4 ay olmuştur muhtemelen.
Eve yeni taşınmıştım. Sadece bir yatağım, bir de bilgisayarım vardı. Eşya falan hak getire. Kıyafetlerimle laptop'ım, bir de gariban balığım; o da rahmetli oldu ya neyse.
Bir tek sandalye almıştım bi' kadından. Evine fazla olduğu için arkasında "Taksim Hepimizin" çıkartması bulunan bürosit sandalyeyi bana vermişti. İnternetten, sadece bu işlem için tanışmıştık. Şu "Gereksiz eşyalarına, birinin ihtiyacı olabilir." gruplarından birinde... Hoşlanmıştım, ağır.
Sık sık görüşüyorduk. O bana, ben ona... Bazen Karga'ya, balık pazarında herhangi bir meyhaneye... Bir gece dönüşte, köşebaşındaki kokoreççiyi işaret ederek "Selim Abi'nin kokoreçi çok kötü, gaza gelip yeme bir gün." demişti, koluma girmesi için yaptığım teklifi reddettikten hemen sonra.
Öyle oluyordu, böyle oluyordu ama sanki hep "arkadaş" kalacakmış gibi hissediyordum. Keyfe kederden, efkara mezeye dönmeye başlamıştı akşamcılığım ki, eşyasızlık ve yaklaşık 6 ay boyunca hissettiğim yuvasızlık (orada burada kaldım bu sürecin bir kısmında, bir kısmındaysa geçici olarak bir arkadaşımın yanında) sebebiyle, rakı içemiyor, birayla devam ediyordum onu düşündüğüm zamanlarda. Çünkü rakı kutsaldı. Rakı, yanında en azından beyaz peynir olmadan içilmezdi. Ayıp edilirdi, saygıda kusur edilirdi lıkır lıkır içildiğinde. Gariptir, o da aynısını düşünüyordu; her fırsatta "Ben çok iyi meze yapıyorum, bir gün yapayım beraber içelim." diyerek.
Bu alışkanlığın kökleşmesiyle, gayri milli içkimizden ayrılırken ben bir yandan; bir gece, dayanamayıp kapısına dikildim. Açtı kapıyı. Elimde yarım şişe viski, gözlerim yuvalarından fırlamış, sarhoşluk sıfatımın bir parçası olmuş. Bu kadar net hatırlıyorum suratımı çünkü o sarhoşlukla bile evine gitmeden önce aynaya bakmıştım.
Buyur etti. İçtik. Duble üstüne duble, evde buz yoktu, sek yuvarlıyorduk. Yuvarladıkça açıldım, gözlerim odaklanmayı kestiğinde ve başım dönmeye başladığında, ona açıldım.
Verdiği cevabı hatırlamıyordum ertesi sabah. Ama herhangi bir yakınlaşma olsaydı, kesinlikle hatırlardım. Dayanamadım, bir gün; o akşam neler olduğunu sordum. Anlattı. Bir erkek arkadaş istemediğini ve beni tanımak için daha çok zamana ihtiyacı olduğunu anlattı. Aslına bakarsanız anlatmadı. Ben kelimeleri zorla aldım ağzından. Konuşmakta zorlanmasının sebebi utangaçlığı mıydı, yoksa o sırada cezaevindeki eski sevgilisi ama hala çok yakın arkadaşı olan elemana mektup mu yazıyordu, bilmiyorum.
Bir hafta bile geçmedi, bir akşam beni dışarı çağırdı. Arkadaşıyla Karga'daydı. Kafa bi' elemandı arkadaşı, belki de "takılmak" üzerine bir ilişkileri vardı, bilemiyordum. Muhabbetleri tam arkadaşçaydı gerçi ama, ilişkilere kafa erdirmekte ve onları yaşamakta ketum bir insan olduğum için adını koyamamıştım. Hoş, "Arada bir; ihtiyaca yönelik takılıyor olsalar, beni çağırmazdı." diye düşünmüştüm. O gece ağır tartışmalarla geçti. İşin ilginci, çocukla değil, onunla tartışıyordum. Sanki "Şimdiye kadar hep enik gibi yaklaştım sana, şu andan itibaren sana çok kötü davranacağım ve benden etkileneceksin." aklımdaki zihniyetti. İşe yaramayacağı barizdi, denemiştim.
İşe yaramasını bırak, benimle görüşmeyi kesmesine sebep olmuştu. Zorlanmıştım ki çok zor noktalara çalışmıştım, yediğim bir iki aparkütten sonra.
Geçtiğimiz hafta bir gece, ne kadar uzun zamandır evde yalnız başıma rakı içmediğimi, kendime çilingir hazırlamadığımı düşündüm. Şarküteriden aldığım çeri domates, beyaz peynir ve pastırmayla sofra hazırladım önce kendime. Bir ufağı yarıya kadar içip, cila çekerken önce sandalyenin arkasındaki "Taksim Hepimizin" etiketini söktüm. Biram bitince köşebaşındaki kokoreççiye gittim. Çeyrek kokoreç söyledim. Lezzetli değildi, ona küfrede küfrede yedim kokoreçi.
"Çok kötüymüş köşedeki kokoreççi. Bok kötü! Sen kötüydün, sen kötüsün! Taksim de hepimizin değil, senin olsun."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder