Google+ boş mideye iki duble viski: 2013

28 Aralık 2013 Cumartesi

Düşkün değil, düşmüşün anıları 11



(Aşağıdaki yazı, Karga Mecmua tarafından reddedilmeyi bırak, kaale bile alınmamış yazılarımdan biridir. İki hafta önce gönderdim, hala ses seda yok. Ama siz buyrun, belki eğlenirsiniz.) 

“Çünkü benim duvarlarım çok kalın Melis, ben kötü bir adamım, benden uzak durmalısın.”
Şişkin egolarla doğmayız hiç birimiz.
Sadece çocukken diğerlerine göre biraz daha bencil ya da kıskanç oluruz. Ardından lise başlar. Özgüven eksikliği yaşayan ve bu yüzden içine kapanan çocuklar,  ya "psikopat" olur diğerlerinin gözünde, ya da "şamar oğlanı". Ama o çocuklar, küçük yaşta uzak durmaları gerektiğini fark ettikleri için, aslında benim çekeceğim sıkıntıların hiç birini çekmeyeceklerdir...(Dipnot: Günümüzde; Amerika'da 6. sınıf ile 10. sınıf arasında okuyan  her dört çocuktan biri, diğerleri tarafındankum torbasıolarak kullanılmaktadır.Amerika değiliz, fakat lise anılarından ve lise arkadaşlarından ötürü üniversiteyi farklı bir şehirde okumak için üniversite sınavı senesi geldiğinde canını dişine takan ve kötü anılarını geride bırakmak için gün sayan bir çok genç var ülkede. )
Üniversiteye kapağı attığımda, bir şeylerin değişeceğine inancım tamdı. (Hayatımız boyunca duyduğumuz en büyük yalanlar Bölüm 21: Üniversiteye bir kapağı at, ondan sonra rahatsın.)
Tabii ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Yurtta tanıştığım iki kafa açan Antakyalı arkadaşıma karşı mesafeyi koruyamamış ve onların neden kareli gömlek giydiklerinden, hazırlık sınıfındaki hangi kızlardan hoşlandıklarına kadar bilimum hikayeyi dinleyerek kendi kafamın içinde fillerin çiftleşmesine sebep olmuştum.
Ardından Yurtsever Cephe'den bir çocukla tanışmıştım. Davasını desteklemeyeceğimi söylediğim  halde bana attığı tiradları unutamam. Darlıyordu, boyuna. Çünkü becerememiştim, yine o her filme konu olan duvarları örememiştim etrafımda. En son, "Abi şimdi metal müzik, isyanın müziği değil midir? Türk bayrağını yeleklerine kazıyan faşistler ne yaptıklarının farkındalar mı ki?" dediğini duyduğumu hatırlıyorum.
Zamanla öğrendiğimi düşündüm. Her şeyi bildiğinizi ya da öğrendiğinizi sandığınız anlar olur hayatta... Genellikle bu anlar, minicik bir başarıyla yaşatırlar kendilerini; içinizde. Küçük bir başarı değil, küçük bir başarılar serisinden geçiyordum ve özgüvenim yükselmişti. Sonuçta okulumu yedi değil de, beş senede bitirebilecektim. Artık herkese samimi yaklaşmayacak, burnu biraz daha havada, daha mesafeli bir adam olacaktım.
Olamadım.
Yine herkesle bir anda samimi olan, Umut Sarıkaya'nın deyimiyle "Kızların en iyi arkadaşı Meriç" haline evrildim. Tek sıkıntı, etrafta "kız" yoktu. Ben herkesle konuşan ve iyi geçinen adamdım. İçimden gelmiyordu böyle bir yaratığa dönüşmek, ama seneler geçtikçe; alkollü olduğum gecelerin sayısı da artıyordu ve alkollüyken mutluydum. Alkollüyken taksiciyle Galatasaray’ın stadının yenileme çalışmasını bile konuşurdum, eve gelen ustaya sigara bile uzatırdım, şeker gibi bir adamdım.
Che Guevara'nın lafı beynimde çınlıyordu sürekli... (Hoş, Che Guevara'yı da karşılarına "setleri çekemediğim" çevremin Facebook paylaşımlarıyla görüyordum.)
"Hayatta hiç düşmanın yoksa, bir şeyler başaramamışsın demektir."
Düşmanım da olmuyordu, dostum da... Okulu bitirdiğim an; günlük hayatta ya da işe başladığım ofiste karşılaştığım insanlarla samimiyeti dozunda tutmaya yemin ettim. Kararlı olduğumu düşünüyordum bu sefer. Gündüzler kolay geçiyordu. Bakkalından, berberine, kendimi dizginliyordum. Kimseye "Abi senin iş de zor yaaa..." bağlaması çekmiyordum.
Stajlarımda yaptığım hataları yapmıyor, "Nasıl, üniversitede kız arkadaşlarınızla bir şeyler yapıyor musunuz?" sorularına denk gelmiyordum.
Hayat güzel gidiyordu, ta ki; kendimi alkollü ve dostane yapımla, yeni taşınan ev arkadaşımla tanıştığım an aynada gördüğüm saniyeye kadar...
Bu sefer duvarlarıma değil de, direkt olarak duvarların içindeki nüve çekirdeğe tecavüz ediliyordu.
-Sende durumlar nasıl, iyi s..iyor musun? [Teknikerlerden sık duyduğum sorular]
-Yalnız ben çok s..erim. Sorun olur mu senin için? [Onun duvarsız olduğunu fark ettiğim an]
-Dün gelen kız kimdi? Nerden tanıştın? [Nüve çekirdeğin değil, direkt benliğimin tecavüze uğradığını hissettiğim an]
-Bir gün ayarla beraber gidelim o dün gittiğin arkadaşına. [Tamam, burada hata benim. Nerede kaldığımı sorduğunda söylemiştim.]
Ne mahremime ayak basılmasını engelleyebiliyordum, ne de sıkı hatlarımı savunabiliyordum. Ne ara bu kadar samimi olmuştuk, hiç bilmiyordum. Tamam, tanıştığımız gün alkollüydüm ve biraz (yaklaşık yarım saat) muhabbet etmiştim onunla.Ancak yarım saat süren muhabbetin sonunda nasıl elimi verip kolumu kaptırdığımı kavrayamamıştım.
Bir gün, kıçına giydiği don dışında çırılçıplak halde, odama dalıverdi; kapıyı iki kere yalandan tıklattıktan hemen sonra: (Samimi bulmadığım insan tipleri Bölüm 36: Kapıyı tıklatır tıklatmaz odaya dalan insan modeli)
-Kanka ben çok bağırtıyorum da rahatsız oluyor musun? dedi.
Sorun yok, dedim. Çünkü ne bağırtı duyuyordum, ne de gürültü patırtı...
Aradan iki hafta geçmişti, ona "Kapıyı tıklattıktan sonra cevap vermemi bekle." dedikten ve "Kardeş racon koymaya ne gerek var?" temalı bir nutuğu uzun uzadıya -yaklaşık on beş dakika- dinledikten ve, "Sen sarhoş musun ahaha" gibi gereksiz ve sebepsiz geyiği duymamın ardından...
Bir anda kapıdan içeri kapıyı kırarcasına girip odamın en ücra köşesine çöktü, sıçar pozisyonda. Elinde tuttuğu telefonu kulağına götürmüştü, birini arıyordu. "Sevgilim aradı .... koyayım." diyordu.
Basit ya da kompleks yapımlarda tımarhane, beyaz renkli florasan lambaların bir yanıp bir söndüğü, suyun damladığı, nemli koğuşların olduğu yerlerdir. Yirmi beş yaşındayım, evimde ne florasan lamba var; ne de damlayan tavan...
Fakat bu tımarhaneyi, mahremime veya uzak durmaya çalıştığım on metrekarelik alana daha fazla tecavüz edilmemesi adına terk etmek zorundaydım. Bu yüzden varımı yoğumu ortaya koyup Kadıköy'de minicik, bodrumdan bozma bir ev tuttum.



Düşkün değil, düşmüşün anıları 10



(Aşağıdaki yazı, Karga Mecmua ve Koza Dergi tarafından reddedilmiş yazılarımdan biridir. Hadi iyi eğlenceler.)
2003'tü. Liselere giriş sınavının adı o dönem LGS idi. Sınav bitiminde, salondan sırıtarak çıkan tek tip olduğumu söylemişti babam. Bir iki ay sonunda, sırıtan da babam oldu. Onun öğretmenlik yaptığı liseye düşmüştüm. Sınav sonucumu duyduğumda ağlamıştım.
Zaten boktan geçen ergenlik dönemimin uzunca bir süre daha devam edeceğini, babamın çalıştığı okulda okuyacağımı öğrenmemle anlamıştım. O dönem, kendimi iyi hissetmem için tek sebebim; oturduğumuz apartmanın hemen yanında yaşayan Cansu'ydu.
Cansu ile yaşıttık. Renkli gözlü, 1.70 boylarında, güzel bir kızdı. Siteye yeni taşınmıştı. Herkes peşindeydi çünkü hormonlar, sadece vücudumuzu değil; beynimizi de kontrol ediyordu o dönem. Bir şekilde tanıştım onunla. Cansu, iyi aile kızıydı. Balkondan balkona yaptığımız konuşmaları annemin dinlemesine sebebiyet verecek kadar iyi aile kızıydı hatta. Ondan hoşlandığımı bile söyleyememiştim çünkü mesajlaşmalarımızdan birinde sarf ettiğim "canım" kelimesine bile vurgu yapmış ve bu samimiyete ulaşmadığımızı belirtmişti.
Ortaokulda "winner" kelimesinin hakkını veren çocukların hobileri arasında piyano çalmak, basketbol takımının kaptanlığını yapmak, liselilerle muhabbet etmek, kızlarla voleybol oynamak vardır. Kaybeden ya da "loser" kelimesinin hakkını veren çocuklar ise okuldan arta kalan zamanlarını içerek değerlendirirler. Tam bir loser olmamdan ötürü, her gece içerdim; arkadaşlarımla, yaz geceleri...
İçtiğimiz de bira ya, neyse.
Bir gece alkolün dozunu fazla kaçırmış olacağım ki, en fazla 100 metre uzağımda olacağını bildiğim halde, Cansu'yu aradım.
-Ne yapıyorsun?
-İyiyim Mahmut, sen nasılsın?
-İyi benden de.
-Ee?
-Hiç.
-Sen içtin mi? (Ses tonu yargılayıcıydı ve o yaşta içiyor olmamı anormal bulmuştu)
-Evet.
-Bir bak bakalım yaşıtlarından içen var mı? Aman neyse bana ne. İyi geceler.
-------------------------------------------
Sınav sonucumu öğrendikten sonra dövme yaptırmak için gittiğim dükkanda dilim düğümlenmişti. Cebimde param vardı, ancak sadece on altı yaşındaydım. Murphy kanunlarına göre dilediğiniz şeyleri yapmak için zamanınız varken, paranız olmaz. (Öğrencilik/bekarlık) Dilediğiniz şeyleri yapmak için paranız varken, zamanınız olmaz. (İş hayatı/Emeklilik)
Dövmecinin, yaşımı anlayıp kimlik soracağını düşündüğümden ötürü[Hoş, ilk dövmemi yaptırırken de aynı adamla karşı karşıyaydım, 17 yaşındaydım ve kimliğini göstermek istemeyen ancak dövme yaptırmak isteyen liseli çocukla dalga geçiyordum] "Piercing yaptırmak istiyorum." demiştim.
Nerene? diye sorduğunda geri dönüşü olmayan yola girdiğimi fark etmiştim. Sol kulağıma, endüstriyel ya da köprü adı verilen zamazingodan taktırmakla kalmamış, sol kaşımı da deldirmiştim.
Eve vardığımda birazcık sarhoştum. Adamın yaptığı piercing kulağımı rahatsız etmekle kalmamış,  kulağımın adeta kırmızı bir elf kulağına benzemesine sebep olmuştu. Görüntü çirkin olduğu kadar, can da yakıyordu.
Köprünün üst tarafındaki topu hafifçe gevşetmeye çalıştım. Bunu yapabileceğimi düşünecek kadar alkollüydüm herhalde. Topu döndürmemle mermerden hafif bir tıkırtı gelmesi bir oldu. Top çıkmıştı ve tuvaletin hemen yanındaki kilere kaçmıştı...
Annem, o tıkırtıya uyanmıştı. (Anne, ya da kadın içgüdüsü, adını sen koy.) Saçlarımla kapattığım piercing ve köprü gün be gün ortadaydı.
-Ne oldu?
-Bir şey yok ya.
Bir yandan yerde topu arıyordum. Kan damladı kulağımdan.
-Oğlum ne oldu?!
Annemin ses tonu sadece endişe değil, kızgınlık da içeriyordu.
Önce kulağımı, saçımı sıyırınca da kaşımdaki piercingi gördü. Deliye dönmüştü. Saat gecenin ikisi falandı...
-Kalk, uyan! dedi babama.
-Hah, ne olmuş?
-Mahmut yine piercing yaptırmış, bi yerini deldirmiş, kulağı kanıyor şu an.
-Eşşoğlueşşek, diyip geri yattı babam.
Annemin evhamı doruk noktasına ulaşmış olacak ki, bir anda üstünü değiştirdi, arabanın anahtarını aldı ve beş dakika içinde özel bir poliklinikte buldum kendimi.
Doktor, yeni uyanmıştı ve ağzı açlık-sigara kokuyordu. Pansuman yapıldıktan sonra, sabah erken saatlerde bir de kontrole gelmemi istemişti.
Eve gittiğimiz gibi kendimi yatağa attım. Annemin zorlamasıyla uyandırıldım. Babamla beraber, aynı polikliniğe gidiyorduk...
-Oğlum, ben piercinge falan karşı olan bir baba değilim.
-Sağol.
-Ama şimdi yarın bir gün üniversitede radikal bir grup sana bu piercing midir nedir, onu gördüğü için çatabilir.
-Bir şey olmaz.

-Peki, sen en iyisini bilirsin.
Kontrolden sonra eve geldik. Annem ve halam, kahvaltı masasında beni karşılarına oturttular. Halam; suratımı deldirmiş olduğumdan ötürü benimle konuşmuyordu, annem ise ağzını açtığı an, şunları söyledi.
-Bir bak bakayım etrafında böyle şeyler yaptıran var mı?
-----------------------------------------------------------------
Okulu bitirdiğim an soluğu bir dijital reklam ajansında almıştım. Yazmayı seviyordum ve metin yazarlığının doğru tercih olduğunu düşünüyordum.
Başladığım işte, gelirim çok yüksek değildi çünkü başlangıç seviyesindeydim. Herkes beni tebrik etmişti. Ailem, arkadaşlarım... İşe girdiğim için tebrik telefonları alıyordum.
Geçen bir buçuk iki aydan sonra, sadece yaşımla ilgili olduğunu düşündüğüm soruların aslında hayat tarzımla alakalı olduğunu anladım. Sorular, yeniden başlıyordu...
-Neden mesleğini yapmıyorsun? Etrafında senin bölümünden mezun olup da böyle şeylerle uğraşan kimse var mı? Yoktur tabii!
Anlatmaya çalışıyor, anlatamıyordum. Daha önceki tecrübelerimde karşıma aldığım insanlarla ortak paydayı bulamamış olmamı yaşıma bağlıyordum. Fakat bu sefer, kendimi iyi ifade ettiğim için girdiğim işte neden çalıştığımı insanlara ifade edemiyordum.
İşle beraber, yeni mezun erkeklerin sıklıkla karşılaştığı standart sorulara karşı da bir kaleci edasıyla baraj kurduruyordum.
-Eh, artık işe de girdin, ciddi bir ilişkin olur?
-Askere ne zaman gideceksin?
-Bir yüksek lisans yaparsın artık.
Üçü de, aklımda olmayan ve uzun bir süre de olmayacak şeylerdi. Barajı kurarken, yani soruları cevaplarken bir yerden sonra sesimi yükseltmeye başlıyordum. Sonunda da nedense serbest vuruş nizami olmasa da hakem golü veriyordu. Maç bitmişti, ben hala gol yiyordum...
Belli normların dışına çıktıkça, toplumun kafasında soru işareti bırakıyor olmanız muhtemeldir. Ancak toplumun ya da çevrenizdekilerin büyük çoğunluğunun zihinlerinde büyük, kalın ve kesinlikle Comic Sans MS fontuyla yazılmamış soru işaretleri bırakıyorsanız, sıkıntının sizde olduğunu düşünürsünüz. Bir noktadan sonra o soru işaretleri, sizin de beyninize yerleşir. Bu minik kemirgen figürler, zamanla yerini ünleme bırakır.
İşte o ünlem işareti büyüdükçe, etrafınızdakileri kaybetmeye başlarsınız. Peki ne uğruna? Normal tanımına girmemek uğruna. Sizce buna değer mi?
Ya da soruyu şöyle soralım; yalnızlığı göze alabilecek kadar yetebilir misiniz kendinize?


3 Aralık 2013 Salı

Düşkün değil, düşmüşün anıları 9

Hayatım boyunca öğrenemediğim tek bir şey vardı.
Sınır çizmek...
Kalın duvarları olan bir adam olarak doğmadım. Sık görüşmediğim ve görüşmek zorunda olmayacağım insanlara karşı sınırlarımı rahatlıkla çizebilmeyi; üniversitede zamanla öğrendim. Dangalaklara karşı kapalı kartlı oyun, sessizlik, gereksiz muhabbetten kaçınma gibi özellikleri kazanmam 20 yıl sürdü anlayacağınız.
Ama bir yerde koptu işte hep film.
O nokta da alkol oldu...
Nasıl mı? Örneklendireyim.
4 Levent'te ahırdan hallice bir eve taşınmıştım Eylül'de. Çünkü ev hazırdı. Ev arkadaşı arıyordu yakın bir arkadaşım. Ben de geçici olarak orada kalacağımı söylemiştim. Odadaki eşyalara kadar her şey fazlasıyla vardı. O kadar fazlasıyla vardı ki her şey, temizliğe kalkıştığım gün (temizlik değil, kabasını almak diyelim) 8 jumbo poşet çöp çıkmıştı evden.
Biz üç kişiydik. Ben, yakın arkadaşım, bir de benim taşınmamdan bir ay sonra, bir gece ansızın eşyalarını toplayıp arkasında yaklaşık 1000 lira fatura borcu ve dört koli ıslak çöp bırakan bir andaval...
Zaman içersinde kendi odamı adam ettim. Üçüncümüzün aniden evden ayrıldığı gün, kiraya zam gelmesi; kalemize giren gol olmuştu. Üçüncü bulalım dedik... Diyalog, ilanı vermemizin ertesi gününde gelen çocuğun evi görmesi ve beğenmesinin ardından şu şekilde gelişti.
-Of, var ya; evi görmeye gelebilir miyiz, diye soranlar oluyor. Hepsini lisenin en popüler kızı gibi reddetmek harika bir şey.
-Hadi bakalım.
Arkadaşımın kendini bir prom queen gibi hissettiği günün hemen ertesinde, eve 3. olarak gelecek arkadaşın da soğan erkekliğini kanıtlaması kalemizde gördüğümüz ikinci gol olmuştu. Maç bitmişti, biz hala gol yiyorduk.
"Abi ben eve çıkamayacağım. Kız arkadaşım ailemden ayrı yaşamamı istemiyor. Çok özür dilerim. Kusura bakmayın."
Bu sefer eve daha önce talip olan çocuklara, "Teklifin hala geçerli mi?" diyen ve üniversiteyi kazanamamış, McDonald's'ta kasiyer olarak çalışan ve obezite, şeker, kolesterol hastası 150 kiloluk sarışını oynuyordu arkadaşım.
Bir elemanla anlaştığını söyledi. Azeri bir çocuk,.. Çocuğun ismini söyledi, araştırdım. Hakikaten tanıyordum elemanı okuldan. Üçgen vücutlu, Crixus misali bir herifti. Tanışmamıştık daha önce.
Bir gece alkollü geldim eve. Elimde bir dürüm, keyfim yerinde, biralarım dolapta. Herifle tanıştık. Çok muhabbet etmek isteyeceğim bir tip değildi. Ama darlıyordu. Ben de sarhoştum, "Biraz yalnız kalabilir miyim?" diyemiyordum; arkadaşlık algım açıktı.
Ben bu algıyı kapatmadıkça, herifin diyaloğu beni daha da tiksindiriyordu.
-Kanka sen sikebiliyor musun iyi?
-Kanka haftada bir yeni kız sikebiliyor musun?
-Nerden düşürüyorsun?
-Ben çok sikerim, sorun olmayacağını söyledi diğer arkadaş.
Sanki üniversiteden bir öğrenciyle değil de, şantiyeden bir teknikerle konuşuyordum. Bir iki gün geçti. Çok da merak ediyordu, benim ne yaptığımı, ne ettiğimi... Kimleydin, kime gittin, siktin mi gibi sorular. Arada da kendi anlattığı hikayeler ve hikayeler. Sallıyor muydu, bilmiyorum. Aslına bakarsanız sanmıyorum da, telefonda küfrederek ev adresini tarif eden bir adamdı bu ve Türk kadınların çoğunluğunun dangalaklık katsayısı fazlaydı.
Fakat ne yaparsa yapsın, dalgasına bakamıyordu bir türlü ki aslında keyfinin benden kaynaklanmaması için elinde her sebep vardı. Odasından çıkmadığı ve benim kapımı çalmadığı anlar, odasında bir kadınla birlikte olduğunu tahmin edebiliyordum. Sonrasında ya duş almak için, ya da "Kanka ben çok bağırtarak sikiyorum, rahatsız etmiyorum değil mi?" (şimdiye kadar herhangi bir gürültü duymadım gerçi) demek için çıkıyordu.
Yavaş yavaş çizgileri çekmem gerekiyordu ama ya alkollü oluyor ve dostane yaklaşıyor, ya da alkolün etkisiyle ters bir şeyler söylüyordum.
Bir gün dayanamadım. Kapıyı tıklatıp cevabımı beklemeden içeri girdiği an, "Kapıyı tıklattıktan sonra benim cevabımı bekle." dedim. Atar yaptı. Hiddetlendi. Hoş, o da ayrı enteresandı. İçten içe kedi gibi bir insan gibi hiddetlenmişti adeta.
-Ben hassas adamım böyle soğuk konuşmaları sevmem. Sen istemezsen ben senin odana bile girmem kanka ama bu ayıp, dedi.
Garip bir adamdı, iyi kalpli, ama muhabbet etmekten yorulacağım cinsten. 
Sanırım üçümüz birlikte üçüncü ayımıza giriyoruz. Ben, bir Twitter fenomeni ve bir dövüşçü... Aslında kanımız uyuşsa süper üçlü falan olur, süper kahraman hikayesi bile yazabiliriz.
Bense dünyanın yeni bir süper üçlüye ihtiyacı olmadığını düşündüğüm için, çıkıyorum artık.
Yalnızken ne kadar rahat olduğumu hatırlıyorum, her gün, her dakika. Fulya'da kralken, 4 Levent'te köle olmayı herkes beceremez.

Unutmadan, evet, yine becerememiştim kalın setleri etrafıma örmeyi.
Kadıköy'de, yeni ve yalnız yaşayabileceğim ev arayışları içersindeyim. Ay ortasına kadar da kontratı patlatıp, dünyaya kocaman bir orta parmak çıkaracağım.
Dönüyorum artık, İstanbul'a. Geçici olmadığımı fark ederek, ruhen...

Ha bir de, "Madem ki döndüğüne inanıyorsun; ne yapıyorsun ki?" diye soracak olanlarınız varsa; 11 Aralık'ta Thales Rock'ın terasında çalıyorum, Roadhouse günlerinde olduğu gibi, Roadhouse Originals programıyla.
Beklerim. 

1 Aralık 2013 Pazar

Düşkün değil, düşmüşün anıları 8

Orijinal dillerinde, en sık duyduğum sıfat ve lakaplar.
Piç
Serseri
Ukala
Egoist
Sexaholic
Alkolik
Sarhoş
Göt
Bencil
Fallen angel
Grey
Bukowski
Çakma Bukowski
Teoman
Ergen
Kaybedenler kulübü
Don Draper (bu birazcık da meslek tabanlı ancak hoşuma gidenlerden sayılabilir)

Bu listeyi çok fazla düşünerek hazırlamadım. Belki de üzerime yapıştırdıkları etiketleri siklemediğim bir tabur insan vardır. Ancak birey olarak, ya çok iyi ya da çok kötü adlandırılıyor olmak da bir şeyleri doğru yaptığım anlamına geliyor. Beni sevebilirsin, bana saygı duyabilirsin, benden nefret edebilirsin ancak iki uç noktada gidip geliyorsan, keskin olduğum için mutlu olmamı sağlarsın. Kutuplu, düşünmeden hareket eden; içgüdüsel yaşayan fakat gerektiği zaman seni manipüle edebilecek kadar diplomatik biriyimdir belki de. En azından elimdeki veriler bana bunu gösterir.
Çünkü insanlar dengesiz. İnsanlar enteresan. Hatta insanlar, ne yazık ki; insan. Ne yazık ki kalıbını kullanıyor oluşumun sebebi zayıflıkları değil. Tam tersine, kuvvetli yönleri...

28 Kasım 2013 Perşembe

Kısa, hatta dipnot.

İki ay önceydi.
Daha önce tanışmamıştık, dedi.
Adımı söyledim.
Adını söyledi. Mala bağladım. Ne kendisi, ne görünümü, ne de karakteriydi...
Sadece isim. Bir isim niçin acı çektirir ki? Derinin içine bir matkapla işlediği için mi? Zayıf göğüs kafesinin iskeletini oluşturan kemiklerinin içine kocaman matkaplarla dalabildiği için mi?
Kaldı öyle işte.
El sıkışırken elimin titrediğini fark ettim, diz kapaklarım zonklarken gülümsedim. Tuvalete gittim, kusmaya çalıştım; midem 2. İnönü Savaşı gibiydi.
Kusamadım, yüzüme su çarpıp ofise döndüm. Zor günün ardından eve nasıl gelebildiğimi hatırlamıyordum.
Zamanında çok sık söylemiştim, "Her anti-kahramanın bir hikayesi vardır." Sıkıntı şuydu ki, ben ne kahraman; ne de anti kahramandım. Bir hikayem vardı; ancak karşımdaki kim olursa olsun, kutsaldı.
Gerçekten "adam" olduğunu düşündüğüm arkadaşlarımla, gerçekten kutsal olduğunu düşündüğüm bu koparılmış sikindirik sayfalarda paylaştığım bir hikayeydi.
Hikaye bitti, kitabın ön kapağı; önsöz sayfasını gördü çoktan. Ancak o kapak her açıldığında, derimin altına biraz daha girdi, biraz daha girdi ve yazmayı kesemedim işte.
Ben, yazdıklarıyla ailenizin "Uzak dur." diyeceği; hayatıyla ailenizin rol model benimseyeceği adamım. Ancak hala ağlayan palyaçoyu oynamak için bir sebebim var. Ailenizin bilmediği şey ise şu;
Bu, yalnız bir yolculuk.


18 Kasım 2013 Pazartesi

Düşkün değil, düşmüşün anıları 7

Medyaya bok atan insanların, sosyal medya hesaplarının birbirinin aynı olması çok enteresan değil mi?
Ya da varoş kadınlardan dem vuran dişi Twitter kullanıcılarının her cümlesinin "aq" ile bitmesi...
Veya İnciSözlük'ün ergen yuvası olduğunu iddia edenlerin her cümleye "beyler" diye başlaması...
Hatta sosyal ortamlarda Cem Yılmaz'ın şovunun küfürden ibaret olduğunu söyleyenlerin, dijital dünyada akla gelmeyecek küfürler kullanıyor ve bunun ekmeğini yemeye çalışıyor olmaları...

Bunları, İnciSözlük'ü, Cem Yılmaz'ı ya da herhangi bir şeyi aklamak için karalamıyorum. Fakat  kendinin fotoğrafını çekip; altına kırmızı bant yerleştirip üzerine beyaz Arial bold fontuyla "Gülmedim." "Boş ver:)" gibi mesajlar yazan tiplerin komik olduğu, şovuna katılan erkeklerin kalçalarını avuçlayarak ününe ün katan Hülya Avşar'ın otorite kabul edildiği, yazar sıfatını blogunu ve diğer hesaplarını kedi, ayakkabı, kupa fotoğraflarıyla dolduran sorsan fenomen, gerçekte yalnızlığın dibini yaşayan kadınların aldığı boktan bir coğrafyada yaşamıyor muyuz?
Pekala, coğrafyadan uzaklaşalım.
Apple bilgisayarlar ile sadece üç beş sampleın birleştirilmesine müzik denilen, bir kadının kırbaçlanması da dahil bilimum tiksinç fanteziyi içeren; ataerkilliğin tavan yaptığı bir kitabın (Grinin Elli Tonu) feministler tarafından bile yılın en iyisi seçildiği, rezil mizah anlayışını esrarlı kafalarıyla birleştiren adamların filminin çok komik varsayıldığı (This Is The End) bir dünyada yaşıyor olmak, size neler hissettiriyor?
Sanat yok, savaş var.
Çünkü gerçek anlamda sanat yoksa, gerçek anlamda sanatçı da yoktur. Gerçek anlamıyla sanatçının olmadığı yerde, savaş çığırtkanlığı tüm sesleri bastırır.
Mizah yok, aptallık var.
Mizah, eleştireldir; en azından gerçek anlamda mizah, eleştiriyordur. Hiç olmadı kadın erkek ilişkilerinin monotonluğunu bile eleştirir ve bu bizi, düşünmeye iter. Güldürürken düşündürmeli gibi bir şart koşulmaz, çünkü zaten düşündürüyordur. Peki paintle yapılmış standart posterler sizi ne kadar düşündürür?
Umursamaz yaşamak güzeldir, elinizden geldiğince.
Etraftaki gelişmeleri görmezden geldiğinizi, nihilizmin doruklarını yaşadığınızı iddia ediyorsanız, her gün gazete haberlerini okuyamazsınız. Kendinizle çelişirsiniz ki zaten çelişiyorsunuz.
Çözüm var mı?
Alkol, geçici bir intihardır derler...
Alkol, kafaya sıkılan kurşunsa; blues dinlemek, bilekleri kesmektir.
Ölümle, intiharla ilgili aklınıza gelen her türlü kötü düşünceyi, aslında ölüm içgüdünüzü tetikleyen metaları tüketerek bastırmak ne güzeldir halbuki.
İyi geceler.

10 Kasım 2013 Pazar

Düşkün değil, düşmüşün anıları 6

Sadece haftaiçi çalışıyor ve sabahlardan nefret ediyorum. İşbaşında olmak benim için hayatın en keyifli anı. İşimi seviyorum, kimi zaman daha da yaratıcı işler yapabileceğim bir yerlere kapağı atabileceğimi düşünsem de. Ofisteyken küçük dünyaları yaratmışçasına büyüyen egom, ofisten eve döndüğüm her an yerini bu blogdaki halime bırakıyor.
Geçen seneyi düşünüyorum. Geçen sene bu zamanlar nerede olduğumu; eski ev arkadaşım, kardeşim, kuzenim, çocukluk arkadaşım, destekçim, her anımda dayanağım olan Mert'i düşünüyorum. Eski evimi, daha önce yaşadığım hayatı, Beşiktaş'ı, Turgut Abi'yi, geçen sene hayatımın acı-tatlı her kilometre taşını düşünüyorum. Kendimi öldüremediğim her gecenin sonunda avuç içlerime attığım bir yarayı, Meltem'e duyduğum özlemi, Meltem'in yerine koymaya çabaladığım herkesi, şişeler ile pizza kutularının; kadınlarla birlikte yanyana dizildiği o fare deliğini ve kızlarımla yaşadığım çarpık ilişkileri düşünüyorum. Kraldan, köleye nasıl bu kadar hızlı düştüğüm aklıma geliyor. Bu, aklıma bir şekilde geldiği an soluğu tekel büfesinde alıyor; elimde poşetlerle çıkıyorum.
Nefes almayı alkol almakla bu denli eşdeğer tutmamın sebebinin yakın geçmişe ya da eski sevgilime duyduğum özlemden çok daha öte olduğunu hissediyorum. Kendimi çözümlemeye çalışıyorum.
Kurmak üzere olduğum projeyi, yazmaya başladığım popüler dergiyi, her sabah yatağımdan kalkmama sebep olan işimi, ölüm güdüsünden beni uzaklaştıran her şeyi didiklerken, bir iki gazete küpürüne takılıyor kafam. Yaşadığım hayata birebir dik olan her şey... Anadolu'da 12 yaşındaki bir kızın tecavüzcülerinin serbest kalması, Gezi direnişi sırasında ekmek almaya giden orta okullu çocuğun terör örgütü mensubu ilan edilmesi, devlet erkanının vajinalarla kafayı bozmuş olması,  fişleniyor olmak...
Mart ayına kadar yapacaklarımın değişmeyeceğini fark ediyorum ki bunun için bilgisayar mühendisi olmaya gereksinimim olmadığının farkına varıyorum. Ancak burada devam etmek üzerine karar veremiyorum.
Hızlı yükselen bir kariyer, akılda projeler, belki İstanbul'un en güzel noktalarından birinde yaşanacak bir "Mad Men" hayatı... Ancak yine bu boktan çukurun içinde yaşanacak bir hayat. Yolda yürürken vermeyi bırak, aynı asansörde bile selam veremediğin insanlarla geçirilecek; kasıntı bir hayat. Diğer yandan; sabah okuduğun gazetelerde karşılaştığın boktan durumlar. Arkadaş çevreni bile değiştirmeyi düşünmeye başladığın bir dönem...
Diğer yanda, yapmak istemediğin ve hayatın boyunca yapmak istemeyeceğin mesleğe dönüş; ancak daha iyi şartlarda. Daha iyi bir konumda, daha iyi bir ırk ile...
İkilemler yıkar, yıkıyor.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Düşkün değil, düşmüşün anıları 5

-Sen her gün viski mi içiyorsun?
-Oldukça.
-Nasıl yani?
-Viski olmazsa da bira içiyorum yani.
-Her gün içiyor musun?
-Geçtiğimiz pazartesi içmemiştim mesela.

Uyuşturucuyla ilk haşır neşir oluşumdan (yani Uğur Dündar'ın standart programlarından birinde uyuşturucu üzerine bir "dosya" hazırlanışını ilk gördüğümden) beri, herkesin birer uyuşturucusu olduğuna inanmıştım.
Hobi gibi düşün. Seni uyuşturan, kaslarını gevşeten, gözlerini kısmanı sağlayan bir şey. Kimi için bu beyaz bir kimyasaldı, kimi için aşktı, kimi için futboldu, kimi içinse güçtü.
İnce olan tarafsa, insanlar uyuşturucularının farkında değillerdi. Patronundan aldığı "Aferin" sayesinde uyuşanlar, keşleri suçlarlardı; keşler ise o "Aferin"in peşinden köpek gibi koşan kariyeristleri... Holiganlar, kadınların sosyal medya üzerinden pompaladığı beğenilme kaygısını eleştirirdi; kadınlarsa"futbol, fado, fiesta"yı.
Ben mi? Geride duranlardan oldum hep.
Mutluluk için bir kaç gram kimyasala ihtiyacı olanlara da gülüp geçtim, mutlu olmak için yırtınanlara da. Amacım sabit olmadı hiçbir zaman, ya da mutluluk formülüm...
Ellerim cebimdeyken "Bunu böyle yap." demenin verdiği güç de benim uyuşturucumdu, yalnız oturduğum barlarda söylediğim bir iki duble viski de benim uyuşturucumdu. Zaten hayatta vazgeçemediğim tek şey alkol oldu.
Yıkılan hayatlar, feri silinen gözler gördüm. Alkol sebebiyle... Babamı, alkol sebebiyle kaybetsem ya da aile içi ters ilişkilere sebebiyet veren; aileleri yıkan, hayatımı ucuz bir TV dramasına dönüştürecek şeyin alkol olduğunu öğrensem de, mısır şurubundan; malttan; anasondan vazgeçebileceğimi sanmıyorum.
Bitikler, meteliğe kurşun atanlar gördüm. Uyuşturucu sebebiyle...
Bir kadınım vardı, ilk defa birinin gidişini değil; bitişini izlemiştim. Kokaindi, onu bitiren de.
Fakat hala "Woke Up This Morning" (Alabama3'nin, Sopranos için hazırladığı soundtrack) ya da Elle King'den "Playing For Keeps" dinlerken, etrafımda; güneş gözlüklerini güneş tepede olduğu için değil de, önceki gecenin hatıralarını silmek için kullanan insanlara bakıyorum. Biteceklerine şahit oluyorum, yitip gideceklerine; gün gün, saat saat, dakika dakika, saniye saniye...
İşte o an yaşadığım özgüven patlamasını hiç bir şeye değişemiyorum.
Çünkü, ben az önce dünyayı sırtımda taşıdığımı betimleyen gülümsemeyi giyindim; suratıma. İnanmayacaksın fakat gerçekten Atlas benim. Atlas olmaktan şikayet etmiyorum, senin lattenin kremalı olmasından şikayet ettiğin gibi... Dünyayı sırtımda taşımakla kalmıyor, küçük dünyaları da yaratıyorum. Her gün, her saat, her dakika.
Senin gibi bitmeyeceğim, bitirilemeyeceğim.
Çünkü ben, benim. Yapım; ya da doğam bu.
Bu yüzden sen, yanında oturan kadınla konuşamıyorsun. Bu yüzden sen, pazar günü sahilde ya da parkta yapacağın güzel bir yürüyüşle, "low key" takılıp; sendromlarından uzaklaşamıyorsun. Sen, sadece betonun üzerinde yaşıyor ve bundan şikayet ediyorsun. Stresle mücadele edemiyorsun, şikayet etmeyi seviyorsun.
Ama dedim ya, ben o stresten; senin yaşadığın kaostan besleniyorum. Sen dibe vurdukça, ben yükseliyorum. Yükselmeye de devam edeceğimi biliyorum. Kariyer hırslarım var ya da yok; fakat ben problem çıkaran değil, problem çözen olacağım.
Şimdi sakince yatağına gir, yarın işe giderken giyineceğin kıyafeti düşün ya da okulu bitirince hangi yüksek lisans programına kaydolarak iyi bir geleceğe sahip olacağını, maymun iştahınla. Bense, senin gibi dangalaklara; elimdeki ürünü nasıl satabileceğimi düşüneceğim ve emin ol; sen de herkes gibi emir almaktan, neyi nasıl yapacağının sana söylenmesinden keyif alıyorsun.
Benim kazanmamı sağlayan şey de bu ya, zaten...
Ağlayan palyaço değiliz her birimiz; ancak ağlayan palyaço olmak da zordur, bu yüzden ben; uyuşturucularımı seçtim ve kabullendim. Peki sen, neyi kabullenebildin?


30 Ekim 2013 Çarşamba

Dishonored Üzerine...

Elder Scrolls: Oblivion ve Skyrim'i çok sevmiştim. Hikayesi olan oyunlar her zaman ilgimi çekti çünkü. Senaryo güzel olsun, oynanabilirlik ve grafikler bir o kadar kötü olsun, yine sonunu heyecanla beklediğimden dayanamam ve oynarım.
İyi bir oyuncu olduğum söylenemez. "Gamer"lardan değilim daha doğrusu. Uzun zamandır oynadığım seriler vardır sadece, bir de uzun zamandır takip ettiğim oyun yapım şirketleri... Bethesda'dan çıkan Dishonored'ı duyduğumda, fikirden etkilenmesem de; farklı bir atmosferde geçiyor olmasından ve "intikam" parolasıyla çıkmasından çok etkilenmiştim.
İlk oyunu toplam bir ayda bitirdim. Çünkü hiç bitmesin istiyordum. Her gün azar azar oynuyordum. Corvo... Ülkesinin veba salgını çöken şehirlerini "yaktırmak" istemeyen bir kraliçenin koruması. Düşmansa kraliçenin parlamentosundaki isimler... Daud'un liderlik ettiği suikastçiler, kraliçeyi öldürür ve prensesi, parlamento üyelerine teslim eder. Suç, canlandırdığımız Corvo'nun üstüne kalır.
Corvo'ya, idamından bir gece önce bir amiral ve bir diplomat yardım eli uzatır. Corvo, intikamını alır. Emily, yani prenses ise iktidar olamaz. Çünkü amiral ve diplomat, Emily'yi hapsedip; iktidar hırslarının peşinden giderken, Corvo'yu zehirlerler. Ancak Corvo'yu tüm görevlerine götüren kayıkçı (ki kayıkçıyı fazlasıyla Charon'a benzetmişler) zehri gereken orandan daha az vermiştir. Corvo, Emily'yi tahta çıkarır, ilk oyun biter.
Buraya kadar her şey standart ya da kafa karıştırıcı gelebilir. Ancak buradan sonrası, yani kraliçenin katilini oynadığımız ek paketler ise benim içselleştirdiğim oyunlar oldu.
İlk ek paket, yani ikinci oyun şöyle başlıyordu...
[Duyduklarımı direkt yazdım ve tercüme ettim.] 
" I've killed nobles before. Why should an empress be different? For six months, the city had changed. For six months, I've tried to forget what I did to the empress, and her little girl. Whatever doom was coming, I deserved it. But not yet..."

"Daha önce de soyluları öldürdüm. Neden bir imparatoriçe farklı olsundu? Altı ay boyunca, şehir değişti. Altı ay boyunca, imparatoriçeye ve küçük kızına yaptığımı unutmaya çalıştım. Hangi lanet bana biçildiyse, hak etmiştim. Ama henüz değil..."

Daud'un amacı intikam almak değil, kötü karmasını düzeltmektir kısaca. Bu amaçla yaptığı bir dizi suikastin sonunda, Daud'un ve  ekibinin saklandığı bölgeye bir dizi saldırı düzenlenir ancak saldırılar hep, ekibin en zayıf elemanları bölgedeyken gerçekleşir. Daud, bir köstebekten şüphelenmektedir. Son saldırının olduğu gün, Daud; bölgesinde kalacağını ekibi dahil kimseye söylemez ve saldırıyı kendi başına savuşturur. Yaşayan ve kanlı bir sorgudan geçen saldırganlar, ihanet eden kişinin ismini söylemezler. Bir anda, Daud ve Corvo ile aynı dövmeyi taşıyan, onların doğaüstü güçlerini kullanabilen birini görürüz sahnede. Kahkaha atan bir kadın... Daud'un en iyi öğrencisini, küçüklükten beri yetiştirdiği kadını gösteriyordur. İhanet eden odur. Son düello yapılır... 

Üçüncü oyun, daha doğrusu beni bu kadar derinden etkileyen ve yazmaya teşvik eden oyunda ise düşman; az önce bahsettiğim kahkaha atan kadın ve çetesidir. Üyeleri kadınlardan oluşan çeteyi çökertmek şart olmuştur. Kadın, bir cadıdır ve oyunun finalinde cadının amacını öğreniriz.
Üç oyunu size anlatmamın sebebi tam olarak bu işte. Kadının amacı ve kendimle daha fazla özdeşleştirdiğim Daud... Çünkü cadı, prenses Emily'nin aklına girip imparatorluğu yönetmek adına kara büyü kullanmaktaydı. Daud, hatta Daud değil; ben, cadının planını öğrendiğimde; onu durdurmak için elimden geleni yaptım. Onunla dünyada değil, sol elimdeki dövmeyi elde ettiğim yerde, bana güçlerimi kazandıran The Outsider'la tanıştığım yerde, bir paralel evrende çarpıştım. Kılıcımı önce karnına, sonra boğazına sapladım. Onu öldürdüğümde, The Outsider bana sesleniyordu...
"Herkes seni, kraliçenin katili olarak hatırlayacak. Kimse, prenses Emily'yi kara büyüden kurtaran adam olduğunu; kendinden birini, bir seçilmiş kişiyi alt edebilecek kadar büyük olduğunu bilmeyecek."



22 Ekim 2013 Salı

Düşkün değil, düşmüşün anıları 4

Biriyle beraberdim. Adı konulmayacak cinsten, aptal bir ilişkimiz vardı. Burayı okuyup, bana ulaşmıştı. Görüştüğümüz gece sevişmiştik. İyi bir yazar olduğumu söylerken gözlerini kısıyor, bu kadar muhabbet etmeyeceğimi tahmin ettiğini söylediğinde ise arkaya yaslanıp sigarasından bir nefes alıyordu. Bunu, görüştüğümüz gece defalarca tekrarlamıştı; aynı mimik ve jestler, aynı kelimelerle.
Tanışmamızın üzerinden bir süre geçmişti. Kavga, gürültü, inlemeler ile dolu bir süre... Bir pazar akşamı buluşmuştuk. Tavla oynadık, mağlup taraf; galibe dilediği kitabı alacaktı. Kazandım, bir kitapçıya girdik. Chuck Palahniuk'un Choke'unu gördüm, orijinal dilinde. Bunu alacaksın, dedim. Etiketine bile bakmadan "Tamam." dedi.
Aradan uzun zaman geçti, kitabı okuyamadım. Vaktim olmadı ya da önceliklerimin arasında o kitap hatta kitap okumak olamadı bir türlü. "Sana bir daha kitap almayacağım çünkü okumuyorsun." demişti bir anne gibi. Ayrıldık, daha doğrusu görüşmemeye başladık.
Yazın başladım kitaba, araya başka kitaplar girdi bu sefer; geçen hafta bitirebildiğimde orgazmik bir duygu yaşıyordum. Okuduğum en ağır İngilizce kitaplardan biri olmasının yanı sıra, sanki kitabı bitirince onu da bitirmiştim.
Ekşisözlük'e girip, kitabı hediye olarak birine vermek istediğimi yazdım. Bir kadın çıktı önce, muhtemelen yeni üniversiteli; liseyi bitirdiği yaz dövme yaptıran cins. Biraz konuştuk, dün buluşacaktık; "Geliyorum." dediğimde saat akşam yedi idi; cevap verdiğindeyse on. Akabinde salladım onu, tekrar ilan verdim.
Benim için hikayesi olan bir kitap, tabii ki hediyeyi hediye etmek yanlış anlaşılmaya çok müsait; her ne kadar Türkiye'de borcam takası üzerine bir kültür yerleşmiş olsa da. Fakat hafif olmam gerekiyor. Kitaplarımın hepsini Mersin'e gönderdim. Bir daha da bir kitaplık yapacağımı ya da kitap koleksiyonu yapacağımı sanmıyorum. Okuduklarıyla övünen adamlardan değil, yazdıklarıyla övünen adamlardan olmak istiyorumdur belki de, kim bilir...
Dileyen varsa, benim için hikayesi olan bu kitabı, e-mail adresim sağ tarafta yazıyor.
Okuyun, okudukça düşünün. Merak etmeyin, beyniniz kanamaz. 

20 Ekim 2013 Pazar

Düşkün değil, düşmüşün anıları 3

Bu sabah uyandığımda, Koç Üniversitesi'nin dibindeki sitelerden birinde değil de, bana bu denli uzak insanların arasında ne işim olduğunu düşünüyordum. Hepsi zengin çocuklarıydı, Koç Üniversitesi'nden. Dün gece ise hangi marketten, hangi ürünü nasıl çaldıklarını anlatarak bir sidik yarışına girmişlerdi. Diyaloğun seyri bu yönde ilerlerken; önce, aç olduğu için çalmak zorunda kalanları, o tiksinerek baktığınız dilencileri; yolda selpak satan çocukları düşündüm. Ardından Trainspotting'i izleyen herkesin bu hayat tarzına özeniyor olup olmadığına kafa yordum. Bir an eski sevgililerimden Petra geldi aklıma, MySpace'teki fotoğraflarından birinde esrar çekiyordu. Kalın kafalı, iri göğüslü, aptal orospu...
Onlar konuşurken, çözümlemeye çalışıyordum. Mevzu bahis filmleri on altı on yedi yaşında hatmeden bir misantroftum ancak hiçbir zaman herhangi bir "şey" çalmak gibi bir derdim olmamıştı. Zaten uyuşturucuyla da aram yoktur. Zihnimin açık kalması hoşuma gider. Beyin hücrelerimin katilininse alkol olmasını tercih ederim.
Ekşisözlük'teki yüzlerce hatta binlerce uyuşturucu ilintili girdiye bakın arada bir... Kokain kafasından bahseden, bonzaiyi öven, esrar101 dersi verenler... Eminim, hepsi internetin sansürlenmesine, fişlenmeye tepki için yürüdü benim gibi; ancak hiç biri çoluk çocuğun bile rahatlıkla erişebildiği bir platformda yaptıkları bu aptal paylaşım sebebiyle fişlenebileceğinin ya da gençlere kötü örnek olabileceğinin farkında değildi.
İçecek bir dal bile sigara bulamadığım için evde, üstümü giyinip çıktım.
Kendi evime vardığımda, arkama yaslanıp yapmam gereken rutin işleri hallettim. Dişlerini fırçala, internette kullandığın tüm şifreleri değiştir, bir iki sigara iç, duş al... Rahat pazar, bir o kadar da rahatsız.
Değişmeye çalışıyorum. Hatta değişmek için kendimi zorluyorum artık. Karakter değil de, hayat tarzı bakımından son altı ayda kaydettiğim ilerleme ortada. Örneğin dün geceyi (ki cumartesi gecesinden bahsediyoruz) sadece bir yirmilik rakı ve bir birayla geçirdim. Ofisten eve geldiğim zamanlarda artık en fazla dört bira içiyor ve uyuyakalıyorum ki o dört birayı içmem için de ciddi anlamda bir sebebe ihtiyacım oluyor. Özlem, keyiflendirici bir haber, sabah gördüğüm kötü bir rüya ya da hatırladığım -ölü ya da diri-, çevremdeki herhangi biri tetikleyici oluyor.



15 Ekim 2013 Salı

Vazgeçemediğim tek "mekan"

Dünyaya gözlerimi açtığımda buradaydım. Ailemin evi yandığında, buradaydım. (Babam, kundaktan beni kurtarandı derler) Yanan evimizin ardından babaannemin evinde geçirdiğim iki senelik sürgünde de buradaydım.
Uzatmak istesem, uzatırım da; gerek yok.
Yine gidiyorum ben, çünkü sekiz senedir burada değilim. Ailemin yaşadığı; her sene en az bir kez Türk bayrağı yakılan; mekanları haftaiçi blues, haftasonu Türkçe pop çalan; denizine dünya alemi hayran bırakan; beni büyüten kadını, lisedeki tek arkadaşımı gömdüğüm yeri bırakıp gidiyorum ki bu sefer, eminim.
Uzun zaman görüşmeyeceğiz.
İyi bak lan kendine Mersin. Nice herifler, nice kadınlar unuttu seni; ben unutmayacağım.

10 Ekim 2013 Perşembe

Düşkün değil, düşmüşün anıları 2

Dün geceden sonra, bugün daha da emin oldum. Deli kadınlar beni buluyor değil, deli kadınların bulunduğu yerlerde çok fazla bulunuyorum. Aşk ya da ilişki aradığım yok. Geceyi sonlandırabileceğim bir kadın arayışındayım, her gece ki önceki geceyi yalnız geçirmesem bile, sürekli arıyorum. Daha doğrusu aranıyorum.
Ağlamaya başladı... Neden ağladığı konusunda hiç bir fikrim yoktu. Bir kadının ağlaması, belki seneler önce beni duygulandırırdı. Mekandaki diğer kadınlara bakmaya başladım, çünkü gecenin sonunda bir şey olmayacağını baştan belirtmişti, kısa bir diyalog ile.
-Neden benimle buluştun?
-Sabah mutlu uyanırım diye.
-Öyle bir şey olamaz. Reglim.
-Sakso yapabilirsin belki?
-İlk randevuda yapmıyorum onu.
Zorlamadım, ama egosunu yerle bir ettim. Yurtdışında yaşadığı süre içersinde verdiği pornografik pozlardan girip, uyuşturucu bağımlılığından ve aptallığından dem vurdum. Onun gibi, yurtdışında yüksek lisans hayali kuran; onun yerinde olmak için yırtınan insanlardan bahsettim. Baba gibi öğüt vermiyordum, yüzüne karşı gerizekalının teki olduğunu söylüyordum.
Biseksüel bir kadındı, kısa boylu. Biseksüel olmadığını, sadece arayış içersinde olduğunu söyledim. Ağlamaya devam etti. Herkes bize bakıyordu, bense ne onu; ne de herkesin bize bakıyor oluşunu sikliyordum. Ama dayanamadım, neden ağladığını sordum.
"Çünkü benden etkilenmedin, beni hiç sevmedin."
Neden sevecektim ki? BeN zaten kimseyi sevmiyordum. Sevmeye çalıştığımda da ya onun gibi delilere, ya da kariyer hedefleri peşinde koşup giderken yabancılaşan, arkadaşlarına ya da karşı cinse vakit ayıramayan ve sürekli şikayet eden kadınlara rastlıyordum... Dolayısıyla birini insan olarak bile sevmek, yapıma aykırı hale getirmeye çalıştığım yegane şeydi.
Doğrulup, kendime gelmeye çalıştım çünkü bir diğer deliyle, bir diğer barda karşı karşıyaydım. Hesabı ödedik, soldan devam edip eve gitmek istedi. "Sağdan." dedim ve arkama bakmadan yürüdüm. Gelmedi, ağlaya ağlaya evine gitti; ben Turgut Abi'nin yolunu tutarken. Üç shot viskiyi üst üste çaktım, minibüs duraklarına yürümeye başladım.
Telefonum çaldı, "Üzgünüm, yapamazdım." gibi dram dolu aptal bir mesaj yazmış. Telefon açtım, "Senden bi sik olmaz. Bunu bilmen yeterli." dedim. Tekrar özür diledi. Bir daha görüşmeyeceğiz, diyip kapattım telefonu.
Telefonu kapatmamla, yere düşürmem bir oldu. Ellerim titriyordu yine. Son bir ay içinde yere düşürdüğüm sigaranın, sodanın, bira bardağının haddi hesabı yok. Bir de telefon eklendi buna, gider ayak.
Bugün yazarken, aklıma önce 90d göğüsleri, ardından da girdiğimiz bir diğer diyalog geldi.
-Bu kadar şeyi biliyorsun, ilişkilerin ve insanların tüm tepkilerini, reaksiyonlarını ezberlemişsin. Her şey sana oyun gibi geliyor.
-Konunun adı "Oyun" zaten.
-Evet de, mutlu musun?
-Mutluyum, çünkü birine aşık olmaya; birini deliler gibi sevmeye, uyuşturuculara, "Çok para lazım." dedirtecek şeylere ihtiyacım yok. Benim uyuşturucularım belli zaten; güç, kadınlar ve yazmak.
-Peki nasıl anlaşabiliyorsun insanlarla?
-Ağlayan palyaçoyu oynayarak. Onları eğlendirsem ya da etkilesem de, etkilenmiyorum.
En son ne zaman birinden etkilendiğimi düşündüm. Kısa süre önceydi. Harika bir kadındı ama 2. kategoridendi. Kariyer endişesine sahipti, zengin bir ailenin çocuğu olsa da. Gücü seviyordu, benim gibi...

7 Ekim 2013 Pazartesi

Düşkün değil, düşmüşün anıları 1

Uzun zamandır şöyle arkama yaslanıp yazamıyordum. Ya bir bar taburesinde karalıyordum, ya da arkadaşlarımın bilgisayarlarını kullanıyordum, onların evlerindeyken. Bu süreçte elime iki adet bilgisayar geçti. Biri, annemin 2003 yapımı laptopıydı ki ok tuşları bile çalışmıyordu. Çıldırttı beni, kaldırdım bir köşeye. İkincisiyse arada bir yatmasak, ablam diyeceğim bir kadındandı... Netbookunu kullanmadığını söyleyip kısa süreli de olsa işimi görmesi için bana verdi. O bambaşka bir facia zaten. Evdeki modeme bağlanamayan bir aletti. Onu da kaldırıp bir köşeye koydum.
Şirketten bilgisayar almak istemiyordum. Hem eve iş getiriyor olmaktan hoşlanmam, hem de daha ikinci haftanın sonunda "Bana laptop verin, toplantılara masaüstü bilgisayarımı götüremiyorum." diyemezdim. Hoş, toplantı bir kez geçti başımdan. Onda da herkes notebooklarında Outlook'u açmış, toplantı notu tutuyorken; ben annemin hesapta mezuniyet hediyesi cep telefonunu önüme açmış, Evernote üzerinden not tutuyordum. (Lafı geçmişken, Evernote kullanın, kullandırın. Memnun kalmazsanız yüzüme tükürebilirsiniz ki bu beni cinsel yönden tahrik etmiyor. Yüzünüze tükürmek bazen tahrik ediyor.) Velhasıl, toplantılarla ilgili ince bir not daha verelim... Geçen haftasonu, şu herkesin diline pelesenk Moleskin ya da Moleskine not defterlerine baktım, D&R'dan... Biraz daha eski kafa ya da retroyu benimsediğim için, deftere not tutmak daha mantıklı olabilir diye düşünmüştüm. Bu not defterlerine para veren bildiğin gavattır. Herhangi bir yerinde Moleskin ya da Moleskine diye logosu olsa hadi bir nebze, şovunu yapıyorsundur; üstün eli kendinde tutmaya çalışıyorsundur da, hiç bir özelliği yok bunun. Beğenmeyip çıktım zaten dükkandan da...
Teknolojik problemlere çare yine en sevdiğim arkadaşlarımdan biriydi. Özgür, al benim netbooku dedi.
-İyi de sen ne yapacaksın?
-Duruyor zaten evde böyle mal mal.
-Oğlum ben netbook sevmiyorum, bir boka yaramıyor.
-Yok, yani iki sene önce en iyi netbooktu bu. Ben de iyisinden alırsam, laptop gibi çalışır diye düşünmüştüm.
-Sonuç?
-Çalışmadı.
-Neyse, sağol. En azından klavyesi çalışıyor.
Hakikaten de canavar gibi çalışıyor alet. Sağolsun, onun sayesinde büyük bir eksikliğimi kısa süreliğine de olsa giderdim. İçmeyi, yazmayı, gidenlerin arkasından keyfe keder takılmayı, dibe vurmayı çok özlemişim. Hoş, dibe vurulacak bir pozisyonum da olmuyor özellikle haftaiçi. Ancak şu açtığım bir iki bira (evet, alkolü bayağı azalttım) ve yazdığım bir iki satır o kadar iyi geliyor ki; bu hissi anlatamam. Ya da anlatabilirim belki de... Orgazm sigarası, ama yalnız içilen orgazm sigarası. Kadın; tuvalette makyajını yeniliyor, genital bölgesini temizliyordur; hava hafif serindir, üzerinde sadece bir pike vardır, bir sigara yakar arkana yaslanırsın ya; işte onu hissediyorum, böyle yazarken.
Çok paslanmışım. Eskiden tarz ne olursa olsun; yardırırdım. Şimdi ne; anılarımdan oluşan İngilizce kitabım için, ne Zamparanın Seyir Defteri için, ne de Koza Dergi için (bilin bakalım geçen sayıda hangi yazıyı yazdım ben?) bir şeyler yazabiliyorum. Mal gibi ekrana kilitleniyorum, sayfalarca yazamıyorum.
Belki hala kendimi yeterince benimsemiyorumdur, bilemem. Yıllar önce "Erkekler inşa etsin, reklam ve pazarlamayı kadınlar halleder." demiştim. Bu lafı yediğim için içerliyorumdur belki. Bir yandan da, kendimi çok kaptırdım sanırım. Önceki ofisimde bir kalem bile bırakmamıştım çekmeceme; bugünse gittim diş fırçamı, deodorantımı, kulaklıklarımı bıraktım ofiste.

Geriye sarmak istedim bir defa... Annem, İstanbul'da rezil olan hava sebebiyle kışlıklarımı göndermişti. Onları birer birer evimdeki dolaba yerleştirirken, ağzımda bir sigara, elimde bir bira şişesiyle; topladığım veya kaldırdığım şeylerin kıyafetlerim değil, hayallerim olduğunu fark ettim. İçim cız etti. Tüm kadınlarımı düşündüm, tüm "Defol" ile biten cümleleri düşündüm, tüm tek başıma demlenişlerimi düşündüm. Canım yandı.
Bir kez daha sarmak istedim geriye... Her şey boka sürüklenmişken, bir anda karşıma çıkan efsanevi işi düşündüm. Girdiğim iki mülakatı, neden sıçıp sıvadığımı düşündüm. Neden işi alamamış olduğuma kafayı taktım biraz. Aynaya baktım. Beyaz saçlarımı gördüm.
Tutunmaya çalışıyoruz işte, hayata; bir şekilde. Şu halimle gidip bir dergide yazar olamayacağım belli, ki yazar olmak isteyeceğim dergilerde de üslup ya da içerikten dolayı editörlerle sürekli kapışacağım bariz iken; olabilecek en iyi şey gerçekleşti. Buruk bir şekilde olsa da, sırtım duvardaydı ve kaçacak yerim yoktu. Son bir kroşeyi de böyle çaktım işte...

1 Ekim 2013 Salı

Evsizin karaladığı bar peçetesi 8

Yaklaşık bir haftadır işsiz değilim. Aslına bakarsanız yaptığım iş veya girdiğim sektör, ruhumu sattığım anlamına da geliyor olabilir. Metin yazarıyım artık ben, her ne kadar “title”ımda “Social Media Specialist” yazıyor olsa da… Tiksiniyorum bu ünvandan. Eski kafa, Don Draper; Roger Dodger vb bir sıfata sahip olmayı yeğlediğim için herkese metin yazarı olduğumu söylüyorum. Aslında yazdığım metinler kısa kısa, aldatan sevgilinizin penis boyundan bile kısa. Sosyal medya işte… Ne beklediysem…
Ama keyif de alıyorum garip bir biçimde. Fikir üretmek, öğrenmek, kapmak, hoşuma gidiyor. Altımda çalışan biri yok, üstümde bir yöneticim var. Yanımdaysa bir tasarımcı… Boyuna metin yazıyorum alternatiflerle dolu. Müşteri ya da yönetici hangisini seçerse onu kullanıyoruz falan filan. Rahat, dişilerle dolu bir çalışma ortamım var. Her sabah, bu sene CNBCe’nin Mad Men teaserında dönen parçayı dinliyorum. (Parçanın ismini merak edenler için, bir ipucu: Ella King, sanatçının ismi.)
Bir masaüstü bilgisayar verdiler bana. Sanırım kullanıp sattığım masaüstü bilgisayarın özelliklerinden daha sağlam özelliklere sahip. Sabahtan akşama o bilgisayarın karşısında, metin yazıyorum işte. Kimi zaman yazdıklarım beğeniliyor, kimi zaman yöneticimden fırça yiyorum. Eminim ki, çalışmaya stajyer olarak başlasam daha mutlu olur ve hiç para kazanamazdım. Ancak, para da gerekiyor işte bir yerde. Çalışmanın karşılığını almaktan öte, kişisel hayatımda kullanabileceğim bir bilgisayarın olmaması, ödemem gereken borçlarım, yatağa alkolsüz girmek istemiyor oluşum; parayı önemli kılan üç etmen. Geri kalanını at çöpe… Biliyorsunuzdur, burayı uzun zamandır takip ediyorsanız. Ne bir spor araba, ne de Reina’da loca gibi hayallerim oldu. Bunlar, hayal gücümün ya da maddi durumumun ötesinde olmadı hiçbir zaman. Fakat Pazar kahvaltılarında sırtıma atacağım üç haneli fiyata sahip kazaktan; lack sehpadan, LED televizyondan ziyade, her gece içebileceğim kadar param olması yeter bana. Çok çok lükse girecek olursak da, bahçeli bir ev olurdu en büyük dileğim. Komşudan ve şehirden uzak, bir bahçeli ev ve bir köpek.
Belki onun da zamanı gelir, bilemeyiz. Ancak bilebildiğim tek bir şey var ki; ısınma turlarındayım. Kazanacağımı hissediyorum artık. Evsiz, işsiz, beş parasız bir adamdan; aklınıza gelmeyecek şirketlerin yöneticilerine ulaşan ve onları etkilemeye başaran bir adama doğru evrileceğim. Çömezlik dönemimde olduğum için; yaklaşımım da gayet basit. Her dakika açık olan algım yok. Her an verdiğim hazır cevaplar yok. Sözümü sakınmamam yok. Çıldırmalarım yok. Çıldırtacak yaklaşımlar da yok neyse ki… Biraz daha geride tutuyorum kendimi ancak oyundan öğrendiğim şeyleri uygulamaya yavaş yavaş başlıyorum. Zaten sinmeye ne kadar tahammülüm olduğu da belli. Adım adım, tıpkı dışarıda tanışıp; reddedildikten sonra zehri içlerine saldığım kadınlarda olduğu gibi; adım adım…
Evsiz de değilim, işsiz de değilim. Meteliğe kurşun atma dönemlerini de yavaş yavaş atlatacağım; eminim. Yalnızlık baki kalacak büyük ihtimalle fakat, bu her sabah işe giderken hissettiğim hevesi engellemeyecek, ileride ciddi anlamda bir metin yazarı olacağım gerçeğini değiştiremeyecek, gittiğim her yerde; kadınlarla konuşmaya başladığım her sette insanların “Oha, nasıl yaptı lan?” demesini engelleyemeyecek.
Bitirelim. Günlüğe çevirdim zaten blogu…
“Can you feel the new day rising?”

Not: Canımı yakan kadınlar ile ilgili hikayeleri ayrıntılarıyla burada paylaşmaya devam edeceğim. Fakat duyurusunu yaptığım blog “Zamparanın Seyir Defteri” de taşındı. http://zamparaninseyirdefteri.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz. Kadınlar konusunda tecrübe ve tavsiye için wingim Oscar’ın twitter adresi: http://twitter.com/OscarBlackZSD benim sadece kadınlar üzerine tavsiyeler paylaştığım twitter adresim: http://twitter.com/mattdempseyzsd

12 Eylül 2013 Perşembe

Evsizin karaladığı bar peçetesi 7

Uyandığımda cüzdanıma baktım. Kuş kadar param kalmıştı. Ailemi arayacak kadar yüzsüz değildim ancak paraya hakikaten ihtiyacım vardı. Aile de kapıları kapattı kısa süreli. İdare etmem gerekiyordu. Sonra bir blues eseri açtım; "Blue and Lonesome" 
Little Walter söylerken içten sesiyle, buzdolabına baktım. Deliler gibi açtım ve soğuk suya ihtiyacım vardı önceki geceden ötürü. Bir kutu bira ve dibi kalmış Jim Beam ile; gazı bitik; bir hafta önce aldığım 2.5 litrelik kolayı gördüm. Yiyecek namınaysa hiç bir şey yoktu. Önce dün gece sardığım kurumuş tütünü içtim. İki üç taneydi... Ardından yana yakıla evde tütün bazlı herhangi bir şeyler arayıp Sinan'ın zulasındaki ince puroları gördüm. Biranın yanında yaktım. Bira bitti, çıkmam gerekiyordu. Çıkmadım. Jim ile kolayı karıştırıp blues dinlemeye devam ettim. O iğrenç kokteyli içerken de, burada bir değil bir sürü yazıda bahsettiğim D'yi hatırladım.  (İlgili linkleri yazmayacağım.) 
Bir ay kadar önce siktiri çekmişti. İntikam almak için değil; uzun zamandır aklımda olduğu için yazmaya karar verdim. 
Geçirdiğimiz ilk gecenin sonunda mutluydum aslında. On sene boyunca beklediğin bir kadın sonuçta. Sana bacaklarını açıyor. Sen ne istediğin konusunda kararsızsın. O, ağzını kamışının etrafında gezdirdiğinde ne kadar kötü bir iş yapsa da; işin içinde duygular var. Duygular, seni her zaman düzmek isteyen duygular... 
Bitemiyorsun çünkü çok fazla içmişsin. Bitmek de umrunda değil. Ona sadece sarılmak ya da onun dudaklarına bir kere de olsa yapışabilmek arzundu. Gerçekleşti, sonunda. Ama nereden bilebilirdin ki sadece bir gece olacağını? 

Hayat tarzımı, fuck buddy ilişkilerini, takılmaları, "loser" olmamı falan eleştirmişti; her zaman. Hayatım boyunca ne hayat tarzımla ilgili, ne de sağlığım veya düşüncelerimle ilişkili eleştirileri siklemedim. O gece yaşanınca da bırak eleştirileri dikkate almayı; Sidney planını rafa kaldırmayı bile düşünmüştüm.
Süreç ilginç ilerliyordu. Bazen beni itiyordu... Yazdığımda cevap vermiyor, sallamıyordu. Bazense çat diye telefon açıp kendi iş ve kişisel hayatıyla ilgili duyduğumda pek de sikime takmayacağım -evet, takmadım da- ayrıntılar veriyordu. Bazen "Ne yaptın?" demek için arıyordu, bazen benimle bir parça paylaşıyordu.
Ama kötüydü. Bir şeyler eksikti.
Suçladım. Taşınmak üzere olan arkadaşına bu kadar yardım etmek istemesi ya da anası gelince benimle görüşemeyecek olması, beni çok da umursamadığını düşündürdü. Bir gece kafam dünya haldeyken, mesajlaşmaya başladık. Her şeyimi anlattım.
Kaybolduğu bir sene boyunca ne bok yediğimi, kendisini ne kadar istediğimi, onun için burada kalabilecek kadar manyak olduğumu, her şeyi anlattım. Cevabıysa çok basitti.
"Sen beni o liseli ergen heyecanınla istiyorsun. Aramızda bir şeyler geçerse bile bunun sebebi senin heyecanın olacak ve o heyecan bitince yine mutsuz olacağız."
"Mutsuz olalım?"
Siklemedi. Sonra yıllardır eleştirdiği hayatımla ilgili bir şeyi bir kereliğine de olsa benimsediğini gösterdi.
"O gece çok sarhoştum."
Bu, benim hayatımda vardı ancak bir kere olsun hiç bir kadına "Çok sarhoştum." dememiştim. Sikti attı dünyamı. Zaten o mesajı attığı geceden beri tepe taklak ilerliyorum. İstanbul'da ne bok yaptığımı bilmiyorum. Başvurduğum iş sayısı yüze ulaştı. İşsiz ve evsizim. Duygusal bir şeyler zaten yok. Cinsel bir şeyler konusunda da şanslı olamıyorum eskisi kadar... Ters-sert.

10 Eylül 2013 Salı

Duyuru, istek, rica, adını sen koy, bok oldum.

Bilmeyenler için özet geçelim.
Okul uzadı.
İş dünyasına girmek isteyip iki mülakatını geçtiğim ve deliler gibi istediğim işi alamadım.
Hala yazar ya da editör, hiç olmadı çevirmen olabilmek için yanıp tutuşuyorum.
Nereden başlayabileceğim konusunda bir fikrim yok ancak belki sizlerin vardır. Bir iletişime geçin benimle.
( morningglorywine@hotmail.com )

Bok oldum.

8 Eylül 2013 Pazar

Evsizin karaladığı bar peçetesi 6

Basit başlamıştı aslında. Takılıyorduk orada burada. Kadınlarla tanışmaya çalışıyorduk. Daha önce bu işin kutsal kitabını okuyup denemiş olduğum için tanrıydım onların gözünde. Oynadım, tekrar tekrar... Biraz düştüm, kaldırdılar. Sıhhiye, diye bağırıyordum. Anında yardımıma geliyorlardı. Arkadaşlarımdı... Ama öyle koftiden "Bizim bi arkadaş" cinsi değil.
Sonra bir kadın çıkageldi geçmişten, bir kez yattık. Biz birlikte olurken aklımda sadece "Boşalamayacağım galiba." vardı. Kadınlarla vajinal birleşmenin dışında çok farklı şeyler denemiştim, geçmişte sevdiğim hatta doğru frekansta aşık olabileceğim kadın karşımdaydı. Ama o gece çok içmiştim, beceremiyordum. Giriyordum içine fakat içeri bir "iz" bırakamıyordum. O geceden aklımda kalan tek şey minik göğüsleri ve iri kalçalarıydı. Ha bir de, misyonerde içine girdiğimde "Bak, hissediyor musun?" diyerekten karnına dokunmamı sağlamıştı. Aslında 1.80'in üzerinde boyu vardı, benim karnına kadar ulaşıyor olmam benim değil; ailemin ya da genlerimin gurur kaynağıydı. Genler...
Gecenin sonunda boşalamadım bile. Çok içmiştim. Yuvarladığım anti depresanların etkisi de vardı. Yanına, anneannesinin yatağına uzandım. Heart Shaped Box'ı, alkol ve sigaranın sikerttiği boğazımdan çıkabildiği kadar söyledim, "Galiba sana aşık oluyorum." dedi.
Olmadı. Bir aya falan da kalmadı, salladı beni. Hoş, ironik kısım şuydu: "Senin yaşadıklarına ya da yaptıklarına ben uyum sağlayamam. Sen çok farklı kadınlarla yatmışsın." demişti bana ancak bana kapıyı göstermesinin sebebi de yaşam tarzıma evrilen hayatıydı.
"O gece bir şeyler yaşadık ama çok alkollüydüm."
Evet, hala alkollüsündür.
İlk şehidi orada verdim. Duygusal ve cinsel hayatımı bıraktım orada.
Bir süre sonra ikinci şehidi verdim. Okulum uzadı. Kalelerimin hepsi birer birer zaptediliyordu ve elimden gelen bir şey yoktu. Ardından bir iki iş görüşmesine gittim. Kimi pozitif baktı ve arayacağını söyledi, kimiyse "Ne işin var buralarda?" soslu "ağabey tavsiyesi"nde bulundu. Oradan da temiz bir gol yedim. O kadar temizdi ki, yan hakem ofsayt bayrağını kaldırmayı bırak, parmaklarını oynatmayı bile düşünmemişti. On beş dakika bile sürmemişti kimi görüşmeler...
İş, okul ya da onlara paralel olan "kariyer" kısmı o kadar çabuk sonlandı ki; ikinci paragrafı yazabiliyor olmam bile başlı başına bir mucize.
Skor sadece 2-0'ken bir gol daha duygusal cepheden, yani sol kanattan yedim. Hatta sol kanat değil; direkt sol açıktan. Bombeli, sağ iç ile vurulan bir şut... Ters kanatta oynayan oyuncuların son vuruşları her zaman iyidir. Temiz bırakmıştı. Hagi'nin şaşalı dönemlerinde vurduğu gibi, tertemiz, köşeye...
Üç olduktan sonra çıkarması da güçtü ama ben San Marino'ydum. Andorra'ydım. Asla bir Belçika, Romanya, Sırbistan olamayacaktım fakat üçüncü golden sonra, maçı çevirme ihtimalim de yoktu. Önce dizlerimin üzerine çöktüm yeşil çimlere... Ardından havaya baktım. Topu diktim, sinirle, Allah'ın olduğu yere.
Mal gibi baktım etrafıma. Hala bakıyorum, bir yerlerden bir şeyler çıkar diye. Birisi topu şişirir, pivot santrforum topu ya kafayla kaleye gönderir, ya da yalancı dokuz numaranın önüne bırakır ve golü bu sefer kendi ağlarımda değil; rakibin ağlarında görürüm diye bekliyorum. Eğ başını usul usul yürü... Gol olmaz belki, ama bırakmıyorsan, bir sebebi vardır.

Evsizin karaladığı bar peçetesi 5

Aynı olayı farklı ağızlardan bin beş yüz kez dinlemekten nefret ederim. Dolayısıyla size de işkence etmemek için kısa bir özet geçen wingim Oscar'ın yazdığı yazı şuradadır.
http://zamparaninseyirdefteri.blogspot.com/2013/09/5-kacma.html
Şimdiye kadar yüzlerce kadınla tanıştım. Tabii ki küçük bir kısmıyla yatabildim ya da iletişim bilgisi paylaşabildim. Ancak bu ikili biraz farklıydı.
Gamze'nin güzel olduğu belliydi. Burnunun estetikli olduğunu ilk gördüğüm an fark etmiştim. Sanem ise Londra'da uzun bir süre yaşamıştı ancak orada yeterince eğlenememiş veya burada göreceği ilgiyi görememiş olacak ki; tanıştığımızda tam bir yarrak delisi gibi davranıyordu.
Sanem'e davranmıştım çünkü beşinci kez falan bu iş için dışarı çıkıyorduk ve çirkin kadın genellikle daha "kolay" kadını oynar. Evet, Sanem tam tahmin ettiğim gibiydi. Rahat görünmeye çalışan kadındı. Çeşitli oyunlar, "the more is the merrier" (ne kadar insan o kadar iyi felsefesi) anahtar kelimeleri ve içilen bir dolu içki...
Velhasıl, iki kadınla tanışan iki alfanın ortama nasıl barzolar gelirse gelsin, orayı terk etmemesi ve oyununu ortama kabullendirmesi gerekir. Biz böyle yapmadık. Aslına bakarsanız neden böyle yapmadığımız da çok belliydi benim açımdan.
Oscar ile muhabbet eden Gamze gayet başarılı bir kadındı ve kafa yapısı bize çok yakındı. Sanem ise doğumgünü gazıyla hareket ettiğinden, masayı hıyar tarlasına dönüştürmeye, etrafındaki ucu likörlü lolipop sayısıyla (bu noktada ben lolipoptan ziyade elma şekeri oluyordum) orantılı ilgiyi "içinde" hissetmek istiyordu.
Hey, dürüst olun. Barda tanıştığınız ve o bardan bambaşka bir yere götürebildiğiniz iki kadından biri; ortama beş sapın girmesine sebep oluyorsa, modunuz düşer. Çünkü onlara yetememişsinizdir.
Oscar'ı yanıma çekip "Seninle bir şey konuşabilir miyiz?" dedim ve sorduğum ilk soru; "Telefonun, cüzdanın, sigara ve çakmağın yanında mı?" oldu. "Evet." dedi.
"Şimdi beni iyi dinle. Ciddi bir şey konuşuyor gibi yapıp ileriye doğru yürüyeceğiz ve ilk sokaktan sağa yürüyerek döneceğiz; ardından topukluyoruz. Dünya da sikimde değil açıkçası. Zaten ortam kılıç savaşına  dönmüş. Kendine içki ısmarlatıp kaçan orospuları oynuyoruz bugün." dedim. "Anlaşıldı." dedi ve çok kısa bir sürede Asmalımescit'ten Odakule'ye varmıştık.
Ertesi gün kadınlarla iletişime geçmeyi denedik. Sanem her ne kadar "Ne zaman görüşebiliriz?" temalı mesajlar atmaya devam etse de; Gamze bizi siklememeye kararlıydı. Herhangi bir mesajıma cevap alamıyordum, Oscar da alamıyordu.
Bir gece yine aynı boku yiyip yeni kadınlarla tanışmaya aynı mekana gittik. Karşılaştığımızda gülümseyip selamlaştık. Gamze hesabı kitlemiş olmamız üzerine laflar sokuyordu, ben de açıkçası "He, soktuk hesabı kaçtık." diyordum. Mekanda açılacak set olmadığından ötürü bastık gittik.
Bazen durum, düşündüğünüz ya da düşünebileceğinizden çok daha kötüdür. Bir sürü sokak, bir sürü bar gezdik ancak açılabilecek tek bir set dahi yoktu. Aynı yere geri döndüğümüzde Sanem bize selam verdi ilk. İngilizce bir iki kelime sıkıştırmak istersin araya, İngilizce bildiğini göstermek adına çünkü götünden kan çekilmiştir yıllarca... Fakat Sanem Tuncelili olmasıyla gurur duyan bir kadın olarak benimle küllüm İngilizce konuşuyordu.
-How should I call you? Because I have added you as "Neat Whiskey" to my contacts.
(Sana nasıl hitap etmeliyim? Çünkü rehberime seni Neat Whiskey olarak kaydetmiş(em)).
-Forget it. You can call me "daddy".
(Salla gitsin. Bana "babacığım" diyebilirsin.)
Bunu dediğim an, yanımızda bulunan iki iri yapılı atletik siyahi arkadaştan bir tanesi bana hafif bir omuz çakarak Sanem'in yanına geçti ve onun elini tuttu. Dayak yememize ramak kalmıştı adeta.
"Abi gidelim bak zencilere siktirecekler bizi." dedi Oscar. Haklıydı.
O gece daha ne tarz boklar yedik hatırlamıyorum açıkçası. Ancak ortak kanı belliydi: hesabı kitleyip kaçmış olmamız bu kadınlara koymuştu. Bir gece ansızın Gamze'yle konuşmaya başladım. "İyi yalnız bizi dövdürmediniz o gece." dedim.
Belli zamanlarda kontrolün karşınızdakinde olduğuna izin vermeniz gerekir. Bu sadece kadınlar ya da karşı cins ile alakalı bir durum değildir. Tek amacınız iplerin onun elinde olduğuna, onu inandırmaktır. Gamze'ye karşı bu yaklaşımı kullanmam, onun hoşuna gitmişti. (Bu yaklaşım, damsız girilemeyen mekanlarda badigardlara yapıldığında da işe yarar ayrıca.)
Ardından geçen beş on cümleden sonra, Gamze'yi sildim. Sanem'i de sildim. Çünkü maceralarımızı bir blogda topluyorduk ve birinden omuz yememe sebep olan kadın; uzun vadede o birinden başka şeyler yememe de sebebiyet olabilirdi.
Cümlelerinden bir tanesinde Gamze, bizi arkadan düzeceğini düşündüğümüz siyahi arkadaşların memleketlerine döneceğini söylediğinde; aslında oyun bitmişti. Gamze ve Sanem birer asosyaldi. Gece boyu dışarıda takılıp, yanlarına gelen -bizim gibi- saplardan bir iki tanesini seçiyor ve bu şekilde sosyalleşiyorlardı. O gün bana omzu çakıp Sanem'in elini tutan siyahi -veya sikerim siyahiyi, zenci işte amk- eleman da bu sosyalleşmenin meyvesiydi.
Keza Gamze, Sanem'in eski sevgilisinin arkadaşıydı ve tanışmaları bu şekilde olmuştu. Türkiye'deyiz. Emin olun, bu şekilde bir tanışma ve kaynaşma olduysa bunun sebebi pasif tarafın (Gamze) aktif tarafla (Sanem) vakit geçirdiğinde çok eğlendiğini düşünmesinden kaynaklanır.
Ben bu ikisini sildikten sonra çatır çatır anlattım. Biz bu şekilde yediğimiz boklar için bir blog oluşturduk, orada Oscar ile beraber yazıyoruz, dedim. Siz de amcaoğullarını kapıp gelirsiniz, ağzımıza yüzümüze sıçarsınız diye korkuyorum, bu yüzden sizi sildim, dedim. Dedim dedim de; blogun anasayfasının adresini vermeyi unutmadım.
Oscar yazdı işte, tepedeki yazıyı. Güzel de yazdı, güzel de ifade etti fakat sonuçta elimize geçen tombul taşşak oldu. İki apayrı kadının götünü kaldıran bir yazı yazdık; cumartesi üzerine sözleştik, kafasını aldık ve bu hikaye de burada bitti.
Zaten, sikeyim Sanem'i de Gamze'yi de... Size bir şey olmasın.