Uzun zamandır şöyle arkama yaslanıp yazamıyordum. Ya bir bar taburesinde karalıyordum, ya da arkadaşlarımın bilgisayarlarını kullanıyordum, onların evlerindeyken. Bu süreçte elime iki adet bilgisayar geçti. Biri, annemin 2003 yapımı laptopıydı ki ok tuşları bile çalışmıyordu. Çıldırttı beni, kaldırdım bir köşeye. İkincisiyse arada bir yatmasak, ablam diyeceğim bir kadındandı... Netbookunu kullanmadığını söyleyip kısa süreli de olsa işimi görmesi için bana verdi. O bambaşka bir facia zaten. Evdeki modeme bağlanamayan bir aletti. Onu da kaldırıp bir köşeye koydum.
Şirketten bilgisayar almak istemiyordum. Hem eve iş getiriyor olmaktan hoşlanmam, hem de daha ikinci haftanın sonunda "Bana laptop verin, toplantılara masaüstü bilgisayarımı götüremiyorum." diyemezdim. Hoş, toplantı bir kez geçti başımdan. Onda da herkes notebooklarında Outlook'u açmış, toplantı notu tutuyorken; ben annemin hesapta mezuniyet hediyesi cep telefonunu önüme açmış, Evernote üzerinden not tutuyordum. (Lafı geçmişken, Evernote kullanın, kullandırın. Memnun kalmazsanız yüzüme tükürebilirsiniz ki bu beni cinsel yönden tahrik etmiyor. Yüzünüze tükürmek bazen tahrik ediyor.) Velhasıl, toplantılarla ilgili ince bir not daha verelim... Geçen haftasonu, şu herkesin diline pelesenk Moleskin ya da Moleskine not defterlerine baktım, D&R'dan... Biraz daha eski kafa ya da retroyu benimsediğim için, deftere not tutmak daha mantıklı olabilir diye düşünmüştüm. Bu not defterlerine para veren bildiğin gavattır. Herhangi bir yerinde Moleskin ya da Moleskine diye logosu olsa hadi bir nebze, şovunu yapıyorsundur; üstün eli kendinde tutmaya çalışıyorsundur da, hiç bir özelliği yok bunun. Beğenmeyip çıktım zaten dükkandan da...
Teknolojik problemlere çare yine en sevdiğim arkadaşlarımdan biriydi. Özgür, al benim netbooku dedi.
-İyi de sen ne yapacaksın?
-Duruyor zaten evde böyle mal mal.
-Oğlum ben netbook sevmiyorum, bir boka yaramıyor.
-Yok, yani iki sene önce en iyi netbooktu bu. Ben de iyisinden alırsam, laptop gibi çalışır diye düşünmüştüm.
-Sonuç?
-Çalışmadı.
-Neyse, sağol. En azından klavyesi çalışıyor.
Hakikaten de canavar gibi çalışıyor alet. Sağolsun, onun sayesinde büyük bir eksikliğimi kısa süreliğine de olsa giderdim. İçmeyi, yazmayı, gidenlerin arkasından keyfe keder takılmayı, dibe vurmayı çok özlemişim. Hoş, dibe vurulacak bir pozisyonum da olmuyor özellikle haftaiçi. Ancak şu açtığım bir iki bira (evet, alkolü bayağı azalttım) ve yazdığım bir iki satır o kadar iyi geliyor ki; bu hissi anlatamam. Ya da anlatabilirim belki de... Orgazm sigarası, ama yalnız içilen orgazm sigarası. Kadın; tuvalette makyajını yeniliyor, genital bölgesini temizliyordur; hava hafif serindir, üzerinde sadece bir pike vardır, bir sigara yakar arkana yaslanırsın ya; işte onu hissediyorum, böyle yazarken.
Çok paslanmışım. Eskiden tarz ne olursa olsun; yardırırdım. Şimdi ne; anılarımdan oluşan İngilizce kitabım için, ne Zamparanın Seyir Defteri için, ne de Koza Dergi için (bilin bakalım geçen sayıda hangi yazıyı yazdım ben?) bir şeyler yazabiliyorum. Mal gibi ekrana kilitleniyorum, sayfalarca yazamıyorum.
Belki hala kendimi yeterince benimsemiyorumdur, bilemem. Yıllar önce "Erkekler inşa etsin, reklam ve pazarlamayı kadınlar halleder." demiştim. Bu lafı yediğim için içerliyorumdur belki. Bir yandan da, kendimi çok kaptırdım sanırım. Önceki ofisimde bir kalem bile bırakmamıştım çekmeceme; bugünse gittim diş fırçamı, deodorantımı, kulaklıklarımı bıraktım ofiste.
Geriye sarmak istedim bir defa... Annem, İstanbul'da rezil olan hava sebebiyle kışlıklarımı göndermişti. Onları birer birer evimdeki dolaba yerleştirirken, ağzımda bir sigara, elimde bir bira şişesiyle; topladığım veya kaldırdığım şeylerin kıyafetlerim değil, hayallerim olduğunu fark ettim. İçim cız etti. Tüm kadınlarımı düşündüm, tüm "Defol" ile biten cümleleri düşündüm, tüm tek başıma demlenişlerimi düşündüm. Canım yandı.
Bir kez daha sarmak istedim geriye... Her şey boka sürüklenmişken, bir anda karşıma çıkan efsanevi işi düşündüm. Girdiğim iki mülakatı, neden sıçıp sıvadığımı düşündüm. Neden işi alamamış olduğuma kafayı taktım biraz. Aynaya baktım. Beyaz saçlarımı gördüm.
Tutunmaya çalışıyoruz işte, hayata; bir şekilde. Şu halimle gidip bir
dergide yazar olamayacağım belli, ki yazar olmak isteyeceğim dergilerde
de üslup ya da içerikten dolayı editörlerle sürekli kapışacağım bariz
iken; olabilecek en iyi şey gerçekleşti. Buruk bir şekilde olsa da, sırtım duvardaydı ve kaçacak yerim yoktu. Son bir kroşeyi de böyle çaktım işte...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder