Nightingale ve akabindeki taksi durağı sahnesi örneğin… Hemen hemen dört sene yaşadığım Fulya’daki evime sadece 50 metre uzaklıkta geçiyordu.
İstanbul’daki yolculuğumdan, filmde geçen yolculuğa döndüğümde de, kendim için anlam çıkarabiliyordum. Soundtrack’teki “Gel gidelim güneylere, yenilenip dinlenmeye…” dizesi bile yetiyordu. Başım ne zaman sıkışsa, bir sigara yakıp dinlediğim soundtrack eşliğinde internetten aldığım; memleketim Mersin’e tek gidiş uçak biletlerinin haddi hesabı yoktu.
Hayatımın filmi değil Her Şey Çok Güzel Olacak, ancak yerimde durarak ya da evime dönerek yaşadığım yolculuğun filmi oldu, özellikle de 2006’dan 2013’e kadar.
Sonuçta “Her Şey Çok Güzel Oldu Mu?” derseniz, yanıtım “Kısmen” olacaktır. Ancak hala kulaklarımda çınlar yaptığım bazı hatalardan sonra aşağıdaki replik…
“Sen, sen insan değilsin biliyor musun? Sen, insan suretinde bir hayvansın!”
14 sene önce yitirdiğimiz usta sanatçı Selim Naşit Özcan’ın anısına…
“Çalışıyorlarmışmış, hadi çalışın. Hadi çalışın da göreyim!”
30 Nisan 2014 Çarşamba
Duyuru | Web Sitesi
Zamparanın Seyir Defteri, Boş Mideye İki Duble Viski ve Medium'a yazdığım yazılara ulaşabileceğiniz bir web sitesi var artık. Linki falan dandik, daha domain almadım, 15 dakikada yaptım (küçükken internet dahisiydim). Dilerseniz buradan da ulaşabilirsiniz artık.
http://mattdemp.wordpress.com/
Arriva derci!
http://mattdemp.wordpress.com/
Arriva derci!
22 Nisan 2014 Salı
Neden küfrede küfrede köşebaşında kokoreç yiyorum
4 ay olmuştur muhtemelen.
Eve yeni taşınmıştım. Sadece bir yatağım, bir de bilgisayarım vardı. Eşya falan hak getire. Kıyafetlerimle laptop'ım, bir de gariban balığım; o da rahmetli oldu ya neyse.
Bir tek sandalye almıştım bi' kadından. Evine fazla olduğu için arkasında "Taksim Hepimizin" çıkartması bulunan bürosit sandalyeyi bana vermişti. İnternetten, sadece bu işlem için tanışmıştık. Şu "Gereksiz eşyalarına, birinin ihtiyacı olabilir." gruplarından birinde... Hoşlanmıştım, ağır.
Sık sık görüşüyorduk. O bana, ben ona... Bazen Karga'ya, balık pazarında herhangi bir meyhaneye... Bir gece dönüşte, köşebaşındaki kokoreççiyi işaret ederek "Selim Abi'nin kokoreçi çok kötü, gaza gelip yeme bir gün." demişti, koluma girmesi için yaptığım teklifi reddettikten hemen sonra.
Öyle oluyordu, böyle oluyordu ama sanki hep "arkadaş" kalacakmış gibi hissediyordum. Keyfe kederden, efkara mezeye dönmeye başlamıştı akşamcılığım ki, eşyasızlık ve yaklaşık 6 ay boyunca hissettiğim yuvasızlık (orada burada kaldım bu sürecin bir kısmında, bir kısmındaysa geçici olarak bir arkadaşımın yanında) sebebiyle, rakı içemiyor, birayla devam ediyordum onu düşündüğüm zamanlarda. Çünkü rakı kutsaldı. Rakı, yanında en azından beyaz peynir olmadan içilmezdi. Ayıp edilirdi, saygıda kusur edilirdi lıkır lıkır içildiğinde. Gariptir, o da aynısını düşünüyordu; her fırsatta "Ben çok iyi meze yapıyorum, bir gün yapayım beraber içelim." diyerek.
Bu alışkanlığın kökleşmesiyle, gayri milli içkimizden ayrılırken ben bir yandan; bir gece, dayanamayıp kapısına dikildim. Açtı kapıyı. Elimde yarım şişe viski, gözlerim yuvalarından fırlamış, sarhoşluk sıfatımın bir parçası olmuş. Bu kadar net hatırlıyorum suratımı çünkü o sarhoşlukla bile evine gitmeden önce aynaya bakmıştım.
Buyur etti. İçtik. Duble üstüne duble, evde buz yoktu, sek yuvarlıyorduk. Yuvarladıkça açıldım, gözlerim odaklanmayı kestiğinde ve başım dönmeye başladığında, ona açıldım.
Verdiği cevabı hatırlamıyordum ertesi sabah. Ama herhangi bir yakınlaşma olsaydı, kesinlikle hatırlardım. Dayanamadım, bir gün; o akşam neler olduğunu sordum. Anlattı. Bir erkek arkadaş istemediğini ve beni tanımak için daha çok zamana ihtiyacı olduğunu anlattı. Aslına bakarsanız anlatmadı. Ben kelimeleri zorla aldım ağzından. Konuşmakta zorlanmasının sebebi utangaçlığı mıydı, yoksa o sırada cezaevindeki eski sevgilisi ama hala çok yakın arkadaşı olan elemana mektup mu yazıyordu, bilmiyorum.
Bir hafta bile geçmedi, bir akşam beni dışarı çağırdı. Arkadaşıyla Karga'daydı. Kafa bi' elemandı arkadaşı, belki de "takılmak" üzerine bir ilişkileri vardı, bilemiyordum. Muhabbetleri tam arkadaşçaydı gerçi ama, ilişkilere kafa erdirmekte ve onları yaşamakta ketum bir insan olduğum için adını koyamamıştım. Hoş, "Arada bir; ihtiyaca yönelik takılıyor olsalar, beni çağırmazdı." diye düşünmüştüm. O gece ağır tartışmalarla geçti. İşin ilginci, çocukla değil, onunla tartışıyordum. Sanki "Şimdiye kadar hep enik gibi yaklaştım sana, şu andan itibaren sana çok kötü davranacağım ve benden etkileneceksin." aklımdaki zihniyetti. İşe yaramayacağı barizdi, denemiştim.
İşe yaramasını bırak, benimle görüşmeyi kesmesine sebep olmuştu. Zorlanmıştım ki çok zor noktalara çalışmıştım, yediğim bir iki aparkütten sonra.
Geçtiğimiz hafta bir gece, ne kadar uzun zamandır evde yalnız başıma rakı içmediğimi, kendime çilingir hazırlamadığımı düşündüm. Şarküteriden aldığım çeri domates, beyaz peynir ve pastırmayla sofra hazırladım önce kendime. Bir ufağı yarıya kadar içip, cila çekerken önce sandalyenin arkasındaki "Taksim Hepimizin" etiketini söktüm. Biram bitince köşebaşındaki kokoreççiye gittim. Çeyrek kokoreç söyledim. Lezzetli değildi, ona küfrede küfrede yedim kokoreçi.
"Çok kötüymüş köşedeki kokoreççi. Bok kötü! Sen kötüydün, sen kötüsün! Taksim de hepimizin değil, senin olsun."
Eve yeni taşınmıştım. Sadece bir yatağım, bir de bilgisayarım vardı. Eşya falan hak getire. Kıyafetlerimle laptop'ım, bir de gariban balığım; o da rahmetli oldu ya neyse.
Bir tek sandalye almıştım bi' kadından. Evine fazla olduğu için arkasında "Taksim Hepimizin" çıkartması bulunan bürosit sandalyeyi bana vermişti. İnternetten, sadece bu işlem için tanışmıştık. Şu "Gereksiz eşyalarına, birinin ihtiyacı olabilir." gruplarından birinde... Hoşlanmıştım, ağır.
Sık sık görüşüyorduk. O bana, ben ona... Bazen Karga'ya, balık pazarında herhangi bir meyhaneye... Bir gece dönüşte, köşebaşındaki kokoreççiyi işaret ederek "Selim Abi'nin kokoreçi çok kötü, gaza gelip yeme bir gün." demişti, koluma girmesi için yaptığım teklifi reddettikten hemen sonra.
Öyle oluyordu, böyle oluyordu ama sanki hep "arkadaş" kalacakmış gibi hissediyordum. Keyfe kederden, efkara mezeye dönmeye başlamıştı akşamcılığım ki, eşyasızlık ve yaklaşık 6 ay boyunca hissettiğim yuvasızlık (orada burada kaldım bu sürecin bir kısmında, bir kısmındaysa geçici olarak bir arkadaşımın yanında) sebebiyle, rakı içemiyor, birayla devam ediyordum onu düşündüğüm zamanlarda. Çünkü rakı kutsaldı. Rakı, yanında en azından beyaz peynir olmadan içilmezdi. Ayıp edilirdi, saygıda kusur edilirdi lıkır lıkır içildiğinde. Gariptir, o da aynısını düşünüyordu; her fırsatta "Ben çok iyi meze yapıyorum, bir gün yapayım beraber içelim." diyerek.
Bu alışkanlığın kökleşmesiyle, gayri milli içkimizden ayrılırken ben bir yandan; bir gece, dayanamayıp kapısına dikildim. Açtı kapıyı. Elimde yarım şişe viski, gözlerim yuvalarından fırlamış, sarhoşluk sıfatımın bir parçası olmuş. Bu kadar net hatırlıyorum suratımı çünkü o sarhoşlukla bile evine gitmeden önce aynaya bakmıştım.
Buyur etti. İçtik. Duble üstüne duble, evde buz yoktu, sek yuvarlıyorduk. Yuvarladıkça açıldım, gözlerim odaklanmayı kestiğinde ve başım dönmeye başladığında, ona açıldım.
Verdiği cevabı hatırlamıyordum ertesi sabah. Ama herhangi bir yakınlaşma olsaydı, kesinlikle hatırlardım. Dayanamadım, bir gün; o akşam neler olduğunu sordum. Anlattı. Bir erkek arkadaş istemediğini ve beni tanımak için daha çok zamana ihtiyacı olduğunu anlattı. Aslına bakarsanız anlatmadı. Ben kelimeleri zorla aldım ağzından. Konuşmakta zorlanmasının sebebi utangaçlığı mıydı, yoksa o sırada cezaevindeki eski sevgilisi ama hala çok yakın arkadaşı olan elemana mektup mu yazıyordu, bilmiyorum.
Bir hafta bile geçmedi, bir akşam beni dışarı çağırdı. Arkadaşıyla Karga'daydı. Kafa bi' elemandı arkadaşı, belki de "takılmak" üzerine bir ilişkileri vardı, bilemiyordum. Muhabbetleri tam arkadaşçaydı gerçi ama, ilişkilere kafa erdirmekte ve onları yaşamakta ketum bir insan olduğum için adını koyamamıştım. Hoş, "Arada bir; ihtiyaca yönelik takılıyor olsalar, beni çağırmazdı." diye düşünmüştüm. O gece ağır tartışmalarla geçti. İşin ilginci, çocukla değil, onunla tartışıyordum. Sanki "Şimdiye kadar hep enik gibi yaklaştım sana, şu andan itibaren sana çok kötü davranacağım ve benden etkileneceksin." aklımdaki zihniyetti. İşe yaramayacağı barizdi, denemiştim.
İşe yaramasını bırak, benimle görüşmeyi kesmesine sebep olmuştu. Zorlanmıştım ki çok zor noktalara çalışmıştım, yediğim bir iki aparkütten sonra.
Geçtiğimiz hafta bir gece, ne kadar uzun zamandır evde yalnız başıma rakı içmediğimi, kendime çilingir hazırlamadığımı düşündüm. Şarküteriden aldığım çeri domates, beyaz peynir ve pastırmayla sofra hazırladım önce kendime. Bir ufağı yarıya kadar içip, cila çekerken önce sandalyenin arkasındaki "Taksim Hepimizin" etiketini söktüm. Biram bitince köşebaşındaki kokoreççiye gittim. Çeyrek kokoreç söyledim. Lezzetli değildi, ona küfrede küfrede yedim kokoreçi.
"Çok kötüymüş köşedeki kokoreççi. Bok kötü! Sen kötüydün, sen kötüsün! Taksim de hepimizin değil, senin olsun."
8 Nisan 2014 Salı
True Detective üzerine...
Burada dizinin kritiğini yapıp, sekiz bölümün sekizinden de ne kadar etkilendiğimi anlatarak kafa düzmeyeceğim elbette. Ancak, fena bir iz bıraktı, gerek Rust'ın hikayesi, gerek Marty'nin tavırları, gerek de soundtrack'i ile...
İşin ilginci, maskülen olduğu için eleştiri oklarının hedefi olan dizide iki ana karakter, iki erkek de yeteri kadar "iyi" değil. İkisi de bencil, egoist, hasta... Dolayısıyla herkeste Rust'tan birazcık, Marty'den birazcık mevcut. Yazının devamı biraz spoiler içeriyor, dolayısıyla okumasanız daha iyi.
Her erkek Marty kadar aldatır, Rust kadar uzaklaştırır.
Her erkek Marty kadar sever, Rust kadar özler.
Her erkeğin Marty'ninki kadar mutlu bir aile hayatı, Rust'ınki kadar da kaybettikleri vardır.
Gelgelelim, "Bu yaştayken, 90'larda yaşıyor olmak isterdim." demiştim sıkça. O havayı bana yaşattığı için bile teşekkür edebilirim yapımcılara. Üstelik, en "yaşanmaz" yerlerden biri olan Amerika'da, hatta; Amerika'nın güney sınırında. Evet, Amerika'da çok zengin bir hayat süreceksem California'da, kendimi idame ettirebileceksem New Orleans ya da Texas'ta yaşamak isterdim.
Diziyle ilgili asla unutmayacağım ayrıntının da kendi hayatımdan çıkması, benim narsistliğim olsa gerek; ama çok hoşuma gitti.
"Ben Rust'ı sana benzetiyorum: histerik hareketleri, doğasını kabullenişi vs. Korkutucu ve bir o kadar da çekici."
Diziyle ilgili tweet attığımı gören bir kadının gönderdiği mesajdı. Şöyle bitirelim iyisi mi...
"When the last light warms the rocks,
And the rattlesnakes unfold,
Mountain cats will come to drag away your bones."
İşin ilginci, maskülen olduğu için eleştiri oklarının hedefi olan dizide iki ana karakter, iki erkek de yeteri kadar "iyi" değil. İkisi de bencil, egoist, hasta... Dolayısıyla herkeste Rust'tan birazcık, Marty'den birazcık mevcut. Yazının devamı biraz spoiler içeriyor, dolayısıyla okumasanız daha iyi.
Her erkek Marty kadar aldatır, Rust kadar uzaklaştırır.
Her erkek Marty kadar sever, Rust kadar özler.
Her erkeğin Marty'ninki kadar mutlu bir aile hayatı, Rust'ınki kadar da kaybettikleri vardır.
Gelgelelim, "Bu yaştayken, 90'larda yaşıyor olmak isterdim." demiştim sıkça. O havayı bana yaşattığı için bile teşekkür edebilirim yapımcılara. Üstelik, en "yaşanmaz" yerlerden biri olan Amerika'da, hatta; Amerika'nın güney sınırında. Evet, Amerika'da çok zengin bir hayat süreceksem California'da, kendimi idame ettirebileceksem New Orleans ya da Texas'ta yaşamak isterdim.
Diziyle ilgili asla unutmayacağım ayrıntının da kendi hayatımdan çıkması, benim narsistliğim olsa gerek; ama çok hoşuma gitti.
"Ben Rust'ı sana benzetiyorum: histerik hareketleri, doğasını kabullenişi vs. Korkutucu ve bir o kadar da çekici."
Diziyle ilgili tweet attığımı gören bir kadının gönderdiği mesajdı. Şöyle bitirelim iyisi mi...
"When the last light warms the rocks,
And the rattlesnakes unfold,
Mountain cats will come to drag away your bones."
23 Mart 2014 Pazar
İrkilme değil, silkinme günleri 2
Her şey o kadar güzel gidiyor ki, bazen hayatıma ben bile şaşırıyorum. Ailemden aldığım desteği minimuma indirgeyebilmiş olmam, yazmaktan çok keyif almam, zaman zaman uzaklaşabilmem, hatta televizyonda film izleyebilmem...
Dedim ya, her şey çok güzel. Eskiden hep aynı türküyü söylerdik, "Her Şey Çok Güzel Olacak". Artık silindi hafızalarımızdan, teyp geçti sıradaki parçaya "Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim".
Tamam, belki biraz dürüst olmaya ihtiyacım var. Profesyonel hayatımdaki üçüncü şirkette de istediğim pozisyonda değilim. İşin her boyutuna müdahale etmek durumunda kalıyorum ve bu beni fazlasıyla yoruyor. Ancak bir an var ki ofiste çok sevdiğim, onu dünyalara değiştiremem. Mesai bitiminin ardından bir saat geçiyor, ofiste pek kalan olmuyor. Tahtanın karşısına geçiyorum, marketten aldığım biralarla... Düşünmeye başlıyorum. Ne yapabilirim, neler yapılabilir? Müzik telefondan, bira marketten, sigara terasta, yazılar tahtada... O an hissettiklerim paha biçilemez işte. Shuffle, güç bela Miles Davis çıkartırsa bir de karşıma, demeyin keyfime. "Finest ad-man in İstanbul." Hayal dünyasına dalmaya yakın, eve gidiyorum, düşündüklerimi, baskıya geçirmeye...
Duygusal ya da cinsel yönden pek bir şey kaybetmiş ya da kazanmış değilim. Sanırım bir şeyler aramayı da bıraktım. Varsa yoksa müzik, varsa yoksa kitap, varsa yoksa düşünce... Güzel zamanlar, hatta ve hatta oksijeni soğuk servis halinde değil, mart güneşinin altında; derinlemesine içimize çektiğimiz zamanlar.
Başka ne isteyebilirsin ki hayattan bazen?
Yıllarca çalışsan da benzin parasını ödeyemeyeceğin bir araba mı?
Su filtresi tıkandığı için dolduramadığın bir havuza sahip bir ev mi?
Her dediğini yapacak, her dediğini yaptığı için bir süre sonra sıkılacağın bir sevgili mi?
Altında çalışan, ancak arkandan daha farklı çalışan bir sürü insan mı?
Bıraksana hayatı, keyfe keder iç, ölümüne değil, durumuna yaşa. Arabesksiz, dramsız, gamsız, tasasız...
Dedim ya, her şey çok güzel. Eskiden hep aynı türküyü söylerdik, "Her Şey Çok Güzel Olacak". Artık silindi hafızalarımızdan, teyp geçti sıradaki parçaya "Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim".
Tamam, belki biraz dürüst olmaya ihtiyacım var. Profesyonel hayatımdaki üçüncü şirkette de istediğim pozisyonda değilim. İşin her boyutuna müdahale etmek durumunda kalıyorum ve bu beni fazlasıyla yoruyor. Ancak bir an var ki ofiste çok sevdiğim, onu dünyalara değiştiremem. Mesai bitiminin ardından bir saat geçiyor, ofiste pek kalan olmuyor. Tahtanın karşısına geçiyorum, marketten aldığım biralarla... Düşünmeye başlıyorum. Ne yapabilirim, neler yapılabilir? Müzik telefondan, bira marketten, sigara terasta, yazılar tahtada... O an hissettiklerim paha biçilemez işte. Shuffle, güç bela Miles Davis çıkartırsa bir de karşıma, demeyin keyfime. "Finest ad-man in İstanbul." Hayal dünyasına dalmaya yakın, eve gidiyorum, düşündüklerimi, baskıya geçirmeye...
Duygusal ya da cinsel yönden pek bir şey kaybetmiş ya da kazanmış değilim. Sanırım bir şeyler aramayı da bıraktım. Varsa yoksa müzik, varsa yoksa kitap, varsa yoksa düşünce... Güzel zamanlar, hatta ve hatta oksijeni soğuk servis halinde değil, mart güneşinin altında; derinlemesine içimize çektiğimiz zamanlar.
Başka ne isteyebilirsin ki hayattan bazen?
Yıllarca çalışsan da benzin parasını ödeyemeyeceğin bir araba mı?
Su filtresi tıkandığı için dolduramadığın bir havuza sahip bir ev mi?
Her dediğini yapacak, her dediğini yaptığı için bir süre sonra sıkılacağın bir sevgili mi?
Altında çalışan, ancak arkandan daha farklı çalışan bir sürü insan mı?
Bıraksana hayatı, keyfe keder iç, ölümüne değil, durumuna yaşa. Arabesksiz, dramsız, gamsız, tasasız...
3 Mart 2014 Pazartesi
İrkilme değil, silkinme günleri 1
Normal şartlar altında bir Matt, haftanın en fazla iki günü dışarı çıkar. Onda da program bitsin de eve gideyim, bir iki bir şey karalayım ya da bir iki bira daha parlatıp uyuyayım acelesindedir.
Geçen haftasonu biraz farklıydı...
Telefon çaldı, arayan ablam. İKSV'de Louis Armstrong Tribute Night varmış, gelmek isteyip istemediğimi sordu. Normal şartlar altında iki günümü doldurmuştum ancak bu, bir cumartesi gecesi için yapılabilecek ve normal sayılabilecek bir plan değildi. Sonuçta "kuzenlerle kopmaca", "kardolarla rakı sofrası", "kankilerle mojito keyfi" etiketlerinin herhangi birini içermeyecek tek plandı. İKSV Salon'a geçtik. Ben, ablam, bir de enişte... Sanat camiası ya da alternatif sanat camiasına yakın insanlar oldukları için, sunucudan, gecenin sanatçılarına kadar herkesi tanıyorlardı.
Konser boyunca kaç kez etrafımdaki uyaranları göz ardı edip, duvara yaslanıp yukarı bakarak "Hayat güzel aslında." dediğimi hatırlamıyorum. Jazz, sakin, efendi jazz... Şehrin bir tarafında herhangi bir barda, "Bizde kalırsın işte akşam!" cümlelerini sarf eden erkekler, diğer tarafında terli koltukaltları ve fortlaşmak suretiyle dans eden elektronik müzik hayranları, uç tarafta kafa sallayan gençler... Benim içinse bu yedi tepede keyif alabileceğim en iyi konumdu o salon. Çünkü müzik dinliyordum. Çünkü sadece müzik dinliyordum.
Konser sonlandı. İçerideki kitle ön kapıdan dışarı çıkarken, biz arka kapının yolunu tuttuk. Vedat Özdemiroğlu'nu darlamaya başladım. "Bir fotoğraf istiyorum." dedim. Elinde jokey kırbacıyla geldi. "Yalnız o kırbaç fotoğrafta görünmezse sevinirim." dedim, koptuk, o sırada fotoğraf çekildi.
Torlanıp toplanıp voltamızı almaya başlarken biz, Vedat Abi "Dur." dedi. "Atölyeye gidelim az muhabbet edelim yahu. Onlar gelmese bile sen gel, biz hep beraber oraya geçeceğiz." dedi, "Olur." dedim. Ablayla enişteyi de kafaladım gerçi o an. "Gidelim mi nolur lan? Ben orayı görmek istiyorum ama tek başıma da gitmek istemiyorum." diyerek zayıflığımı belirttim. Yarım saat sonrasında atölyedeydik, tüm sahne ekibi ve biz.
Sanatçılarla ilgili genel bir kanı vardır. Hesapta hepsi, fildişi kulelerinden insanlara bakar, kocaman kadehlerinde kırmızı şaraplarını yudumlarken, De Sade'i; Marquez'i konuşur... Alakası yoktu ortamın bununla. Fikret Kızılok, Timur Selçuk, Cem Karaca parçaları, tüplü bir monitörün bağlı olduğu nostaljik bir bilgisayardan çalınıyor; muhabbetler goygoy ile geçiyordu. O gece sahnede olanlara teşekkür ettim, teker teker. Terasa çıktım, Şirin Soysal ile Karga'dan konuştuk. Ev sahibine ayrıca frankofon bir dille yaptığım minnet konuşmasının (bireyseldi, topluluğa hitap edecek kadar alkollü değildim) ardından şunu fark ettim. Karşımdaki insanların hiç biri mükemmel değildi, ancak hiç biri tabanları yağlamayı bana düşündürecek kadar aptal da değildi. Egosuz, sakin, rahat bir habitatta, gönlümüzce eğleniyorduk işte.
Vakit ilerledi, montlar giyildi ve herkese veda edildi. Teker teker ya da topluca. Final vedasını Vedat Abi'ye ayırmıştım şahsi olarak. Son zamanlarda sık sık The Sopranos izlemenin yarattığı bilinçaltı tetiklemesi ve alkolün etkisiyle ellerimi iki yana açarak sırıttım, "Haftaya burada stand up show'um var, gelecek olursan ara." dedi, numarasını verdi. "Benim telefonum aptal yalnız, bir mesaj atarsan sevinirim." demeyi de unutmadı.
Böyleyken böyle işte. Hakikaten keyif aldığım bir cumartesi gecesinin sonuna geldiğimde idrak edebildim ancak. Ben, Uykusuz'da okuduğum adamla tanışmıştım lan?
Geçen haftasonu biraz farklıydı...
Telefon çaldı, arayan ablam. İKSV'de Louis Armstrong Tribute Night varmış, gelmek isteyip istemediğimi sordu. Normal şartlar altında iki günümü doldurmuştum ancak bu, bir cumartesi gecesi için yapılabilecek ve normal sayılabilecek bir plan değildi. Sonuçta "kuzenlerle kopmaca", "kardolarla rakı sofrası", "kankilerle mojito keyfi" etiketlerinin herhangi birini içermeyecek tek plandı. İKSV Salon'a geçtik. Ben, ablam, bir de enişte... Sanat camiası ya da alternatif sanat camiasına yakın insanlar oldukları için, sunucudan, gecenin sanatçılarına kadar herkesi tanıyorlardı.
Konser boyunca kaç kez etrafımdaki uyaranları göz ardı edip, duvara yaslanıp yukarı bakarak "Hayat güzel aslında." dediğimi hatırlamıyorum. Jazz, sakin, efendi jazz... Şehrin bir tarafında herhangi bir barda, "Bizde kalırsın işte akşam!" cümlelerini sarf eden erkekler, diğer tarafında terli koltukaltları ve fortlaşmak suretiyle dans eden elektronik müzik hayranları, uç tarafta kafa sallayan gençler... Benim içinse bu yedi tepede keyif alabileceğim en iyi konumdu o salon. Çünkü müzik dinliyordum. Çünkü sadece müzik dinliyordum.
Konser sonlandı. İçerideki kitle ön kapıdan dışarı çıkarken, biz arka kapının yolunu tuttuk. Vedat Özdemiroğlu'nu darlamaya başladım. "Bir fotoğraf istiyorum." dedim. Elinde jokey kırbacıyla geldi. "Yalnız o kırbaç fotoğrafta görünmezse sevinirim." dedim, koptuk, o sırada fotoğraf çekildi.
Torlanıp toplanıp voltamızı almaya başlarken biz, Vedat Abi "Dur." dedi. "Atölyeye gidelim az muhabbet edelim yahu. Onlar gelmese bile sen gel, biz hep beraber oraya geçeceğiz." dedi, "Olur." dedim. Ablayla enişteyi de kafaladım gerçi o an. "Gidelim mi nolur lan? Ben orayı görmek istiyorum ama tek başıma da gitmek istemiyorum." diyerek zayıflığımı belirttim. Yarım saat sonrasında atölyedeydik, tüm sahne ekibi ve biz.
Sanatçılarla ilgili genel bir kanı vardır. Hesapta hepsi, fildişi kulelerinden insanlara bakar, kocaman kadehlerinde kırmızı şaraplarını yudumlarken, De Sade'i; Marquez'i konuşur... Alakası yoktu ortamın bununla. Fikret Kızılok, Timur Selçuk, Cem Karaca parçaları, tüplü bir monitörün bağlı olduğu nostaljik bir bilgisayardan çalınıyor; muhabbetler goygoy ile geçiyordu. O gece sahnede olanlara teşekkür ettim, teker teker. Terasa çıktım, Şirin Soysal ile Karga'dan konuştuk. Ev sahibine ayrıca frankofon bir dille yaptığım minnet konuşmasının (bireyseldi, topluluğa hitap edecek kadar alkollü değildim) ardından şunu fark ettim. Karşımdaki insanların hiç biri mükemmel değildi, ancak hiç biri tabanları yağlamayı bana düşündürecek kadar aptal da değildi. Egosuz, sakin, rahat bir habitatta, gönlümüzce eğleniyorduk işte.
Vakit ilerledi, montlar giyildi ve herkese veda edildi. Teker teker ya da topluca. Final vedasını Vedat Abi'ye ayırmıştım şahsi olarak. Son zamanlarda sık sık The Sopranos izlemenin yarattığı bilinçaltı tetiklemesi ve alkolün etkisiyle ellerimi iki yana açarak sırıttım, "Haftaya burada stand up show'um var, gelecek olursan ara." dedi, numarasını verdi. "Benim telefonum aptal yalnız, bir mesaj atarsan sevinirim." demeyi de unutmadı.
Böyleyken böyle işte. Hakikaten keyif aldığım bir cumartesi gecesinin sonuna geldiğimde idrak edebildim ancak. Ben, Uykusuz'da okuduğum adamla tanışmıştım lan?
24 Şubat 2014 Pazartesi
Bir Kadıköy Ballad'ı
Uzun zamandır, cümle şeklinde ismi olan gruplara karşı mesafeli durdum. Hepsi birbirinin kopyası olacakmış gibi bir izlenim bırakıyorlardı bende. Sonra Karga'da yazmaya başladım. Derginin 7. yaşgününde, bize birer cd hediye ettiler. İsmi "Kompile Karga Vol. 4"
Bu tip bir döküman, dergi ya da benzer içerik elime geçtiğinde hemen eve gidip tüketmek gibi bir huyum vardır. Eve gider gitmez, o zamanki sevgilim (evet benim bi' ara sevgilim oldu, yakın zamanda da gitti, o başka bi' hikaye, belki de bu hikaye, bakarız...) ile kanepeye oturup, cd'yi dinlemeye başladık. Tınılar harikaydı, hatta sık sık dalga geçtiğim Mabel Matiz'in parçası bile harikaydı. Ama bir şarkı, çok ilgimi çekmişti. Büyük Ev Ablukada'nın şarkısı sanmıştım başlangıçta. Değilmiş. "Halimden Konan Anlar"...
Kendime Çaylar, parçanın adıydı. Akustik versiyondu. Tekrar tekrar dinledim, birinde bile çay koyup içmeden... Tombul şişeleri yuvarlıyor, kafamı dinliyordum aslında parçayla.
Youtube'da olmadığını gördüğüm an, biraz garipti. Youtube'daki normal versiyonu dinleyince parçadan çok soğumuştum. Belki de o "chill out" tını hoşuma gittiği için şarkıyı çok sevmiştim. Bilemedim. Uzun bir süre de dinlemedim.
Grubun albümünü bile rafa kaldırmıştım ki, bir ayrılık daha yaşadım. Behzat Ç.'de geçen harika bir replik vardır, "Her temas iz bırakır." Bıraktı. Beni bırakırken bende bir iz bıraktı. Geçtiğimiz hafta, ayrılıktan önce kendimle ilgili uydurduğum bir laf vardı, yazamamıştım. Unutkanlık...
"I was made of scars, I've left one at each woman I've been with."
İletiyi yazdım. Ekrana baktım biraz. Parça aklıma geldi. Youtube'u açtım, o ballad halini dinlemek için. Tekrar tekrar, bıkmadan, usanmadan dinledim. Ofiste metin yazarken, sigaraya çıktığımda kendi başıma kulaklıklarımı takıp, ara ara sinirlenip, ara ara sakinleşip. Parçanın bana bir şey ifade edebilmesi için, bir şey hissetmek zorunda olduğumu fark ettim. Yağmurlu bir pazartesi günüydü, içmeyi planlıyordum evde. Ablamla piyano çalışmaktan vazgeçip eve gittim. Kendi fare deliğimdeydim, kendi soundtrack'lerimden biriyle...
"Dışarda çok ses var, içerde uzay,
Kendime çaylar demliyorum.
Arkada kaldı gömdüğüm hikayeler,
Çiçek asfalttan çıkar yüzüm güler."
Bu tip bir döküman, dergi ya da benzer içerik elime geçtiğinde hemen eve gidip tüketmek gibi bir huyum vardır. Eve gider gitmez, o zamanki sevgilim (evet benim bi' ara sevgilim oldu, yakın zamanda da gitti, o başka bi' hikaye, belki de bu hikaye, bakarız...) ile kanepeye oturup, cd'yi dinlemeye başladık. Tınılar harikaydı, hatta sık sık dalga geçtiğim Mabel Matiz'in parçası bile harikaydı. Ama bir şarkı, çok ilgimi çekmişti. Büyük Ev Ablukada'nın şarkısı sanmıştım başlangıçta. Değilmiş. "Halimden Konan Anlar"...
Kendime Çaylar, parçanın adıydı. Akustik versiyondu. Tekrar tekrar dinledim, birinde bile çay koyup içmeden... Tombul şişeleri yuvarlıyor, kafamı dinliyordum aslında parçayla.
Youtube'da olmadığını gördüğüm an, biraz garipti. Youtube'daki normal versiyonu dinleyince parçadan çok soğumuştum. Belki de o "chill out" tını hoşuma gittiği için şarkıyı çok sevmiştim. Bilemedim. Uzun bir süre de dinlemedim.
Grubun albümünü bile rafa kaldırmıştım ki, bir ayrılık daha yaşadım. Behzat Ç.'de geçen harika bir replik vardır, "Her temas iz bırakır." Bıraktı. Beni bırakırken bende bir iz bıraktı. Geçtiğimiz hafta, ayrılıktan önce kendimle ilgili uydurduğum bir laf vardı, yazamamıştım. Unutkanlık...
"I was made of scars, I've left one at each woman I've been with."
İletiyi yazdım. Ekrana baktım biraz. Parça aklıma geldi. Youtube'u açtım, o ballad halini dinlemek için. Tekrar tekrar, bıkmadan, usanmadan dinledim. Ofiste metin yazarken, sigaraya çıktığımda kendi başıma kulaklıklarımı takıp, ara ara sinirlenip, ara ara sakinleşip. Parçanın bana bir şey ifade edebilmesi için, bir şey hissetmek zorunda olduğumu fark ettim. Yağmurlu bir pazartesi günüydü, içmeyi planlıyordum evde. Ablamla piyano çalışmaktan vazgeçip eve gittim. Kendi fare deliğimdeydim, kendi soundtrack'lerimden biriyle...
"Dışarda çok ses var, içerde uzay,
Kendime çaylar demliyorum.
Arkada kaldı gömdüğüm hikayeler,
Çiçek asfalttan çıkar yüzüm güler."
14 Şubat 2014 Cuma
The Sopranos Üzerine...
Uzun zamandır merak ettiğim bir konu var.
Şimdiye kadar hep, 90'larda bu yaşımda, yaşamak istediğimi söylemiştim. Söyledim, lafta kaldı, eh; zaman makinası da yok, anca filmlerden, müzikten ve televizyonda hafızamda kalanlardan dolayı hatırlayabilmiştim o dönemi. Şimdiyse her şeye bir tık ile ulaşabiliyoruz. Hatta ve hatta, bu "bir tık meselesi" benim gibi "sosyal medya uzmanları" kattı sektöre, yeni bir iş kolu açıldı.
Dönelim merak ettiğim konuya... Ben bu kadar zamandır 90'lardan bahsettiğim halde, Oz'un ardından neden Sopranos'u patlatmamışım ki? İzlenebilecek yegane dizi benim için bu aralar. Düzenli takip ettiklerimi bile ekip, bir bölüm Sopranos açıyorum. Atmosfer ve müziğin tandansı, İtalyan kültürüyle harmanlanınca benim de karşıma ekran başında kilitleneceğim bir yapıt çıkıyor. James Gandolfini'yi gördükçe, içim bir fena oluyor, orası ayrı ama; şimdinin dizileriyle karşılaştırıldığında bütçe yönünden zayıf değil; çok zayıf, not bakımındansa iyi değil; pek iyi bir yapımmış bu.
Ailenizle izlediğiniz diziler vardı bir zamanlar. Herkes ekran başına kilitlenir, yayın saatinin gelmesini beklerdi. O sırada çaylar, çorbalar, çekirdekler; bir nevi "üç ç". Neredeyse 10 senedir geçerli değil benim için bu, ancak hakikaten yudumlanacağım bir iki şeyi alıp, ekran karşısına geçmek ve izlemek, beni ne kadar tatmin ediyor asla bilemezsiniz.
Bugün 12'ye yaklaşıyordu saat, eve geldiğimde. Yorgunluk, can sıkıntısı, uykusuzluk dinlemeden, açıverdim bir bölüm. Evet, The Sopranos ve rahmetli James Gandolfini; benim konuğum olmuştu artık, 3. sezonunda.
Ne diyelim, her şeyin iyisini HBO bilir.
Şimdiye kadar hep, 90'larda bu yaşımda, yaşamak istediğimi söylemiştim. Söyledim, lafta kaldı, eh; zaman makinası da yok, anca filmlerden, müzikten ve televizyonda hafızamda kalanlardan dolayı hatırlayabilmiştim o dönemi. Şimdiyse her şeye bir tık ile ulaşabiliyoruz. Hatta ve hatta, bu "bir tık meselesi" benim gibi "sosyal medya uzmanları" kattı sektöre, yeni bir iş kolu açıldı.
Dönelim merak ettiğim konuya... Ben bu kadar zamandır 90'lardan bahsettiğim halde, Oz'un ardından neden Sopranos'u patlatmamışım ki? İzlenebilecek yegane dizi benim için bu aralar. Düzenli takip ettiklerimi bile ekip, bir bölüm Sopranos açıyorum. Atmosfer ve müziğin tandansı, İtalyan kültürüyle harmanlanınca benim de karşıma ekran başında kilitleneceğim bir yapıt çıkıyor. James Gandolfini'yi gördükçe, içim bir fena oluyor, orası ayrı ama; şimdinin dizileriyle karşılaştırıldığında bütçe yönünden zayıf değil; çok zayıf, not bakımındansa iyi değil; pek iyi bir yapımmış bu.
Ailenizle izlediğiniz diziler vardı bir zamanlar. Herkes ekran başına kilitlenir, yayın saatinin gelmesini beklerdi. O sırada çaylar, çorbalar, çekirdekler; bir nevi "üç ç". Neredeyse 10 senedir geçerli değil benim için bu, ancak hakikaten yudumlanacağım bir iki şeyi alıp, ekran karşısına geçmek ve izlemek, beni ne kadar tatmin ediyor asla bilemezsiniz.
Bugün 12'ye yaklaşıyordu saat, eve geldiğimde. Yorgunluk, can sıkıntısı, uykusuzluk dinlemeden, açıverdim bir bölüm. Evet, The Sopranos ve rahmetli James Gandolfini; benim konuğum olmuştu artık, 3. sezonunda.
Ne diyelim, her şeyin iyisini HBO bilir.
8 Şubat 2014 Cumartesi
Lanet olası kediler...
Birazdan karşı karşıya kalacağınız yazı, sinirlerinizi bozabileceği gibi, bana küfretmenize de sebep olabilir. Benim için hava hoş, her türlü...
Belli şeylere karşı mesafeli oldum hep. Bu bir ideoloji, tercih, canlı; olabilirdi. Tabii ki haksızlığa karşı dik durmaya çalıştım. Gerek kendi adıma, gerek yakın olduklarım adına, gerekse mesafeli olduklarım adına. Örneğin, benim için kediler ile homoseksüeller bu potaya girebilir. Olsalar da olur, olmasalar da olur. "Ay iki kedi olsa da oynasak?" veya "Off keşke gay arkadaşımız olsa, muhabbetini dinleyerek güleriz." gibi cümleler kurmadım hayatım boyunca. Yani, olsalar da olur, olmasalar da... Fakat kendini savunamayacak pozisyonda olan bir kediye tekme atan herifi de, cinsel tercihi ya da yaradılışı toplumsal değerlere ters düştüğü için gay'lere karşı ellerinde sopayla yürüyen esnafı da hep sikmek istemişimdir. Veya sike sike öldürmek... Suratlarına, işaret ve orta parmağımın arasına yerleştirdiğim bir jiletle tokat atmak istediğim de doğrudur. Ağır Roman filminin bize öğrettikleri...
Yaklaşık iki aydır ise, kedilerle başım dertte. Onlardan nefret etme aşamasına geldim.
Eve taşındığım gün, sadece bir yatağım vardı. Cumartesi günüydü, akşam dışarı çıktım. Şimdiye kadar her zaman kaldığım yerlerde gerek komşu, gerek güvenlik, gerekse gerizekalı ev arkadaşlarım sebebiyle problemlerim oldu. Hepsini ardımda bıraktığımı ve tek başıma bir hayat kurduğumu düşündüğüm gün; dışarı çıktım. Kapının kilidini açtım, elimdeki poşeti yere bıraktım ve bir tıkırtı duydum. İçeriden geliyordu. Parmaklarımın arasına anahtarlarımı geçirip, "Laaan!" diye bağırarak içeri girdim. Bir kediydi. Lanet olası bir kedi...
Mutfağın filtresini takmamış olduğum için evin içine, apartman boşluğundan dalan bir kedi; sinire kesmeme, dizlerimin titremesine sebep olmuştu. Ama bununla bitmedi tabii ki. Apartman boşluğuna girmelerini sağlayan, tellerin arasındaki boşluktu. Minik bir boşluk, veya; yırtılma diyelim biz ona. O kısmı kiremitlerle kapattım. Yüzsüz mahalle kedileri, bahçe katında olan evimden içeri dalamasınlar diye; pencerelerime de tel filtre yaptırdım. Her şey harikaydı. Ama içinde bulunduğum güvensizlik duygusu, belam olan kedilere de çıkışmama sebep oluyordu.
Apartman boşluğu ile denediler şanslarını ilk. Ama ne deneme... Kiremitleri devirmeye çalıştılar, deviremediler, ferforjla çarpışan kiremit, yatağa girmiş olan benim bir anda elimde ekmek bıçağıyla bahçe kapısına yönelmemi sağlamıştı bile. Kediler, diyip yatağa dönmüştüm.
Bir de, hala pencereden içeri girebileceklerini sandıkları için; pencerenin önündeki ferforja, tellere salça oluyorlardı. Hepsinde uyandım, "Noluyor lan!" diye bağırarak.
Araştırmaya başladım. Elektronik cihazlar vardı, kedi köpek kovucu cinsten. Fikrin ne kadar aptalca olduğunu ise eniştem belirtti. Sonuçta, cihazın yapacağı yüksek frekanslı gürültü; hem beni, hem de apartmanda yaşayan diğer kedi köpeği etkileyecekti. Çözümün ne olduğunu hala bilmiyorum. Hiç birine zarar vermek istemiyorum, ama; beni de rahat bırakın ulan artık.
Belli şeylere karşı mesafeli oldum hep. Bu bir ideoloji, tercih, canlı; olabilirdi. Tabii ki haksızlığa karşı dik durmaya çalıştım. Gerek kendi adıma, gerek yakın olduklarım adına, gerekse mesafeli olduklarım adına. Örneğin, benim için kediler ile homoseksüeller bu potaya girebilir. Olsalar da olur, olmasalar da olur. "Ay iki kedi olsa da oynasak?" veya "Off keşke gay arkadaşımız olsa, muhabbetini dinleyerek güleriz." gibi cümleler kurmadım hayatım boyunca. Yani, olsalar da olur, olmasalar da... Fakat kendini savunamayacak pozisyonda olan bir kediye tekme atan herifi de, cinsel tercihi ya da yaradılışı toplumsal değerlere ters düştüğü için gay'lere karşı ellerinde sopayla yürüyen esnafı da hep sikmek istemişimdir. Veya sike sike öldürmek... Suratlarına, işaret ve orta parmağımın arasına yerleştirdiğim bir jiletle tokat atmak istediğim de doğrudur. Ağır Roman filminin bize öğrettikleri...
Yaklaşık iki aydır ise, kedilerle başım dertte. Onlardan nefret etme aşamasına geldim.
Eve taşındığım gün, sadece bir yatağım vardı. Cumartesi günüydü, akşam dışarı çıktım. Şimdiye kadar her zaman kaldığım yerlerde gerek komşu, gerek güvenlik, gerekse gerizekalı ev arkadaşlarım sebebiyle problemlerim oldu. Hepsini ardımda bıraktığımı ve tek başıma bir hayat kurduğumu düşündüğüm gün; dışarı çıktım. Kapının kilidini açtım, elimdeki poşeti yere bıraktım ve bir tıkırtı duydum. İçeriden geliyordu. Parmaklarımın arasına anahtarlarımı geçirip, "Laaan!" diye bağırarak içeri girdim. Bir kediydi. Lanet olası bir kedi...
Mutfağın filtresini takmamış olduğum için evin içine, apartman boşluğundan dalan bir kedi; sinire kesmeme, dizlerimin titremesine sebep olmuştu. Ama bununla bitmedi tabii ki. Apartman boşluğuna girmelerini sağlayan, tellerin arasındaki boşluktu. Minik bir boşluk, veya; yırtılma diyelim biz ona. O kısmı kiremitlerle kapattım. Yüzsüz mahalle kedileri, bahçe katında olan evimden içeri dalamasınlar diye; pencerelerime de tel filtre yaptırdım. Her şey harikaydı. Ama içinde bulunduğum güvensizlik duygusu, belam olan kedilere de çıkışmama sebep oluyordu.
Apartman boşluğu ile denediler şanslarını ilk. Ama ne deneme... Kiremitleri devirmeye çalıştılar, deviremediler, ferforjla çarpışan kiremit, yatağa girmiş olan benim bir anda elimde ekmek bıçağıyla bahçe kapısına yönelmemi sağlamıştı bile. Kediler, diyip yatağa dönmüştüm.
Bir de, hala pencereden içeri girebileceklerini sandıkları için; pencerenin önündeki ferforja, tellere salça oluyorlardı. Hepsinde uyandım, "Noluyor lan!" diye bağırarak.
Araştırmaya başladım. Elektronik cihazlar vardı, kedi köpek kovucu cinsten. Fikrin ne kadar aptalca olduğunu ise eniştem belirtti. Sonuçta, cihazın yapacağı yüksek frekanslı gürültü; hem beni, hem de apartmanda yaşayan diğer kedi köpeği etkileyecekti. Çözümün ne olduğunu hala bilmiyorum. Hiç birine zarar vermek istemiyorum, ama; beni de rahat bırakın ulan artık.
3 Şubat 2014 Pazartesi
"The Poet And The Muse"
Medium.com açıldığından beri yazamıyorum. Aslına bakarsanız, Medium.com açıldığından beri Medium.com'a yazamıyorum. Siteyi bilen bilir, bizi kısa cümlelere hapseden Twitter'ın kurucuları tarafından yaratılmış bir projedir aslında. İnsanı yazmaya teşvik eden bir yapısı vardır (Blogger ve Tumblr'ın aksine) ancak, ufak bir farkla...
Öyle bir teşvik edici dille konuşur ki girişte Medium, yazmak ve hemen yayınlamak istersiniz. Fakat sadece sizin yayınlamanız yetmez çünkü yazdıklarınızı belli bir kategoride yayınlatabilirseniz okunursunuz. Çünkü etiket kullanmanıza, insanları takip etmenize, takip edilmenize izin vermez.
Geçen hafta haberdar olmuştum oluşumdan. Hoş, 4 yazı yükledim ve 3'ü yayınlandı, çeşitli kategorilerde. Eskileri okuduğunuzda şunu fark edersiniz... Yazarın hayali, yazısının yayınlanması ve karşılığında aldığı ücretle, sık takıldığı barda herkese birer bira ısmarlayabilecek durumda olmasıdır. Şimdiyse yazılarımızı kuru kuruya yayınlatabilmek için yırtınıyoruz. Ne içerdiklerinin önemi yok, tek önemli olan iyi sunulabilmeleri, belli olaylara parmak basabiliyor (duyarlılık, kadın-erkek ilişkileri, Umut Sarıkaya komedisi) olmaları. Ancak bunlar asla yeterli değildir, karaladıklarınızın -ilgi görmesini geçtim- okunması için. Çünkü yazdıklarınızın görsellerle desteklenmesi ve minimal metin düzeyinde tutulması esastır ki, pop müzik gibi çiğnenip tükürülebilsin. "Özet geç" gibi bir söylem girdi literatüre, ötesi mi var? Var. Yılmaz Özdil'in 29 Ekim 2012'de kaleme aldığı yazı ve bu işten hala para kazanıyor olması...
Bu Hakan Şükür triplerini bir kenara bırakıp kendi şikayetime gelecek olursak, tekrarlıyorum; yazamıyorum. Yazsam da okunmayacağını fark ettiğim içindir belki, kim bilir ama olmuyor. Çay edebiyatı? Bana gelmez. Sürekli İngilizce içerik paylaşmak? Size gelmez.
İlham perimi kaybettim, hükümsüzdür.
Öyle bir teşvik edici dille konuşur ki girişte Medium, yazmak ve hemen yayınlamak istersiniz. Fakat sadece sizin yayınlamanız yetmez çünkü yazdıklarınızı belli bir kategoride yayınlatabilirseniz okunursunuz. Çünkü etiket kullanmanıza, insanları takip etmenize, takip edilmenize izin vermez.
Geçen hafta haberdar olmuştum oluşumdan. Hoş, 4 yazı yükledim ve 3'ü yayınlandı, çeşitli kategorilerde. Eskileri okuduğunuzda şunu fark edersiniz... Yazarın hayali, yazısının yayınlanması ve karşılığında aldığı ücretle, sık takıldığı barda herkese birer bira ısmarlayabilecek durumda olmasıdır. Şimdiyse yazılarımızı kuru kuruya yayınlatabilmek için yırtınıyoruz. Ne içerdiklerinin önemi yok, tek önemli olan iyi sunulabilmeleri, belli olaylara parmak basabiliyor (duyarlılık, kadın-erkek ilişkileri, Umut Sarıkaya komedisi) olmaları. Ancak bunlar asla yeterli değildir, karaladıklarınızın -ilgi görmesini geçtim- okunması için. Çünkü yazdıklarınızın görsellerle desteklenmesi ve minimal metin düzeyinde tutulması esastır ki, pop müzik gibi çiğnenip tükürülebilsin. "Özet geç" gibi bir söylem girdi literatüre, ötesi mi var? Var. Yılmaz Özdil'in 29 Ekim 2012'de kaleme aldığı yazı ve bu işten hala para kazanıyor olması...
Bu Hakan Şükür triplerini bir kenara bırakıp kendi şikayetime gelecek olursak, tekrarlıyorum; yazamıyorum. Yazsam da okunmayacağını fark ettiğim içindir belki, kim bilir ama olmuyor. Çay edebiyatı? Bana gelmez. Sürekli İngilizce içerik paylaşmak? Size gelmez.
İlham perimi kaybettim, hükümsüzdür.
1 Şubat 2014 Cumartesi
2013'te Tanıştığım ve Tanıştığıma Memnun Olduğum 10 Grup/Sanatçı
Triggerfinger
Nerede denk geldiğimi hatırlamıyorum pek, ekşisözlük olsa gerek. First Taste, 2013 boyunca en sık dinlediğim şarkı olabilir. Lakin sıkıntı şu ki, Rock N Coke kadrosundaymış bu babalar. Rock N Coke'a gitmemiştim çünkü böyle bir şeyden haberim yoktu. Bu arada, başta söylememiz gereken şeyi şimdi söyleyelim, buraya Youtube linkleri embed etmeyeceğim. Listelist.com değil bu. Çok isteyen araştırsın bi zahmet.
Gary Clark Jr.
Kadim dostum Şahin'in önerisiyle tanıştığım, on numara bir kavruktu bu herif. Benim için çıkışa geçtiği parça kesinlikle Numb'dır. Dinleyin, dinletin. Asla pişman olmazsınız.
The Foals
Late Night klibine denk geldiğimde şoke olmuştum. Bambaşka bir tat var bu heriflerde. Ne Mumford and Sons düşük ritmi, ne Muse gazı. Alternatif müzikle haşır neşirseniz kesinlikle bir bakın derim.
Jamie N. Commons
The Walking Dead soundtracklerinden birinde, bu 24 yaşındaki bebenin şarkısı vardı. Parça adı: Lead Me Home. Parçayı dinleyenlerin, bu arkadaşın 24 yaşında olmasına şaşırmamaları enteresan olur. Ancak viski ve sigara tüketimi, insanın sesini olgunlaştırabiliyor bazen. Plase parçası da Wash Me In The Water'dır.
Ben Nichols
The Walking Dead demişken, geçtiğimiz sezonun ilk bölümünde Vali'nin yalnız yürüyüşlerinde kendini araması sırasında denk geldiğimiz The Last Pale Light In The West şarkısı da bu herife aitti. Bana nedense Jose Gonzalez'i hatırlattı biraz. Country ve Blues sevenler, buna bayılacaktır.
Madrugada
Majesty parçasını Radio Eksen'de dinlediğim an, bu herifler olmuş demiştim. Vokalinin ses rengi gerçekten çok güzel. Tarz olarak çok tuttuğum bir janr değildir alternatif, ama Madrugada'yı pek bir tuttum. Grit albümü kesinlikle arşivlik.
Nouvelle Vague
Misfits'e ağır sardığım zamanlardan birinde tanıştım bu arkadaşlarla da. Yol dolaylıydı gerçi. The Killing Moon parçasını çok sevmiştim Misfits'te, akabinde bu arkadaşların yorumuna denk geldim Youtube'da. Zaten Misfits yapımcıları da benim gibi düşünecek olacaklar ki, final sezonunun bir bölümünde Nouvelle Vague'den The Killing Moon'u dinlettiler bize.
Elle King
Soundtracklerden gidelim. Mad Men'in CNBC-E tanıtım fragmanında duyduk bu tombulu. Kadın vokalin fazlasıyla önde tutulduğu, hatta ismini vokalden alan toplulukları pek sevmem (Adele, Lana Del Rey vs) ancak tombul şişe Efes Pilsen'i andıran bu hanım hanım kızımız, fikrimi biraz değiştirdi. Canlı performansı hala rezalet, ancak Playing For Keeps'i herkese öneririm.
Alabama 3
Sopranos'un giriş jeneriği olan "Woke Up This Morning" parçası da bu kovboylara ait. Bunu biliyordum ancak grubu uzun uzadıya dinlememiştim hiç. Too Sick To Pray, Have You Seen Bruce Richard Reynolds? gibi parçaları beni fazlasıyla etkiledi, telefonuma parça atarken asla pas geçmeyeceğim bir grup haline geldi Alabama 3 de. Çok sesli bir grup olduğunun da altını çizelim.
Murder By Death
Bitirme tezimi yazarken de bu arkadaşlarla tanıştım, Youtube üzerinden. (Arif'in Manchester'a attığı golü arıyordum evet) Özellikle çello kullanımı konusunda aşmış olduklarını düşünüyorum ki gotik ya da senfonik tarzda çalmayan grupların çello katkısıyla yapılarının değiştiği, çoğunun da bitime uğradığı görülmüştür. Bu adamlarda öyle bir durum söz konusu değil. Favori parçam: Desert's On Fire, plase ise Coming Home.
Nerede denk geldiğimi hatırlamıyorum pek, ekşisözlük olsa gerek. First Taste, 2013 boyunca en sık dinlediğim şarkı olabilir. Lakin sıkıntı şu ki, Rock N Coke kadrosundaymış bu babalar. Rock N Coke'a gitmemiştim çünkü böyle bir şeyden haberim yoktu. Bu arada, başta söylememiz gereken şeyi şimdi söyleyelim, buraya Youtube linkleri embed etmeyeceğim. Listelist.com değil bu. Çok isteyen araştırsın bi zahmet.
Gary Clark Jr.
Kadim dostum Şahin'in önerisiyle tanıştığım, on numara bir kavruktu bu herif. Benim için çıkışa geçtiği parça kesinlikle Numb'dır. Dinleyin, dinletin. Asla pişman olmazsınız.
The Foals
Late Night klibine denk geldiğimde şoke olmuştum. Bambaşka bir tat var bu heriflerde. Ne Mumford and Sons düşük ritmi, ne Muse gazı. Alternatif müzikle haşır neşirseniz kesinlikle bir bakın derim.
Jamie N. Commons
The Walking Dead soundtracklerinden birinde, bu 24 yaşındaki bebenin şarkısı vardı. Parça adı: Lead Me Home. Parçayı dinleyenlerin, bu arkadaşın 24 yaşında olmasına şaşırmamaları enteresan olur. Ancak viski ve sigara tüketimi, insanın sesini olgunlaştırabiliyor bazen. Plase parçası da Wash Me In The Water'dır.
Ben Nichols
The Walking Dead demişken, geçtiğimiz sezonun ilk bölümünde Vali'nin yalnız yürüyüşlerinde kendini araması sırasında denk geldiğimiz The Last Pale Light In The West şarkısı da bu herife aitti. Bana nedense Jose Gonzalez'i hatırlattı biraz. Country ve Blues sevenler, buna bayılacaktır.
Madrugada
Majesty parçasını Radio Eksen'de dinlediğim an, bu herifler olmuş demiştim. Vokalinin ses rengi gerçekten çok güzel. Tarz olarak çok tuttuğum bir janr değildir alternatif, ama Madrugada'yı pek bir tuttum. Grit albümü kesinlikle arşivlik.
Nouvelle Vague
Misfits'e ağır sardığım zamanlardan birinde tanıştım bu arkadaşlarla da. Yol dolaylıydı gerçi. The Killing Moon parçasını çok sevmiştim Misfits'te, akabinde bu arkadaşların yorumuna denk geldim Youtube'da. Zaten Misfits yapımcıları da benim gibi düşünecek olacaklar ki, final sezonunun bir bölümünde Nouvelle Vague'den The Killing Moon'u dinlettiler bize.
Elle King
Soundtracklerden gidelim. Mad Men'in CNBC-E tanıtım fragmanında duyduk bu tombulu. Kadın vokalin fazlasıyla önde tutulduğu, hatta ismini vokalden alan toplulukları pek sevmem (Adele, Lana Del Rey vs) ancak tombul şişe Efes Pilsen'i andıran bu hanım hanım kızımız, fikrimi biraz değiştirdi. Canlı performansı hala rezalet, ancak Playing For Keeps'i herkese öneririm.
Alabama 3
Sopranos'un giriş jeneriği olan "Woke Up This Morning" parçası da bu kovboylara ait. Bunu biliyordum ancak grubu uzun uzadıya dinlememiştim hiç. Too Sick To Pray, Have You Seen Bruce Richard Reynolds? gibi parçaları beni fazlasıyla etkiledi, telefonuma parça atarken asla pas geçmeyeceğim bir grup haline geldi Alabama 3 de. Çok sesli bir grup olduğunun da altını çizelim.
Murder By Death
Bitirme tezimi yazarken de bu arkadaşlarla tanıştım, Youtube üzerinden. (Arif'in Manchester'a attığı golü arıyordum evet) Özellikle çello kullanımı konusunda aşmış olduklarını düşünüyorum ki gotik ya da senfonik tarzda çalmayan grupların çello katkısıyla yapılarının değiştiği, çoğunun da bitime uğradığı görülmüştür. Bu adamlarda öyle bir durum söz konusu değil. Favori parçam: Desert's On Fire, plase ise Coming Home.
29 Ocak 2014 Çarşamba
Yaşamaya üşeniyorum.
Uzun zamandır doğru düzgün yazamıyordum. Sanırım bir süre de yazamayacağım. İş durumları, duygusal çöküş, içe kapanma ve telefonlara bakmama gibi durumlar mevcut. Hoş, telefonla ulaşmaya çalışan da ya akraba, ya Avea...
Sanki büyük bir başarısızlık var her hareketimde.
İşe girdim, işten soğudum, işten çıktım.
Kısa vadede oluşturulacak ve eş dosttan alınacak destekle iyi yerlere gelebilecek bir start-up fikrim oldu, iki aydır kağıda döküp briefini oluşturamadım.
Cinsel tecrübelerimle koltuklarım kabarırdı, cinsel hayatım yerlerde sürünüyor.
Okul başımdaki en büyük belaydı, mezuniyetimi doya doya kutlamaya üşendim.
Altı ay öncesine kadar fazlasıyla aşama kaydettiğim bir kitap yazıyordum. Kitap, altı ay önceki halinde duruyor, rötuşlarını bile yaptırmadım.
Yeni bir blog açtım, keyfime göre post giriyorum. Doğru düzgün patlama bile yapamadı.
İş başvuruları yaptım, görüşme hatta şartları konuşma aşamalarına geldim, işleri alamadım.
Son zamanlarda, aynada baktığım suratıma bile dayanamıyorum.
Bir iki intihar planladım, kısa vadeli çözümlerdi. Askere gitmek aralarında en uzun vadeli olanıydı. Uzun dönem gidip, muhtemelen doğuda ücre bir köye verilecek, bir yandan cebe para indirip, bir yandan da "Emret Komutanım" çekecektim. Kafayı güzelce boşaltabileceğin başka nasıl bir mecra olabilir ki? Yemedi...
Yazmakla övünürdüm, yazamıyorum. Vakit olmadığından ya da ilhamım kaybolduğundan değil, üşendiğimden...
Her gün, kendimi öldürüyorum bir miktar, alkolle. Orta yaş krizine girmiş, iki çocuk babası bir erkek gibiyim. İşten geri kalan zamanlarımda yaptığım tek şey mal gibi bu ekrana bakmak ve uyumak. Yemek yemeye bile mecalim yok. Yaşamaya üşeniyorum.
Eskiden en azından bir çizgim, bir sebebim vardı. O sebebi bile unuttum. Hayat üstüme gelmedi, ben de onun üstüne gitmedim. Taşındığım zaman, huzurumu bulduğum zaman her şeyin düzeleceğine kendimi o kadar inandırmıştım ki, hiçbir şeyin değişmemesi hayatımda yaşadığım en büyük hayal kırıklığı oldu.
Kendimi sadece bir iki kez iyi hissettim. O da jazz müziğe denk geldiğim anlardaydı, televizyon karşısında. Olmuyor, galiba tükendim, daha çok erken olsa da.
Sanki büyük bir başarısızlık var her hareketimde.
İşe girdim, işten soğudum, işten çıktım.
Kısa vadede oluşturulacak ve eş dosttan alınacak destekle iyi yerlere gelebilecek bir start-up fikrim oldu, iki aydır kağıda döküp briefini oluşturamadım.
Cinsel tecrübelerimle koltuklarım kabarırdı, cinsel hayatım yerlerde sürünüyor.
Okul başımdaki en büyük belaydı, mezuniyetimi doya doya kutlamaya üşendim.
Altı ay öncesine kadar fazlasıyla aşama kaydettiğim bir kitap yazıyordum. Kitap, altı ay önceki halinde duruyor, rötuşlarını bile yaptırmadım.
Yeni bir blog açtım, keyfime göre post giriyorum. Doğru düzgün patlama bile yapamadı.
İş başvuruları yaptım, görüşme hatta şartları konuşma aşamalarına geldim, işleri alamadım.
Son zamanlarda, aynada baktığım suratıma bile dayanamıyorum.
Bir iki intihar planladım, kısa vadeli çözümlerdi. Askere gitmek aralarında en uzun vadeli olanıydı. Uzun dönem gidip, muhtemelen doğuda ücre bir köye verilecek, bir yandan cebe para indirip, bir yandan da "Emret Komutanım" çekecektim. Kafayı güzelce boşaltabileceğin başka nasıl bir mecra olabilir ki? Yemedi...
Yazmakla övünürdüm, yazamıyorum. Vakit olmadığından ya da ilhamım kaybolduğundan değil, üşendiğimden...
Her gün, kendimi öldürüyorum bir miktar, alkolle. Orta yaş krizine girmiş, iki çocuk babası bir erkek gibiyim. İşten geri kalan zamanlarımda yaptığım tek şey mal gibi bu ekrana bakmak ve uyumak. Yemek yemeye bile mecalim yok. Yaşamaya üşeniyorum.
Eskiden en azından bir çizgim, bir sebebim vardı. O sebebi bile unuttum. Hayat üstüme gelmedi, ben de onun üstüne gitmedim. Taşındığım zaman, huzurumu bulduğum zaman her şeyin düzeleceğine kendimi o kadar inandırmıştım ki, hiçbir şeyin değişmemesi hayatımda yaşadığım en büyük hayal kırıklığı oldu.
Kendimi sadece bir iki kez iyi hissettim. O da jazz müziğe denk geldiğim anlardaydı, televizyon karşısında. Olmuyor, galiba tükendim, daha çok erken olsa da.
28 Ocak 2014 Salı
Düşkün değil, düşmüşün anıları 15
Hayatım bitiyor.
Modern zamanların uygun tanımı sanırım tükenmişlik sendromu. Bu sendromun semptomlarını gösteriyor olduğumu sanmam, ancak gösterip de vermeyen kadınlar gibi; gösterip de vermeyen işverenlerle karşı karşıyaymışım gibi hissediyorum. Çünkü ne zaman bir işi gerçekten çok istesem, olmayacağı hissiyatına kapılıyorum. Evden çalışmamı bile uygun bulan bir yer vardı, oldu mu olmadı mı ben bile bilmiyorum mesela. 3 hafta önce görüştüğüm İK profesyoneli, görüştüğümüz gün işten çıkarılmış. Dolayısıyla değerlendirmeler sıfırdan başlamış, mış, mış...
Pazartesi günü, gerçek bir Mad Man idim. Takım elbise, sıfırlanmış sakal, parlak saçlar ve dik duran, özgüveni yüksek, paltolu bir adam. Görüşme olumlu geçti, fazlasıyla istediğim bir işti. Haftaortasına kadar haber vereceğini söyledi konuştuğum kadın. Mail bildirimini her aldığımda kalp ritmim yükseliyor mesela.
Ne oluyor bana, hiç bilmiyorum. Ama aklıma geldikçe midem bulanıyor. Kötü haberi aldığım an rahatlayacağımı da sanmıyorum, rakıya gömülürüm muhtemelen. İşsizlik de değil aklımı taktığım. Ama yüzüp yüzüp kuyruğuna gelip, erken boşalmak ihtimali sinirimi bozan.
Hayallerimdeki iş, olur mu olmaz mı bilinmez. Ama hayallerimdeki iş işte... Alkol almadan uyuyabileceğimi sanmıyorum. Bu yüzden de, içmek güzel.
Modern zamanların uygun tanımı sanırım tükenmişlik sendromu. Bu sendromun semptomlarını gösteriyor olduğumu sanmam, ancak gösterip de vermeyen kadınlar gibi; gösterip de vermeyen işverenlerle karşı karşıyaymışım gibi hissediyorum. Çünkü ne zaman bir işi gerçekten çok istesem, olmayacağı hissiyatına kapılıyorum. Evden çalışmamı bile uygun bulan bir yer vardı, oldu mu olmadı mı ben bile bilmiyorum mesela. 3 hafta önce görüştüğüm İK profesyoneli, görüştüğümüz gün işten çıkarılmış. Dolayısıyla değerlendirmeler sıfırdan başlamış, mış, mış...
Pazartesi günü, gerçek bir Mad Man idim. Takım elbise, sıfırlanmış sakal, parlak saçlar ve dik duran, özgüveni yüksek, paltolu bir adam. Görüşme olumlu geçti, fazlasıyla istediğim bir işti. Haftaortasına kadar haber vereceğini söyledi konuştuğum kadın. Mail bildirimini her aldığımda kalp ritmim yükseliyor mesela.
Ne oluyor bana, hiç bilmiyorum. Ama aklıma geldikçe midem bulanıyor. Kötü haberi aldığım an rahatlayacağımı da sanmıyorum, rakıya gömülürüm muhtemelen. İşsizlik de değil aklımı taktığım. Ama yüzüp yüzüp kuyruğuna gelip, erken boşalmak ihtimali sinirimi bozan.
Hayallerimdeki iş, olur mu olmaz mı bilinmez. Ama hayallerimdeki iş işte... Alkol almadan uyuyabileceğimi sanmıyorum. Bu yüzden de, içmek güzel.
26 Ocak 2014 Pazar
"En yakın arkadaşa açık mektup"
lan sen var ya,
sen hayatımda en yakınım olan tek piçtin. "halley ister misin" diye sorar, evet yanıtını verdiğimde "git al o zaman." derdin. beni siktir et, okulu bile satıp basar giderdin cuma günleri, iddaa kuponu doldurmaya, ardından "piçlere bak, 2 çay içtiler 5 saat oturdular" denilen bir çay bahçesine.
sonra dağıldık, üniversite sınavı (şimdi bebeler anlamaz, bizim için mevzu öss idi, fakat onlar için isim beş yüz kez değişti.)
sıkıntıların olduğu belliydi, kırıkkale'de tıp okumaya başladığın gün msn üzerinden kamera aracılığıyla konuşmuştuk, bi internet kafedeydin. dikiş tutturamayıp, yurdumuza döndün. yatay geçiş, cart curt ayarladın bi şekilde ve soluğu mersin'de aldın. ben o sıralar yoktum, sallamıyordum, hatta sallamayan bir ergendim.
sonra bir haber geldi 1.5 sene önce, sen gitmiştin.
bir bitmemiş şantiyedeydin, mersin'de. tanıştığımız şehirde. gittin bi sikik mezitli tepesine. buldun bir bitmemiş şantiye ve bıraktın kendini aşağıya.
kenan, sen benim lisedeki tek arkadaşımdın.
ulan ben senin olmayan doktorluğunun amına koyayım, daha konuşacaktık be kenan. daha çok şey konuşacaktık. o senin yanık olduğun, hesapta kanser merve'nin memesinden, merve'nin kankası dilara'nın beni nasıl siktir ettiğine, lombak dergisinin neden hala çıkmadığına kadar çok şey konuşacaktık. sen osman olacaktın, ben herhangi bir karakter...
zamansız gittin piç. seni suçlamıyorum, kendimi suçluyorum. omzuma bir yük daha ekledin lan. çünkü ben kadınlar, içki ve uyuşturucunun dibini yaşamaya çalışırken sen orada yaşam mücadelesi veriyordun. seni hiç siklemedim, suçlu benim kenan.
bunu asla reddetmedim.
eğer ki ölümden sonra bi hayat varsa ve sen bunları okuyabiliyorsan, tebessüm etmeni tek bir şekilde sağlayabilirim piç kurusu: dilara'ya gömçürdüm. iyi bak lan kendine.
sen hayatımda en yakınım olan tek piçtin. "halley ister misin" diye sorar, evet yanıtını verdiğimde "git al o zaman." derdin. beni siktir et, okulu bile satıp basar giderdin cuma günleri, iddaa kuponu doldurmaya, ardından "piçlere bak, 2 çay içtiler 5 saat oturdular" denilen bir çay bahçesine.
sonra dağıldık, üniversite sınavı (şimdi bebeler anlamaz, bizim için mevzu öss idi, fakat onlar için isim beş yüz kez değişti.)
sıkıntıların olduğu belliydi, kırıkkale'de tıp okumaya başladığın gün msn üzerinden kamera aracılığıyla konuşmuştuk, bi internet kafedeydin. dikiş tutturamayıp, yurdumuza döndün. yatay geçiş, cart curt ayarladın bi şekilde ve soluğu mersin'de aldın. ben o sıralar yoktum, sallamıyordum, hatta sallamayan bir ergendim.
sonra bir haber geldi 1.5 sene önce, sen gitmiştin.
bir bitmemiş şantiyedeydin, mersin'de. tanıştığımız şehirde. gittin bi sikik mezitli tepesine. buldun bir bitmemiş şantiye ve bıraktın kendini aşağıya.
kenan, sen benim lisedeki tek arkadaşımdın.
ulan ben senin olmayan doktorluğunun amına koyayım, daha konuşacaktık be kenan. daha çok şey konuşacaktık. o senin yanık olduğun, hesapta kanser merve'nin memesinden, merve'nin kankası dilara'nın beni nasıl siktir ettiğine, lombak dergisinin neden hala çıkmadığına kadar çok şey konuşacaktık. sen osman olacaktın, ben herhangi bir karakter...
zamansız gittin piç. seni suçlamıyorum, kendimi suçluyorum. omzuma bir yük daha ekledin lan. çünkü ben kadınlar, içki ve uyuşturucunun dibini yaşamaya çalışırken sen orada yaşam mücadelesi veriyordun. seni hiç siklemedim, suçlu benim kenan.
bunu asla reddetmedim.
eğer ki ölümden sonra bi hayat varsa ve sen bunları okuyabiliyorsan, tebessüm etmeni tek bir şekilde sağlayabilirim piç kurusu: dilara'ya gömçürdüm. iyi bak lan kendine.
21 Ocak 2014 Salı
Düşkün değil, düşmüşün anıları 14
O kadar iyi niyetli insanlar vardı ki burada, aile sağlık merkezinden alacağınız saçma sapan bir rapor sebebiyle bile size rapor izni verebilirlerdi fakat ben dalgalar arasında savruluyordum. Çoğu sabah, işe gitmemek için 40 tane sebebim olmasına rağmen (fatura, devlet dairesi vs) sadece "İşler yürüsün, ben olmadan zorlanırlar" diyerek işe gittim küfrede küfrede. Hepsi son bir ay içinde oluyor belki. Zorlanmıyordum, ama sevmiyordum da. Zaman zaman ajansçılık, zaman zaman kurumsalcılık oynayan tipler vardı. Konuşamadığım cinsten, garip insanlardı.
İstifa mektubumu vermek isterdim, ama işler artık öyle ilerlemiyormuş. Önce yöneticimle, ardından İK ile görüştüm. Personelini kaybedecek iki vampir gibi değil de, iki melek gibi yaklaştılar. "Peki, senin seçimin. Senin için ne yapabiliriz? Yapabileceğimiz hiç birşey yok mu?" dediler. Kendimi, kansere yakalanmış bir hasta gibi hissettim. Çok sevilen biri olduğumu da sanmıyorum, belki formalite diyaloglarıydı lakin hoşuma gitti.
Adam gibi geldim, adam gibi gidiyorum; da diyemedim. Aysonu ayrılıyorum işimden. Sadece dört ay olmuştu. Maymun iştahlılığımın verdiği heyecan ve vaktim olmadığı için ertelediğim işlerimle geçen dört ay. Profesyonelliğin getirdiği kesinlikle bu değildi. Profesyonel biri, iş başvurularını yapar; iyi bir teklif aldığı anda uzayıverirdi. Bende görüşme vardı, ama iş teklifi yoktu. Ancak bazen öyle rahatsız hissedersiniz ki, içinizdeki karıncalanma, duvarları yıkma, dünyaları parçalama isteği uyandırır sizde. Benzerini yaşıyordum. Atmosferin ozon tabakasının delinmesi ya da etrafımdaki antipatik durumlar değildi tam olarak sebep, ancak tam olarak sebep maddi getiri de değildi.
Sadece, oraya ait olmadığımı düşünüyordum. O sektörden bahsetmiyorum, oradan bahsediyorum. Erken ayrılıyordum. Hatta o konuşma "Melis ben ayrılmak istiyorum" misali bir sevgili konuşmasını da andırmadı değil.
Önümde ne yeni bir iş, ne de bir gelir modeli vardı ama ayrılıyordum. Fakat o an, yaşadığım hafifliği tarif bile edemem. Belki kısa, belki uzun bir işsizlik dönemi geçireceğim ve çoğuna göre yanlış yaptım. Ama en azından, bu benim yolumdu.
Bir diğer deyişle, Frank Sinatra'dan My Way çalıyordu ofis kulaklıklarımda.
İstifa mektubumu vermek isterdim, ama işler artık öyle ilerlemiyormuş. Önce yöneticimle, ardından İK ile görüştüm. Personelini kaybedecek iki vampir gibi değil de, iki melek gibi yaklaştılar. "Peki, senin seçimin. Senin için ne yapabiliriz? Yapabileceğimiz hiç birşey yok mu?" dediler. Kendimi, kansere yakalanmış bir hasta gibi hissettim. Çok sevilen biri olduğumu da sanmıyorum, belki formalite diyaloglarıydı lakin hoşuma gitti.
Adam gibi geldim, adam gibi gidiyorum; da diyemedim. Aysonu ayrılıyorum işimden. Sadece dört ay olmuştu. Maymun iştahlılığımın verdiği heyecan ve vaktim olmadığı için ertelediğim işlerimle geçen dört ay. Profesyonelliğin getirdiği kesinlikle bu değildi. Profesyonel biri, iş başvurularını yapar; iyi bir teklif aldığı anda uzayıverirdi. Bende görüşme vardı, ama iş teklifi yoktu. Ancak bazen öyle rahatsız hissedersiniz ki, içinizdeki karıncalanma, duvarları yıkma, dünyaları parçalama isteği uyandırır sizde. Benzerini yaşıyordum. Atmosferin ozon tabakasının delinmesi ya da etrafımdaki antipatik durumlar değildi tam olarak sebep, ancak tam olarak sebep maddi getiri de değildi.
Sadece, oraya ait olmadığımı düşünüyordum. O sektörden bahsetmiyorum, oradan bahsediyorum. Erken ayrılıyordum. Hatta o konuşma "Melis ben ayrılmak istiyorum" misali bir sevgili konuşmasını da andırmadı değil.
Önümde ne yeni bir iş, ne de bir gelir modeli vardı ama ayrılıyordum. Fakat o an, yaşadığım hafifliği tarif bile edemem. Belki kısa, belki uzun bir işsizlik dönemi geçireceğim ve çoğuna göre yanlış yaptım. Ama en azından, bu benim yolumdu.
Bir diğer deyişle, Frank Sinatra'dan My Way çalıyordu ofis kulaklıklarımda.
17 Ocak 2014 Cuma
Düşkün değil, düşmüşün anıları 13
Burayı takip edenlerin en sık sorduğu soru şuydu:
"Sen tek çocuk musun?"
Hayır, değilim; yani düşündüğünüz kadar şımartılmadım. El üstünde tutulmama sebebiyet verebilecek tek bir öğe vardı, o da ailenin soyadını devam ettirebilecek tek kişi olmamdı. Belli bir yaş baremine ulaştıktan sonra o özelliğim de pek bir halta yaramadı.
"Ben hiç sevilmedim." diyemem, çünkü gerçekten benim için canını dişine takabilecek bir aile ve benimle beraber savaşa gidebilecek bir arkadaş grubum var. Ben bile kendimi onlar kadar sevmiyorumdur.
Yaklaşık üç sene süren avare hatta Avarel hayatımın sonunda biriyle tanıştım. Ne ona benziyordu, ne de o dönemden kalan birine. Resmen, seviliyordum; ama bu sefer, sanki başka manada.
"Sana aşığım." cümlesini sadece bir kez duydum geçtiğimiz 25 sene boyunca. Onu söyleyen de kokainman bir kadındı. Aldığı yüksek dozda anti depresen - morfin kombinasyonu ve kokain sonucu söylemişti bunu bana. Ben de ciddiye almıştım. Aptalca...
Kendinizi ininden üç sene boyunca çıkmayan bir mağara adamı gibi düşünsenize. Güneşi, insanları, teknolojiyi görüyorsunuz bir anda. Ne hissederdiniz? Cevap veremiyorsunuz değil mi?
Ben de veremiyorum. Bir yandan severken sevilmenin (Tibet'te bir çeşmeye rastlamaktan farksız, en azından benim için) verdiği mutluluk, diğer yandan ise sanki gerçekten hiçbir şey hissedemiyormuşum izlenimine kapılmamın getirdiği mutsuzluk... Sonuç ne olur, bilinmez; ama sanırım dönemi en iyi anlatan parça aşağıda.
7 Ocak 2014 Salı
Düşkün değil, düşmüşün anıları 12
(Sosyal medya üzerine)
Eve geldiğimde yorgun değildim. Biraz alkole dadanmak istedi canım sadece, metrobüste uyuyakalacak gibi olsam da. Bir iki biram, biraz da viskim vardı. Birayı açtım, bilgisayarın karşısına oturdum.
Facebook'a girdim. Genelde zaman tünelini okumam, hatta ana sayfada gördüğüm haberlerin kaynaklarının sayısı onu geçmez. Çoğu arkadaşımın paylaşımları ve düğün, nişan, yeğen, kedi, köpek, gezi fotoğrafları yerine; 4chan kallaviliğinde paylaşımlara sahip sayfaların içerikleri görünüyor ana sayfamda ki bundan fazlasıyla memnunum. Ha bir de, genellikle son bir ayda tanıştığım ve tiksinmediğim insanların içerikleri...
Yüze yakın fotoğraf koymuştu.
Önceki gün düşünmüştüm, "Chat'te de offline görünsem mi acaba, bu sonu kavgayla biten reddedilişin ertesinde?" diye. Kavga ve reddediliş kısımlarında fazlasıyla alkollüymüşüm ki hatırlamıyordum bile, zaten bu "Offline Görün" seçeneğini çoktan tıkladığımı. Ne yaptığımı sorgulayıp, chat'i açtım. Herhangi bir şey yazmadım. Sadece sağ çerçevede görünmesiyle baş edemeyecek kadar egolarını yenemeyen bir adam olmak istemiyordum.
Fotoğrafları gördüğüm an, burada da sık sık bahsettiğim Revolver'ın "Fear Me" sahnesi arka planda dönüyor; ben müzik eşliğinde Jason Statham'ın tek kişilik monologunu dinliyordum.
Gizlemedim hiçbir yerden. Herhangi bir şekilde silmedim de.
Egolarla çarpışma vaktiydi, tekin bir savaş olacağını düşünüyordum. İki dakika bile sürmedi.
"Lan ne olacak, bunlarla uğraşacak ne vaktin ne halin kaldı. Yedin bitirdin kendini." dedim. Biradan bir fırt daha alıp sırıtarak ekrana bakmaya devam ettim.
Eve geldiğimde yorgun değildim. Biraz alkole dadanmak istedi canım sadece, metrobüste uyuyakalacak gibi olsam da. Bir iki biram, biraz da viskim vardı. Birayı açtım, bilgisayarın karşısına oturdum.
Facebook'a girdim. Genelde zaman tünelini okumam, hatta ana sayfada gördüğüm haberlerin kaynaklarının sayısı onu geçmez. Çoğu arkadaşımın paylaşımları ve düğün, nişan, yeğen, kedi, köpek, gezi fotoğrafları yerine; 4chan kallaviliğinde paylaşımlara sahip sayfaların içerikleri görünüyor ana sayfamda ki bundan fazlasıyla memnunum. Ha bir de, genellikle son bir ayda tanıştığım ve tiksinmediğim insanların içerikleri...
Yüze yakın fotoğraf koymuştu.
Önceki gün düşünmüştüm, "Chat'te de offline görünsem mi acaba, bu sonu kavgayla biten reddedilişin ertesinde?" diye. Kavga ve reddediliş kısımlarında fazlasıyla alkollüymüşüm ki hatırlamıyordum bile, zaten bu "Offline Görün" seçeneğini çoktan tıkladığımı. Ne yaptığımı sorgulayıp, chat'i açtım. Herhangi bir şey yazmadım. Sadece sağ çerçevede görünmesiyle baş edemeyecek kadar egolarını yenemeyen bir adam olmak istemiyordum.
Fotoğrafları gördüğüm an, burada da sık sık bahsettiğim Revolver'ın "Fear Me" sahnesi arka planda dönüyor; ben müzik eşliğinde Jason Statham'ın tek kişilik monologunu dinliyordum.
Gizlemedim hiçbir yerden. Herhangi bir şekilde silmedim de.
Egolarla çarpışma vaktiydi, tekin bir savaş olacağını düşünüyordum. İki dakika bile sürmedi.
"Lan ne olacak, bunlarla uğraşacak ne vaktin ne halin kaldı. Yedin bitirdin kendini." dedim. Biradan bir fırt daha alıp sırıtarak ekrana bakmaya devam ettim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)