Alkollü aksiyonlu gecenin akabinde, adam olup; Efsun'a açıldım. Gizem'i boş viteste kullandım uzun bir süre. Ona yaklaşmamaya özen gösterdim. Efsun ise onu resmen kıskanırdı... Birlikte topluca dışarı çıkışlarımızda; sadece Efsun ile ilgilenir, Gizem'in yanımda oturması ve beni sürekli dürtmesine maruz kalırdım.
Daha on yedi yaşındaydım ancak benden bir yaş büyük iki kadının arasında aşk üçgeninde kalmıştım. Yersen... Ardından Efsun'la ayrıldık, sudan bir sebeple. Aslında sudan bir sebep de değildi, sebep Gizem'di.
-Neredesin?
-Diğer kampüsteyim.
-Tamam ben kantindeyim bekleyeyim seni?
-Olur.
Bir daha aradım çünkü sıkılmıştım merkez kantinde beklemekten.
-Neredesin?
-Hala buradayım.
-Off sıkıldım ben yurda gidiyorum akşam yurdun oralarda buluşuruz.
diyerek telefonu kapattım. Kantinde mal mal gezinirken Gizem'le karşılaştık. Hemen Efsun'a mesaj attım. "Tamam şimdi yalnız değilim, Gizem burada, onunla muhabbet ediyoruz; bekliyoruz."
Efsun'un da nasıl bir altıncı hissi varmış bilmem, ya da kadınların, ancak Gizem olayında başından beri boş olmadığımı tahmin edebilmişti. Geldiği anda surat yaptı, surat yapmaktan bıkmadı; Gizem zaten kendini kötü hissedip gitti; Efsun ben ve Efsun'un cephesi(arkadaşları vs) aynı kantinde oturuyorduk ancak birbirimize öfkeyle bakıyorduk.
-Sikerim hepinizi ben yurda gidiyorum, diyerek kalktım.
İnsanlar yine, her zamanki gibi kocaman gözleriyle bana bakıyorlardı. Bunu yapanlar, zamanında "Sen çok iyi gitar çalıyormuşsun ehe ehe" şeklinde benimle dalga geçen sap arkadaşlarıma verdiğim "Ben çok iyi kayarım da yalnız." cevabına ağır şaşıran kızlardı.
Kalktım, kantinin önüne çıktım ve Efsun koşarak geldi.
-Ne yapıyorsun sen?
-Esas sen ne yapıyorsun?
-Gizem olmasa kalmayacaktın burada!
-Gidiyorum ben.
-Şimdi gidersen bi daha beni göremezsin.
-Ringe yetişmemi engelliyorsun.
Son sözümü söyledim ve yurduma gittim. Sanırım, Efsun'la; başladığımız rüya bitmişti. (Rüya? Evet, ona bir süprizim olduğunu söylemiştim ve onu yurdunun arkasına, boğaz manzarası izlemeye götürmüştüm. O yurt arkasında ise, en sevdiği on parça; en sevdiğim on parçanın winamp'te shufflelandığı bir laptop, bir şişe şarap, iki şarap kadehi, iki puro, bir bitter çikolata ve biraz peynir vardı. O yaşta, bunları düşünebiliyordum, hala düşünebiliyorum ancak uygulamaya koymak umrumda olmuyor çünkü değer vermiyorum.)
Yurda döndüm, bir sigara yaktım ve gitmesi konusunda aptallaştım.
Gitmişti Efsun, bitmişti yani.
14 Şubat'tan iki gün önce "Iyy sevgililer günü mü? Sikerim sevgililer gününü nefret ederim!" mesajı attığım ancak aslında bir Pantera, bir de Children of Bodom albümü alıp; her birinin cdsini diğerinin kabına yerleştirerek jest yaptığım; bu jesti veya resti veya yalanı anlamadığı için bana hiç bir şey almayacan ancak gece boyu gittiğimiz her yerde hesabı ödemek için tutturan ve söylediğini yapan; kadın gidiyordu. Hoş, 14 Şubat'ta, cüzdanımda gördüğü condom ilişkimizi yıkıp atmıştı; orası da ayrı konu.
Efsun gitmişti ve bir hafta ertesinde, ben ve Gizem; yine Akdeniz'e gidiyorduk. Ancak başbaşa...
28 Şubat 2013 Perşembe
Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 3
O akşam, Cem hemen arkamdan konuşmaya başlamıştı. Alenen yazılıyordu çünkü Gizem'e, Gizem ise onu zerre sallamıyordu. Aynı memlekettenlerdi (Ankara) ancak ben, hesapta taşradan gelen çocuk; resmen Cem'in yoluna taş koyuyordum.
Aslında keyif de almıyor değildim Cem'in sinirlenmesinden. Ancak esas hedefim olan Efsun'un da bulunduğu bir MSN toplu konuşmasında "En büyük abaza Mahmut ahahah" demesi beni çileden çıkartmıştı.
Ekledim Cem'i, yanımdaki Vanlı, ama Mersin'de büyümüş arkadaşım Serhan'ın gazlamalarıyla konuşmaya başladım. Serhan liseden arkadaşımdı ve kendi yurt odasından çok benim odada takılırdı. "Bir şeyler duydum?" diye başlayan muhabbet, Cem'in inceden tırsması ve benim "Ben kıskanmayı da, kıskanılmayı da iyi bilirim; ancak bir daha arkamdan konuştuğunu duymayacağım, oldu mu?" dememle son buldu. Zaten muhabbetin tümünü Serhan yazdırmıştı.
Ertesi haftasonu; Gizem'in de olduğu bir haftasonu akşamı hep beraber dışarı çıktık. Aslen planım, Mersin'de tanıştığım Ankaralı sevgilim yanına gitmekti. Evet, hızlı yaşıyordum ve uzaktan bir ilişki de yürütüyordum iki kadının arasında. Efsun'un o akşam gelmeme sebebiyse Cem dangalağının kırdığı "En büyük abaza" potuydu. Hande Ankara'da bekliyordu, biletlerimi almıştım. O gece oradaki herkes Ankara'ya gideceğimi bilmekle beraber, Serhan'ın da verdiği "İşte bu arkadaşımız da Lost'taki Sawyer gibidir. Ankara'da, Eskişehir'de sevgilileri vardır." gazını alıyordu.
10.30 gibi kalktım masadan. Muhabbete doyum olmaz dedim, Akdeniz barda oturuyorduk bu yüzden hesabı da kasada ödedim. 110 otobüsüne doğru yola çıktım, resmen Ankara'ya gidiyordum, sevgilimin yanına; hesaptaki sevgilimin yanına, hatta sadece bir kez öpüştüğüm, liseli bir kızın yanına. Benden iki yaş küçüktü bir de...
110 otobüsüne bindiğimde, lisedeyken aldığım, renkli ekranı olmamasına takılmadığım mp3 playerımı açıp "Shuffle" tuşuna bastım. Gelen ilk şarkı manidardı. Metallica'nın "So What?" yorumu... Gitmek istemiyordum, Akdeniz'de kızlar vardı, Gizem vardı, muhabbet vardı.
Geri döndüm. Biletleri masaya attım.
Garson bizim masaya geldiği an bir duble Jack dedim.
Shot yaptım dubleyi, yuvarladım midemden içeri. Adam gitmeden bir tane daha istediğimi söyledim. Gizem suratıma bakıyordu, kocaman gözlerle. Cem ise masanın en köşesinde sikik bir şekilde oturuyordu.
"Niye gitmedin?" dediler, "Bilmiyorum." dedim. Gitmedim işte, niye sorguluyorsunuz ki? Başım dönmeye başlıyordu. İkinci Jack'i yavaş içmeliyim dedim ancak alkol sınırımı çoktan aşmıştım. Başımı masaya koydum, masadaki kızlar ağladığımı düşündü. Başımı kaldırdım, sarhoş olduğumu düşündüler. Tekrar başımı masaya koyunca kızlar sırayla yanıma oturup, "Boş ver, en doğrusunu yaptın." diyorlardı. Bense o sırada yere kusuyordum ince ince, yavaş yavaş işleyerek. Gizem ise kulağıma gelip "İyi misin? Gerçekten soruyorum. Takılma bu kadar, lütfen bizi de üzüyorsun." diyordu. Ben de "Hea" diyip kusmaya devam ediyordum. Aslında iyiydim de ne yaptığımın farkında değildim, o masaya başımı koyma amacım kusmaktı.
Zaten ardından Serhan'ın kırdığı bir pot ile ortamlar gerildi, yollara çıkıldı ve metroyla yurda doğru yaptığımız uzun yolculuk başladı.
Metrodayken ise Cem; "Yea, birisi montuma kusmuş yea" diye ağlıyordu, ben metronun içinde yaktığım sigarayla sırıtırken...
Aslında keyif de almıyor değildim Cem'in sinirlenmesinden. Ancak esas hedefim olan Efsun'un da bulunduğu bir MSN toplu konuşmasında "En büyük abaza Mahmut ahahah" demesi beni çileden çıkartmıştı.
Ekledim Cem'i, yanımdaki Vanlı, ama Mersin'de büyümüş arkadaşım Serhan'ın gazlamalarıyla konuşmaya başladım. Serhan liseden arkadaşımdı ve kendi yurt odasından çok benim odada takılırdı. "Bir şeyler duydum?" diye başlayan muhabbet, Cem'in inceden tırsması ve benim "Ben kıskanmayı da, kıskanılmayı da iyi bilirim; ancak bir daha arkamdan konuştuğunu duymayacağım, oldu mu?" dememle son buldu. Zaten muhabbetin tümünü Serhan yazdırmıştı.
Ertesi haftasonu; Gizem'in de olduğu bir haftasonu akşamı hep beraber dışarı çıktık. Aslen planım, Mersin'de tanıştığım Ankaralı sevgilim yanına gitmekti. Evet, hızlı yaşıyordum ve uzaktan bir ilişki de yürütüyordum iki kadının arasında. Efsun'un o akşam gelmeme sebebiyse Cem dangalağının kırdığı "En büyük abaza" potuydu. Hande Ankara'da bekliyordu, biletlerimi almıştım. O gece oradaki herkes Ankara'ya gideceğimi bilmekle beraber, Serhan'ın da verdiği "İşte bu arkadaşımız da Lost'taki Sawyer gibidir. Ankara'da, Eskişehir'de sevgilileri vardır." gazını alıyordu.
10.30 gibi kalktım masadan. Muhabbete doyum olmaz dedim, Akdeniz barda oturuyorduk bu yüzden hesabı da kasada ödedim. 110 otobüsüne doğru yola çıktım, resmen Ankara'ya gidiyordum, sevgilimin yanına; hesaptaki sevgilimin yanına, hatta sadece bir kez öpüştüğüm, liseli bir kızın yanına. Benden iki yaş küçüktü bir de...
110 otobüsüne bindiğimde, lisedeyken aldığım, renkli ekranı olmamasına takılmadığım mp3 playerımı açıp "Shuffle" tuşuna bastım. Gelen ilk şarkı manidardı. Metallica'nın "So What?" yorumu... Gitmek istemiyordum, Akdeniz'de kızlar vardı, Gizem vardı, muhabbet vardı.
Geri döndüm. Biletleri masaya attım.
Garson bizim masaya geldiği an bir duble Jack dedim.
Shot yaptım dubleyi, yuvarladım midemden içeri. Adam gitmeden bir tane daha istediğimi söyledim. Gizem suratıma bakıyordu, kocaman gözlerle. Cem ise masanın en köşesinde sikik bir şekilde oturuyordu.
"Niye gitmedin?" dediler, "Bilmiyorum." dedim. Gitmedim işte, niye sorguluyorsunuz ki? Başım dönmeye başlıyordu. İkinci Jack'i yavaş içmeliyim dedim ancak alkol sınırımı çoktan aşmıştım. Başımı masaya koydum, masadaki kızlar ağladığımı düşündü. Başımı kaldırdım, sarhoş olduğumu düşündüler. Tekrar başımı masaya koyunca kızlar sırayla yanıma oturup, "Boş ver, en doğrusunu yaptın." diyorlardı. Bense o sırada yere kusuyordum ince ince, yavaş yavaş işleyerek. Gizem ise kulağıma gelip "İyi misin? Gerçekten soruyorum. Takılma bu kadar, lütfen bizi de üzüyorsun." diyordu. Ben de "Hea" diyip kusmaya devam ediyordum. Aslında iyiydim de ne yaptığımın farkında değildim, o masaya başımı koyma amacım kusmaktı.
Zaten ardından Serhan'ın kırdığı bir pot ile ortamlar gerildi, yollara çıkıldı ve metroyla yurda doğru yaptığımız uzun yolculuk başladı.
Metrodayken ise Cem; "Yea, birisi montuma kusmuş yea" diye ağlıyordu, ben metronun içinde yaktığım sigarayla sırıtırken...
27 Şubat 2013 Çarşamba
Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 2
Kaotik ortam sönmüştü. Sarhoşun etrafında iki çocuk,
onu yurduna götürüyorlardı. Ağlayan ise gözyaşlarını silmiş, yola koyulmuştu. O
zamanki aklımla "Amon Amarth yolu" dediğim yoldaydık. Yağmur çamur
pislik...
Yoldayken Gizem, arkadaşlarıyla önden yürüyordu.
Diğer arkadaşlarımın nerede yürüdüklerini bilmiyor ve umursamıyordum. Grubun en
arkasında, ağır adımlarla yürüyordum. Gizem bir Şebnem Ferah parçası açtı. İlk
albümlerden... "Sigara".
Telefonunun iğrenç hoparlöründen geliyordu ses. En
arkadan bağırdım, "Hanginiz açtı Şebnem Ferah'ı?" Gizem şok olmuştu
veya öyle olduğunu düşünmemi istemişti. Yanına yanaştım, "Güzel şarkıdır
bu." O ara Şebnem Ferah ikinci ergen neslini mezun etmemişti tabii;
dolayısıyla sıkıntı duyacak bir şey yok söylediğimde, şu an bile.
1500 kişilik erkek yurdumuza gittik, sarhoşu
yatırdık üç kişi. Kızları kantine oturttuk. Ardından bana, "Taşa oturma
hasta olursun." diyen kızdan aldığım aspirini sarhoşa götürdüm. Bir de
Türk kahvesi patlatıp uyuyakaldı ayyaş ya da ergen, "adını sen koy."
İyi çocuktu gerçi, ancak sarhoşa tahammülüm hiç olmadı.
Kantine geçtim, sarhoşun sevgilisine; sarhoşun gayet
iyi durumda olduğunu söyledim. Gizem'le nadiren konuşuyordum, ağzının içine
düşmemek için ancak; daha sonra herkesin sigaraya başlayacağı
"ortamımız"da sadece Gizem ve ben düzenli olarak sigara içiyorduk.
"Ben bi sigaraya çıkıyorum." diyip
kalktım,Gizem'in peşinden. Lafladık, gülümsemesi harikaydı çünkü otuz iki
dişini görebiliyordum o gülümserken. Dişleri çok güzeldi, boyu uzundu, saçları
da öyle. Konuşuyorduk boş boş... Hava, su, dersler, onun hazırlık arkadaşları
vesaire vesvete. Boş muhabbetler, sakıncasız düşünceler. Ağzının içine
düşmemeye çalışıyordum.
Gecenin sonlarına doğru, Ağır Roman var bende;
diyerekten laptopı kantine indirmem, filmin yarısını izleyen aptal kızların
sıkılması; sapların bilardoya geçişi; Gizem'in "Boş ver, ben kalanını
yurtta izlerim zaten." demesi ayrıntılardı. Gecenin sonundaysa Yeniköy'e
kahvaltıya gidilir, ben yine gömülürüm pek sallamadan insanları; Gizem onlardan
biri olmasına rağmen.
Ertesi gün ise, yurdumuzun kantininde misafir
ettiğimiz kızlar; bizi, kendi yurtlarına; yemeğe çağırıyorlardı. Hoş, yemek de
makarnaydı ancak sonuçta kızlarla haşır neşir olacaktık. Yoksa o mesafeyi
yürüyeceğime ya da o yurda kadar ring kullanarak gideceğime; gider yurdun
karşısındaki menemencide menemenin yanında bir litrelik kola açtırır ekmekle
dalardım.
(Farkındaysanız Bölüm 1'deki Efsun bu kısımların
hiç birinde yok. Neden, çünkü ben bir ateş böceğiyim o ara. Ateş böceği değilim
de, hesapta Efsun'u naza çekiyorum. Gerçi yok ya, naza çekme falan yok; Efsun'un da bana "Nasılsın" dediği bile yok; yakında kendini imha
edecek olan iletişim aracı MSN üzerinden.
Gittik, yemek dedikleri makarna salçalı ve iğrenç bir
şeydi; ses etmeyip gülümseyerek "elinize sağlık." dedik; güvenlik
görevlisi kadının gözü önünde, kızlara. Eşofmanlı kızlarla yemek faslı bitti ve
sigaraya çıkıldı yine. Gizem bu sefer Cem ile beraberdi. Cem sigara içmiyordu
ancak Abercrombie eşofman üstünün ceplerine elini sokmuş, götü dona dona; Gizem'in iki parmağıyla tuttuğu sigarasından nefes alışlarını izliyordu. Sohbet
ediyorlardı hesapta. Gizem bir metrelik duvarın üzerine tünemişti, Cem
ayaktaydı. Bende de o aralar nasıl bir özgüven varmış bilmem; Chesterfield
Turkish Gold'umu kaptığım gibi Gizem'in yanına tünemiştim.
Bir iki pozisyonda Cem'i bozup, yurdun içine geri
göndermiş; Gizem'le konuşmaya devam etmiştim. Mutlu muydum, hayır ama mutsuz da
değildim, Turkish Gold'u havaya üflerken... Pakedinde cami figürü olan sigara
mı olur lan!?!
Zamanında Yazmaya Çekindiklerim Bölüm: 1
İmleç
yanıp sönerken ekranda, tüm bunların ne ara başladığını düşünüyorum. Bir iki
boş beleş ilişki yaşamıştım lisede, bir kadına aşık olmuştum ve elimde
"sıfır" ile dönmüştüm kendi içime. Sanırım bir de ilkokuldaki, elini
bile tutamadığım sevgililerim vardı, hesapta...
Onunla
tanışmamız garipti aslında. Üniversitenin ilk senesindeydim, hazırlık
sınıfındakilerle; yani bizim yurtta kalan elemanlarla takılırdım. Bense birinci
sınıftım çünkü mükemmel bir İngilizce'm vardı. Mükemmel olmasa da, hazırlık
geçmeme yetmişti diyelim.
Yurttan
(1500 kişilik erkek yurdu) elemanlarla, iki kızı kolumuza takmış; yollara vurulmuştuk.
Taksim'de içilen bir iki bira ve çok düzgün iki kızın yurtlarına bırakılması
ardından oturduğumuz boğaz manzaralı kız yurdu arkası... Tahir kusuyordu, zaten
sarhoş olacaktı, olmuştu da. Ahmet "Ne bok yemeye burada oturuyoruz?"
diye soran bir Hataylı'ydı. Bense sanırım ilk kez Efsun'la iletişime
geçebildiğim için mutluydum. Gelecekteki sevgilimi az önce yurduna bırakmıştık
çünkü.
Derken;
Ahmet'e; gevşek arkadaşları Tolga ve Cem'den bir telefon geldi.
-Baba
biz madenin partisindeyiz yeaaa, kopuyor burasıııı!
Yürüdük,
madene. Yaklaşık on beş dakikalık yoldu ancak makat razıydı; tıpkı kamışın
Bağdat'tan kalkmaya razı olması gibi...
Leş bir
ortam vardı. Zaten çok içmiştim, gözlerimi açamıyordum. Sadece on yedi
yaşındaydım. Evet yanımdaki çocuklar hazırlık okuyordu, ben üniversite
birdeydim ancak onlardan da bir yaş küçüktüm. Matematiği yapın... Ağzım leş
gibi bira kokarken, gidip bir bardak da şarap aldım. Kadeh değil bardak diyorum
çünkü şarap plastik bardaktaydı.
Mevzu
bahis gevşek arkadaşlar, kız arkadaşlarıyla beraberlerdi. Aralarından bir tanesi
koşarak dışarı çıktı. Kusmaya başladı fakültenin önüne. Rezil herif... Bir anda
üç saptan, kızlı erkekli on beş kişilik bir arkadaş grubuna evrilen hesapta
"ortamımıza" kaos hakim oldu o andan itibaren. Bir rezil kusarken,
öteki ağlıyordu. "Ben herkesin hayatını kötüye çekiyorum, lanet olsun
kendimden nefret ediyorum." diyordu. Bu kaotik ortamda bir de birilerini
teselli etmeye çalışan tipler olur hep; ama kadın, ama erkek. Hah işte onlar da
görev başındaydı.
Benimse
ne ortamım, ne de arkadaşlarım sikimdeydi. Zaten hesapta "ergen"
olması gereken bendim, yaşımdan ötürü; ancak ergen gibi davrananlar
arkadaşlarımdı ve ne halt ettikleri umrumda değildi adeta. Kaldırıma çöktüm,
bir sigara yaktım ve plastik bardaktaki şarabı kafama dikip kaldırıma uzandım. Az
önce zil zurna olup kız yurtlarının oraya kusan Tahir; tepeme dikildi.
-İyi
içtik ha...
-O kadar
da değil... (Sarhoştum ancak bunları hatırlayabilecek kadar da bilincim
yerindeydi.)
-Sen kaç
tane içtin?
-Üç
yetmişlik. (O zamanlar barlarda yetmişlik bira servis edilirdi, şimdi servis
ediliyor mu; bilmiyorum çünkü pek dışarı çıkmıyorum)
Velhasıl;
bizim dangalaklar kendilerini paralarken; Tahir'e kaç tane içtiğini dahi
sormadım. Sadece mal mal bizimkileri izliyordum. Sağımdan bir ses yükseldi...
-Bak,
sanırım üniversitede ilk senen; ve tamam sarhoş değilsin bir şey içmemişsin ama
yere yatma, hasta olacaksın.
Yerimden
doğruldum, bana bunu söyleyen kadının dibine kadar girdim ve "Tamam
anne." dedim. Etrafındakiler koptu... İşte o an gördüm Gizem'i. Kahkaha
atanlardan biriydi.
24 Şubat 2013 Pazar
Benim Hayallerim Dünyadan Büyük
Annemin memleketinden, eniştemin ise lisesinden olan Fatih Terim bu lafı söylediğinde gözlerinin içi parlıyordu.
Fazlasıyla kısa bir yazı olacak, gece yatmadan önce kurduğum hayaller ile ilgili... Benim de hayallerim, dünyadan büyük olmasa da en azından Afrika kıtasından büyüktür yani, sanırım.
Bende kalan, Amerikalı Couchsurfer kadından bahsetmiştim daha önce. Konuştu da konuştu; yazdıklarımın bir kısmını okudu, bir kısmını ben ona çevirdim ve Amerika'da "kalıcı" olabilmek için mühendislik yapabilmek yerine, yüksek lisans gibi sırtıma iki senelik bir semer daha vurmam yerine; yazdıklarımı ya İngilizce'ye tercüme ettirmem, ya da İngilizce yazmam konusunda sağlam bir "teşvik" verdi bana.
Tamam, ben de bunu kabul ettim(yedim) ve başladım hayal kurmaya, uyumadan önce; en az beş dakika. Kuruyordum yahu, bedava değil mi? Kur işte... Dal derya-ı düşe ve düşün, düşün, kur, saatlerce...
Amerika'ya adım attığım günün ardından sadece bir hafta geçmiş. Yazmaya başlıyorum. Halamın evinde, sadece kahve ve sigara içiyor; yazıyorum. Günlerce, haftalarca yazıyorum. İlk "chapter"ı yolluyorum bir basımevine. Ardından takım elbiseli iki adam geliyor halamın evine. Benimle anlaşma imzalamak istiyorlar. "Tamam" diyorum. Karşılığında ön-ödeme ya da kapora bazında, 5 haneli dolarlara sahip bir çek sunuyorlar bana.
İlk iş, halamın evindeki beyaz eşyayı yeniliyorum o çek ile. Sonuçta, onlar sayesinde buradayım. Kitabı bitirip dosyayı gönderiyorum; ön ödemenin neredeyse on katını alıyorum. Kitap mı? Yok satıyor.
Önce imza günleri düzenleniyor. Kiminin kitabını, kimininse göğüslerini imzalıyorum... Olmuşum yahu, olmuş! Green cardım var. Amerikan vatandaşıyla aramdaki tek fark; onlar başkan olabilir, ben olamam. Umrumda değil!
Kitap satmaya devam ediyor ve ekim ayının en çok satan on kitabından biri oluyor. Conan O'Brien şova katılıyorum. Soruyla sorguyla geçiyor şovun bir kısmı. Nereden geldin, neden yazma gereği duydun vs... Conan, suratıma bakıp; "Peki, kitabı yazarken bu kadar ünlü olabileceğini düşünüyor muydun?" diyor. "Yok, aklımda değildi; umrumda da değildi açıkçası; sadece Hollywood güneşiyle uyanmak istiyordum." diyorum.
"Peki kitapta sürekli bahsettiğin ve unutamadığın bir Türk kadın var. Onu şimdi unutabildin mi? Çünkü yok satıyorsun, farkındasın değil mi?" diyor Conan. "Bu fazla özel bir soru olmadı mı, diyerekten gözlerimi benden daha uzun olan TV efsanesine dikiyorum."
Dedim ya, hayallerim dünyadan büyük...
Hayal hepsi, tamam da; en büyük dileğim, bir masaya oturmak sanırım.
Lanegan, Tarantino, Homme, Penn masanın hali hazırdaki elemanları. Cohen ise viskisini daha yeni koyup, bir puro yakmış ve bizi pek iplemiyor. "Sadece poker oynayacağız ihtiyar!" diyorum. "Tamam birazdan geliyorum." diyor elindeki mektubu okurken. Saygı sevgi sonsuz tabii ki karşılıklı.
Palahniuk aramıza katıldığı anda;
"İşte dünyanın en çok insanı peşinden sürükleyebilen gayi!" diye bağırıyorum.
Palahniuk sadece masaya oturuyor ve kartlarına bakıyor.
Lanegan zaten konuşmazken; Tarantino, birinin lanet olası oyunu oynaması gerektiğini söylüyor bana bağırarak.
Homme araya girip; "Sıra bu çocukta değil, Mark'ta. Boşuna bağırdın elemana." diyor. Tarantino'nun unutkanlığına sırıtıyorum. Mark ise sadece masaya iki kez tıklatıyor.
"Peki Mark, sen ne düşünüyorsun Palahniuk ve ibneliği konusunda?"diyorum.
"O kadar fazla viski içtim ki, göremiyorum ve düşünemiyorum." diyor. Gecenin sonunda Mark'ın ütüleceğini hepimiz biliyoruz.
"Bir sigara versene." diyor Mark son nefesiyle.
Homme lafa giriyor...
"Boş mu dolu mu?"
"Aklını sikeyim hala oradasın di mi sen?!" diye çıkışıyorum Homme'a.
"Ben bir el yokum." diyip "fold" diyerekten ekliyor.
Mark kusmaya, Tarantino oyundan kopmaya başlıyor. Palahniuk ise bize çıkışıyor. "Oynayacağınız oyunu..." Bu sırada Penn ise apayrı bir deryada, sevgilisine geç kalacağını iPhone'uyla anlatma derdinde...
"Sikerler." diyip kartları masaya, chipleri ortaya fırlatıyorum. Homme tuvaletten çıkıyor, beni evime bırakacağını söylüyor.
Yola çıkıyoruz ve aramızdaki tek diyalog dönüyor.
"Amy Winehouse'u sikmek isterdim." diyor çökük gözleri, ağzına yaklaşırken.
"İğrençsin, ölü sikicisin."
"Canlı halini..."
"Yine de iğrençsin, çirkin bir karıydı."
"Olsun, yine de sikmek isterdim."
"Evli değil misin sen? Gerçi, eşin de çirkindi lan."
Bunu dediğim anda arabayı durduruyor. Yüzüme bakıyor, sinirli bir şekilde.
"Hakikaten, kalkanı indirir derecede çirkin. Sikeyim..." diyor. Beni eve bırakıyor, bir bira daha açıyor ve televizyon izleyerek uyuyakalıyorum.
Fazlasıyla kısa bir yazı olacak, gece yatmadan önce kurduğum hayaller ile ilgili... Benim de hayallerim, dünyadan büyük olmasa da en azından Afrika kıtasından büyüktür yani, sanırım.
Bende kalan, Amerikalı Couchsurfer kadından bahsetmiştim daha önce. Konuştu da konuştu; yazdıklarımın bir kısmını okudu, bir kısmını ben ona çevirdim ve Amerika'da "kalıcı" olabilmek için mühendislik yapabilmek yerine, yüksek lisans gibi sırtıma iki senelik bir semer daha vurmam yerine; yazdıklarımı ya İngilizce'ye tercüme ettirmem, ya da İngilizce yazmam konusunda sağlam bir "teşvik" verdi bana.
Tamam, ben de bunu kabul ettim(yedim) ve başladım hayal kurmaya, uyumadan önce; en az beş dakika. Kuruyordum yahu, bedava değil mi? Kur işte... Dal derya-ı düşe ve düşün, düşün, kur, saatlerce...
Amerika'ya adım attığım günün ardından sadece bir hafta geçmiş. Yazmaya başlıyorum. Halamın evinde, sadece kahve ve sigara içiyor; yazıyorum. Günlerce, haftalarca yazıyorum. İlk "chapter"ı yolluyorum bir basımevine. Ardından takım elbiseli iki adam geliyor halamın evine. Benimle anlaşma imzalamak istiyorlar. "Tamam" diyorum. Karşılığında ön-ödeme ya da kapora bazında, 5 haneli dolarlara sahip bir çek sunuyorlar bana.
İlk iş, halamın evindeki beyaz eşyayı yeniliyorum o çek ile. Sonuçta, onlar sayesinde buradayım. Kitabı bitirip dosyayı gönderiyorum; ön ödemenin neredeyse on katını alıyorum. Kitap mı? Yok satıyor.
Önce imza günleri düzenleniyor. Kiminin kitabını, kimininse göğüslerini imzalıyorum... Olmuşum yahu, olmuş! Green cardım var. Amerikan vatandaşıyla aramdaki tek fark; onlar başkan olabilir, ben olamam. Umrumda değil!
Kitap satmaya devam ediyor ve ekim ayının en çok satan on kitabından biri oluyor. Conan O'Brien şova katılıyorum. Soruyla sorguyla geçiyor şovun bir kısmı. Nereden geldin, neden yazma gereği duydun vs... Conan, suratıma bakıp; "Peki, kitabı yazarken bu kadar ünlü olabileceğini düşünüyor muydun?" diyor. "Yok, aklımda değildi; umrumda da değildi açıkçası; sadece Hollywood güneşiyle uyanmak istiyordum." diyorum.
"Peki kitapta sürekli bahsettiğin ve unutamadığın bir Türk kadın var. Onu şimdi unutabildin mi? Çünkü yok satıyorsun, farkındasın değil mi?" diyor Conan. "Bu fazla özel bir soru olmadı mı, diyerekten gözlerimi benden daha uzun olan TV efsanesine dikiyorum."
Dedim ya, hayallerim dünyadan büyük...
Hayal hepsi, tamam da; en büyük dileğim, bir masaya oturmak sanırım.
Lanegan, Tarantino, Homme, Penn masanın hali hazırdaki elemanları. Cohen ise viskisini daha yeni koyup, bir puro yakmış ve bizi pek iplemiyor. "Sadece poker oynayacağız ihtiyar!" diyorum. "Tamam birazdan geliyorum." diyor elindeki mektubu okurken. Saygı sevgi sonsuz tabii ki karşılıklı.
Palahniuk aramıza katıldığı anda;
"İşte dünyanın en çok insanı peşinden sürükleyebilen gayi!" diye bağırıyorum.
Palahniuk sadece masaya oturuyor ve kartlarına bakıyor.
Lanegan zaten konuşmazken; Tarantino, birinin lanet olası oyunu oynaması gerektiğini söylüyor bana bağırarak.
Homme araya girip; "Sıra bu çocukta değil, Mark'ta. Boşuna bağırdın elemana." diyor. Tarantino'nun unutkanlığına sırıtıyorum. Mark ise sadece masaya iki kez tıklatıyor.
"Peki Mark, sen ne düşünüyorsun Palahniuk ve ibneliği konusunda?"diyorum.
"O kadar fazla viski içtim ki, göremiyorum ve düşünemiyorum." diyor. Gecenin sonunda Mark'ın ütüleceğini hepimiz biliyoruz.
"Bir sigara versene." diyor Mark son nefesiyle.
Homme lafa giriyor...
"Boş mu dolu mu?"
"Aklını sikeyim hala oradasın di mi sen?!" diye çıkışıyorum Homme'a.
"Ben bir el yokum." diyip "fold" diyerekten ekliyor.
Mark kusmaya, Tarantino oyundan kopmaya başlıyor. Palahniuk ise bize çıkışıyor. "Oynayacağınız oyunu..." Bu sırada Penn ise apayrı bir deryada, sevgilisine geç kalacağını iPhone'uyla anlatma derdinde...
"Sikerler." diyip kartları masaya, chipleri ortaya fırlatıyorum. Homme tuvaletten çıkıyor, beni evime bırakacağını söylüyor.
Yola çıkıyoruz ve aramızdaki tek diyalog dönüyor.
"Amy Winehouse'u sikmek isterdim." diyor çökük gözleri, ağzına yaklaşırken.
"İğrençsin, ölü sikicisin."
"Canlı halini..."
"Yine de iğrençsin, çirkin bir karıydı."
"Olsun, yine de sikmek isterdim."
"Evli değil misin sen? Gerçi, eşin de çirkindi lan."
Bunu dediğim anda arabayı durduruyor. Yüzüme bakıyor, sinirli bir şekilde.
"Hakikaten, kalkanı indirir derecede çirkin. Sikeyim..." diyor. Beni eve bırakıyor, bir bira daha açıyor ve televizyon izleyerek uyuyakalıyorum.
21 Şubat 2013 Perşembe
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 37
Bunu bildiğime gerçekten çok şaşırmıştı. Halbuki bilmezdi ki, kuzenim gerçekten iyi bir "müziksever" idi ve zamanında rock'tan rap'e, her şeyi bana o öğretmişti. İyi ki, ergenken böyle bir rol modelim olmuş.
Şarkı Demir Demirkan'dan "Belki" idi. Bunu ona gönderdiğimde dedim ya; şaşırdı, şok oldu. "Sen nereden biliyorsun bunu?" diye sormuştu hatta. Onu hatırladığım zamanlar çaldığım playlist'in ilk şarkısını oluşturdu bu şarkı da... http://www.youtube.com/watch?v=uyqb1uVhakY&list=PLucnpeqA9XHDnCobvRgG6IDyyeEMGhC4D
Hoş, zaten tüm mevzuya; Portishead ile başlamıştık. Aptal bir sosyalleşme, arkadaşlık sitesinden attığım (Hocam.com o sitenin adı, kafamı sikeyim) "Portişhed diye mi okunuyor o, Portished diye mi?" mesajına verdiği cevapla başladı her şey. Ardından Facebooklar alındı, MSN (o zamanlar MSN vardı evet) istedi, kendisini anneme benzettim saç şeklinden dolayı vs. Uzadık gittik...
Uzadık gittik ve nerede bittik? Onun Twitter'ına yazdığı bir mesajda... "Bir Portishead sorusu ne işler açtı başıma..." mesajında.
Of, her şey ne kadar dijital başlamış ve ne kadar dijital kopmuş. Zaten çektiği siktiri de telefonda duymuştum. Tam olarak siktir git demiyordu ama bittiğini vurguluyordu. Son çırpınışlarını yapan bir takım düşünün; kalecisi orta çizgiye kadar gelen bir futbol takımı. Kısaca, 2002'den sonraki milli takımımızı veya Galatasaray'ı düşünün. Takım halinde hücum edememiş, savunma yapamamışsınız; golleri görmüşsünüz kalenizde ve son bir nefes, saldırıyorsunuz. Bir gol atsanız belki tarih değişecek ancak benim bir gol atmam da yetmeyecekti.
İşte o an bitti, film koptu. Sorduğum soru yeterince açıklayıcıydı. Ertesi gün sınavım vardı, Kimya101'i DD'den yükseltmeye alıyordum ve bunun adı "final" idi.
Sabah dokuzda sınava girecek olan ben, sınav çıkışı onu ikna edebileceğimi düşünüyordum ve biz telefondayken saat ikiydi, gecenin ikisi...
-Yarın görüşsek, lütfen. Yüzyüze konuşalım, gideceksen de öyle git.
-Görüşelim tamam, ama hiç bir şey değişmeyecek.
Son kale düşer, kahramanımız Lejyoner filmindeki Van Damme gibi; duvarın dibine yaslanır bir çok sabre kılıç arasında. Durumum tam olarak buydu ancak cesur bir savaşçının yoluna gitmesi; özgür kalması bu filmde mümkün değildi. Sıkıntı buydu yani... Ağzımı açamadım, hiç bir şeyin değişmeyeceğini söylediğinde.
"Peki." dedim; birazcık dalga geçtim yanına gelen iğrenç ev arkadaşı Ezgi'yle. Ezgi'nin sesi geliyordu telefondan, "Canım iyi misin?" Kahkahayı, acı acı attığım an o andı. Posta koydu, "Benimle ilgileniyor ve sen bunu asla anlayamazsın." dedi. O an Ezgi'yi dövmeyi, sevgilimiyse o evden kaçırıp Mersin'e götürmeyi çok istedim. Ama bu suçtu. Neresinden baksan suçtu.
Ezgi'ye "Yok yok iyiyim." dedi. Ben gülüyordum, gideceğini biliyordum ve sallamama kozumu oynuyordum.Telefonlar kapandı; bilgisayarın başına geçtiğimde ilk iş onu sildim. Sonra pişman oldum gerçi...
Gözlüğü bizde kalmıştı. "Gözlüğünü kırabilir miyim? Yoksa birine mi bırakayım? Gelip alır mısın?" dedim, üç gün boyunca cevap gelmedi. Sonra o güneş gözlüklerini çekici elime alıp kırdım.
Aynı hikayeyi, aynı kişileri tekrarlayıp duruyorum günlerdir. Hatta yakın zamanda görülebileceği üzere; yıllardır.
Peki biriniz çıkıp sorabiliyor mu, sen neden orada burada yazmaya başladın; burada iyiydin diyebiliyor mu? Hayır, diyemiyor. Zaten hiç biriniz de sikine takmıyor orası net.
Dedim ya, her şey dijital başladı; dijital bitti diye. Belki de hala "dijital" yoldan arada bakınıyordur buralara umuduyla yazmam bir yana; bakmıyorsa da beni illa bir yerde görmesini istemem bambaşka bir yana. Ben iyi bir yazar olmak istiyorum; evet. Ancak ne internette yayınlanan dergilerle, ne sadece Mephisto'larda, Pandora'larda satılan dergilerle onun karşısına çıkamayacağımı da biliyorum. Sadece şunu istiyorum, bir gün o beni tamamen unutmuşken yazdığım bir köşe yazısı, makale, deneme ya da benzer sikik bir şeyle karşılaşsın benimle.
Hatırlamaz belki, hatta hatırlarsa da hiç bir şey değişmez. Çünkü o ne benim başarılı olup olmayışıma, ne sağlık durumuma, ne de psikolojik bozukluklarıma takılırdı. O; bana ben olduğum için değer vermişti. Beni, ben olduğum için de terk etti.
Ben de burada yırtınmaya devam işte. On metrekarelik bir odanın içinde yazmaya, içmeye, mastürbasyon yapmaya, sinirlenmeye, kendime zarar vermeye devam ediyorum. Neredeyse iki yıldır yaptığım gibi...
Arada Lanegan geliyor, selamını çakıp masama oturuyor. Reha geliyor, kafa sikiyor. Cohen uğruyor, fazla kalmıyor ve en fazla on dakikanın sonunda kaçıyor. Miles Davis öttürüyor; kimi zaman saatlerce, kimi zaman sadece müsaade ettiğim sürece... Ve yine sabah oluyor, yine uyanıyorum; yine kahvaltıdan önce sigara içmeyeceğime dair verdiğim sözü çöpe atıyorum. Sabahlardan nefret ediyorum.
Şarkı Demir Demirkan'dan "Belki" idi. Bunu ona gönderdiğimde dedim ya; şaşırdı, şok oldu. "Sen nereden biliyorsun bunu?" diye sormuştu hatta. Onu hatırladığım zamanlar çaldığım playlist'in ilk şarkısını oluşturdu bu şarkı da... http://www.youtube.com/watch?v=uyqb1uVhakY&list=PLucnpeqA9XHDnCobvRgG6IDyyeEMGhC4D
Hoş, zaten tüm mevzuya; Portishead ile başlamıştık. Aptal bir sosyalleşme, arkadaşlık sitesinden attığım (Hocam.com o sitenin adı, kafamı sikeyim) "Portişhed diye mi okunuyor o, Portished diye mi?" mesajına verdiği cevapla başladı her şey. Ardından Facebooklar alındı, MSN (o zamanlar MSN vardı evet) istedi, kendisini anneme benzettim saç şeklinden dolayı vs. Uzadık gittik...
Uzadık gittik ve nerede bittik? Onun Twitter'ına yazdığı bir mesajda... "Bir Portishead sorusu ne işler açtı başıma..." mesajında.
Of, her şey ne kadar dijital başlamış ve ne kadar dijital kopmuş. Zaten çektiği siktiri de telefonda duymuştum. Tam olarak siktir git demiyordu ama bittiğini vurguluyordu. Son çırpınışlarını yapan bir takım düşünün; kalecisi orta çizgiye kadar gelen bir futbol takımı. Kısaca, 2002'den sonraki milli takımımızı veya Galatasaray'ı düşünün. Takım halinde hücum edememiş, savunma yapamamışsınız; golleri görmüşsünüz kalenizde ve son bir nefes, saldırıyorsunuz. Bir gol atsanız belki tarih değişecek ancak benim bir gol atmam da yetmeyecekti.
İşte o an bitti, film koptu. Sorduğum soru yeterince açıklayıcıydı. Ertesi gün sınavım vardı, Kimya101'i DD'den yükseltmeye alıyordum ve bunun adı "final" idi.
Sabah dokuzda sınava girecek olan ben, sınav çıkışı onu ikna edebileceğimi düşünüyordum ve biz telefondayken saat ikiydi, gecenin ikisi...
-Yarın görüşsek, lütfen. Yüzyüze konuşalım, gideceksen de öyle git.
-Görüşelim tamam, ama hiç bir şey değişmeyecek.
Son kale düşer, kahramanımız Lejyoner filmindeki Van Damme gibi; duvarın dibine yaslanır bir çok sabre kılıç arasında. Durumum tam olarak buydu ancak cesur bir savaşçının yoluna gitmesi; özgür kalması bu filmde mümkün değildi. Sıkıntı buydu yani... Ağzımı açamadım, hiç bir şeyin değişmeyeceğini söylediğinde.
"Peki." dedim; birazcık dalga geçtim yanına gelen iğrenç ev arkadaşı Ezgi'yle. Ezgi'nin sesi geliyordu telefondan, "Canım iyi misin?" Kahkahayı, acı acı attığım an o andı. Posta koydu, "Benimle ilgileniyor ve sen bunu asla anlayamazsın." dedi. O an Ezgi'yi dövmeyi, sevgilimiyse o evden kaçırıp Mersin'e götürmeyi çok istedim. Ama bu suçtu. Neresinden baksan suçtu.
Ezgi'ye "Yok yok iyiyim." dedi. Ben gülüyordum, gideceğini biliyordum ve sallamama kozumu oynuyordum.Telefonlar kapandı; bilgisayarın başına geçtiğimde ilk iş onu sildim. Sonra pişman oldum gerçi...
Gözlüğü bizde kalmıştı. "Gözlüğünü kırabilir miyim? Yoksa birine mi bırakayım? Gelip alır mısın?" dedim, üç gün boyunca cevap gelmedi. Sonra o güneş gözlüklerini çekici elime alıp kırdım.
Aynı hikayeyi, aynı kişileri tekrarlayıp duruyorum günlerdir. Hatta yakın zamanda görülebileceği üzere; yıllardır.
Peki biriniz çıkıp sorabiliyor mu, sen neden orada burada yazmaya başladın; burada iyiydin diyebiliyor mu? Hayır, diyemiyor. Zaten hiç biriniz de sikine takmıyor orası net.
Dedim ya, her şey dijital başladı; dijital bitti diye. Belki de hala "dijital" yoldan arada bakınıyordur buralara umuduyla yazmam bir yana; bakmıyorsa da beni illa bir yerde görmesini istemem bambaşka bir yana. Ben iyi bir yazar olmak istiyorum; evet. Ancak ne internette yayınlanan dergilerle, ne sadece Mephisto'larda, Pandora'larda satılan dergilerle onun karşısına çıkamayacağımı da biliyorum. Sadece şunu istiyorum, bir gün o beni tamamen unutmuşken yazdığım bir köşe yazısı, makale, deneme ya da benzer sikik bir şeyle karşılaşsın benimle.
Hatırlamaz belki, hatta hatırlarsa da hiç bir şey değişmez. Çünkü o ne benim başarılı olup olmayışıma, ne sağlık durumuma, ne de psikolojik bozukluklarıma takılırdı. O; bana ben olduğum için değer vermişti. Beni, ben olduğum için de terk etti.
Ben de burada yırtınmaya devam işte. On metrekarelik bir odanın içinde yazmaya, içmeye, mastürbasyon yapmaya, sinirlenmeye, kendime zarar vermeye devam ediyorum. Neredeyse iki yıldır yaptığım gibi...
Arada Lanegan geliyor, selamını çakıp masama oturuyor. Reha geliyor, kafa sikiyor. Cohen uğruyor, fazla kalmıyor ve en fazla on dakikanın sonunda kaçıyor. Miles Davis öttürüyor; kimi zaman saatlerce, kimi zaman sadece müsaade ettiğim sürece... Ve yine sabah oluyor, yine uyanıyorum; yine kahvaltıdan önce sigara içmeyeceğime dair verdiğim sözü çöpe atıyorum. Sabahlardan nefret ediyorum.
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 36
İki gecedir bende Amerikalı bir kadın kalıyor.
Çok konuşuyor, yolda şıraks diye tükürdüğünü de gördüm. Kafam sikilmek üzere aslında. Ama gaz verdi, aklım gitti. "Yaz." dedi; "Amerika'da yaşamak istiyorsan, yaz." Basit denklem aslında. Ben de esnaf kafasıyla sordum tabii, "Yaz diyorsun da, yazdıklarım bir şeye yarar mı orada? İngilizce bile değiller."
O da verdiği gazın etkisiyle devam etti. "Emin ol, yarı Bukowski işler orada işe yarıyor."
"Tamam da ben yazdıklarımı zaten bloguma yapıştırmışım?"
Önemli olmadığını söyledi.
"E peki yazdığım hikayelerin hepsi; Türkiye'de gçeiyordu ve ben Türk'üm."
Daha iyi olacağını söyledi. Sadece gaz veriyordu da, "insan inanıyor işte." Arada aklıma gelmiyor değil, 2007'de bıraktığım "İngilizce yazma" işine tekrar başlamak. Rahatlıkla İngilizce konuşabilirim, mesajlaşabilirim, kendimi ifade edebilirim veya karşımdakinin ne demek istediğini anlayabilirim ancak o zamanlar yazdığım İngilizce yazılara baktığımda; yok diyorum, gerek yok.
O da bir tercümana çeviri yaptırabileceğimi söyledi. Ben de "he." demekle yetindim. Hoş, oradaki yayınevlerinin buradan farkı yokmuş aslında. Yani yine, çıktı alıp; "dosya göndermeni" istiyorlar. Tek bir farkla, yayınlanmasını istediğin kitabın sadece bir bölümünü gönderiyorsun. Dolayısıyla cebe zarar değil.
Hoş, İngilizce kitabı yazdık da; belli bir kısmını göndermesi kaldı. Neyse... Birinci konu buydu hatunla konuştuğumuz. İkincisiyse, neden bu kadar çok bilgisayar oynadığımdı.
Sanırım şimdiye kadar gerçekten "olamadığım" her rol oyununu oynadım. Örneğin çok fazla NBA 2K13 oynarım, günde en az beş maçım var kariyer modunu açtığımda. Çünkü bir basketbolcu olamadım, önceki yazılarda görebilirsiniz sebeplerimi. Hoş, önüm açık olsa neler yapabilirdim; yine bir yıldız olabilir miydim o da tartışmaya açık gerçi...
Alan Wake adında bir oyuna sarmıştım yazın. Bir yazarın maceralarını anlatan, korku-gerilim tarzında bir oyundu. Bu oyunu neden oynadığımı söylememe gerek yok sanırım.
Zaten aslında sanallık bu değil midir? Gerçek hayatta "olamadıklarımızı" sanal yollarla yaşamak istemez miyiz? Kendimizi "fotoğrafçı, köşe yazarı, müzik eleştirmeni, yönetmen, görüntü montajcısı" gibi bir çok farklı şekilde ifade edebildiğimiz yer sanal dünya değil midir? Bunların üstüne bir de "Twitter" açar; kendimizi özel hissederek günlük hayatımızdan ufak tefek ayrıntılar paylaşırız. Milletin çok da sikindeydi zaten...
Bir de sanal alemde, daha doğrusu internet aleminde işleri sıkı tutan; ağır ciddiye alan tipler vardır. Fenomen dersiniz onlara. Halbuki yaptıkları aynı tarz esprileri tekrarlamak, "x > y" yazmak, normalde "avam" şeklinde ifade edilen eylemleri; bir Umut Sarıkaya edasıyla övmek (çay içmek, mandalina yemek vs) ve İngilizce kelimeleri değiştirmektir. Bir döngüdür içine girdiğiniz, onları takip ederken.
Ha bir de son olarak, "trollük" kisvesi altında az çok aydın sayılabilecek insanları çıldırtmak birinci görevleridir. Dün bu "troll" ekibinden birinin, boynundan asılmış bir köpeğin fotoğrafını paylaştığını gördüm. Altında da "Selamın aleyküm ben başladım Bismillah diyerek, sıra sizde." vs. misali bir yorum attığını gördüm. Adamı olduğu yerde bulup sabaha kadar dövesim, ardından da asıp bir iki dakika sallandırasım geldi. Fotoğrafı kendi çekti ya da internetten buldu ve paylaştı; ancak dikkat çekmek ve Ekşi Sözlük'te adını duyurabilmek için insanların yapmayacağı şey yok, bunu da görmüş olduk. Peki neden "aydın" kesimin ya da "sözde aydın" kesimin ilgisini çekmek için bu kadar kastıklarını söyledim? Bu "ekip"ten bir tane hükümet ya da devlet ya da "çoğunluk" şakası görmedim de ondan...
Tüm bu "internet ünlülerini" bir depoya doldurun. Hepsini teker teker mülakata alın ve sorun; "Şu an ne yapıyorsunuz?" diye sorun. Ailelerinin desteği dışında hiç bir şeyi elde edememiş, yabancıların "loser"sıfatını sonuna kadar hak eden; sosyal hayatta zayıf yapılı kekolar ve bir takım Instagr.am filtreleriyle kendini güzel göstermeyi başarmış kaşarlardan başka bir şeyle karşılaşmazsınız. Sorsan, "mizah yapıyorum, mizahımı beğenmiyorlar." diye zırlar dururlar...
Radikal Blog'da da sık yazdığım tarzda bir şeydi bu gecenin "Metropol Notları". Maymunluk vardı bir aralar; bilir misiniz? Medya maymunluğu?
İşte, siz bir zahmet "sosyal medya maymunu" olmayın, hangi sosyal platformda olursanız olun; "kendiniz olun". Dikkat çekmek için değil, hissettiğiniz veya kendinizi bu şekilde ifade edebildiğiniz için "online" olun. Yoksa ne mi olur? En fazla bir takipçi kaybedersiniz, o da ben olurum muhtemelen ama aptallığınız ve ahmaklığınız baki kalır.
Çok konuşuyor, yolda şıraks diye tükürdüğünü de gördüm. Kafam sikilmek üzere aslında. Ama gaz verdi, aklım gitti. "Yaz." dedi; "Amerika'da yaşamak istiyorsan, yaz." Basit denklem aslında. Ben de esnaf kafasıyla sordum tabii, "Yaz diyorsun da, yazdıklarım bir şeye yarar mı orada? İngilizce bile değiller."
O da verdiği gazın etkisiyle devam etti. "Emin ol, yarı Bukowski işler orada işe yarıyor."
"Tamam da ben yazdıklarımı zaten bloguma yapıştırmışım?"
Önemli olmadığını söyledi.
"E peki yazdığım hikayelerin hepsi; Türkiye'de gçeiyordu ve ben Türk'üm."
Daha iyi olacağını söyledi. Sadece gaz veriyordu da, "insan inanıyor işte." Arada aklıma gelmiyor değil, 2007'de bıraktığım "İngilizce yazma" işine tekrar başlamak. Rahatlıkla İngilizce konuşabilirim, mesajlaşabilirim, kendimi ifade edebilirim veya karşımdakinin ne demek istediğini anlayabilirim ancak o zamanlar yazdığım İngilizce yazılara baktığımda; yok diyorum, gerek yok.
O da bir tercümana çeviri yaptırabileceğimi söyledi. Ben de "he." demekle yetindim. Hoş, oradaki yayınevlerinin buradan farkı yokmuş aslında. Yani yine, çıktı alıp; "dosya göndermeni" istiyorlar. Tek bir farkla, yayınlanmasını istediğin kitabın sadece bir bölümünü gönderiyorsun. Dolayısıyla cebe zarar değil.
Hoş, İngilizce kitabı yazdık da; belli bir kısmını göndermesi kaldı. Neyse... Birinci konu buydu hatunla konuştuğumuz. İkincisiyse, neden bu kadar çok bilgisayar oynadığımdı.
Sanırım şimdiye kadar gerçekten "olamadığım" her rol oyununu oynadım. Örneğin çok fazla NBA 2K13 oynarım, günde en az beş maçım var kariyer modunu açtığımda. Çünkü bir basketbolcu olamadım, önceki yazılarda görebilirsiniz sebeplerimi. Hoş, önüm açık olsa neler yapabilirdim; yine bir yıldız olabilir miydim o da tartışmaya açık gerçi...
Alan Wake adında bir oyuna sarmıştım yazın. Bir yazarın maceralarını anlatan, korku-gerilim tarzında bir oyundu. Bu oyunu neden oynadığımı söylememe gerek yok sanırım.
Zaten aslında sanallık bu değil midir? Gerçek hayatta "olamadıklarımızı" sanal yollarla yaşamak istemez miyiz? Kendimizi "fotoğrafçı, köşe yazarı, müzik eleştirmeni, yönetmen, görüntü montajcısı" gibi bir çok farklı şekilde ifade edebildiğimiz yer sanal dünya değil midir? Bunların üstüne bir de "Twitter" açar; kendimizi özel hissederek günlük hayatımızdan ufak tefek ayrıntılar paylaşırız. Milletin çok da sikindeydi zaten...
Bir de sanal alemde, daha doğrusu internet aleminde işleri sıkı tutan; ağır ciddiye alan tipler vardır. Fenomen dersiniz onlara. Halbuki yaptıkları aynı tarz esprileri tekrarlamak, "x > y" yazmak, normalde "avam" şeklinde ifade edilen eylemleri; bir Umut Sarıkaya edasıyla övmek (çay içmek, mandalina yemek vs) ve İngilizce kelimeleri değiştirmektir. Bir döngüdür içine girdiğiniz, onları takip ederken.
Ha bir de son olarak, "trollük" kisvesi altında az çok aydın sayılabilecek insanları çıldırtmak birinci görevleridir. Dün bu "troll" ekibinden birinin, boynundan asılmış bir köpeğin fotoğrafını paylaştığını gördüm. Altında da "Selamın aleyküm ben başladım Bismillah diyerek, sıra sizde." vs. misali bir yorum attığını gördüm. Adamı olduğu yerde bulup sabaha kadar dövesim, ardından da asıp bir iki dakika sallandırasım geldi. Fotoğrafı kendi çekti ya da internetten buldu ve paylaştı; ancak dikkat çekmek ve Ekşi Sözlük'te adını duyurabilmek için insanların yapmayacağı şey yok, bunu da görmüş olduk. Peki neden "aydın" kesimin ya da "sözde aydın" kesimin ilgisini çekmek için bu kadar kastıklarını söyledim? Bu "ekip"ten bir tane hükümet ya da devlet ya da "çoğunluk" şakası görmedim de ondan...
Tüm bu "internet ünlülerini" bir depoya doldurun. Hepsini teker teker mülakata alın ve sorun; "Şu an ne yapıyorsunuz?" diye sorun. Ailelerinin desteği dışında hiç bir şeyi elde edememiş, yabancıların "loser"sıfatını sonuna kadar hak eden; sosyal hayatta zayıf yapılı kekolar ve bir takım Instagr.am filtreleriyle kendini güzel göstermeyi başarmış kaşarlardan başka bir şeyle karşılaşmazsınız. Sorsan, "mizah yapıyorum, mizahımı beğenmiyorlar." diye zırlar dururlar...
Radikal Blog'da da sık yazdığım tarzda bir şeydi bu gecenin "Metropol Notları". Maymunluk vardı bir aralar; bilir misiniz? Medya maymunluğu?
İşte, siz bir zahmet "sosyal medya maymunu" olmayın, hangi sosyal platformda olursanız olun; "kendiniz olun". Dikkat çekmek için değil, hissettiğiniz veya kendinizi bu şekilde ifade edebildiğiniz için "online" olun. Yoksa ne mi olur? En fazla bir takipçi kaybedersiniz, o da ben olurum muhtemelen ama aptallığınız ve ahmaklığınız baki kalır.
19 Şubat 2013 Salı
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 35
Öncelikle, 33 ve 34'te rakamlara pek takılmamıştım. 34 doyduğum, 33 ise doğduğum şehri temsil eder. Ben hep 33 kaldım orası ayrıdır da, bir kere bile ziyaret etmediğimin 35'in yeri; Göztepeli bir kardeşimden dolayı apayrıdır. Ne Göztepe maçına gittim, ne İzmir'e. Ancak İzmir'den de delikanlı, sağlam adam çıkabileceğini göstermişti mevzu bahis arkadaş. Aramızdaki binlerce kısa diyaloğu değil de; iki mevzuyu paylaşsam yeterli aslında.
(İzmir'deki arkadaş) -Alkolü bırakıyorum.
(Ben) +Tekel iflas eder sen alkolü bırakırsan.
-O da doğru. Biz seninle hiç kafeye gitmedik Mahmut.
+Harbi lan.
Kimi dostluklarının temeline temel öğe olarak alkolü yerleştirir, ne yaparsın işte. Bir de, bahsettiğim Göztepeli'nin bana taktığı bir lakap vardı; "Aliço". Canım Ailem dizisindeki Aliço ile aynı memleketten olduğum için. Aradan dört seneden fazla geçti, bizi tanıştıran arkadaşlarımızla görüşmez olduk ancak muhabbet sürdü gitti. Yaz başında da askere giderken; ona kurşun deliği işlemeli zippomu tam takım gönderdim. Sırf başlık 35 olduğu için anlatıyorum bunları... Askerde başına bir şey gelmedi çok şükür; kısa dönem yaptı döndü; İzmir'den olup da, "adam"diyebildiğim tek "adamın".
Arkadaşlıklarla girdik mevzuya ve alkol ile. Bir gün dışarı çıktık, Twitter'dan tanıştığım bir arkadaşla. O benim blogu okuyordu, ben onun; dedik iki muhabbet edek... Dünya üzerinde görebileceğiniz en "takmayan" adamlardan biriydi. Kadıköy'de buluşup içtik, saatlerce. Bir ara yanımıza bir çocuk geldi. Renkli gözlü, sarışın, çat pat Türkçe konuşan 19-20 yaşlarında bir herif. Neden burada, Erasmuslu mu bilmiyoruz.
"Abi ben Türkiye'de yaşıyor, bunları yapıyor." diyerek çantasından; el işlemelerini çıkardı. Enteresandı, zerre ilgimi çekmemişti ancak burada; gurbetteki çocuğun elinde; yine buraya ait bir şeyler vardı ve emindim, kendisi yapıyordu ki inanın bana; bir çoğunuzdan daha kibarca konuşmaya çalışıyordu. Almadık tabii satmaya çalıştıklarını, yan masaya gittiğindeyse gözüm oraya dikildi ve kaşlarım çatıldı.
Kızlı erkekli bir grup, gruptan beyaz gömlekli ve kotlu ayının teki; çocuğu resmen makaraya alıyordu. Eğer çevirdiği taşşak muhabbeti biraz daha sürseydi; önce masalarını devirmek, ardından da beyaz gömlekliye kafa atmak planlarım arasındaydı. Dalga geçmeyi kestiler, elemanlardan biri çocuğa yardım amaçlı satın aldı el işlemesini ve mevzu kapandı.
Tamam, 35 ile; 35lik rakı tadında muhabbetlerle başladık ancak kopuk kopuk olacağı belli bunun. Siz siz olun, Facebook'tan bir kadınla; sadece görüntüsünü beğendiğiniz için iletişime geçmeyin. O kadın, dört beş senedir görmediğiniz; üniversitede tanıştığınız bir elemanın karışık ilişkili eski sevgilisi olabiliyor ve kafanızı sikebiliyor.
Çok güzeldi, hatta harikaydı. Ancak konuşmamızdan bir gün sonra, hem üniversiteden tanıdığım elemandan; hem de kadından mesajlar yağmaya başladı. Kadın, elemanın nasıl göründüğünü ve nasıl bir huya sahip olduğunu soruyordu; eleman ise kadının bana kendisini sorduğu mesajın tarih ve saatini. Kafam sikiliyordu. Minik minik, incik cıncık... Sonra suskunluk oldu. Eleman, hatuna; "canıma kıyacağım" demişti ve ortadan kaybolmuştu. Telefonu kapalıydı, hatun telaş içindeydi, ben de "Bir şey olmaz yahu." diyordum. Eleman intihar falan etmedi, "şaka yaptım sadece" diyerek telefonu açmış hatta; kız da dellenmiş. Zaten aradan bir gün daha geçmeden kız Facebook'taki ilişki durumunu bambaşka bir herifle ilişkisi olduğu şeklinde güncelledi. Hayatını siktiğimin görünürde üniversiteli, zihinde liseli gençleri... Bokunuzda boğulun, size müstehak.
Galatasaraylıyım ve bundan gurur duyuyorum. Mustafa Sandal'ın "Beni Ağlatma" parçasını "Fener Ağlama" şeklinde yeniden yorumlayan bir tribün benim için yeterince keyiflidir. Lakin o şarkıyı dün tekrar tekrar dinlediğimde fark ettim ki; gerçekten, 90lar müzikal açıdan benim zamanımdı. Sadece hayatımın her döneminde deliler gibi dinlediğim rock, alternatif ya da blues grupları dışında; Kral TV'de yayınlanan pop kliplerinde bile; ciddi anlamda kalite vardı, müzikal bazda. Şimdi? Of şimdiyi konuşmayalım, gerçekten.
Ne zaman bir D&R'a gitsem, içim gider benim.Son analog kayıtlar, kasetlerdi. Çok fazla kasedim olmadı, kasetçalarlar ise hiç bir zaman kaliteli olmadı. İçimin gidiyor olmasının sebebiyse, mevzubahis; hayatımın her döneminde deliler gibi dinlediğim adam ya da grupların; 180 liraya da olsa; taş plaklarının satışa girmesi... Soundgarden, Nirvana, Metallica, Alice In Chains ve diğer bir sürüsü. Yalan yok, oturdum araştırdım bir pikap bir amfi ve bir ses çıkış ünitesi şeklinde kuracağım sistemin bana ne kadara mal olacağını. "Çok fazlaya." İnsan istiyor ama işte; sonucun sıfır olacağını bilse de.
Küçüklüğümden bir anektodu hatırlamıştım geçen gün, ancak onu sadece iki paragraf yazıp piç etmek istemiyorum. Anahtar kelimeler: Atatürk, 29 Ekim, Baba.
İyi geceler.
(İzmir'deki arkadaş) -Alkolü bırakıyorum.
(Ben) +Tekel iflas eder sen alkolü bırakırsan.
-O da doğru. Biz seninle hiç kafeye gitmedik Mahmut.
+Harbi lan.
Kimi dostluklarının temeline temel öğe olarak alkolü yerleştirir, ne yaparsın işte. Bir de, bahsettiğim Göztepeli'nin bana taktığı bir lakap vardı; "Aliço". Canım Ailem dizisindeki Aliço ile aynı memleketten olduğum için. Aradan dört seneden fazla geçti, bizi tanıştıran arkadaşlarımızla görüşmez olduk ancak muhabbet sürdü gitti. Yaz başında da askere giderken; ona kurşun deliği işlemeli zippomu tam takım gönderdim. Sırf başlık 35 olduğu için anlatıyorum bunları... Askerde başına bir şey gelmedi çok şükür; kısa dönem yaptı döndü; İzmir'den olup da, "adam"diyebildiğim tek "adamın".
Arkadaşlıklarla girdik mevzuya ve alkol ile. Bir gün dışarı çıktık, Twitter'dan tanıştığım bir arkadaşla. O benim blogu okuyordu, ben onun; dedik iki muhabbet edek... Dünya üzerinde görebileceğiniz en "takmayan" adamlardan biriydi. Kadıköy'de buluşup içtik, saatlerce. Bir ara yanımıza bir çocuk geldi. Renkli gözlü, sarışın, çat pat Türkçe konuşan 19-20 yaşlarında bir herif. Neden burada, Erasmuslu mu bilmiyoruz.
"Abi ben Türkiye'de yaşıyor, bunları yapıyor." diyerek çantasından; el işlemelerini çıkardı. Enteresandı, zerre ilgimi çekmemişti ancak burada; gurbetteki çocuğun elinde; yine buraya ait bir şeyler vardı ve emindim, kendisi yapıyordu ki inanın bana; bir çoğunuzdan daha kibarca konuşmaya çalışıyordu. Almadık tabii satmaya çalıştıklarını, yan masaya gittiğindeyse gözüm oraya dikildi ve kaşlarım çatıldı.
Kızlı erkekli bir grup, gruptan beyaz gömlekli ve kotlu ayının teki; çocuğu resmen makaraya alıyordu. Eğer çevirdiği taşşak muhabbeti biraz daha sürseydi; önce masalarını devirmek, ardından da beyaz gömlekliye kafa atmak planlarım arasındaydı. Dalga geçmeyi kestiler, elemanlardan biri çocuğa yardım amaçlı satın aldı el işlemesini ve mevzu kapandı.
Tamam, 35 ile; 35lik rakı tadında muhabbetlerle başladık ancak kopuk kopuk olacağı belli bunun. Siz siz olun, Facebook'tan bir kadınla; sadece görüntüsünü beğendiğiniz için iletişime geçmeyin. O kadın, dört beş senedir görmediğiniz; üniversitede tanıştığınız bir elemanın karışık ilişkili eski sevgilisi olabiliyor ve kafanızı sikebiliyor.
Çok güzeldi, hatta harikaydı. Ancak konuşmamızdan bir gün sonra, hem üniversiteden tanıdığım elemandan; hem de kadından mesajlar yağmaya başladı. Kadın, elemanın nasıl göründüğünü ve nasıl bir huya sahip olduğunu soruyordu; eleman ise kadının bana kendisini sorduğu mesajın tarih ve saatini. Kafam sikiliyordu. Minik minik, incik cıncık... Sonra suskunluk oldu. Eleman, hatuna; "canıma kıyacağım" demişti ve ortadan kaybolmuştu. Telefonu kapalıydı, hatun telaş içindeydi, ben de "Bir şey olmaz yahu." diyordum. Eleman intihar falan etmedi, "şaka yaptım sadece" diyerek telefonu açmış hatta; kız da dellenmiş. Zaten aradan bir gün daha geçmeden kız Facebook'taki ilişki durumunu bambaşka bir herifle ilişkisi olduğu şeklinde güncelledi. Hayatını siktiğimin görünürde üniversiteli, zihinde liseli gençleri... Bokunuzda boğulun, size müstehak.
Galatasaraylıyım ve bundan gurur duyuyorum. Mustafa Sandal'ın "Beni Ağlatma" parçasını "Fener Ağlama" şeklinde yeniden yorumlayan bir tribün benim için yeterince keyiflidir. Lakin o şarkıyı dün tekrar tekrar dinlediğimde fark ettim ki; gerçekten, 90lar müzikal açıdan benim zamanımdı. Sadece hayatımın her döneminde deliler gibi dinlediğim rock, alternatif ya da blues grupları dışında; Kral TV'de yayınlanan pop kliplerinde bile; ciddi anlamda kalite vardı, müzikal bazda. Şimdi? Of şimdiyi konuşmayalım, gerçekten.
Ne zaman bir D&R'a gitsem, içim gider benim.Son analog kayıtlar, kasetlerdi. Çok fazla kasedim olmadı, kasetçalarlar ise hiç bir zaman kaliteli olmadı. İçimin gidiyor olmasının sebebiyse, mevzubahis; hayatımın her döneminde deliler gibi dinlediğim adam ya da grupların; 180 liraya da olsa; taş plaklarının satışa girmesi... Soundgarden, Nirvana, Metallica, Alice In Chains ve diğer bir sürüsü. Yalan yok, oturdum araştırdım bir pikap bir amfi ve bir ses çıkış ünitesi şeklinde kuracağım sistemin bana ne kadara mal olacağını. "Çok fazlaya." İnsan istiyor ama işte; sonucun sıfır olacağını bilse de.
Küçüklüğümden bir anektodu hatırlamıştım geçen gün, ancak onu sadece iki paragraf yazıp piç etmek istemiyorum. Anahtar kelimeler: Atatürk, 29 Ekim, Baba.
İyi geceler.
18 Şubat 2013 Pazartesi
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 34
Çok güzel başlıyordu.
Hastası olduğum bir parçanın resmi anlamda yeniden "yorumlanışı" idi.
Nouvelle Vague, Killng Moon'u anlatıyordu. Resmen bir masal gibiydi. Parçanın orijinaline olan zaafım (Echo & The Bunnymen) halihazırda bünyemde yer etmişken; bir başka "evvel zaman içinde, kalbur saman içinde" ile karşı karşıya kalıyordum.
Son yirmi dört saatim bunu dinleyerek, arada -gerçekleştiremediğim hayallerim sebebiyle (bir önceki blog girdisine bakınız mümkünse) - sebebiyle NBA 2K13'te kariyer modu kasmakla geçiyordu. Ha bir de yemek yiyordum, uyuyordum, su içiyordum vs.
Bir yandan da, kimin yanında uyuyor olursam olayım; aklımda sabit olanlar var. Küçüklükten aklıma yer eden bir alışkanlıktır ki -en azından bu alışkanlık konusunda- dünya üzerindeki tek adam olmadığımı biliyorum. Hepimiz, uykuya dalmadan önce, bizi rahatlatması için saçma sapan hayaller kurarız. Kimi; sevdiği kadının dönüşünü kurgular, kimi kahraman oluşunu, kimiyse prensinin ona dönüşünü... Kurguladım ben de. Geceler boyunca, defalarca...
Aynı olayı, farklı senaryolarla; tekrar tekrar...
Özlediğimi kendime itiraf etmeye çalışırken, hançeri kendi karnıma saplayıp; önce sola ardından yukarıya çekerek bir nevi kendi harakirimi yapıyordum. Sonuçta bu, hayal dünyamın içine adım atabilmek adına yapmam gereken tek şeydi. Öte yandan; aklıma erişen "Bence o da okuyordur." ismindeki zehirli sarmaşık, yazmamı; yazmaya meğlimi tekrarlıyordu.
Ne yazdıklarım, ne hayalini kurduklarım bir gün bitebildi.
Ne anlatacağımı da bilmiyorum; bir yandan "aslında ben bu seriyi bu şekilde yazmıyordum." diye düşünürken. Sonra hatırlıyorum; şu an ne Puhuu dergi için mizah içerikli bir şeyler karalıyorum, ne de Radikal Blog için; küfürsüz, hafif ılık, alımlı bir yazı yazıyorum.
Küfrediyorum işte.
"Sikeyim."
Hayatını sikeyim hatta.
Ne kadar özlediğimi sorsanız; "Saçma sapan konuşma la!" derim, bir romanın TV uyarlamasında gördüğüm bir anti-kahraman sebebiyle.
Onu tekrardan tarafıma almak için ne yaptığımı sorsanız, "Siktirin gidin." derim.
Onunla yine bulabilmek adına ne yaptığımı soracak olursanız; gönderdiğim lanet olası e postaları size gösterir ve son cevabın yaptığı yıkımı gösteririm: "Son attığın yazıyı, lanet olsun ki yanımda dokuz aydır birlikte olduğum sevgilimle beraberken okudum."
Onun için çoktan, ölmesi gerekenler öldü. Benim adıma yaşayan bir şeylerin kaldığı da söylenemez, yatmadan önce kurduğum hayaller dışında. Yeni "trend" ise şu...
Okuluma geliyor, sevgilisiyle beraber. Gözümü dikip bakıyorum, etrafımdakiler anlamıyor neye kilitlendiğimi. Sonra sevgilisi geliyor, biraz kıskanç; hatta bayağı, leş, kıskanç bir herif. Onu her ittiğinde veya onu "orospuluğu" sebebiyle her tokatladığında; içimden bir şey kopuyor. O kopan "şey" insanlık, vicdan, acıma duygusu ve adını koyabileceğin her şey...
Sonra ben, sadece onu kıskançlığı sebebiyle döven herifi benzetiyorum. O, yüzüme bakıyor. "Hayvanoğlu hayvan!" diyor bana ve suratıma bir tane patlatıp, gidiyor, kendisini döven sevgilisiyle beraber.
Ben, açık kaşım ve yediğim yumrukla kalıyorum ortada.
Bazı adamların hikayeleri kadar, hayalleri de yarımdır. İşte ben o adamlardan biriyim. O olsaydı, veya istediğim olsaydı;ne bu sikik şehri, ne de bu sikik ülkeyi terk etmek için kırk takla atmaz; ne de bu yönde "gün içerisinde" kurulacak hayallere dalmazdım.
Şimdi ne o var; ne rüyalarımdaki o var... Hiç bir şey yok, sadece hayaller var ve umutlar... Onun buralara, ego tatmini için bile olsa uğrayacağı yönünde olan umutlar ve beni sarıp sarmalayan, duvara yapıştıran o sarmaşık var.
Sonuç olarak ne var peki? Sıfıra sıfır elde var sıfır.
Hastası olduğum bir parçanın resmi anlamda yeniden "yorumlanışı" idi.
Nouvelle Vague, Killng Moon'u anlatıyordu. Resmen bir masal gibiydi. Parçanın orijinaline olan zaafım (Echo & The Bunnymen) halihazırda bünyemde yer etmişken; bir başka "evvel zaman içinde, kalbur saman içinde" ile karşı karşıya kalıyordum.
Son yirmi dört saatim bunu dinleyerek, arada -gerçekleştiremediğim hayallerim sebebiyle (bir önceki blog girdisine bakınız mümkünse) - sebebiyle NBA 2K13'te kariyer modu kasmakla geçiyordu. Ha bir de yemek yiyordum, uyuyordum, su içiyordum vs.
Bir yandan da, kimin yanında uyuyor olursam olayım; aklımda sabit olanlar var. Küçüklükten aklıma yer eden bir alışkanlıktır ki -en azından bu alışkanlık konusunda- dünya üzerindeki tek adam olmadığımı biliyorum. Hepimiz, uykuya dalmadan önce, bizi rahatlatması için saçma sapan hayaller kurarız. Kimi; sevdiği kadının dönüşünü kurgular, kimi kahraman oluşunu, kimiyse prensinin ona dönüşünü... Kurguladım ben de. Geceler boyunca, defalarca...
Aynı olayı, farklı senaryolarla; tekrar tekrar...
Özlediğimi kendime itiraf etmeye çalışırken, hançeri kendi karnıma saplayıp; önce sola ardından yukarıya çekerek bir nevi kendi harakirimi yapıyordum. Sonuçta bu, hayal dünyamın içine adım atabilmek adına yapmam gereken tek şeydi. Öte yandan; aklıma erişen "Bence o da okuyordur." ismindeki zehirli sarmaşık, yazmamı; yazmaya meğlimi tekrarlıyordu.
Ne yazdıklarım, ne hayalini kurduklarım bir gün bitebildi.
Ne anlatacağımı da bilmiyorum; bir yandan "aslında ben bu seriyi bu şekilde yazmıyordum." diye düşünürken. Sonra hatırlıyorum; şu an ne Puhuu dergi için mizah içerikli bir şeyler karalıyorum, ne de Radikal Blog için; küfürsüz, hafif ılık, alımlı bir yazı yazıyorum.
Küfrediyorum işte.
"Sikeyim."
Hayatını sikeyim hatta.
Ne kadar özlediğimi sorsanız; "Saçma sapan konuşma la!" derim, bir romanın TV uyarlamasında gördüğüm bir anti-kahraman sebebiyle.
Onu tekrardan tarafıma almak için ne yaptığımı sorsanız, "Siktirin gidin." derim.
Onunla yine bulabilmek adına ne yaptığımı soracak olursanız; gönderdiğim lanet olası e postaları size gösterir ve son cevabın yaptığı yıkımı gösteririm: "Son attığın yazıyı, lanet olsun ki yanımda dokuz aydır birlikte olduğum sevgilimle beraberken okudum."
Onun için çoktan, ölmesi gerekenler öldü. Benim adıma yaşayan bir şeylerin kaldığı da söylenemez, yatmadan önce kurduğum hayaller dışında. Yeni "trend" ise şu...
Okuluma geliyor, sevgilisiyle beraber. Gözümü dikip bakıyorum, etrafımdakiler anlamıyor neye kilitlendiğimi. Sonra sevgilisi geliyor, biraz kıskanç; hatta bayağı, leş, kıskanç bir herif. Onu her ittiğinde veya onu "orospuluğu" sebebiyle her tokatladığında; içimden bir şey kopuyor. O kopan "şey" insanlık, vicdan, acıma duygusu ve adını koyabileceğin her şey...
Sonra ben, sadece onu kıskançlığı sebebiyle döven herifi benzetiyorum. O, yüzüme bakıyor. "Hayvanoğlu hayvan!" diyor bana ve suratıma bir tane patlatıp, gidiyor, kendisini döven sevgilisiyle beraber.
Ben, açık kaşım ve yediğim yumrukla kalıyorum ortada.
Bazı adamların hikayeleri kadar, hayalleri de yarımdır. İşte ben o adamlardan biriyim. O olsaydı, veya istediğim olsaydı;ne bu sikik şehri, ne de bu sikik ülkeyi terk etmek için kırk takla atmaz; ne de bu yönde "gün içerisinde" kurulacak hayallere dalmazdım.
Şimdi ne o var; ne rüyalarımdaki o var... Hiç bir şey yok, sadece hayaller var ve umutlar... Onun buralara, ego tatmini için bile olsa uğrayacağı yönünde olan umutlar ve beni sarıp sarmalayan, duvara yapıştıran o sarmaşık var.
Sonuç olarak ne var peki? Sıfıra sıfır elde var sıfır.
17 Şubat 2013 Pazar
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 33
İlkokul, yine...
O zamanlar pek bir boktan anladığım yok, şimdiki gibi yani. Babam okulun basketbol kursuna yazdırmış beni. Götürüp getiriyor, kızlarla birlikte idman yapıyoruz. Aslında pek de bir halt yaptığımız yok. Bir iki koşu, istasyon çalışması, top sürme idmanı; hocanın zaten umrunda değil. İdman sonunda da maç yapıyoruz, kızlara karşı erkekler.
Sadece Jordan'ı ve Bulls'u biliyorum o dönem. Bir de efsanevi seriden dolayı Utah, Malone, Russell vs... Bir bok olmadık zaten. 5. sınıfın sonunda kursu bıraktım, ne sebeple olduğunu hatırlamıyorum. Sanırım haftasonları erken uyanmak ağır geliyordu, dedim ya; bilmiyorum.
6. sınıfa gelince Mersin'deki TOFAŞ basketbol okullarına yazdırdılar beni ancak hala basketbolun "b"sini bilmiyordum. Bol bol ezilir, takıma bir türlü giremezdim. Hep "üvey evlat" olur, kamplara götürülmez, kimse tarafından siklenmezdim. Bir kere rahmetli babaannemin bile geldiği idmanlarda; götümü yırtardım ama yeteneksiz olduğuma kanaat getiriyordum. Çünkü kimsenin gözüne giremiyordum. Turnikeyi yanlış atıyordum, top sürmeyi bilmiyordum kimine göre ve yine; boşu boşuna para harcatıyordum aileme belki de.
7. sınıfta başka bir okula yazıldım. Çok eziliyordum, az sikleniyordum. Dayak yemek, aşağılanmak, kabadayılar tarafından itilip kakılmak, ayakkabılarımla ilgili(Jump marka bir çift ayakkabı almıştı annem ve herkes aşık olmuştu, markayı görene kadar tabii... Zengin piçleri, özel okul, ne beklersin ki?) dalga geçilmesi; günlük alışkanlıklarımdı.
O sene, hem oturduğumuz sitede; hem de okulda saygı kazanmak için, bilgisayar oyunlarını çok iyi bilmekten ve kızlarla iyi geçinmekten öte bir şeylere ihtiyacım olduğunu fark etmiştim. Basketbola geri dönecektim. Döndüm, yedinci sınıf boyunca sırf basketbol oynadım. Sitede adımdan bahsediliyordu, konuşuluyordum ve her gün; abartısız her gün basketbol sahasına iniyordum. Kimse yoksa şut çalışıyordum, birileri varsa maç yapıyordum; bir de sitedeki abilerden "reverse" "cross over"gibi hareketlerin temellerini öğreniyordum.
Sekizinci sınıf, gerçekten iyi başlamıştı. Boyum uzamıştı, okul takımına girmiştim; yedek soyunuyordum maçlara ancak elimden geleni yapıyordum. Blok koymaktan keyif alıyordum; ikinci takıma birinci takım şeklinde yaptığımız idmanlarda top kullanmaz, sadece savunmaya odaklanırdım. Okul takımı, hiç unutmam; eski okulumla aynı gruba düşmüştü kurada. Yenilmek değil de, o gün formamı evde unutmuş olmak çok koymuştu. Oynayamamıştım, rezil olmuştum. Bir diğer maçta zaten O.D.T.Ü.'nün ilimizdeki ilkokuluna karşı oynayıp direkt yenilmiştik. Bir saniye bile sahaya adım atmamıştım.
Yılmadım, ben; illa ki basketbolcu olacaktım. Dirk Nowitzki olacaktım. Lise sınavının olduğu yaz boyunca şut çalıştım. Sahile indim, kumda koştum, vücut çalıştım, çelimsizliğimi gidermeye uğraştım. Lise başladı, okul takımı seçmelerinin bile yapılmadığı; lise sonların kendi takımlarını kafalarına göre seçtiği lise... Basketbol koçu olmayan lise...
Ancak adımdan bahsettiriyordum. Çünkü uzun boylu ama çelimsiz; pivot oynamasına rağmen orta mesafeden potalı ya da potasız; affetmeyen bir yapıdaydım. Millet daha lise birden dersanelere yazılırken, ben kendime kulüp bulmuştum. Bonservisim çıkmadı, babam kursa gönderdi beni, notlarım düşük olduğu için.
Ardından yine bana lisans çıkarmayan; sadece benden bir yaş büyüklerle soğuk; rezil bir salonda idman yaptığım bir takım. Boş beleş hayaller... Yine sokakta oynayan; parkeye sadece idman için adım atan bir Mahmut. Lise iki olduğumda değişecekti ama işler.
Arabayla geldiler. Mersin Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü. Beni siteden aldılar, konuştular, yanımda malzeme olup olmadığını sordular. Var dedim; çalıştık. 100 metreyi takımda en hızlı koşan ikinci adamdım, uzun boyuma rağmen. İlk beş başlıyordum hazırlık maçlarında; yaşı küçültülmüş basketbolcuların da önünde başlıyordum. Fenerbahçe Mersin ile oynadığımız bir maçta sakatlandım. Bir ay kadar elime top değmedi. Motive olamıyordum. Sadece, o; umursanmadığım, lise birde bana lisans çıkarmayan takım tarafından isteniyordum. Çünkü kendi yaş grubum, orada da vardı ve sadece benim gibi yenilerle bir takım oluşturulacaktı.
Döndüm, kral olduğum yerden; köle olmaya döndüm. Çok çalıştım, çok aferin aldım ancak aynı değildi hiç bir şey. Yine bench'e çekilmiştim ve bu sefer yaşı küçültülmüş adamların önüne geçemiyordum. Rahattım, ancak mutlu değildim.
İlk turu geçtik, bölge finallerine kalamadık ama... Mutlu mesut; bitti sezon. Takımın bir parçası olmak ve yeterince takdir edilmek yetiyordu. Her şey harika, bir sene daha oynarım derken bir bayram akşamı;babam koçumu aradı ve lisansımı iptal ettirdi. Orada koptu işte tüm film... ÖSS'ye hazırlanmam gerekiyordu.
Babamın lisansımı iptal ettiği gün, sigarayı sadece dışarıdayken değil; kafama göre her gün içmeye başladığım gündü. Tertemiz ciğerlerimi, o yaşta piç ettim işte. Sadece sokakta oynamaya başladım, lise üçe geçtiğimde. Mersin Büyükşehir Belediyesi; birinci lige çıktı ve sadece hazırlık sezonunda oynadığım takımda; takımın yıldızı, skorer olduğu için "guard" yapılan elemanı NTV'de izlerken beynimden vurulmuşa dönüyordum. Sadece benchte oturuyordu ancak o oynamaya devam ediyordu.
İçtim işte, paket paket içtim, şişe şişe içtim. Sokakta oynamamı engellemedi.Siteye taşındı Mersin'de oynayan ikinci guard. 2006 yazı, üniversiteye kapağı atmışım...
Onunla oynamaya başlayınca bıraktım sigarayı. Sitede her gün maç yapıyorduk beraber, benden büyük olanlar; kesinlikle üniversite takımına girmemi söylüyorlardı. Dönüyordum, resmi anlamda dönüyordum.
Üniversiteye girdim, yurdun salonunda oynamaya başladım.Beni sallayacak veya takımına almak isteyecek bir koç yoktu çünkü üniversite basketbol takımı seçmeleri diye bir şey yoktu. "Abiler" yönetiyordu takımı, koç desen o da yok... Zaten rezil durumdaydı takım. Ama oynamak istiyordum işte. Yurdun salonunda yaptığım üçüncü maçta da, futbol tabirini basketbola uyarlayarak kambura yatan bir herif yüzünden bir kolumu kırdım, diğer kolumdaysa doku zedelenmesi oldu.
Bir buçuk ay ne basketbol oynadım ne bir şey... Sadece içtim, içtim ve içtim.
Sonra? Bıraktım işte. Kendimi saldım. Sokaklar devam etti.
Bu sene, üniversitedeki son senemde "okul basketbol seçmeleri"ne girdim dalga geçmek için. Yaklaşık üç yüz kişinin katılımıyla, ısınmadan; "örme" yaptık ve sakatlanıyordum. Seçilmeyi bırak, seçimin ikinci turuna bile çıkamadım.
Gülüyorum sadece, lise ikide önümü tıkayan babama kızmıyorum; şansıma gülüyorum.
O zamanlar pek bir boktan anladığım yok, şimdiki gibi yani. Babam okulun basketbol kursuna yazdırmış beni. Götürüp getiriyor, kızlarla birlikte idman yapıyoruz. Aslında pek de bir halt yaptığımız yok. Bir iki koşu, istasyon çalışması, top sürme idmanı; hocanın zaten umrunda değil. İdman sonunda da maç yapıyoruz, kızlara karşı erkekler.
Sadece Jordan'ı ve Bulls'u biliyorum o dönem. Bir de efsanevi seriden dolayı Utah, Malone, Russell vs... Bir bok olmadık zaten. 5. sınıfın sonunda kursu bıraktım, ne sebeple olduğunu hatırlamıyorum. Sanırım haftasonları erken uyanmak ağır geliyordu, dedim ya; bilmiyorum.
6. sınıfa gelince Mersin'deki TOFAŞ basketbol okullarına yazdırdılar beni ancak hala basketbolun "b"sini bilmiyordum. Bol bol ezilir, takıma bir türlü giremezdim. Hep "üvey evlat" olur, kamplara götürülmez, kimse tarafından siklenmezdim. Bir kere rahmetli babaannemin bile geldiği idmanlarda; götümü yırtardım ama yeteneksiz olduğuma kanaat getiriyordum. Çünkü kimsenin gözüne giremiyordum. Turnikeyi yanlış atıyordum, top sürmeyi bilmiyordum kimine göre ve yine; boşu boşuna para harcatıyordum aileme belki de.
7. sınıfta başka bir okula yazıldım. Çok eziliyordum, az sikleniyordum. Dayak yemek, aşağılanmak, kabadayılar tarafından itilip kakılmak, ayakkabılarımla ilgili(Jump marka bir çift ayakkabı almıştı annem ve herkes aşık olmuştu, markayı görene kadar tabii... Zengin piçleri, özel okul, ne beklersin ki?) dalga geçilmesi; günlük alışkanlıklarımdı.
O sene, hem oturduğumuz sitede; hem de okulda saygı kazanmak için, bilgisayar oyunlarını çok iyi bilmekten ve kızlarla iyi geçinmekten öte bir şeylere ihtiyacım olduğunu fark etmiştim. Basketbola geri dönecektim. Döndüm, yedinci sınıf boyunca sırf basketbol oynadım. Sitede adımdan bahsediliyordu, konuşuluyordum ve her gün; abartısız her gün basketbol sahasına iniyordum. Kimse yoksa şut çalışıyordum, birileri varsa maç yapıyordum; bir de sitedeki abilerden "reverse" "cross over"gibi hareketlerin temellerini öğreniyordum.
Sekizinci sınıf, gerçekten iyi başlamıştı. Boyum uzamıştı, okul takımına girmiştim; yedek soyunuyordum maçlara ancak elimden geleni yapıyordum. Blok koymaktan keyif alıyordum; ikinci takıma birinci takım şeklinde yaptığımız idmanlarda top kullanmaz, sadece savunmaya odaklanırdım. Okul takımı, hiç unutmam; eski okulumla aynı gruba düşmüştü kurada. Yenilmek değil de, o gün formamı evde unutmuş olmak çok koymuştu. Oynayamamıştım, rezil olmuştum. Bir diğer maçta zaten O.D.T.Ü.'nün ilimizdeki ilkokuluna karşı oynayıp direkt yenilmiştik. Bir saniye bile sahaya adım atmamıştım.
Yılmadım, ben; illa ki basketbolcu olacaktım. Dirk Nowitzki olacaktım. Lise sınavının olduğu yaz boyunca şut çalıştım. Sahile indim, kumda koştum, vücut çalıştım, çelimsizliğimi gidermeye uğraştım. Lise başladı, okul takımı seçmelerinin bile yapılmadığı; lise sonların kendi takımlarını kafalarına göre seçtiği lise... Basketbol koçu olmayan lise...
Ancak adımdan bahsettiriyordum. Çünkü uzun boylu ama çelimsiz; pivot oynamasına rağmen orta mesafeden potalı ya da potasız; affetmeyen bir yapıdaydım. Millet daha lise birden dersanelere yazılırken, ben kendime kulüp bulmuştum. Bonservisim çıkmadı, babam kursa gönderdi beni, notlarım düşük olduğu için.
Ardından yine bana lisans çıkarmayan; sadece benden bir yaş büyüklerle soğuk; rezil bir salonda idman yaptığım bir takım. Boş beleş hayaller... Yine sokakta oynayan; parkeye sadece idman için adım atan bir Mahmut. Lise iki olduğumda değişecekti ama işler.
Arabayla geldiler. Mersin Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü. Beni siteden aldılar, konuştular, yanımda malzeme olup olmadığını sordular. Var dedim; çalıştık. 100 metreyi takımda en hızlı koşan ikinci adamdım, uzun boyuma rağmen. İlk beş başlıyordum hazırlık maçlarında; yaşı küçültülmüş basketbolcuların da önünde başlıyordum. Fenerbahçe Mersin ile oynadığımız bir maçta sakatlandım. Bir ay kadar elime top değmedi. Motive olamıyordum. Sadece, o; umursanmadığım, lise birde bana lisans çıkarmayan takım tarafından isteniyordum. Çünkü kendi yaş grubum, orada da vardı ve sadece benim gibi yenilerle bir takım oluşturulacaktı.
Döndüm, kral olduğum yerden; köle olmaya döndüm. Çok çalıştım, çok aferin aldım ancak aynı değildi hiç bir şey. Yine bench'e çekilmiştim ve bu sefer yaşı küçültülmüş adamların önüne geçemiyordum. Rahattım, ancak mutlu değildim.
İlk turu geçtik, bölge finallerine kalamadık ama... Mutlu mesut; bitti sezon. Takımın bir parçası olmak ve yeterince takdir edilmek yetiyordu. Her şey harika, bir sene daha oynarım derken bir bayram akşamı;babam koçumu aradı ve lisansımı iptal ettirdi. Orada koptu işte tüm film... ÖSS'ye hazırlanmam gerekiyordu.
Babamın lisansımı iptal ettiği gün, sigarayı sadece dışarıdayken değil; kafama göre her gün içmeye başladığım gündü. Tertemiz ciğerlerimi, o yaşta piç ettim işte. Sadece sokakta oynamaya başladım, lise üçe geçtiğimde. Mersin Büyükşehir Belediyesi; birinci lige çıktı ve sadece hazırlık sezonunda oynadığım takımda; takımın yıldızı, skorer olduğu için "guard" yapılan elemanı NTV'de izlerken beynimden vurulmuşa dönüyordum. Sadece benchte oturuyordu ancak o oynamaya devam ediyordu.
İçtim işte, paket paket içtim, şişe şişe içtim. Sokakta oynamamı engellemedi.Siteye taşındı Mersin'de oynayan ikinci guard. 2006 yazı, üniversiteye kapağı atmışım...
Onunla oynamaya başlayınca bıraktım sigarayı. Sitede her gün maç yapıyorduk beraber, benden büyük olanlar; kesinlikle üniversite takımına girmemi söylüyorlardı. Dönüyordum, resmi anlamda dönüyordum.
Üniversiteye girdim, yurdun salonunda oynamaya başladım.Beni sallayacak veya takımına almak isteyecek bir koç yoktu çünkü üniversite basketbol takımı seçmeleri diye bir şey yoktu. "Abiler" yönetiyordu takımı, koç desen o da yok... Zaten rezil durumdaydı takım. Ama oynamak istiyordum işte. Yurdun salonunda yaptığım üçüncü maçta da, futbol tabirini basketbola uyarlayarak kambura yatan bir herif yüzünden bir kolumu kırdım, diğer kolumdaysa doku zedelenmesi oldu.
Bir buçuk ay ne basketbol oynadım ne bir şey... Sadece içtim, içtim ve içtim.
Sonra? Bıraktım işte. Kendimi saldım. Sokaklar devam etti.
Bu sene, üniversitedeki son senemde "okul basketbol seçmeleri"ne girdim dalga geçmek için. Yaklaşık üç yüz kişinin katılımıyla, ısınmadan; "örme" yaptık ve sakatlanıyordum. Seçilmeyi bırak, seçimin ikinci turuna bile çıkamadım.
Gülüyorum sadece, lise ikide önümü tıkayan babama kızmıyorum; şansıma gülüyorum.
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 32
8 yaşıma basmamın üzerinden çok geçmemişti. Ablam konservatuara kapağı attı. O ara Devlet Opera ve Balesi'nin müdürü olan, soprano halamın etkisi var mıydı, bilmiyorum hala. Neyse işte, sonuçta benden sadece dört yaş büyük biri; ilk başarısını tadıyordu ve yakınlarımdan; arkadaşlarımdan, başarısı tebrik edilen ilk kişiydi.
Çok özenmiştim, hatta kıskanmıştım. Gerçi ailem bizi eşit tutmaya çalıştığından ötürü onun üzerine düşerken, bana da aptal bir oyuncak almıştı. Kutlama yapmak için bir restorana gitmiştik, havuzbaşı bir yer. Aptal oyuncağımsa, kocaman bir cep telefonu şeklinde, plastik; içinde su olan ve suyun basıncını değiştirerek o minicik plastik akvaryumda; halkaları, çubukların içine sokmaya çalıştığın bir oyuncaktı. İki düğmeli. Hakikaten aptal bir şey...
Gel zaman git zaman, ablam büyüdü. Liseye başladı ancak halam beni de operaya götürüyordu. Halamda kalmayı çok severdim ve bilgisayar gibi, beyin öldürücü bir şey evimize girmemişti. Halamdayken sıkılmazdım bu yüzden. Gerek aldığı oyuncaklarla oynar, gerek rahmetli eniştemle kabak çekirdeği yer ve onun tüttürdüğü dumana, içtiği rakıya takılmadan televizyon izlerdim. Haftanın iki günü halamda kalırdım o zamanlar. Gelsin Power Ranger'lar, gitsin Action Man'ler... Ve arada operaya gidiş. Kantinde yenilen bedava tostlar, içilen portakal suları... Keyifliydi, halam işlerini hallederken bana kont muamelesi yapılırdı; onun mevkiinden ötürü. Bir de, beni yukarı çıkarırdı arada. Öğrencilerine bakar, hepsine ayrı ayrı aşık olurdum. Sonra öğrencileri dışarı çıkar; nemli, loş ve tozlu bir odada; sadece piyano ve piyano taburesi olan bir odada halamla oynardım.
Oynadığımız oyun, benim hep "Aferin." "Bravo!" aldığım bir oyundu. Önce bir notaya basardı, o notayı ağzımla yapardım. Ardından iki notaya sırayla basardı, iki notayı sırayla söylerdim. İki notaya aynı anda basardı ve ben iki notayı ayrı ayrı çıkarırdım ağzımla. Bu, beş notaya aynı anda basmasıyla ve beş notayı da teker teker ağzımla söylemem ile son buldu.
Piyanodan anlamazdım, ritm nedir bilmezdim, on yaşındaydım ve bu bravo egzersizleri; halamın aileme "Mahmut'un kulağı, ablasından daha güçlü. Ne olur haftasonları yarı zamanlı konservatuara gitsin." demesiyle son bulmuştu. Tabii sistem değişmişti. İlkokullar kesintisiz sekiz sene eğitime başlamıştı ve konservatuara, lisede girebilmek için daha ilkokuldan yarı zamanlı gidip gelmeye başlamak gerekiyordu. Sadece on yaşındaydım ama bazı enstrümanlara çok daha önce başlamam lazımdı. Hala yapabileceklerim vardı gerçi, veya başlayabileceklerim...
Olmadı, çünkü ailem; bir evin içinde iki müzisyenin yaşayamayacağını, bunu "hobi" olarak lisede yapabileceğimi söylediler. Ablam odasında arp çalarken, ben matematik çalışıyordum, fen ağır geliyordu, kitap okuyordum vs...
Hobi olarak yaptım lisede. Babamın bana aldığı tek enstrüman olan klasik gitar çalışarak, yalandan dolandan; lisenin müzik hocasıyla evde; klasik gitar eğitime başlayarak aslında müzikal yönden olabilecek her şeye son darbeyi vuruyordum. Çünkü 15 yaşında bir ergendim ve elektro gitar çalmak isterken; klasik gitarla başlıyordum; yıllar sonra.
Kaldı öyle; içimde ukte....
Çok özenmiştim, hatta kıskanmıştım. Gerçi ailem bizi eşit tutmaya çalıştığından ötürü onun üzerine düşerken, bana da aptal bir oyuncak almıştı. Kutlama yapmak için bir restorana gitmiştik, havuzbaşı bir yer. Aptal oyuncağımsa, kocaman bir cep telefonu şeklinde, plastik; içinde su olan ve suyun basıncını değiştirerek o minicik plastik akvaryumda; halkaları, çubukların içine sokmaya çalıştığın bir oyuncaktı. İki düğmeli. Hakikaten aptal bir şey...
Gel zaman git zaman, ablam büyüdü. Liseye başladı ancak halam beni de operaya götürüyordu. Halamda kalmayı çok severdim ve bilgisayar gibi, beyin öldürücü bir şey evimize girmemişti. Halamdayken sıkılmazdım bu yüzden. Gerek aldığı oyuncaklarla oynar, gerek rahmetli eniştemle kabak çekirdeği yer ve onun tüttürdüğü dumana, içtiği rakıya takılmadan televizyon izlerdim. Haftanın iki günü halamda kalırdım o zamanlar. Gelsin Power Ranger'lar, gitsin Action Man'ler... Ve arada operaya gidiş. Kantinde yenilen bedava tostlar, içilen portakal suları... Keyifliydi, halam işlerini hallederken bana kont muamelesi yapılırdı; onun mevkiinden ötürü. Bir de, beni yukarı çıkarırdı arada. Öğrencilerine bakar, hepsine ayrı ayrı aşık olurdum. Sonra öğrencileri dışarı çıkar; nemli, loş ve tozlu bir odada; sadece piyano ve piyano taburesi olan bir odada halamla oynardım.
Oynadığımız oyun, benim hep "Aferin." "Bravo!" aldığım bir oyundu. Önce bir notaya basardı, o notayı ağzımla yapardım. Ardından iki notaya sırayla basardı, iki notayı sırayla söylerdim. İki notaya aynı anda basardı ve ben iki notayı ayrı ayrı çıkarırdım ağzımla. Bu, beş notaya aynı anda basmasıyla ve beş notayı da teker teker ağzımla söylemem ile son buldu.
Piyanodan anlamazdım, ritm nedir bilmezdim, on yaşındaydım ve bu bravo egzersizleri; halamın aileme "Mahmut'un kulağı, ablasından daha güçlü. Ne olur haftasonları yarı zamanlı konservatuara gitsin." demesiyle son bulmuştu. Tabii sistem değişmişti. İlkokullar kesintisiz sekiz sene eğitime başlamıştı ve konservatuara, lisede girebilmek için daha ilkokuldan yarı zamanlı gidip gelmeye başlamak gerekiyordu. Sadece on yaşındaydım ama bazı enstrümanlara çok daha önce başlamam lazımdı. Hala yapabileceklerim vardı gerçi, veya başlayabileceklerim...
Olmadı, çünkü ailem; bir evin içinde iki müzisyenin yaşayamayacağını, bunu "hobi" olarak lisede yapabileceğimi söylediler. Ablam odasında arp çalarken, ben matematik çalışıyordum, fen ağır geliyordu, kitap okuyordum vs...
Hobi olarak yaptım lisede. Babamın bana aldığı tek enstrüman olan klasik gitar çalışarak, yalandan dolandan; lisenin müzik hocasıyla evde; klasik gitar eğitime başlayarak aslında müzikal yönden olabilecek her şeye son darbeyi vuruyordum. Çünkü 15 yaşında bir ergendim ve elektro gitar çalmak isterken; klasik gitarla başlıyordum; yıllar sonra.
Kaldı öyle; içimde ukte....
15 Şubat 2013 Cuma
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 31
2012'nin başlarıydı. Bourbon'un aşıları bitmemişti, sanırım iki aşısı falan kalmıştı. İşten çıkıp eve dönüyordum. Dışarı çıkaracaktım, enerjisini atsın diye. Son dal sigara vardı pakette. Bırakacağıma söz vermiştim ve shuffle'dan bir şarkı geldi(akıllı, yüksek kapasiteli bir telefon kullanıyor olmama rağmen 80 gblık ipod classic'ten vazgeçmedim hiç, vazgeçmem de). "What You Are" Chris Cornell bağırıp çağırıyordu, ancak bunu yapmadan önce; ağır bir tirad geçiyordu.
"When you wanted me i came to you,
And when you wanted someone else, I withdrew.
And when you asked for light I set myself on fire.
And if i go, far away I know; you'll find another slave."
Ne beni istemişti ve ona gidebilmiştim, ne de benden bir dileği olmuştu. Sadece başka birini istediğinde aradan çekilmiştim. Hoş, bu; o dönemlere denk gelmiyor ancak halimi yeterince özetliyordu.
Gel zaman git zaman; aklıma kazındı. Yaklaşık altı ay sonra postalanmamın ikinci senesine gireceğiz. Uuu, büyük olay! Zaten bu bir buçuk senelik zaman zarfında ne kadınlar tarafından "siktir edildim" portfolyosu bile çıkarılabilir.
Hep söylediğim basit bir laf salatasıdır...
"İmkansızı oynamak güzeldir, her yaşta."
Yoksa ben bilmiyor muyum, Howlin' Wolf'tan "Who's Been Talkin'" eşliğinde beni bir yaz gecesi terk eden o güzel kadının geri dönmeyeceğini... Bal gibi biliyorum. Merak ediyorum gerçi arada sırada, hala okuyor mudur yazdıklarımı diye...
Gelmiyor işte, dönmüyor, dönmeyecek de. Ama ufacık bir şeyde hatırlıyorum. Örneklemek gerekirse; Etiler Marmaris isminde saçma sapan bir büfede ilk kez birlikte yemek yemiştik. Hoş, sadece ben yedim. O çay içti. Bir yaz günüydü ve Fenerbahçe, 2010-2011 sezonunun şampiyonluğunu kutluyordu; son maçla. Sivas maçıydı... Onu kendime yakın tutmuştum, kutlama ve fanatizm öğelerinin bir araya gelmesiyle neler olabileceğini biliyordum.
Daha saçması ya da basidi; Ortaklar Caddesi ilk kavgamızın yeriydi. O gün onu alıp ablama gidecektim. Çevreden biriyle ilk "tanışma" ya da "tanıştırma" faslı. Zaten çevremden -şu an evli- bir arkadaşım ve ablam hariç kimse tanımadı onu. İki haftadan uzun bir süredir görüşmüyorduk, özlüyordum; çok fazla. Taksiyle, Esenler'den geliyordu. Elinde bir dolu yük vardı. Annesinin yaptığı yemekler dahil... Bana Carrefour tabelasını görünce indiğini söylemişti. Ben onun söylediklerini, Carrefour'u görünce indiği şeklinde yorumlamıştım. Carrefour'un önüne geldim, yoktu. Terlemiştim, nefesim kesikti ve ölüyordum. Arayınca esasen söylemek istediği şeyi anlamıştım. O ara aldığım ilaçların da etkisiyle; bir sinir harbi içinde gitmiştim, taksiden indiği yere. Sarılmadım, öpmedim. Sadece bir taksi çevirdim, valizlerini taksiye attım. Ön koltuğa oturdum ve eve geldik. Oturduk, sinirliydim.
Eşyalarını hole bıraktım. İlaçlarım, alkol kullanmama izin vermiyordu. Bir duble rakı doldurup yuvarladım bünyeden aşağı. Sinirliydim, sinire kesmiştim ve pireyi deve yapmıştım. Oysa o zamanlarki salonumuz, yani orta odada oturuyordu; sinirliydi ve bir sigara yakmıştı. Önce rakıyı fondipledim, ardından fayanslı duvara bir yumruk attım. Yerimden kalktım, kendi odama geçtim. Lamb of God çalıyordu sanırım, öfkemi kusmak istiyordum ancak bir şeyler yazabilecek mecalim yoktu. Yanıma geldi, bir bezin içine buz koymuştu. Elimi tuttu. Bezi, sağlak olduğumu bildiği için sağ elimin üzerine koydu. Gözlerim dolmuştu, yüzüne baktım. Özür diledim. Öptüm, sarıldım. Ne kadar özlediğimi anlattım ama hiç renk vermedim ne ilaçlarımla ilgili, ne de psikolojik dengemle ilgili.
Toparlandık, ablama gittik ki o günkü sinirimle, geç gelen ablama da köpürmüştüm. Geç kalmıştı çünkü ve hazırlık yaptığından haberdar değildim. Gittik, en sevdiğim biradır; "Efes Tombul Şişe." Harika bir menü ve ben sevdiğim için bir tane bira; ama sadece bir tane. Medikal durumum etkilenmesin diye sadece bir bira... Birlikte geleceğimizi bilmiyordu. Tanıştılar, kaynaştılar. Ablamın evinden çıktık, evimize geçtik. Ona o gece, sarıldım; sadece sarıldım. Hani şu, "Sadece sarılıp uyuyacağız." yalanınız var ya, işte o benim gerçeğimdi. Ben sadece ona sarılmak istiyordum, daha önce defalarca sevişmiş olmamıza rağmen; sadece onu hissetmek ve koklamak istemiştim o gecenin sonunda.
Neden mi anlattım bu kadar ayrıntıyı? Benim, o da dahil; üç aydan uzun süren bir ilişkim olmadı. Ancak "sevgilim"dediğim bir kadın olmadan bir günümü bile geçirmemeye çalıştım, "uzun" mesafeler dışında. Ve İstanbul'dan bu yüzden nefret ediyorum. Onun evinin olduğu Kocamustafapaşa'dan, onunla saatlerden öte; günler geçirdiğimiz Fulya'dan, Beşiktaş'ta benim için çarşaf, nevresim vs. aldığımız pazardan, Thales'ten, ilk kez ağır kavga ettiğimiz Ortaklar Caddesi'nden, İstiklal'in girişinde, sağdaki sinemadan, Beatles Cafe'den, mahallede birlikte keşfettiğimiz otobüs durağından... Her şeyden, onu hatırlatan her şeyden nefret ediyorum artık. Çünkü hafif bir gülümsemeyle geriye bakıp, "Olsun, iyi ki yaşanmış." diyemiyorum ayrılığın ilk ayında olduğu gibi. Cümle sabit artık: "Keşke hiç bitmeseydi." Kendini kocaman bir kediye benzettiği için, lakabı bir kedi olduğu için; onunla ilgili bir playlist bile yapmıştım.
Zaman, akıp gidiyor. Tutmak gereksiz evet de; anıların acıtması bitmiyor. Esas sıkıntı o.
http://www.youtube.com/watch?v=uyqb1uVhakY&list=PLucnpeqA9XHDnCobvRgG6IDyyeEMGhC4D&feature=mh_lolz
"When you wanted me i came to you,
And when you wanted someone else, I withdrew.
And when you asked for light I set myself on fire.
And if i go, far away I know; you'll find another slave."
Ne beni istemişti ve ona gidebilmiştim, ne de benden bir dileği olmuştu. Sadece başka birini istediğinde aradan çekilmiştim. Hoş, bu; o dönemlere denk gelmiyor ancak halimi yeterince özetliyordu.
Gel zaman git zaman; aklıma kazındı. Yaklaşık altı ay sonra postalanmamın ikinci senesine gireceğiz. Uuu, büyük olay! Zaten bu bir buçuk senelik zaman zarfında ne kadınlar tarafından "siktir edildim" portfolyosu bile çıkarılabilir.
Hep söylediğim basit bir laf salatasıdır...
"İmkansızı oynamak güzeldir, her yaşta."
Yoksa ben bilmiyor muyum, Howlin' Wolf'tan "Who's Been Talkin'" eşliğinde beni bir yaz gecesi terk eden o güzel kadının geri dönmeyeceğini... Bal gibi biliyorum. Merak ediyorum gerçi arada sırada, hala okuyor mudur yazdıklarımı diye...
Gelmiyor işte, dönmüyor, dönmeyecek de. Ama ufacık bir şeyde hatırlıyorum. Örneklemek gerekirse; Etiler Marmaris isminde saçma sapan bir büfede ilk kez birlikte yemek yemiştik. Hoş, sadece ben yedim. O çay içti. Bir yaz günüydü ve Fenerbahçe, 2010-2011 sezonunun şampiyonluğunu kutluyordu; son maçla. Sivas maçıydı... Onu kendime yakın tutmuştum, kutlama ve fanatizm öğelerinin bir araya gelmesiyle neler olabileceğini biliyordum.
Daha saçması ya da basidi; Ortaklar Caddesi ilk kavgamızın yeriydi. O gün onu alıp ablama gidecektim. Çevreden biriyle ilk "tanışma" ya da "tanıştırma" faslı. Zaten çevremden -şu an evli- bir arkadaşım ve ablam hariç kimse tanımadı onu. İki haftadan uzun bir süredir görüşmüyorduk, özlüyordum; çok fazla. Taksiyle, Esenler'den geliyordu. Elinde bir dolu yük vardı. Annesinin yaptığı yemekler dahil... Bana Carrefour tabelasını görünce indiğini söylemişti. Ben onun söylediklerini, Carrefour'u görünce indiği şeklinde yorumlamıştım. Carrefour'un önüne geldim, yoktu. Terlemiştim, nefesim kesikti ve ölüyordum. Arayınca esasen söylemek istediği şeyi anlamıştım. O ara aldığım ilaçların da etkisiyle; bir sinir harbi içinde gitmiştim, taksiden indiği yere. Sarılmadım, öpmedim. Sadece bir taksi çevirdim, valizlerini taksiye attım. Ön koltuğa oturdum ve eve geldik. Oturduk, sinirliydim.
Eşyalarını hole bıraktım. İlaçlarım, alkol kullanmama izin vermiyordu. Bir duble rakı doldurup yuvarladım bünyeden aşağı. Sinirliydim, sinire kesmiştim ve pireyi deve yapmıştım. Oysa o zamanlarki salonumuz, yani orta odada oturuyordu; sinirliydi ve bir sigara yakmıştı. Önce rakıyı fondipledim, ardından fayanslı duvara bir yumruk attım. Yerimden kalktım, kendi odama geçtim. Lamb of God çalıyordu sanırım, öfkemi kusmak istiyordum ancak bir şeyler yazabilecek mecalim yoktu. Yanıma geldi, bir bezin içine buz koymuştu. Elimi tuttu. Bezi, sağlak olduğumu bildiği için sağ elimin üzerine koydu. Gözlerim dolmuştu, yüzüne baktım. Özür diledim. Öptüm, sarıldım. Ne kadar özlediğimi anlattım ama hiç renk vermedim ne ilaçlarımla ilgili, ne de psikolojik dengemle ilgili.
Toparlandık, ablama gittik ki o günkü sinirimle, geç gelen ablama da köpürmüştüm. Geç kalmıştı çünkü ve hazırlık yaptığından haberdar değildim. Gittik, en sevdiğim biradır; "Efes Tombul Şişe." Harika bir menü ve ben sevdiğim için bir tane bira; ama sadece bir tane. Medikal durumum etkilenmesin diye sadece bir bira... Birlikte geleceğimizi bilmiyordu. Tanıştılar, kaynaştılar. Ablamın evinden çıktık, evimize geçtik. Ona o gece, sarıldım; sadece sarıldım. Hani şu, "Sadece sarılıp uyuyacağız." yalanınız var ya, işte o benim gerçeğimdi. Ben sadece ona sarılmak istiyordum, daha önce defalarca sevişmiş olmamıza rağmen; sadece onu hissetmek ve koklamak istemiştim o gecenin sonunda.
Neden mi anlattım bu kadar ayrıntıyı? Benim, o da dahil; üç aydan uzun süren bir ilişkim olmadı. Ancak "sevgilim"dediğim bir kadın olmadan bir günümü bile geçirmemeye çalıştım, "uzun" mesafeler dışında. Ve İstanbul'dan bu yüzden nefret ediyorum. Onun evinin olduğu Kocamustafapaşa'dan, onunla saatlerden öte; günler geçirdiğimiz Fulya'dan, Beşiktaş'ta benim için çarşaf, nevresim vs. aldığımız pazardan, Thales'ten, ilk kez ağır kavga ettiğimiz Ortaklar Caddesi'nden, İstiklal'in girişinde, sağdaki sinemadan, Beatles Cafe'den, mahallede birlikte keşfettiğimiz otobüs durağından... Her şeyden, onu hatırlatan her şeyden nefret ediyorum artık. Çünkü hafif bir gülümsemeyle geriye bakıp, "Olsun, iyi ki yaşanmış." diyemiyorum ayrılığın ilk ayında olduğu gibi. Cümle sabit artık: "Keşke hiç bitmeseydi." Kendini kocaman bir kediye benzettiği için, lakabı bir kedi olduğu için; onunla ilgili bir playlist bile yapmıştım.
Zaman, akıp gidiyor. Tutmak gereksiz evet de; anıların acıtması bitmiyor. Esas sıkıntı o.
http://www.youtube.com/watch?v=uyqb1uVhakY&list=PLucnpeqA9XHDnCobvRgG6IDyyeEMGhC4D&feature=mh_lolz
13 Şubat 2013 Çarşamba
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 30
"Milan Baros, Milan Baros oley oley oley!"
-Yıllar önce; Çek, 1.94 boyunda bir kadınla birlikte olmuştum. Arkadaşlarım ona "grekoromen" güreşçisi diyordu. Bense onu fazlasıyla beğeniyordum. İlk kez benden uzun biriyle birlikte oluyordum. Garip zamanlar; 2010 yılı ve sivilcelerle dolu bir yaz... Tanıştığımızda aramızda bir şey geçmedi, zaten Kocaeli'nde falan çalışıyordu sanırım, ne alaka olduğunu bile hatırlamıyorum. Ayrıntılar bir sis perdesi... Bana, sadece benim için bana geldi biz tanıştıktan on gün sonra. Hava o kadar sıcaktı ki bende kaldığı ilk gece birlikte olmamıştık. Kan ter içindeydik, bilgisayardan video izliyorduk ve "seks öncesi sessizlik" hakimdi gecenin ilerleyen diğer saatlerine. Ertesi gece dananın kuyruğu kopmuştu, ama öpüşmeye başladığımızda bir an durdu; arkasını döndü ve gitti. "Hemen geliyorum gözlerini kapat!" dedi. Döndüğünde üzerinde sadece bir Çek Cumhuriyeti milli takımı forması vardı. Milan Baros... Üzerime çıktı, formayı çıkardı ve suratıma fırlattı. Kokusu bile farklıydı. "Forma sende kalabilir." diyerek devam etti.
Baros, bugün itibariyle Galatasaray'dan ayrıldı. Benim için hem futbolcu olarak, hem de bu güzel kadınla beni tanıştırdığı için yeri ayrıydı. Hoş, sonuçta ne Nad'a kaldı, ne Baros. Nad'a yurtdışında bir yerlerde çalışmaya gitti, Baros ise Çek Cumhuriyeti'nde, Banik Ostrava'ya döndü.
"Kadının yatakta iyi olup olmadığını, tecrübesi değil; sizi ne kadar sevdiği ya da önemsediği belirler."
14 Şubat'a özel özlü söz olsun bu da. Hayvan gibi "bilocan" bekleyen, terli ve kıllı aletleriyle boylu boyunca uzanan ve iki dakikada minik penislerinin ucuna "su yürüyen" abazan erkeklerimiz için gelsin. Siz, "Doğru düzgün yap lan şunu!" diyince doğru düzgün yapmayacak kadınınız hiç bir şeyi. Bir de, siz onun için aynı şeyi yapıyor musunuz? Feminist değilim, ancak ayılığınız yüzünden bir çoğu; cinselliğini yaşayamıyor. Kadın erkek farketmez...
"Acaba eskortlar çalışıyor mu 14 Şubat'ta? Sevgilim olmadığı için 14 Şubat'ta para harcayabileceğim bir mecra yok. Sonuç olarak Sevgililer Günü dediğiniz; para harcağınız ve gecenin sonunda seks yaptığınız bir 'özel gün' değil mi?"
14 Şubat ile ilgili "düz" yorumlarımdan sadece biri. Aforizma üretmeye çok yatkın olduğum söylenebilir.
"Türk'üm, Müslüman hatta Sünni'yim, 1.91 boyundayım, vücudumdaki yağ oranı yüzde sekiz, sağlam bir üniversitenin sağlam bir bölümünde yedi senedir de olsa okuyorum, ama hala yalnızım! Ben neden yalnızım ulan?"
Etrafımdaki ilişkilere, çiftlere, sevgilisini döven hayvanlara, sevgilisini aldatan kaltaklara bakınca sorduğum soru. Ya ben çoktan delirdim, ya da atı alan Üsküdar'ı geçti. Şans kapıyı bir kez mi çalıyor, yoksa gerçekten istediğimiz, ideal olduğunu düşündüğümüz insana da kapıları kapatıyor muyuz vakti gelince? Bilmiyorum. Kimseye kapı açmamak ve "Nasılsa gidiyorum." demek en güzeli gibi geliyor. Gitmemle dönmem bir olacak belki de; ama ne bileyim. "Ne gerek var?" dese de beyin, bazen yalnızlıktan sıkılıyor işte bünye.
Notlardan bu kadar, şimdilik...
-Yıllar önce; Çek, 1.94 boyunda bir kadınla birlikte olmuştum. Arkadaşlarım ona "grekoromen" güreşçisi diyordu. Bense onu fazlasıyla beğeniyordum. İlk kez benden uzun biriyle birlikte oluyordum. Garip zamanlar; 2010 yılı ve sivilcelerle dolu bir yaz... Tanıştığımızda aramızda bir şey geçmedi, zaten Kocaeli'nde falan çalışıyordu sanırım, ne alaka olduğunu bile hatırlamıyorum. Ayrıntılar bir sis perdesi... Bana, sadece benim için bana geldi biz tanıştıktan on gün sonra. Hava o kadar sıcaktı ki bende kaldığı ilk gece birlikte olmamıştık. Kan ter içindeydik, bilgisayardan video izliyorduk ve "seks öncesi sessizlik" hakimdi gecenin ilerleyen diğer saatlerine. Ertesi gece dananın kuyruğu kopmuştu, ama öpüşmeye başladığımızda bir an durdu; arkasını döndü ve gitti. "Hemen geliyorum gözlerini kapat!" dedi. Döndüğünde üzerinde sadece bir Çek Cumhuriyeti milli takımı forması vardı. Milan Baros... Üzerime çıktı, formayı çıkardı ve suratıma fırlattı. Kokusu bile farklıydı. "Forma sende kalabilir." diyerek devam etti.
Baros, bugün itibariyle Galatasaray'dan ayrıldı. Benim için hem futbolcu olarak, hem de bu güzel kadınla beni tanıştırdığı için yeri ayrıydı. Hoş, sonuçta ne Nad'a kaldı, ne Baros. Nad'a yurtdışında bir yerlerde çalışmaya gitti, Baros ise Çek Cumhuriyeti'nde, Banik Ostrava'ya döndü.
"Kadının yatakta iyi olup olmadığını, tecrübesi değil; sizi ne kadar sevdiği ya da önemsediği belirler."
14 Şubat'a özel özlü söz olsun bu da. Hayvan gibi "bilocan" bekleyen, terli ve kıllı aletleriyle boylu boyunca uzanan ve iki dakikada minik penislerinin ucuna "su yürüyen" abazan erkeklerimiz için gelsin. Siz, "Doğru düzgün yap lan şunu!" diyince doğru düzgün yapmayacak kadınınız hiç bir şeyi. Bir de, siz onun için aynı şeyi yapıyor musunuz? Feminist değilim, ancak ayılığınız yüzünden bir çoğu; cinselliğini yaşayamıyor. Kadın erkek farketmez...
"Acaba eskortlar çalışıyor mu 14 Şubat'ta? Sevgilim olmadığı için 14 Şubat'ta para harcayabileceğim bir mecra yok. Sonuç olarak Sevgililer Günü dediğiniz; para harcağınız ve gecenin sonunda seks yaptığınız bir 'özel gün' değil mi?"
14 Şubat ile ilgili "düz" yorumlarımdan sadece biri. Aforizma üretmeye çok yatkın olduğum söylenebilir.
"Türk'üm, Müslüman hatta Sünni'yim, 1.91 boyundayım, vücudumdaki yağ oranı yüzde sekiz, sağlam bir üniversitenin sağlam bir bölümünde yedi senedir de olsa okuyorum, ama hala yalnızım! Ben neden yalnızım ulan?"
Etrafımdaki ilişkilere, çiftlere, sevgilisini döven hayvanlara, sevgilisini aldatan kaltaklara bakınca sorduğum soru. Ya ben çoktan delirdim, ya da atı alan Üsküdar'ı geçti. Şans kapıyı bir kez mi çalıyor, yoksa gerçekten istediğimiz, ideal olduğunu düşündüğümüz insana da kapıları kapatıyor muyuz vakti gelince? Bilmiyorum. Kimseye kapı açmamak ve "Nasılsa gidiyorum." demek en güzeli gibi geliyor. Gitmemle dönmem bir olacak belki de; ama ne bileyim. "Ne gerek var?" dese de beyin, bazen yalnızlıktan sıkılıyor işte bünye.
Notlardan bu kadar, şimdilik...
12 Şubat 2013 Salı
Sevgililer günü ile ilgili uzman yalnız sorusu...
eskortlar 14 şubat'ta çalışıyorlar mı? sevgilim olmadığı için, hediye alacak paraya ihtiyacım da yok. dolayısıyla bir şekilde para harcayıp gecenin sonunda seks yapmalıyım. bu da basit olarak 14 şubat'ın mantığı değil midir?
11 Şubat 2013 Pazartesi
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 29
NP: Müslüm Gürses - Sigara
Bu şarkıyı en son Mersin'de dinlemiştim. Çok sevdiğim bir arkadaşımla Şebnem Ferah'ın son güzel bestesi olduğunu konuşuyorduk. "Parmakçı müziği yaptı bundan sonra Şebnem Ferah!" dedi. Aynı dertten muzdarip, unutamamaktan ve özlemekten muzdarip iki dosttuk ve bu tarz seksist şakalar, yorumlar tek tebessüm kaynağımızdı. Hoş, ben şu anda bu yorumu yapabiliyorum o gün diyememiştim işte hislerimi; anlatamamıştım onu; bir nevi yol arkadaşı olduğumuzu...
Ben hiç "o" olmadım. Olamazdım da, ya gözüm hep dışarıdaydı; ya da içimde birileri parçalamıştı bir şeyleri. Az önce yine sağlam bir "siktir git" yedim. 8/8 hatalı olduğum bir mevzuydu. Çok takılamadım bu yüzden; zorlayamadım yani, "gitme" diyemedim. Çünkü son iki senede, aynı sebeple defalarca uzaklaştırma cezası aldım süresiz. Kadro dışı, takımdan ayrı düz koşu yapan ve taraftara açık idmanda; tribünlere selam çakmaktan vazgeçmeyen, sorunlu futbolcuydum. O çaktığım selamların bazıları, bir gece; bazılarıysa, "sonuna kadar devam etmek istediğim" sınavlar oldu. Ne sona erişebildim, ne de kendime...
Dedim ya, karmaşıktır bazen. Bir sigara dumanının altında ya da kibritin yanmayan ucunda bitmez bazen. Geçirdiğim evrim fazlasıyla ters-sert. Farkındayım.
Lise dönemlerinde, daha sonra canımı yakacak -burada ayrıntılar var, gömülürsen bulursun aslında- bir kadından hoşlanmıştım. Sırtında küçük bir dövmesi vardı: "Nil'in anahtarı." Hemen araştırmış, anlamını ve ismini öğrenmiştim dövmenin. Gel zaman git zaman, aradan yaklaşık on sene geçince; bambaşka biriyle tanışmıştım. Ha evet, o... Kendi kolyesini hediye etmişti bana. Nil'in anahtarı... Sevdiğimi biliyordu. Hem onu, hem de o işareti. O beni terk ettiğinde, kolyeyi fırlatıp atamamıştım bir süre... Bir gün, dışarı çıkarken dayanamadım. Boynumdan çektim, fırlattım yağmurun yıkadığı İstanbul'un bir rezervuarına...
Sonra, unutamadım işte. Defalarca kaybedeceğim Nil'in anahtarlarını satın aldım. Sporda, kadınların evlerinde, dışarıda, unutuyordum sürekli... Ona da tutunamadım. En son kaybettiğimde; üzülmüştüm. Çünkü beni bu işaretle tanıştıran kadınla geçirdiğim son geceden; iki gün önce kaybetmiştim. Ha bir de, ona yıllarca taktığım yüzüğümü vermiştim.
Süre uzadı, süreçler uzadı. Bir gün, yakın bir arkadaşım geldi İstanbul'a. Bana bir kolye almak üzere yemin etmiş bir kadın. Yükselen burç, burç, burç yorumu gibi Posta gazetesi saçmalıklarına çok inanmam; ancak yükselen burcumu yansıttığımı söylemişti. Bir yandan da, akrebi benimsemiştim. Çünkü düştüğüm zaman, yani alevden bir çemberin içinde kaldığım zaman kendimi sokmuştum; defalarca. Bir akrep kolyesi... Çok beğenmiştim, dibim düşmüştü.
Ve bugün...
Biriyle tanıştım iki hafta kadar önce. Neresinden tutsan elinde kalacak yalandan bir ilişkiye başladık sanırım. O yüksek mertebede biri, benden büyük, çevresi bir yerlere gelmiş, maddi durumu sağlam bir kadın. Bense, ben. Yani yedi senedir okuyan, alkolik, hayata küsmüş, insanlara langır lungur konuşan; piç kurusunun teki... Tek keyfi bilgisayarının başında, bembeyaz ekrana bir şeyler karalamak olan, özleyen adam.
Özlediğimi anladı. Vazgeçemediğimi anladı. Her şeyi anladı. Zaten anlamaması gibi bir şey söz konusu değildi. O akrep yerine başka bir şeyi takmamı istemişti. Takmamıştım, çünkü elimde değildi. Uzaklara gitmiştim yine. Ne ben, onun bana aldığı kolyeyi takabildim; ne de o benim ona doldurduğum CDleri arabasında dinleyebildi.
Daha onurlu bir adam olup, ondan daha erken vazgeçebilmem gerekirdi. Ancak, deniyorsun işte. Defalarca deniyorsun. Bir çok kadın senden nefret ediyor; aslında tekrar birlikte olsan, yine kavga edeceğin, buhranlar içinde geçecek bir ilişkiye sahip olabileceğin "tek bir" kadın için.
Haklısınız, hep haklıydınız.
Gidiyorsunuz, teker teker.
Yolunuz açık olsun, bir gün gerçek bir "o" ile tanışacaksınız.
Bu şarkıyı en son Mersin'de dinlemiştim. Çok sevdiğim bir arkadaşımla Şebnem Ferah'ın son güzel bestesi olduğunu konuşuyorduk. "Parmakçı müziği yaptı bundan sonra Şebnem Ferah!" dedi. Aynı dertten muzdarip, unutamamaktan ve özlemekten muzdarip iki dosttuk ve bu tarz seksist şakalar, yorumlar tek tebessüm kaynağımızdı. Hoş, ben şu anda bu yorumu yapabiliyorum o gün diyememiştim işte hislerimi; anlatamamıştım onu; bir nevi yol arkadaşı olduğumuzu...
Ben hiç "o" olmadım. Olamazdım da, ya gözüm hep dışarıdaydı; ya da içimde birileri parçalamıştı bir şeyleri. Az önce yine sağlam bir "siktir git" yedim. 8/8 hatalı olduğum bir mevzuydu. Çok takılamadım bu yüzden; zorlayamadım yani, "gitme" diyemedim. Çünkü son iki senede, aynı sebeple defalarca uzaklaştırma cezası aldım süresiz. Kadro dışı, takımdan ayrı düz koşu yapan ve taraftara açık idmanda; tribünlere selam çakmaktan vazgeçmeyen, sorunlu futbolcuydum. O çaktığım selamların bazıları, bir gece; bazılarıysa, "sonuna kadar devam etmek istediğim" sınavlar oldu. Ne sona erişebildim, ne de kendime...
Dedim ya, karmaşıktır bazen. Bir sigara dumanının altında ya da kibritin yanmayan ucunda bitmez bazen. Geçirdiğim evrim fazlasıyla ters-sert. Farkındayım.
Lise dönemlerinde, daha sonra canımı yakacak -burada ayrıntılar var, gömülürsen bulursun aslında- bir kadından hoşlanmıştım. Sırtında küçük bir dövmesi vardı: "Nil'in anahtarı." Hemen araştırmış, anlamını ve ismini öğrenmiştim dövmenin. Gel zaman git zaman, aradan yaklaşık on sene geçince; bambaşka biriyle tanışmıştım. Ha evet, o... Kendi kolyesini hediye etmişti bana. Nil'in anahtarı... Sevdiğimi biliyordu. Hem onu, hem de o işareti. O beni terk ettiğinde, kolyeyi fırlatıp atamamıştım bir süre... Bir gün, dışarı çıkarken dayanamadım. Boynumdan çektim, fırlattım yağmurun yıkadığı İstanbul'un bir rezervuarına...
Sonra, unutamadım işte. Defalarca kaybedeceğim Nil'in anahtarlarını satın aldım. Sporda, kadınların evlerinde, dışarıda, unutuyordum sürekli... Ona da tutunamadım. En son kaybettiğimde; üzülmüştüm. Çünkü beni bu işaretle tanıştıran kadınla geçirdiğim son geceden; iki gün önce kaybetmiştim. Ha bir de, ona yıllarca taktığım yüzüğümü vermiştim.
Süre uzadı, süreçler uzadı. Bir gün, yakın bir arkadaşım geldi İstanbul'a. Bana bir kolye almak üzere yemin etmiş bir kadın. Yükselen burç, burç, burç yorumu gibi Posta gazetesi saçmalıklarına çok inanmam; ancak yükselen burcumu yansıttığımı söylemişti. Bir yandan da, akrebi benimsemiştim. Çünkü düştüğüm zaman, yani alevden bir çemberin içinde kaldığım zaman kendimi sokmuştum; defalarca. Bir akrep kolyesi... Çok beğenmiştim, dibim düşmüştü.
Ve bugün...
Biriyle tanıştım iki hafta kadar önce. Neresinden tutsan elinde kalacak yalandan bir ilişkiye başladık sanırım. O yüksek mertebede biri, benden büyük, çevresi bir yerlere gelmiş, maddi durumu sağlam bir kadın. Bense, ben. Yani yedi senedir okuyan, alkolik, hayata küsmüş, insanlara langır lungur konuşan; piç kurusunun teki... Tek keyfi bilgisayarının başında, bembeyaz ekrana bir şeyler karalamak olan, özleyen adam.
Özlediğimi anladı. Vazgeçemediğimi anladı. Her şeyi anladı. Zaten anlamaması gibi bir şey söz konusu değildi. O akrep yerine başka bir şeyi takmamı istemişti. Takmamıştım, çünkü elimde değildi. Uzaklara gitmiştim yine. Ne ben, onun bana aldığı kolyeyi takabildim; ne de o benim ona doldurduğum CDleri arabasında dinleyebildi.
Daha onurlu bir adam olup, ondan daha erken vazgeçebilmem gerekirdi. Ancak, deniyorsun işte. Defalarca deniyorsun. Bir çok kadın senden nefret ediyor; aslında tekrar birlikte olsan, yine kavga edeceğin, buhranlar içinde geçecek bir ilişkiye sahip olabileceğin "tek bir" kadın için.
Haklısınız, hep haklıydınız.
Gidiyorsunuz, teker teker.
Yolunuz açık olsun, bir gün gerçek bir "o" ile tanışacaksınız.
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 28
Bazı oyunlar, bazı şarkılar, bazı filmler o kadar vurucu oluyor ki benim için; onların ana karakterlerine bürünmek bir yana, onlardan başka bir şeyi izlemiyor, oynamıyor, dinlemiyorum bitseler de. Kısa ya da uzun soluklu olmaları fark etmez pek. Dishonored kısa soluklu bir oyundu, ancak "Honor for All"u hala dinliyorum, hatta onu tekrar tekrar dinleyerek yazıyorum bunu.
"Her dakika, her an, her gece, her rüya... Hayalleri paylaşmak kolay, rüyaları bilinçaltı vasıtasıyla sindirmek zordur. "
Tamamen dün gece sonuncusunu gördüğüm, aslında iki üç gecedir tesirinde kaldığım rüyalar sebebiyle söyledim bunu. Hoş, bunu ben değil de Freud söylese muhtemelen bir çoğunuzun Facebook paylaşımı olurdu.
Rüyam üç parçadan oluşuyordu. İlk parça basit kısımdı... Çözümlemesi zor ancak basit ve kısa.
"Lonely Island" grubundaki kısa boylu eleman, çocuk istismarından ötürü içeri alınıyordu. Davayı da kaybediyordu ve hapse mahkum kalıyordu. Hangi bilinçaltıyla kendisini hatırladım ve bu denli yermek istedim; bilemiyorum. Bu yüzden çözümlemesi zor.
İkinci parça biraz daha zordu.Ancak çözümlemesi kolaydı... Bir yeraltı kumarhanesindeyiz. Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım ve yine uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımın grubundaki davulcu eleman(bu rüyada baş rol oynayan iki insan birbirini hiç sevmezmiş, bunu da öğrendim tabii gün içinde) poker masasındalar. Bense yanımda biriyle beraber bira içiyorum kumarhanenin barında. Baş rol oyuncularına selam vermemek için yırtınsam da, uzun zamandır görüşmediğim arkadaşım kumar masasından kalkıyor; diğer eleman biraz yancı gibi. Suratımı eğip kapişonu kafama çekiyorum. Yanımdan geçerken "Selam Maho!" diyerek omzuma hafifçe dokunuyor. Samimi olmadığım davulcu elemansa gelip "Abi naber yahu, görünmüyorsun!" diyerek sarılıyor. Çözümlemesiyse şöyle kolaydı... Arkadaşım, yani Emrah'ın eski ev arkadaşı bana ve Emrah'a birer kupa hediye etmişti. Yazdıklarımızı beğendiği için... Bana Charles Bukowski kupası (şu an kalemlik olarak kullanıyorum), Emrah'a ise Kafka kupasıydı hediyesi. Kalemliğe bakmıştım dün, sanırım oradan aklımda kalmış.
Gelelim gördüğüm rüyaların üçüncü kısmına, yani hiç bitmesin istediğim kısma... Mersin'den Caner var, bir yıl boyunca size bahsettiğim, hakkında kafanızı açtığım eski sevgilim var. Beyoğlu'nda bir ev tutmuşuz. Veya şu an Mersin'de çalışan Caner'in evindeyiz. Bilmiyorum ama üçümüz bir evdeyiz. (Yakın zamanda Galata'da ev tuttu bir arkadaşım, sanırım o yüzden Beyoğlu) Onu görüyorum, (dün düşünmüştüm gerçekten, onu hala özlediğimi; vücudunu ve iri göğüslerini aklımdan çıkaramadığımı, uzun boylu imgesinin gözümden çıkmadığını fark etmiştim) gördüğüm her anda sarılmak istiyorum. Sarılıyoruz sürekli, eskisi gibiyiz, mutlu gibiyim. Hatta mutluyum, o kadar mutluyum ki asansörsüz apartmanın 4. katındaki evden aşağı iniyorum sırf hepimize bira almak için. Yolda bir sigara yakıyorum, sanırım onların sigara içtiğimi bilmesini istemiyorum. İstiklal'e çıkıyorum. Bir deli hemen arkamda duruyor. Sonra gidiyor... O giderken telefonumu cüzdanımı kontrol ediyorum, her şey yerli yerinde.(Dün bir deli arkamda durmuştu, bilinçaltıma yansıyan kısım bu sanırım) Sonra alışverişi yapıp eve doğru gidiyorum ancak elimde poşet bile yok. Sigarayı söndürüp yolda saçma sapan dans ederek giriyorum Beyoğlu'nun ara sokaklarına. Dört tane delikanlı var, apartmanın girişine yakın konuşlanmış... Kırmızı Tuborg içiyorlar ve tavrıma fitil oluyorlar. Onlara gülümseyerek ve önlerinde dans ederek geçerken ben apartmana; "Amına kodumun çocuğunu öldüreceğim!" diyor bir tanesi ve bir sustalının sesini duyuyorum. Dansı bırakıp hızlıca koşuyorum apartmana, kapıdan girdiğim gibi rahatlıyorum ama durmadan 4. kata çıkıyorum. 4. kata vardığımdaysa terk edilmiş bir eve vuran güneş ışığını görüyorum... Herkes gitmiş. Sanki anlatım biraz metaforik, ya da bilinçaltım. Kaçtığım için kaybetmişim hepsini. O manzarayı görerek uyandım. Tekrar yatağa girdim, defalarca. Bugün okula gitmem gerekiyordu, onu ektim. Yalan da olsa, bir kez daha görmek istedim o rüyayı; daha doğrusu onu ve gün boyu; bir rüya tarafından lanetlendim.
"Doğmayan çocuklar, mastürbatif bünyeler... Ama kadın, ama erkek; ama fiziksel, ama psikolojik mastürbasyon; ama bebek ölümü ama beyin ölümü... Ne fark eder? Cinayete mahkumuz... Yeni nesil olarak ya da eski; ne fark eder ki... Şimdi içkinden son yudumunu al ve yatağına git, katliamını milyonlar seviyesine çıkarmadan."
Dün gece karalamıştım. Neden karaladığımı sorsan bilemem. Mastürbasyondan ötürü aklıma gelmiş olabilir; veya Teoman'ın deyimiyle "doğmayacak çocuk"larımdan ötürü; bilmiyorum. Sanırım üzerinde konuşmam da fazlasıyla gereksiz.
NOT: Puhuu Dergi'ye yazdığımı söylemiştim. puhuudergi.com adresinden ulaşabilirsiniz yeni sayıya. Ahmak mertebesinde değilseniz, hangi yazıyı benim yazdığımı da bulursunuz. Veya bilmiyorum, çok da sallamıyorum ne dergiyi, ne de beni bulup bulamayacağınızı.
Öte yandan Radikal Blog'da "mdonuk" takma adını kullanan da benim. Şimdiye kadar karaladığım iki çöp için şu adrese alalım sizi: http://blog.radikal.com.tr/Blog/bilincsiz-yetiskin-ahiri
"Her dakika, her an, her gece, her rüya... Hayalleri paylaşmak kolay, rüyaları bilinçaltı vasıtasıyla sindirmek zordur. "
Tamamen dün gece sonuncusunu gördüğüm, aslında iki üç gecedir tesirinde kaldığım rüyalar sebebiyle söyledim bunu. Hoş, bunu ben değil de Freud söylese muhtemelen bir çoğunuzun Facebook paylaşımı olurdu.
Rüyam üç parçadan oluşuyordu. İlk parça basit kısımdı... Çözümlemesi zor ancak basit ve kısa.
"Lonely Island" grubundaki kısa boylu eleman, çocuk istismarından ötürü içeri alınıyordu. Davayı da kaybediyordu ve hapse mahkum kalıyordu. Hangi bilinçaltıyla kendisini hatırladım ve bu denli yermek istedim; bilemiyorum. Bu yüzden çözümlemesi zor.
İkinci parça biraz daha zordu.Ancak çözümlemesi kolaydı... Bir yeraltı kumarhanesindeyiz. Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım ve yine uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımın grubundaki davulcu eleman(bu rüyada baş rol oynayan iki insan birbirini hiç sevmezmiş, bunu da öğrendim tabii gün içinde) poker masasındalar. Bense yanımda biriyle beraber bira içiyorum kumarhanenin barında. Baş rol oyuncularına selam vermemek için yırtınsam da, uzun zamandır görüşmediğim arkadaşım kumar masasından kalkıyor; diğer eleman biraz yancı gibi. Suratımı eğip kapişonu kafama çekiyorum. Yanımdan geçerken "Selam Maho!" diyerek omzuma hafifçe dokunuyor. Samimi olmadığım davulcu elemansa gelip "Abi naber yahu, görünmüyorsun!" diyerek sarılıyor. Çözümlemesiyse şöyle kolaydı... Arkadaşım, yani Emrah'ın eski ev arkadaşı bana ve Emrah'a birer kupa hediye etmişti. Yazdıklarımızı beğendiği için... Bana Charles Bukowski kupası (şu an kalemlik olarak kullanıyorum), Emrah'a ise Kafka kupasıydı hediyesi. Kalemliğe bakmıştım dün, sanırım oradan aklımda kalmış.
Gelelim gördüğüm rüyaların üçüncü kısmına, yani hiç bitmesin istediğim kısma... Mersin'den Caner var, bir yıl boyunca size bahsettiğim, hakkında kafanızı açtığım eski sevgilim var. Beyoğlu'nda bir ev tutmuşuz. Veya şu an Mersin'de çalışan Caner'in evindeyiz. Bilmiyorum ama üçümüz bir evdeyiz. (Yakın zamanda Galata'da ev tuttu bir arkadaşım, sanırım o yüzden Beyoğlu) Onu görüyorum, (dün düşünmüştüm gerçekten, onu hala özlediğimi; vücudunu ve iri göğüslerini aklımdan çıkaramadığımı, uzun boylu imgesinin gözümden çıkmadığını fark etmiştim) gördüğüm her anda sarılmak istiyorum. Sarılıyoruz sürekli, eskisi gibiyiz, mutlu gibiyim. Hatta mutluyum, o kadar mutluyum ki asansörsüz apartmanın 4. katındaki evden aşağı iniyorum sırf hepimize bira almak için. Yolda bir sigara yakıyorum, sanırım onların sigara içtiğimi bilmesini istemiyorum. İstiklal'e çıkıyorum. Bir deli hemen arkamda duruyor. Sonra gidiyor... O giderken telefonumu cüzdanımı kontrol ediyorum, her şey yerli yerinde.(Dün bir deli arkamda durmuştu, bilinçaltıma yansıyan kısım bu sanırım) Sonra alışverişi yapıp eve doğru gidiyorum ancak elimde poşet bile yok. Sigarayı söndürüp yolda saçma sapan dans ederek giriyorum Beyoğlu'nun ara sokaklarına. Dört tane delikanlı var, apartmanın girişine yakın konuşlanmış... Kırmızı Tuborg içiyorlar ve tavrıma fitil oluyorlar. Onlara gülümseyerek ve önlerinde dans ederek geçerken ben apartmana; "Amına kodumun çocuğunu öldüreceğim!" diyor bir tanesi ve bir sustalının sesini duyuyorum. Dansı bırakıp hızlıca koşuyorum apartmana, kapıdan girdiğim gibi rahatlıyorum ama durmadan 4. kata çıkıyorum. 4. kata vardığımdaysa terk edilmiş bir eve vuran güneş ışığını görüyorum... Herkes gitmiş. Sanki anlatım biraz metaforik, ya da bilinçaltım. Kaçtığım için kaybetmişim hepsini. O manzarayı görerek uyandım. Tekrar yatağa girdim, defalarca. Bugün okula gitmem gerekiyordu, onu ektim. Yalan da olsa, bir kez daha görmek istedim o rüyayı; daha doğrusu onu ve gün boyu; bir rüya tarafından lanetlendim.
"Doğmayan çocuklar, mastürbatif bünyeler... Ama kadın, ama erkek; ama fiziksel, ama psikolojik mastürbasyon; ama bebek ölümü ama beyin ölümü... Ne fark eder? Cinayete mahkumuz... Yeni nesil olarak ya da eski; ne fark eder ki... Şimdi içkinden son yudumunu al ve yatağına git, katliamını milyonlar seviyesine çıkarmadan."
Dün gece karalamıştım. Neden karaladığımı sorsan bilemem. Mastürbasyondan ötürü aklıma gelmiş olabilir; veya Teoman'ın deyimiyle "doğmayacak çocuk"larımdan ötürü; bilmiyorum. Sanırım üzerinde konuşmam da fazlasıyla gereksiz.
NOT: Puhuu Dergi'ye yazdığımı söylemiştim. puhuudergi.com adresinden ulaşabilirsiniz yeni sayıya. Ahmak mertebesinde değilseniz, hangi yazıyı benim yazdığımı da bulursunuz. Veya bilmiyorum, çok da sallamıyorum ne dergiyi, ne de beni bulup bulamayacağınızı.
Öte yandan Radikal Blog'da "mdonuk" takma adını kullanan da benim. Şimdiye kadar karaladığım iki çöp için şu adrese alalım sizi: http://blog.radikal.com.tr/Blog/bilincsiz-yetiskin-ahiri
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)