Google+ boş mideye iki duble viski: Ağustos 2012

24 Ağustos 2012 Cuma

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 39

Samimiyetsiz bulduğum çok durum, davranış, karakter var. Ancak bunlardan en fazla taktığım bir durum var ki "Solcuyum ben." diye basbas bağıran kadınlarla son zamanlarda çok sık tanışmış olmamdan ileri geliyor. Hoş, Türkiye'de artık çok belirgin bir "solculuk" da yok ya; hadi neyse...
Eylemlere katılan, sol yumruğunu sıkan, emekten bahseden ve Converse'leriyle masabaşında ülkeyi kurtaran o kadar fazla insan var ki... Aslında yargılayamıyorsun da, çünkü biliyorsun; bu bir gençlik hevesi. Öyle ya da böyle, bu yollardan herkes geçiyor sen geçmemiş olsan da.
İnsanların belli dönemleri var. Birinci dönemde, dünyayı sallamıyorsun ki bu senin ergenliğin oluyor. Etrafındakilerin ne düşündükleri, ülkende neler gerçekleştiği umrunda olmuyor. Sadece kendi küçük dünyan sana yetiyor. Kendi isyanın, kendi yumrukların, kendi hayatın...
Ardından bir adım atıyorsun. Bu sefer üniversitedesin, soruyorlar sana; nesin sen, solcu musun sağcı mısın. Ona göre arkadaş çevren şekillenirken, diyemiyorsun bazen: "Ben sadece dalga geçiyorum. Politikacıları sevmem, siyasileri de... Hepsinin canı cehenneme." Çünkü bunu dediğin zaman da adın anarşiste çıkıyor. "Hepiniz siktirin gidin başımdan, ben böyle iyiyim." diyemiyorsun çünkü! Kısacası, "yemiyor."
Bir süre daha geçiyor... Bu sefer arkadaşlarının evliliklerini görüyorsun, siyasi çerçevede aynı arkadaşlarının ev hayatına alışmalarının ardından sosyal medyayı sağ ya da sol, milliyetçi ya da komünist, ulusalcı ya da dinci şeklinde paylaşmalarla darladığını görüyorsun. Kimine küfrediyorsun, kimine helal olsun diyorsun.
Ama sen hep dışarıda kalıyorsun, hiç katılmıyorsun. Bu diyalogların hiç biri ilgini çekmiyor. Bu paylaşımların hiç birini beğenmiyorsun. Çünkü hiç birini umursamıyorsun. İçinden geçiriyorsun, insan dinini de siyasi görüşünü de kendi içinde yaşamalı diyorsun. Ancak bunu insanlara anlatamıyorsun. O rakı sofrasında yakın tarihi konuşsalar da, yeni yönetim biçimini tartışsalar da hiç bir şeyin değişmeyeceğini anlatamıyorsun. Zira; değişen hiç bir şey olmuyor. Ne senin hayatında, ne benim hayatımda. Belki biraya sigaraya bir iki zamla "Yeter ama..." diye sinire kesiyorsun. Fakat biliyorsun işte, kurtaramayacaksın hiç bir şeyi ve saygı duyduğun tek kesim; meydanlara çıkıp yürüyen, sesini sonuna kadar çıkartan kesim oluyor. Neden mi? Onlar senin yakınındakiler gibi tatlı su solcusu ya da tatlı su sağcısı değiller.
Sonra siktiret diyorsun, nasılsa kaçarım diyorsun. Neden mi? Çünkü o hikayenin baş kahramanı zaten sensin. Hikaye senin at gözlüklerin arasından yazılıyor...

Not: Bu yazının dipnotu olarak şunu belirtmezsem ölürüm. Bizim okulda bir rektör adayı vardı. Listede ikinci sırada olduğu halde, YÖK tarafından Cumhurbaşkanlığı'na birinci sırada gönderilmişti. Veya bürokrasisi nasılsa öyle işte... Ve öğretim görevlileri, personeli tarafından ikinci sıradan seçilen bu rektör, okulumuzun yeni rektörü olmuştu. Okulda günahıyla sevabıyla iş yaptı. Ardından gelen seçimde birinci sırada seçildi; ancak bu sefer atamada yine ikinci sıradaki bambaşka bir aday, rektör yapıldı.
Ve emin olun, eski rektör seçilirken Türkiye'yi kurtaran adamlar; aynı rektör düşerken de dünyayı kurtarıyorlardı, çay sigara eşliğinde. Neyin savunmasını yapıyorsunuz bana? Neyin derin devletini anlatıyorsunuz? İki yüzlü serserilersiniz hepiniz ve diğerlerinden farksızsınız. "Rektörün ayağını kaydıracaklar..." Kayacak o ayak eyvallah da, üç dört sene önce rektör olduğu zaman sövdüğün adamı şu anda savunuyorsun; rektör seçildiği teknikle rektörlükten indirildiği için...
"Hepiniz siktirin gidin başımdan, ben böyle iyiyim."

23 Ağustos 2012 Perşembe

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 38

Kusup kurtulsam olur mu? Olmuyor. Çünkü kustuktan sonra içmeye devam ettiğim de oldu, uykusuzluğa devam ettiğim de, titreyerek uyuduğum da... Ezeldendir alkole yatkın bir midem yok. Dolayısıyla son olmayacak bu, ilk olmayacağı gibi... Yazarken de böyleydi bu, sevişirken de, serserilik yaparken de, düzgün bir ilişkiye başlayıp kendimi kandırdığımda da, hiç bir şeyin sonu olmaz. Bu yüzden ilkler özeldir. Bizse kendimizi kandırırız hayattayken sonlandırdığımıza dair.
Kişisel bazda devam edersem nefret veya kinin de sonu gelmiyor bende galiba.
----------------------------------------------------
-Ne yaptın ne yaptın?!
(Duymamıştı, tekrarlayıp üstüne basa basa anlatmam için sormuyordu... Taksim'de metroya yürüyorduk basit bir akşam ertesinde)
-Ürolojiye gittim. Bir şikayetim olmadığını ancak ne olur ne olmaz diye test yaptırmak istediğimi söyledim. Adam da aval aval bana baktı... Bakteriyel olabilir mi dedim. O da "Bakteriyel olsa akıntın veya kaşıntın olur." şeklinde salakça bir sebeple geçiştirdi.
-Ee?
-Serum testi yapın o zaman dedim ben de. Kan testi yaptırdım yani Hepatit, HIV falan sorgulamak adına. Temiz çıktım.
-Hayırlısı be gülüm.
-Oğlum sanırım temiz çıkmasam kadınlarla birlikte olmaya devam ederdim. Korunmalı ya da korunmasız.
-Oha, neden?
-İnsanlardan nefret ediyorum?
-Ben kendimi misantrof sanırdım; sen daha fenaymışsın lan! Öldürecek misin hepsini?
-Bilmem. Geliyorlar bazen işte bazı bazı...

Alkolün gazıyla söylediğim bir çift laftı. Acaba alkol gerçekten bilinçaltımızı mı yansıtır; yoksa amacım o an arkadaşımı rahatsız etmek miydi; hatırlayamıyorum. Zaten biraz bira, biraz şarap önce değil; bayağı bir takım bira önceydi.
Ama düşünüyorum da, oraya giderken karşılaştığım dünyalar tatlısı mendilci bir kızın elini şişeye doldurduğu suyla yıkamasını, sırf tepkisini merak ettiğim için "Bu kadar para var üstümde"(Örneğin bir iki lira eksik) dediğim taksicinin "Canın sağolsun." cevabını aldığımda, yaşlandığı için oturarak namaz kılan; beyinsiz evlatları yüzünden kendi işini halletmeye çalışan ihtiyarları gördüğümde, ailemi veya arkadaşlarımı düşündüğümde (o küçücük çevreyi yani) insanların o kadar da kötü olmadığını; nefretin gereksizliğini sorguluyorum kendi içimde. Sonra diyorum ki; "İstisnalar kaideyi bozmaz."

Bir gün, bir soru gelmişti ve bayağı başarılıydı.
-Madem sevmiyorsun, neden o kadar aptal kadınla diyaloğa giriyorsun? Veya tanımadığın heriflerle barda otururken muhabbet ediyorsun? Sevmiyorsan neden barlara gidiyorsun, onları görmek için değil mi?
Cevaplamıştım...
-Erkekler bana içki ısmarlamak için, kadınlar ise peynirli whopperıma üflemek için varlar diye.
Muhtemelen benden beklediği cevap: "Her insandan öğreneceğin bir şeyler vardır." idi. Ancak o cevap gelmeyince sessizlik kapladı ortamı.
Özendiğim ve idol tuttuğum üç büyük yabancı yazardan biri(diğer ikisi Palahniuk ve Fante'dir) olan Bukowski'nin harika bir lafı var ki durumun özeti...
"İnsanlardan nefret etmiyorum. Sadece onlar etrafta değilken kendimi daha iyi hissediyorum."





19 Ağustos 2012 Pazar

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 37

Stereotyping...
Türkçeleştirmeye çalışsak, "tek tipleştirme" diyebiliriz belki. Herkesin gözünde bu, faşizan ya da ırkçı bir hareket. Türkiye'de kime, insanları tek tipleştiren bir adam olduğunu söylesen üstüne yürür. Ne faşistliğin kalır, ne ırkçılığın... Çünkü kimileri daha insancıl "eğlenir." Kimiyse benim gibi, dalga geçerek. Ancak sadece "kendinden olmayanla" değil, her şeyle.
Örneğin üniversite birinci sınıftayken okulumuzdaki Asyalılar'a "Teriyaki Boyz" derdik lakabı "Gattuso" olan arkadaşımla beraber. Siyahi öğrencilerin lakabıysa belliydi, "50 Cent" ya da "Jay Z". Sinirleniyorlardı muhtemelen, çünkü büyük sancılar çekerek buraya geliyorlardı ve amaçları okumaktı. Ama biz sadece eğleniyorduk. Biz kendimizle de dalga geçiyorduk. "Allah'ın Türkleri" diyerek başladığımız zilyon muhabbet vardı.
Türkiye'de ırkçılık olduğuna inanmıyorum şeklinde bir çıkış yapmayacağım tabii ki, ancak kendisiyle bu kadar dalga geçen başka bir millet olduğunu da sanmıyorum. "Bir Türk, bir Fransız, bir İngiliz" şeklinde başlayan fıkralar mı dersin; laz fıkraları mı dersin, Ege şivesiyle -Egeliler dahil- herkesin dalga geçmesi mi dersin... Örnekler gırla. E ama dedim ya başta da, amaç hep eğlenmekti; en azından bizim için.
Oturup düşündüğüm zaman, çok yakın Kürt dostlarım var. Ancak "Amına kodumun Kürtleri gibi arabayı güneşin altına mı park ettin lan yine!" dediğim zamanlar da var. Veya keza; kendi kimliğimden örnekle yola çıkarsak; "Türk gibi yine interneti bulduğun anda porno sitelere sardın di mi at kafası?" şeklinde çıkışlarım da oldu. Sadece benim değil, yakınımda tuttuğum herkesin böyle çıkışları var.
Kısaltarak geçmek gerekirse, sadece eğleniyoruz. Art niyet yok. En azından bende, çünkü ırkçı değilim, hepinizden aynı düzeyde nefret ediyorum ve tek istediğim bir iki muhabbet... Japon turistlerin boynuna taktığı fotoğraf makinesiyle, Almanlar'ın İstanbul'daki ucuz barlardan çıkmamasıyla, burada yaşayan Amerikalılar'ın para biriktirmek için yaşıyor olmaları sebebiyle her şeyin ucuzuna kaçmak istemeleri ve "varyemez amca"yı oynamalarıyla, siyahi futbolculara taktığımız "Eminönü'nün saatçisi" benzetmesiyle (veya Shabani Nonda'ya, gittiğimiz Galatasaray maçlarında aletinin boyutu üzerinden tüm taraftar olarak yaptığımız 'stereotyping' ile), Aleviler'in "boğma rakıcı" olmasıyla, Yahudiler'in paragözlüğüyle ve daha bir çok örnekle dalga geçtiğimiz kadar, kendimizle de dalga geçiyoruz işte. Peki biz kim miyiz? Ben ve benim gibi düşünenler. (Kaç kişi? Üç?)
Altı üstü eğleniyoruz, abartmanın alemi ne?
Ama dipnot olarak geçmek lazım, bu "Abartmanın alemi ne?" cümlesinin altında; Türkiye'de yaşanan gerçek "Irkçılığı" (Emre'yi hatırlatırım, Zokora'yı da...) gözardı etmek yok. Çünkü gayet kötü niyetle yapılan hareketler de var... Ayrıca kendimi veya benim gibi düşünenleri hiç bir şekilde bir basın mensubu, bir siyasi, bir politik veya bir medya maymunuyla; köşe yazarıyla aynı kefeye koymam. Neden mi? Çünkü bizim çıkarlarımız yok, davranışlarımız açıklamalarımız veya yaptığımız şakaların bize tek getirisi; bir iki kahkaha. Onlarda durum böyle değil. Ve bu yüzden de bazı şakalara üzülmenizi anlayışla karşılayabiliyoruz. Ancak siz de bizi anlayışla karşılayın bazen, olur mu? Sonuç olarak, etnik köken veya ırsi kimliğiniz üzerinden size seslenen biri, her daim art niyet taşımıyordur. Ulan Rooney'nin "Turkey" şakası bile sikimde olmadı benim be...

16 Ağustos 2012 Perşembe

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 36

Evet mutluyum ama hayat, bağımsız avrupa filmlerindeki gibi(misal: amelie) toz pembe değil. en azından kırmızı bir ferrariniz, sürekli aldattığınız bir sevgiliniz yoksa.
Mutluluğu bunlar getirmez. Bunlar sadece dünyada olan biteni unutmanızı, kendinizi düşünmenizi sağlar. "Ignorance is bliss." (ing. Umursamamak, kutsaldır - gerçi tam bir İngilizce karşılığını bulamayız ama neyse) Ancak aynı şekilde, televizyonu bile olmayan; gazete okumayan, interneti takip etmeyen, köy hayatı yaşayan bir taşralı emin olun hepinizden daha mutludur. Çünkü dünya onun için köyünden, kasabasından ibarettir. Burada aşağıladığınız köylüler,veya Amerika'da aşağılanan "Redneck" ya da "White Trash" diye adlandırılan güney eyaletlerinin çiftlik beyazları, veya Afrika'da kabile hayatı yaşayan ilkeller... Hepsi sizden daha mutlu ve hayat onlara da toz pembe, hayallerinizdekileri ellerinde tutmasalar bile.
Geçen yaz, alkolü kesmem gerekmişti Roaccutane'dan ötürü. Alkolü kesmişken hazır, sigarayı da bırakayım ulan dedim kendi kendime. Eh, tabi o zamanlar bir de sevgilim vardı. Hayat güllük gülistanlık, sevgili terk edince senaryo bir kez daha ters düz oldu. Tekrar sigaraya başladım, alkolle Roaccutane'ları yuvarlıyordum. Her "başarıyla çıktığım" karaciğer testinden sonra bir kez daha dinliyordum; Alice In Chains'ten Rooster'ı. Ancak bir yanım da kendimi o kadar inandırmıştı ki sigarayı tekrar bırakırsam mutlu mesut yaşayacağıma; iki gün bırakıyor; üçüncü gün tekrar içiyordum. Bir hafta bırakıyor, bir haftanın sonunda tekrar başlıyordum. Arkadaşlarım arasında makara konusu olmuştu benim sigarayı bırakmam. Hesapta sigarayı bırakınca spora tekrar ağırlık verecektim, eski sevgiliyi unutacaktım, alkolü daha az alacaktım... Saçma hayaller ve planlar.
Bugün spordan çıkarken, son bir haftayı ne kadar mutlu geçirdiğimi farkettim. Eski ben oluyordum. Ondan önceki ben. Ancak sigaraya da devam ediyordum. Alakası yoktu ve bunu yeni fark ediyordum. Mutluydum artık çünkü onu silebilmiştim. Üstesinden gelebilmiştim. Harika bir histi. Nasıl tanımlayabilirim; üniversitedeyken uzun süre evinize dönmezsiniz. Bir gece otobüsüyle varırsınız evinize. Ağzınız sigara dumanı ve otobüste ikram edilen iğrenç topkekten ötürü tiksinç bir hal almıştır. Açsınızdır, aç karna sigara üstüne sigara yakmışsınızdır her molada. Evinize dönersiniz, memleketinize... Kapıyı kendi anahtarınızla açarsınız o mesajı bir kez daha vermek için. "Burası hala benim evim." diyebilmek için. Anneniz boynunuza atlar, babanız size sarılır ve kahvaltı sofrasının güneşin altına hazırlanmış olduğunu görürsünüz. İşte o kahvaltı sofrasını fark etmek gibi bir şeydi üstesinden geldiğimi fark etmem. Sonra her eve dönüşümde kahvaltı bitince yaptığım gibi, çayın son yudumunu alıp yaktığım sigarayı yakıyordum adeta. Ağzımda Powerade tadı vardı, saat akşamın dokuzuydu ve yalnız başıma yürüyordum sokakta; ayağımda parmak arası terlik, üstüm terli... Ancak hissettiklerim birebir aynıydı. Kendimizi şartlamak yersizdir, "Mutlu olmak için şunu yapmalıyım" diye. Çünkü mutluluk bir anda geliverir, kapınıza. Tıpkı uzun zaman görüşmediğiniz arkadaşınızın altılı bira pakediyle kapınızı çalması gibi...

14 Ağustos 2012 Salı

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 35

Çok takipçim yok. Olmasa da olur zaten. Ancak burayı, veya Facebook'umu, veya Twitter hesabımı takip eden bu kadar insan arasında gerçekten değer verdiklerim de var. Aile, arkadaşlar, kadınlar(evet bazı kadınlara gerçekten büyük değer veriyorum böylece bana seksist damgası yapıştıramıyorsunuz) var, gerçekten sevdiğim bir düzine insanın içinde bulunanlar.
Yazdığım her yazıda, veya attığım her kısa iletide zaten ne olduğumu; neyle dalga geçtiğimi bir nebze belirtmeye çalıştım bu boka başladığımdan beri. Asosyal, seksomanyak(saksomanyak?), kadın delisi, yalnız, boş gibi bir çok sıfat aldım. Hak ediyorum da bir çoğunu. Umursamıyorum da sıfatları, tanımadıklarımdan gelenleri; veya yukarıda bahsettiğim çevrenin dışından gelenleri... Ancak o çevreden -üslup ve kimi zaman da içerik- yüzünden aldığım ağır(harbi ağır) eleştiriler bazen bitiriyor beni. Çöküyorum ve güvensiz hissediyorum.
Bunu okuyan herkese belirtmek istediğim tek bir şey var. Sadece eğleniyorum. Yani sizin dışarıda gece kulüplerinde, bilgisayar oyunlarında, sinemada veya standart arkadaş buluşmalarında yaptığınız şeyi yapıyorum. Benim hayatımda çok fazla etken yok. Benim hayatımda çok fazla insan yok. Benim hayatımda amaçsızca dışarı çıkmak yok. Benim hayatımda gece kulüplerinde onlarca haplanmış dangalağın arasında dans etmek yok. Benim hayatımda Machine gibi, 365 gibi mekanlar yok belirli olaylar dışında(belirli olay=doğum günü, hatır meselesi vs).
Böyle eğlenmemin kiminin kırılmasına sebebiyet vereceğini biliyorum ve yazdığım her yazının sorumluluğunu alıyorum. Ancak siz de bazı şeyleri anlamıyorsunuz. Basitliği veya şurada yazdığım üç beş kelimeyle eğlenebildiğimi, içimi dökebildiğimi veya hayatımda yaşadığım en iyi orgazmı her yazının son noktasında yaşadığımı, tuşları bile doğru düzgün çalışmayan; tutukluk yapan bir daktilonun başında geçirdiğim vaktin haddinin hesabının olmadığını ve her yazdığımı yayınlamadığımı, bu işten beklentilerimi uzun zaman önce sıfırladığımı, rol modeliniz olmadığımı, herhangi bir hareketin liderliğini üstlenecek karakter olmayacağımı, çevrenizin örnek olarak gösterdiği adam olmayacığımı, argo veya cinsellik içerikte olmadığı zaman bir şeylerin eksik kalacağını, gerek eleştirmenlerden(evet uzun zaman önce bir iki eleştirmen, editörle yazmak üzerine konuşmuştuk, yazdıklarımı paylaşmıştım) gerek yakın çevremden gelen "aslında küfür, argo, cinsel ifadeler kullanmasan bir yerlere gelebilirsin." tavsiyesine rağmen bir yerlere geleceksem de kendi 18+ üslubumla gelmek isteyeceğimi anlamıyorsunuz.
Hadi sıradan insanlar, beni tanımayanlar ve benim sallamadıklarım anlamazsa anlamasın da, neden siz?
Veya dediğiniz yoldan gidip geçmiş üzerine anılar paylaşarak, doksanlar ruhunu akla getirerek; efendi bir üslupla yazarak, değiştirerek; yazıların orijinallerindeki argo ifadelere bakarak kendimi çürütüp yüzlerce takipçim olmasına sevinebilir miydim? Veya her şeyi bıraktım; ben böyle yazsaydım; sizce eğlenebilir miydim?

İş?

-Şu sitelere gir kanka, junior; account executive; marka yöneticisi gibi ne bulursan başvur a.... k.... "İlgili bölümlerden mezun" mu yazıyor, başvur; işletme mi okuyacağız lan? İngilizce'yi yeterince kullanabilen mi yazıyor, başvur! Zaten İngilizce konuşmuyorlar bile anca "Account Executive" telaffuzunu doğru yapabilmen  için İngilizce istiyorlar...
Aklıma yattı. Sonuçta reklam-sosyal medya sektöründe çalışan bir arkadaşımın tavsiyesiydi. Sanırım yaklaşık yirmi tane başvuru yaptım o gece. Marka yöneticisi, proje yöneticisi, direktör cart curt... Yardırıyorum.
Başvurular ise sabit, mail adresi varsa "copy-paste" aracılığıyla "İlanınızı ...'da gördüm. Özgeçmişim ektedir. İyi çalışmalar." Bir de özgeçmişimi Türkçe'ye çevirmemiştim, sordum arkadaşa "Gönder gönder İngilizce'sini gönder. Bunlar marjinal, hoşlarına gider..."
Ardından bazı linkler ise Linked.in üzerinden başvuru yapmaya elverişliydi. Onlara da başvurdum ve tevekküle yattım.
Tevekkül uykum yaklaşık bir hafta sürdü. Bugün tanışmak ve ilk mülakatı gerçekleştirmek üzere adını bile bilmediğim (hala bilmiyorum, zaten adını söyleyemiyorum bile) bir reklam ajansından çağırdılar. Öyle olur böyle olur diye düşünürken, kot, kırmızı tshirt giyip yola koyuldum. Sakal zaten en az iki haftalık.
İlk aşama: Güvenlik.
-Ya burada böyle adı .... ile başlayan bir şirket var. Reklam şirketi.
-.... bu mu?
-Hah evet o! Onunla iş görüşmem vardı.
-Buyrun.
-Telefon açmayacak mısınız?
-Yo hayır.
-Peki buyurayım da; daha adını bile söyleyemediğim şirket beni nasıl işe alacak acaba...

İkinci aşama: Toplantı odası.
Görüşeceğim kişileri beklerken, odayı inceliyordum. Kamera nerede, burada ses kayıt cihazı da vardır kesin, aa yangın alarmına bak ne şekilli diye düşünürken iki kadın geldi. Şaşırmıştım, çünkü mailleştiğim kişiyi Facebook'ta aratmıştım evden çıkmadan önce. Bulamayınca Twitter'ını bulmuştum.
Merhaba nasılsın faslından sonra (ki bu fasıl 20 saniye sürdü, basit adamım sonuçta);
-E siz Twitter'daki .... değilsiniz?
-Ha evet böyle saçma pozları olan değilim ben.
(Konuşmadığım kadın birazcık daha toplucaydı. Dolayısıyla Twitter'da gördüğüm profilin şişko bir sarışına ait olduğumu söylemenin bin bir yolunu aradım.)
-Hani profilinde 1907 yazan, sarışın bir kadın vardı o değilsiniz yani?
-Eheh, evet.
-Gerçi böyle söyleyince de hayal kırıklığına uğramışım gibi oldu. Yok yani sarışın olmanıza gerek yok zaten.
Pot bir... Gerçi hala utanmıyorum ya neyse...
-Ben başvuruyu yaptım da hangi sıfat için başvuru yaptığımı hatırlamıyorum.
-Marka yöneticisi...
-Heh, çok güzel, ne yapar marka yöneticisi?
Pot iki...
-Daha önce bir reklam ajansı deneyimin var mı?
-Vallahi ne yalan söyleyeyim yok. Ben zaten iş arıyordum, seksen çeşit firmaya başvurdum. Bir tek siz dönüş yaptınız ben de geldim.  Ama şimdi marka yöneticisi arıyorsanız siz zaten diplomalı falan birini arıyorsunuzdur. Beni niye çağırdınız ki?
-CV'ni çok ilginç bulduk.
-CV mi? Linked.in'den yapmıştım başvuruyu?
-İşte Linked.in profilini...
(Linked.in profilimde blog veya twitter adresim bile yazmıyor. Okulun AVM'sinde börek yerken çekilmiş bir fotoğrafım var, ağzımda pipet, gözümde güneş gözlüğü, saç baş karman çorman, üstümde deri ceket, elimde de açılmamış Pepsi... İlginç sanırım hakikaten)
-Peki bu işi yapabileceğini düşünüyor musun?
-Bilmem ki... Yani iş tanımım bile kafada flu biraz.
-Reklamcı olmak istiyor musun?
-Yani elektrik mühendisi olmak istemiyorum. İstanbul'a geldiğimden beri türlü türlü işe bulaştım. Gerçi bunu dediğim zaman da kafanızda bir "Arka Sokaklar" profili oluşmasın. Yani djlikten tutun, blog yazarlığına... Ah şu blog yazılarını zaten bir bastırabilsem çok güzel olacak...
-Ne hakkında yazıyorsun blogunu?
-Deneme diyelim. Yani genelde başımdan geçenleri yazıyorum da arada tespit de katıyorum falan.
-Seni sosyal medya kısmında düşünebiliriz aslında. Sen hiç mühendis olacak biri değilsin zaten.
-Evet, öğretmen çocuğuna benzemediğimi de söylemiştiniz. Bu arada blog linkimi CV'me veya Linked.in profilime yazmam.
-Neden?
-Fazla ağır bir dil kullanıyorum da edebi yönden değil. Argo...
-Olsun.
(O sırada aklımdan geçen ise tam olarak şuydu; "Olsun da her gün anam arıyor, şikayet ediyor yazdıklarımdan." Sonra aklıma "On beş kişiye saldırdım, vurdum vurdum saymadım" şeklinde sözleri olan şarkı geldi, gülme krizine girmemek için kendimi çok zor tuttum. Zaten rezil ve gayri resmi bir mülakat geçirmiştim.)
-Sosyal medya departmanında çalışmak ister misin?
-Olur, yani o da olur.
(Sosyal medya departmanından biri geldi, tanıştık. Onunla da konuştuk uzun uzun... Lakin zaten "esnek çalışma saatleri" lafını duyduğumda başlangıçta, soğumuştum, bir anda harika bir teklif gelmeyeceğinin de farkındaydım.)
-Peki, önünü göremiyorsun ancak sana bir soru sorayım. On sene sonra kendini nerede görüyorsun?
-Ya şu klişeyi bir kere olsun yapmayın ya...
-Yok cidden. Ne bileyim spor bir araba hayalin falan yok mu?
-Valla on sene sonra, kendimi (Halamın yanına, New Jersey'e yerleşmek istediğimi daha önce söylemiştim) Jersey sahilinde Malibu içerken görüyorum.
-Rahatsın yani.
-Her zaman...
Ardından benimle bir kez daha görüşmek istediklerini ancak başka biriyle görüşeceğimi, bu sefer biraz daha hazırlanarak gelmemi istediklerini söylediler. Ben de peki dedim, aldım voltamı çıktım.
Bana karşı gösterdikleri samimiyeti ve güler yüzlülüğü kötüye kullanmış olabilirim, ancak top; vurmaya çok müsaitti. Her pozisyonda...


13 Ağustos 2012 Pazartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 34

Konuşmak istediğim bir çok şey oldu hayatım boyunca. Ama erteledim hep. Yazarken ise böyle değildim. Zaten konuşurken söyleyemediklerimi yazarak içimden atıyor olmam bir yana, konuşurken yaptığım ertelemenin intikamını aldım her yazıda, her beyin kemirgeninde... Bu yüzden de bu seri her bölümü bir konu üzerine kurulmuş aptal bir drama dizisi olmadı. Ki olmasın...
Girizgahtan anladığınız üzere bu sefer de bir çok aptal konuya gireceğim, kitap okumaya üşendiği biçin bir sayfalık blog yazıları takip eden sizler de kendinizi okur yazar sanacaksınız.
İlk konu... Bir kitap okuduğumda veya film-dizi izlediğimde kendimden bir şeyler bulabildiğim bir karakter gördüğüm anda özdeşleşiyor ve etkisinde kalıyorum. O etkiyi genellikle üzerimden atamıyorum. Sanırım bu yüzden hayatım boyunca gördüğüm bir çok "şey"in kombinasyonu olabildim sadece ve özgün olamadım. Sizin rol modelleriniz vardı, babanız gibi, ağabeyiniz gibi, benimse anti kahramanlarım... Bu belki de hayatımda yaptığım en içten itiraf olacak lakin o kahramanlarla büyümekle kalmadım, hala aynı anti kahramanlar karakterimi şekillendiriyor. Ne yazık ki...
İki... Hayatında neyden asla kurtulamadın diye sorusa aklıma gelecek ilk cevap "anadolu çocuğu olmaktan..." Yani erkek kavramının içini doldurmaktan, maço kelimesinin karşılığı olmaktan. Trickster, yazar, dj, çapkın veya pick up artist... Her biri rol oynadı bende ancak değişmeyen tek bir durum vardı; "erkek" olmak. Geniş olduğum söylenebilir özellikle de sadece yattığım ve duygu beslemediğim kadınlar konusunda... Ancak belli başlı durumlarda ise tutamıyorum kendimi. Değer verdiğim bir kadının göz göre göre hata yaptığını, aldatıldığını ama "devam ettiğini" görünce mesela... "Ya ama öyle değil işte, yaşamadan bilemezsin..." Yaşamayayım, bilmeyeyim ancak hatalısın ve bu sabit. Seni korumak için elimden geleni yapıyorum sense sonunda ağlayacağını kestiremiyorsun. Belki de bu kavgalarım sebebiyle çok kadın arkadaşım yoktur, çoğu kadın arkadaşımla yatmamdan ziyade...
Üç... Ev arkadaşı arayışlarım sürüyor. Ancak en ideal adaya bile evet demek içimden gelmiyor. Hep yalnızdım. Ailemin yanında yaşarken bir an önce odama çekilirdim. Üniversite yurt hayatım bir çift kulaklıkla, ev hayatım ise odamda geçti hep. Yaklaşık üç aydır yalnız yaşıyorum ve  "ev" bazında hayatımın en güzel zamanları sanki bunlar. Kısacası, alıştım işte... Hem de fazlasıyla... Ancak ekonomik olarak başka bir çıkış yolum yok. Kendinize yetebildiğinizi fark ettiğinizde arkadaşlarınızla aşağıda top oynamak yerine vaktinizi evinizde bilgisayar başında geçirirsiniz ya; böyle bir durum işte...
2010'da başladığım, yaklaşık elli sayfa yazdığım ve bilgisayarımın sabit diskinin yanması sebebiyle bıraktığım bir roman vardı. Kurgu, toplam sayfa sayısı, karakterler gibi ayrıntılar aklımdaydı ancak keyfim kaçmıştı ve bırakmıştım. "Biri" sayesinde yeniden başlama kararı aldım, tamamen bambaşka bir konuda roman yazmaya. Bu sefer yedekleyerek yazarım... O  "biri" dediğim arkadaşa da buradan teşekkürler, yazmak konusunda dört günde tekrar şevklendirebildiği için beni...

m
14.08.2012

12 Ağustos 2012 Pazar

Mevsim rüzgarları değil, mevsim yağmurları güzel kılar bazı şeyleri

Tamam, bunun kiminle ilgili olduğunu yazmayacağım. Sadece daha önce okumuş olanlar bilsinler. Veya kimden bahsettiğimi linklerle de göstermeyeyim, her şey "on numara beş yıldız" olsun.
Sabah (yani öğleden sonra) serin ve tam uyumalık bir havaya uyanmıştım. Pencereden dışarı baktım ve o dilediğim fotoğraf çekiminin bugün yapılamayacağını anladım. Fotoğrafçıya göre, günışığı yeterliydi, çekim yapacağımız (çekimin hangi tarafında bulunacağımı tahmin ediyorsunuzdur) mekana güneşin vurmasına çok da gerek yoktu açıkçası.
Ancak günışığı bile yoktu işte, hava kapalıydı. Bir sigara yakıp bilgisayarın başına geçtiğimdeyse Twitter'dan salça olduğum onun bana cevap yazdığını görmüştüm.
-Onu açıklamayacağım, evet ancak "o" diye bahsettiğim kişi bir senelik kuyruk acım değil.-
Konuşmaya başladık, Twitter üzerinden.
Yağmuru duymuyordum biz konuşurken, adeta hissediyordum. Aşağı indim bir hışımla, yazacağı cevabı unutup veya sallayıp. Yağmurda yıkanmak değildi amacım. Apartman girişinde bulunan dürümcüye gittim, çay istiyordum; deliler gibi. Ancak çay yoktu. Bakınıyor ve adeta "aranıyordum". Elemanlar oturma pozisyonuna geçince, ayağımda parmakarası terlikler; üzerimdeyse sadece yatağa girerken kullandığım şort ve tank top ile bakkala yürüdüm. Yürürken aklımda olan melodi basitti... Murat Cemcir'in ses tonuyla "Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar, yıkasınlar..."
Bakkaldan aldığım sallama çayı dürümcüye götürdüm, çayları yudumlarken hala sarhoş gibiydim. İnsanlar bir şeyler anlatıyordu, ancak benim aklım bilgisayarımda kalmıştı; veya onun vereceği cevaplarda, konuşulacak diyaloglarda.
Yukarı yürüdüm çayı iki sigarayla "yedikten" sonra. Konuşuyorduk, konuşmaya devam ediyorduk ve biz konuştukça; ben pozitif hissediyor, ertelediğim bir numaralı işi yapmaya yöneliyordum. Bloga şimdiye kadar yazdığım her şeyi Word'e geçirecektim, her yazı için farklı bir isim, yazıldığı yıla göre dizilmiş yazılar... Bunu hayatım boyunca ertelemiştim.
O yazıyordu, ben yazıyordum; bir yandan da uğraşıyordum bu saçma işle. Önce mısır gevreğiyle sütü karıştırırsın, ardından kahve içersin ve o; yağmurlu bir pazar günü için kahvaltın olur. Ama her dakikası güzeldi, anılar, paylaşılacaklar... İyi ilerleme kaydetmiştim ki o kaydettiğim ilerlemede kaldım zaten. Bitiremedim.
Dedim ya, yağmurlu bir pazar günüydü ve ben bir yaz yağmurunda daha mutlu hissediyordum ekinler umrumda olmasa da...
Sonra Feyzi geldi, Süper Kupa maçını izlemek üzere. Ardından Celal aradı; evdeysen uğrayacağım diye. Biralar alındı ve futbolun fesinden anlamayan iki adam(biri hesapta Fenerbahçeli, diğeri ne olduğunu da bilmiyor) maçı izledim. Galatasaray kazandı ve bir kez daha mutlu oldum. Galibiyeti getiren penaltı golüyle (3-2) telefonuma bir mesaj geldi ki bunu bir tebrik mesajı sanıyordum. Ondandı. Aradaki 1000 kilometre sebebiyle mesajdan başka ihtimalimiz yoktu ve onun daha fazlasını en azından şu an için istemediğinin farkındaydım. Son mesajım havada kaldı, bilgisayar başına geçtim ve dedim ki bir kez daha... "Hayat güzel lan."

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 33

Şikayet etmek, sakız çiğnemekten bile daha kolay. Gerçekten... Bir laf duymuştum yakın zamanda "Dertler sik gibidir, en büyüğü benimki sanırsın." Komik, ancak gerçeklik payı da fazlasıyla var.
Çok fazla şikayet ediyorsun hayatından. Dertlerin var ancak dünyada daha büyük dert yok mu? Tabii ki var. Evine ekmek götüremeyen baba var, başlık parasıyla evlendirilen on dört yaşındaki kız var, şehit yakını olan var; var oğlu var...
Şimdi düz mantıkla, "En büyük derdiniz, yaşadığınız dert olsun be..." diyecek değilim. Tabii ki herkesin değer yargıları var, herkesin bireysel sıkıntıları var ve herkesin pireyi deve yapma durumları var.
Ancak her derdinde "şikayet eden" adam kadar nefret ettiğim bir şey yok dünyada. Gerçekten... Hatta bunu bir de Facebook'ta uzun uzun iletiler paylaşarak yapıyorlar ya, ayrı fitil oluyorum. Peki sen nesin diye soracaksın değil mi, ben başıma gelenleri yazıyorum; şikayet etmiyorum ve "eğip başımı usul usul yürüyorum." (Masumiyet, Haluk Bilginer)
Büyük bir şirkette çalışmaya başlar, beyaz yakalı olursun; stresten şikayet edersin. Küçük şirkette yüksek mevkiden çalışmaya başlarsın, şirketin kurumsal olmamasından şikayet edersin.
Araba alır, arabanın klimasının ve teybinin yokuş yukarı giderken birlikte çalışamamasından şikayet edersin.
Tatile gider, otelde Rus kız olmamasından şikayet edersin.
Yeni eve taşınır, evin saten boya olmamasından şikayet edersin.
İstediğin okulda yüksek lisansa başlar, yaptığın veya yapacağı belge işleri, getir götür başlangıçlarından şikayet edersin.
Erasmus'la yurtdışına gider, aileni göremediğinden şikayet edersin.
Yurtdışında çalışmaya başlar, yurtdışında Türk yemeği yiyemediğinden şikayet edersin.
Ağlarsın, her zaman, susmadan... Ve asla bilmezsin ki şikayet ettiklerin, aslında senin verdiğin kararın sonuçlarıdır. Dertlenirsin, ancak kendi kararların yüzünden dertlenirsin ve bu yüzden işte senin sikindirik birincil dünya dertlerine değil, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde gördüklerime, bir kadının içine giremeden daha on sekiz yaşında yaka paça doğuya gönderilen askerlere, unutulup gidilen, sokakta yaşayan anne babalara, sevdiği kadını, istenen başlık parasını denkleştirecek gücü veya diploma sahibi olmadığı  için öpemeyen adamlara üzülürüm ben.
Defolun gidin, cidden. İnsani yönüm fazlasıyla az zaten, o azıcık insancıl yanımı da sizin ağız kokunuzu, pişmanlıklarınızı ve boş dertlerinizi dinleyerek köreltmeyeyim.

10 Ağustos 2012 Cuma

Yeni, ama yeniden değil.

Kabul ediyorum, çok fazla "zirve" ve "dip" yaşadım bir senede, özellikle de duygusal yönden.
Kabul ediyorum, çok fazla "Tanrıcılık" oynadım, son 3 ayda, kurduğum bir internet radyosunun (http://roadhouse.caster.fm) gazına gelerek, çeşitli barlarda çalarak ve DJ olduğumu düşünerek.
Kabul ediyorum, çok fazla insanın hayatıma müdahale etmesine  müsaade ettim.
Kabul ediyorum, çok fazla insanı yoktan yere kırdım; yoktan yere çok fazlasına "Güle güle o zaman." dedim.
Kabul ediyorum, çok fazla sınırlarımı aştım.
Kabul ediyorum, çok fazla içtim.
Kabul ediyorum, çok fazla söz verdim. Ancak bunların hiç birini tutamadım.
Ancak kabul etmiyorum, bunların hiç biri beni bir günahkardan daha kötü olmama sebebiyet veremez. Mersin'den İstanbul'a dönerken hissettiğim iki duygu vardı; 1) Heyecan 2) Korku. Çünkü 2006'da sıfırdan İstanbul'a gelen kendimi görüyordum aynaya baktığımda.
O kadar çok şeyi geride bırakmıştım ki...
Aylar boyunca çaldığım ve yeni çevremi edindiğimi düşündüğüm barın artık adının bile anılması hoşuma gitmiyordu. Umrumda bile değildi ve orada tanıştığım herkesi, Facebook'ta ayrı bir listeye almıştım. Liste? Chattte beni online göremeyenler ve paylaşımlarını görmediğim insanlar listesi. Bir nevi "kara liste"... Orada yaşadığım, yakın bir arkadaşımla, aramızdaki bir kadın yüzünden geçen sert muhabbet, restleşmeyi geride bırakmıştım. Özür dilemeyi başlangıçta düşünmüştüm; ancak artık umrumda bile değildi, ne o kadın ve onunla ilgili hislerim, ne de arkadaşımla ilgili düşüncelerim.
O defteri kapatmam başlı başına bir devrimdi zaten. Ancak heyecan da hissediyordum çünkü o bardan başka bir yere gitmemiştim (çaldığım mekanlar dışında) aylar boyunca ve İstanbul'da neler oluyor, kadınlar güzel mi, dışarıda eğleniyorlar mı; bilmiyordum ve görecektim.
Aşağıdaki iki yazıda bahsettiğim kadını siliyordum geldiğim gün. Bir yıl boyunca acısını içimde, yükünüyse omuzlarımda hissettiğim kadını yok ediyordum bir gecede, verdiği "9 aydır birlikte olduğum sevgilim" öznesi-nesnesiyle beraber...
Ailemden uzaklaşıyordum dönerken, çünkü onlar yoğundu. Ablam, kuzenim, hepsinin bambaşka dertleri vardı ve yoldayken onları aramak aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Yattığım ve sevişmekten başka bir şey paylaşmadığım kadınları siliyordum. Çünkü her zaman daha iyisi vardı ve onları uzak tutmak en iyisi olacaktı.
Sadece yakın arkadaşlarım veya bir nevi çetem kalıyordu etrafımda. Ne kadar düşersem düşeyim, ne kadar dibi görürsem göreyim yanımda olanlar. İsim isim yazmam onları, zaten kendilerini çok da iyi biliyorlar çünkü onlar benim "ailem". Yere attığım her öpücükte, hemen tepemde bitiverip elini uzatan insanlar. Beni kaldıranlar...
Sadece onları etrafıma alıp, baştan başlayacaktım. Bir hafta oldu, döndüğümden beri. Zayıflamıştım, yaz boyu... Önce markete gittim, meyve sebze dahil, sağlam bir beslenme programına yetecek kadar depoladım buzdolabımı. Ardından spora geri döndüm. Öküz gibi çalışıyorum spor salonunda. Sigarayı henüz bırakamadım ancak o da yakındır.
Çünkü ben geri dönmüştüm ve her şey yeni başlıyordu. Kuyruk acısı yoktu, takılıp kaldığım; kitlendiğim bir mekan ve orada tanıştığım arkadaşlarım yoktu, geri dönmeyecektim çünkü oyun beni bekliyordu.
Amacım bu sefer hayatı yenmek değil, hayatı kendi küçük orospum yapmaktı... Ve bir hafta içinde yaşadıklarıma bakıyorum da, hayat benim küçük orospum olmayı zaten istiyor.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Kalemle, bir senede başa sarılan kaset...

Dün yazdığım blogdan(http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2012/08/olsun.html) sonra, dayanamayıp son bir mail attım. Alkol de girince bünyeye, insan ne halt edeceğini şaşırıyor özellikle de konu özlem ise. Cevap bile gelmeyeceğini adım gibi bildiğim halde; bir umut demiştim.
Gelen cevap ise beni şok etmişti. Şimdiye kadar attığım hiç bir mailde, yazdığım hiç bir yazıda onu zor durumda bırakacağımı veya üzeceğimi düşünmemiştim. Ancak attığım bu maili, sevgilisiyle beraber okuması işin rengini bir nebze değiştirdi. Pardon, dokuz aylık sevgilisiyle(hamile bazında değil, yani dokuz aydır birlikte olduğu erkek) otururken maile denk gelmesi işin rengini değiştirdi.
Bunları belirterek yazdığı cevapta bir de "Ben zayıfım diye bas bas bağıracaksan benden başka bir yol bul." dediğinde zaten ego sarsılır, yaşanan aydınlanmayla beraber. Neden miydi aydınlanma? "Ulan bitmiş gitmiş işte, uzun uzadıya sevgili bile yapmış, sen onun hayatında hiç bir şekilde yoksun, ve hiç bir şekilde olmayacaksın da; bunu anlayamadın bir sene boyunca. Ona körü körüne bağlandın ancak onun hayatı değişmişti işte. Yeni oyun başlamıştı, kartlar dağıtılmıştı ve senin elin, bir döper yapmaya bile yetmiyordu. Ama yürümüş işte o, bundan sonra yapacağın her şey, yiyeceğin her halt, ona daha fazla zarar verecek. Bırak peşini..."
Peşini bıraktığımı belirten bir şey yazmam şarttı, yediğim lafın altında kalmamam da şarttı tabii ki. Kısaca, zayıfım diye bas bas bağırmak için ondan başka bir yolum olmadığını; çünkü ondan başka zayıf noktam olmadığını, kendisinin bir sene boyunca geçen hayatının nasıl olduğunu bilmediğimi belirttim ve "elveda"dan ziyade, "eyvallah" diyerek kapattım. "Gönder"e bastığımda, sanki tekrar özgür olduğumu hissediyordum. Sözümü tutabileceğim sanırım bu sefer, ve hayata dönmeyi deneyeceğim. Çünkü artık o minicik şansımın, yüzde 0.1 ihtimalimin bile olmadığını biliyorum. Başkası varsa, hayatında çok çok önemli biri varsa ve bu durum uzun zamandır devam ediyorsa, o herifle ayrıldığında bile benim hiç bir şansım kalmaz ki yaptıklarımın hiç bir anlamı yoktur.
O mahur beste çalmasın artık, müjganla ben ağlaşarak nilüfer demeyeyim, bir ihtimal daha var diyerek hayallerin peşinden koşmayayım, akşam olunca hüzünlenmeyeyim, şimdi uzaklarda olduğunu düşünmeyeyim, kadınımı beklemeyeyim. "Bittiyse bitmiştir" arkadaşlarımın ilişkileri konusunda verdiğim en büyük nasihat oldu şimdiye kadar.
Başa sarıp, bu nasihatı artık kendi kafama kazımam lazım. Oyuna geri dönmem lazım ve İzmirli en paşa arkadaşımın yakıştırdığı, "Efe" sıfatına tekrar kavuşayım. Şimdi her şey baştan başlıyor.

3 Ağustos 2012 Cuma

Olsun

Bir süredir takıldığım ve sanırım sevgili kıvamına girdiğim bir kadın vardı. Eski postlarda ayrıntıları bulabilirsiniz muhtemelen. Ayrıntılar çok gerekli olmadığı için araştırmakla uğraşamadım.
Alkollü olduğum bir gece, ilk tepki doğuracak mesajı attım. "Benim hala mutsuz olduğumu, sadece senin yanında sakinleşebildiğimi ve Meltem'i unutamadığımı biliyorsun değil mi?" Cevapladı, mutlu olmamı istediğini söyleyerek... Şaşırdım, çünkü tam bir sene önce biten ve hala sızlayan bir ilişkinin sancısını çekmeme pozitif yaklaşmıştı ve mental olarak aldatıyor sayılırdım.
Açık kartlar her zaman kazandırmaz. Mutsuzluğumun veya güvensiz hissetmemin tek sebebi Meltem değildi elbette, büyük rol oynuyordu ruh halimde. Bir gün dayanamadım, o kadına; Meltem'i ve diğer sebepleri ayrıntılarıyla anlattım. Ayrıntılar derken, "ne zaman ayrıldınız?", "ne kadar süre çıktınız?" cinsi ayrıntılarla beraber, kendi kişisel yorumlarımı da... Eh, patlayacaktır bir yerde, çünkü patlaması gerekir. Patlamıştı da... O an cevap veremeyeceğim, ağır bir soru sordu:
"Geri dönmeyecek bir kadının ve zamanla unutacağın bir acının yüzünden, insanları kendinden uzaklaştırmaya ne kadar devam edeceksin?"
O an kilide girmemin en büyük sebebi, ayrılık çanlarının çalıyor olmasıydı. Hiç bir şey hissetmedim. "Kendine iyi bak." dediğindeyse düşünüyordum, haklı mıydı? Yoksa yalnızlığı fazla mı benimsemiş, karakterimin bir parçası haline getirmiştim... Veya bu denli açıksözlülük ve dürüstlük aslında zararlı mıydı... Sorular kafamı kurcalamaya başladığı anda anneme aşağı ineceğimi söyledim, "Çok sigara içiyorsun." cevabınaysa karşılık olarak "Sigaram bitti, hava sıcak, daralıyorum, daraldım." dedim, geçiştirdim. Bir bira alırsın, sitenin en ücra köşesine geçersin ve biradan bir yudum, sigaradan bir nefes alarak o şarkıyı dinlersin, "As Sure As The Sun" ki odaklanırsın o mısraya bir kez daha;
"You've taken away, much more than you gave."
Ben hep bu hapishanede mi kalacağım diye kara kara düşünürken, aptalladım bir anda. Son yudumu alırkense aklıma çarpılan basit bir gerçekti..."O" varken her şey güzeldi, evet; ancak onun yokluğunu veya onun özlemini de, bir sene boyunca birlikte olduğum herhangi bir kadına, bir sene boyunca yaşadığım iki -basit- ilişkiye de tercih ederdim. Bırak dağınık kalsından öte bir şey bu, birinin sende bıraktığı yarayı veya kuyruk acısını kabullenmek ve önünü görmek istememek. Dedim ya, yalnızlık benimsenmiş çoktan, onun dışında kimseyi de benimseyememem bundandır. Ya yalnızlık, ya da Meltem. Ya dağılıp gitmeye devam ederim duygusal yönden, ya da onunla tekrar birlikte olabilmek adına elimden geleni ardıma koymam, yine mailler atarım; üzülürüm, beklerim, tekrar başlamak için zorlarım onu, belki bir anda "Suç Duyurusu" lafları gelir ve o anda da kalbime gömerim.
Aylar önce hala blogumu okuduğunu iddia ediyordu, eğer okuyorsa da diyebileceğim sadece bir çift laf var "o"na. (Okumuyorsan da, kendi kendime zırvalarım, aylardır yaptığım gibi belki de.)
"Ne değiştim diyebilirim, ne duruldum. Ben hep seni özledim, sadece seni istedim ve sikindirik yerlerde, farklı farklı kadınlarla seni unutmayı denedim. Bir çok vücut, bir çok ağız, bir çok vajina geçti gitti hayatımdan; keza fazlasıyla bira, rakı, viski geçti gırtlağımdan; sigara dumanına tekrar boğuldum, ama ne yaptıysam hep anlamsız olduğunu düşündüm. Ta ki şimdiye kadar, çünkü o ağır soruyu soran kadına vereceğim cevap aslında bende değil, saçma ve beğenilmeyen bir Hollywood filminin, Sin City'nin 'Marv' karakterinin ağzından dökülmüştü zaten..."
 "Worth Dying For, Worth Killing For, Worth Going to Hell For"
Seni sadece düşünebilmek için önüme çıkan kadınları da, dünyaları da, ailemi de, arkadaşlarımı da uzaklaştırabilirim, ve uzaklaştırıyorum belki de... Çünkü mutsuzluğun sebebiyken bile vazgeçilmeyecek bir uyuşturucu olarak kalacaksın. Ne yazık ki artık bunu karşıma çıkan insanların uygun olmadığıyla açıklayamıyorum ki hayatıma giren her kadının öyle ya da böyle bir yeri oldu ve hepsinden hala belirli bir düzeyde saygıyla bahsederim. Ama işte, "Eyvallah" demek zor geldi bir sene boyunca, zor gelmeye de devam edecek belki. "Olsun" mutsuzluğumun da sebebi sen ol, bir zamanlar en büyük mutluluğumun sebebi olduğun gibi.
edit: "olsun" derken kastettiğim kesinlikle ve kesinlikle "pilli bebek" grubunun "olsun" parçasıdır.

Geçmiş, Mersin'de kaldı.

İstanbul'a iner inmez eve geçtim. Aklımda, Mersin tatilinde başladığım bir işi bitirmek vardı. Mersin'de yazdığım her şeyden kurtulmak...
Şimdiye kadar ne geçmişimden, ne kökenimden, ne de memleketimden asla utanmadım. Daha önce yazdıklarıma da güler geçerim. Ancak Mersin'den de asla kopamıyordum. Zaman zaman, İstanbul'a getirdiğim eski yazılara, yaptığım eski çizimlere bakarak duygulanır; aptallığıma güler ancak Mersin'i de fazlasıyla özlerdim. Telefona sarılıp annemi aramak ise sadece alkollü olduğum zamanlarda aklıma gelirdi.
Mersin'e döndüğüm gün Lombak dergilerimi buldum. Sadece on, on beş sayı... Diğerlerini belki yatağın altında bulurum diye düşünerek yatağın altını açtım. Sonuçta bugün dilendiğiniz çoğu yazarın ve çizerin ortak noktasıydı Lombak bir zamanlar. Uğur Gürsoy, Yiğit Özgür, Umut Sarıkaya, Sadece Kaan, Kenan Yarar vs... Yatağın altını karıştırırken anı kutumu, bloknotumu ve eski günlüğümü buldum. Anı kutusundan aldığım ilk konser davetiyelerimiz(yani on beş yaşında sahneye çıktığım ilk konserin davetiyeleri) ve eski güneş gözlüğümdü. Kaldırıp geri yerine koydum kutuyu. Günlük ve bloknotu ise yakmayı planlıyordum, ancak evde uğraşabileceğim bir iş değildi. Dışarı çıkmaya da niyetli değildim. Teker teker kopardım yaprakları, yırttım, yırttıkça huzurlu hissettim ve bitirdim.
İstanbul'a dönünce ilk iş, buraya zamanında getirmiş olduğum yazıları bulmak ve üzerlerinde sigara söndürmekti. Geçmişe bağlılık, geçmişe duyulan özlem güzeldir ancak geçmişte yaşadıkça kendimi bitiriyordum.
Şimdiyse, baştan başlıyorum. Sıfırdan ve Mersin'i ardımda bırakarak...