2001… Telsim sponsorluğunda Cem Yılmaz’dan “Bir Tat Bir Doku” izlediğimiz zamanlar. Hayat keyifli, okul tatil, kuzen bizde kalıyor. Annemle babam işe gidecekleri için erken yatıyor her gece. Ergenliğe yeni adım atmış bir çocuk, mutluluğun resmini o devirde sadece bu şekilde çizebilir. Bir gün “Her Şey Çok Güzel Olacak” denk geliyor. Hoşuma gidiyor.
Aradan üç sene geçiyor, filmi bir korsancıdan alıyorum. Shov (“V” ile, “W” ile değil.) marka VCD oynatıcıda defalarca izliyorum. Stresli dönemler ile başa çıkmak durumundayım, çünkü artık lisedeyim ve annem de babam da öğretmen. Chaplin gibi, Atatürk gibi, Einstein gibi bir rol model olmam lazım topluma, çünkü öğretmen çocuğu olmak bunu gerektiriyor, okuduğum lisede. Hatta babamın da çalıştığı lisede.
2004’ten sonar, uzunca bir süre filmi izlemedim. Ta ki, üniversiteden bir arkadaşımla evde ders çalışmak zorunda kalana kadar. Ders çalışmak, gönlümüzden hiç geçmediği için olsa gerek, Youtube’dan filmin yarısını, sahneleri ileri almak suretiyle izlemiştik. Dersten de kalmıştık.
O geceden beri arada bir açıp, sonuna kadar izlediğim bir takıntı haline geldi bende Her Şey Çok Güzel Olacak. Hatta kanıma ve ruhuma o kadar derin işledi ki, hoşlandığım Cansu, bize geldiğinde ona bile izletmeye çalışmıştım filmi. “Ben eve gideceğim, şimdi izlemeyelim.” demişti. Filmle veya film konusundaki ısrarlarım/darlamalarım ile ne kadar ilgisi var bilmem, ancak Cansu; üç gün sonra kendisine yaptığım çıkma teklifini reddetmişti.
Velhasıl-ı kelam, “Her Şey Çok Güzel Olacak” diye diye on sene geçti, hiçbir şey çok güzel olmadı.
Filme karşı biraz daha öznel bir yaklaşımda bulunursak, Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson’dan oluşan kadrosu ve senaryosu ile, yerli sinemanın en iyi yol filmi örneklerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmi, Cem Yılmaz yapımları arasında –Hokkabaz’ı ayrı tutuyorum- bambaşka bir konuma getiren en büyük etmen; içerdiği doğal mizah. Zorlamadan, durum komedisini en saf haliyle yansıtabilen film, 90’ların İstanbul’undaki büfeleri, torbacıların işgalindeki; Tarlabaşı’ndan hallice Cihangir’i, dar sokakları ve Fulya’yı betimlerken; her izleyişimde beni İstanbul’da bir yolculuğa çıkarmayı başarmıştı. Çünkü ekrana yansıyan İstanbul, bir bakıma benim İstanbul’um, benim İstanbul içindeki yolculuğumdu. Büyüdüğüm değil, toy bir çocuktan bir adama evrildiğim İstanbul’u görüyordum. Florence Nightingale ve akabindeki taksi durağı sahnesi örneğin… Hemen hemen dört sene yaşadığım Fulya’daki evime sadece 50 metre uzaklıkta geçiyordu.
İstanbul’daki yolculuğumdan, filmde geçen yolculuğa döndüğümde de, kendim için anlam çıkarabiliyordum. Soundtrack’teki “Gel gidelim güneylere, yenilenip dinlenmeye…” dizesi bile yetiyordu. Başım ne zaman sıkışsa, bir sigara yakıp dinlediğim soundtrack eşliğinde internetten aldığım; memleketim Mersin’e tek gidiş uçak biletlerinin haddi hesabı yoktu.
Hayatımın filmi değil Her Şey Çok Güzel Olacak, ancak yerimde durarak ya da evime dönerek yaşadığım yolculuğun filmi oldu, özellikle de 2006’dan 2013’e kadar.
Sonuçta “Her Şey Çok Güzel Oldu Mu?” derseniz, yanıtım “Kısmen” olacaktır. Ancak hala kulaklarımda çınlar yaptığım bazı hatalardan sonra aşağıdaki replik…
“Sen, sen insan değilsin biliyor musun? Sen, insan suretinde bir hayvansın!”
14 sene önce yitirdiğimiz usta sanatçı Selim Naşit Özcan’ın anısına…
“Çalışıyorlarmışmış, hadi çalışın. Hadi çalışın da göreyim!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder