Evet mutluyum ama hayat, bağımsız avrupa filmlerindeki gibi(misal: amelie) toz pembe değil. en azından kırmızı bir ferrariniz, sürekli aldattığınız bir sevgiliniz yoksa.
Mutluluğu bunlar getirmez. Bunlar sadece dünyada olan biteni unutmanızı, kendinizi düşünmenizi sağlar. "Ignorance is bliss." (ing. Umursamamak, kutsaldır - gerçi tam bir İngilizce karşılığını bulamayız ama neyse) Ancak aynı şekilde, televizyonu bile olmayan; gazete okumayan, interneti takip etmeyen, köy hayatı yaşayan bir taşralı emin olun hepinizden daha mutludur. Çünkü dünya onun için köyünden, kasabasından ibarettir. Burada aşağıladığınız köylüler,veya Amerika'da aşağılanan "Redneck" ya da "White Trash" diye adlandırılan güney eyaletlerinin çiftlik beyazları, veya Afrika'da kabile hayatı yaşayan ilkeller... Hepsi sizden daha mutlu ve hayat onlara da toz pembe, hayallerinizdekileri ellerinde tutmasalar bile.
Geçen yaz, alkolü kesmem gerekmişti Roaccutane'dan ötürü. Alkolü kesmişken hazır, sigarayı da bırakayım ulan dedim kendi kendime. Eh, tabi o zamanlar bir de sevgilim vardı. Hayat güllük gülistanlık, sevgili terk edince senaryo bir kez daha ters düz oldu. Tekrar sigaraya başladım, alkolle Roaccutane'ları yuvarlıyordum. Her "başarıyla çıktığım" karaciğer testinden sonra bir kez daha dinliyordum; Alice In Chains'ten Rooster'ı. Ancak bir yanım da kendimi o kadar inandırmıştı ki sigarayı tekrar bırakırsam mutlu mesut yaşayacağıma; iki gün bırakıyor; üçüncü gün tekrar içiyordum. Bir hafta bırakıyor, bir haftanın sonunda tekrar başlıyordum. Arkadaşlarım arasında makara konusu olmuştu benim sigarayı bırakmam. Hesapta sigarayı bırakınca spora tekrar ağırlık verecektim, eski sevgiliyi unutacaktım, alkolü daha az alacaktım... Saçma hayaller ve planlar.
Bugün spordan çıkarken, son bir haftayı ne kadar mutlu geçirdiğimi farkettim. Eski ben oluyordum. Ondan önceki ben. Ancak sigaraya da devam ediyordum. Alakası yoktu ve bunu yeni fark ediyordum. Mutluydum artık çünkü onu silebilmiştim. Üstesinden gelebilmiştim. Harika bir histi. Nasıl tanımlayabilirim; üniversitedeyken uzun süre evinize dönmezsiniz. Bir gece otobüsüyle varırsınız evinize. Ağzınız sigara dumanı ve otobüste ikram edilen iğrenç topkekten ötürü tiksinç bir hal almıştır. Açsınızdır, aç karna sigara üstüne sigara yakmışsınızdır her molada. Evinize dönersiniz, memleketinize... Kapıyı kendi anahtarınızla açarsınız o mesajı bir kez daha vermek için. "Burası hala benim evim." diyebilmek için. Anneniz boynunuza atlar, babanız size sarılır ve kahvaltı sofrasının güneşin altına hazırlanmış olduğunu görürsünüz. İşte o kahvaltı sofrasını fark etmek gibi bir şeydi üstesinden geldiğimi fark etmem. Sonra her eve dönüşümde kahvaltı bitince yaptığım gibi, çayın son yudumunu alıp yaktığım sigarayı yakıyordum adeta. Ağzımda Powerade tadı vardı, saat akşamın dokuzuydu ve yalnız başıma yürüyordum sokakta; ayağımda parmak arası terlik, üstüm terli... Ancak hissettiklerim birebir aynıydı. Kendimizi şartlamak yersizdir, "Mutlu olmak için şunu yapmalıyım" diye. Çünkü mutluluk bir anda geliverir, kapınıza. Tıpkı uzun zaman görüşmediğiniz arkadaşınızın altılı bira pakediyle kapınızı çalması gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder