Google+ boş mideye iki duble viski: Eylül 2011

27 Eylül 2011 Salı

-Sen kimsin ya?

bunu ben yaptım. şahitlerim var.
aslında böyle biri değilim. ama istediğimi alamadığım kadınlar konusunda hayvanım. böyleyim işte. zaten ben genellikle hayvanım da... aman neyse.

-alo?
-efendim?
-canım napıyorsun?
-iyi, sen? iş çıkışı yemekteyim.
-canım ben de okuldayım ne yapayım işte? çalışıyor musun canım?

"canım, canım, canım, canım... bu kadar çok sık canım kullandığına göre, ablamın arkadaşları veya akrabam herhalde. telefonunu niye silerim ki gerçi ben akrabamın? hımm, bu ya senem'dir, ya da esra'dır o zaman. gerçi meltem de olur. keşke temizlemeseydim telefon numaralarını. rus ruletine başlayalım o zaman..."

-esra ne istiyorsun?
-efendim?
-numaran kayıtlı değil de...
-haa öyle mi, peki o zaman!!!
-ya esra'sındır ya senem. ama ben oyumu esra'dan yana kullanıyorum.
-...
-daha önce de telefonu açtığımda sen kimsin dediğim olmuştu sana?
-uyku sersemisin falan sanmıştım!
-yok, silmiştim numaranı uzun zaman önce.
-anlıyorum. kusura bakma rahatsız ettim o zaman.
-önemli değil.

çat!

önümdeki arkadaşım yarıldı tabi.



Gün boyu gülmeme sebep olan 2003 Anıları. Kısa, kısa...

Bugün aklıma 10 sene öncesi geldi. Kendi kendime gülmeye başladım yine... Kısa kısa geçeceğim.

Küçüktük, ben ve ruh hastası kuzenim (iyice ufakken ben, boğazımı sıkarak Galatasaraylı yapmıştı beni, gerçi iyi ki de yapmış.) boktan bir yaz geçiriyorduk. Ben lisenin hazırlık atlama sınavına çalışıyorum, o da üniversitenin. Bildiğin LGS, ÖSS bitmiş; İngilizce kasıyoruz. Başarılı öğrenciler olmadık hiç bir zaman. Ancak başımızda başarılı bir İngilizce öğretmeni vardı, annem... Kök söktürüyordu o yaz...
*Ben, annem, babam, kuzenim ve kuzenimle aynı taraftan olmayan babaannem aynı evde kalıyorduk. Babaannemin gözleri iyi görmezdi. Arada rolleri değişirdik. O, Mahmut olurdu; ben, Gökberk... Birinde dayanamayıp,
-Mahmut al lan bu kadını başımdan!
diye bağırıvermişti.
*Aynı babaanne, "Gökben sırtımı bir kaşı." diyerek Gökberk'e sırt kaşıttırma işkencesini de öğretmişti. Yazık, Gökberk de sıcağın ortasında; ders çalışmamak için babaannemin sırtını kaşırdı. Ha bir de evet, babaannem Gökberk'in adını da Gökben sanıyordu.
*Elimizin altında rezil bir bilgisayar vardı. Sitenin "terbiyesiz" çocuklarından aldığım erotik cdleri ansiklopedilerin arasına saklamıştım. Gökberk'e de göstermiştim tabi saklamadan önce... Ardından Başar'la bilgisayardan South Park: Bigger, Longer, Uncut izlediğimiz bir gün, odaya girip; "Siktiredin oğlum onları, bunları izleyin." diyerek dalga geçercesine cdleri yüzümüze fırlatmıştı. Bayağı gülmüştük utançla karışık. Ehe.
*Ders çalışmıyorduk. Annemin verdiği alıştırmaları yapmamak için çeşitli uğraşlar, bahaneler edinirdik. Bir gün annem Gökberk'i okula götürdü. Gökberk daha öğlen olmadan geri döndü tabii....
-İbne bir de kendi tarafına çeviriyor vantilatörü!
derken o, ibneden kastettiğinin; annemin, Gökberk'i oturttuğu ofisteki öğretim görevlisi olduğunu anladım. Boktan bir yaz geçirmeye devam ediyorduk.
*Ve Nirvana... Evde temizlik var. Hala temizliğimizi yapan Elif teyze, ben ve Gökberk odadayız. Elif teyze kapıyı içeriden kapattı. Kapının kolunun içeriden oynamadığını bilen bizler, şok geçiriyorduk; çünkü evde başka kimse yoktu. Elif teyzeyi gaza getirdi Gökberk. Ben de yardım ettim tabi bu gazlama işine... Ve Elif teyze, soğukkanlı bir tavırla; benim odanın dışarıya bakan camından, yatak odasına geçiş yaptı. 8. katta oturuyorduk... O zamandan beri Elif Teyze gözümde bir kahramandır.
*Aynı Nirvana'yı ikinci kez tatmamız uzun sürmedi tabii... Rüzgar sağolsun, bilgisayardaki boktan oyuna dalmış bizleri geçip; kapının çarpmasına sebep olmuştu. Bu sefer Gökberk'le ben vardık sadece. Gökberk'in kardeşi, diğer kuzenim Gözde'yi arayıp, "Kurtar bizi buralardan." dedi Gökberk. Mübalağasız. Kızcağız koptu geldi çarşıdan. Evin kapısını açarken Gökberk kahkahalar atarak söylemeye başladı:
-And they say that a hero can save us, I'm not gonna stand here and wait. (Nickelback - Hero)
*Benim okulum başladı. Gökberk'inki ise bir hafta sonra başlayacaktı. Bizim evde çalışıyordu hesapta... Can sıkıntısını çok net anlayabiliyordum. Babaannem ve Gökberk, annem ve babam çalıştığı için sabahtan akşama evdelerdi. Gökberk de babaanneyi kandırırım düşüncesiyle sabahtan akşama televizyon izlerdi. Bir gün annem eve geldiğinde, babaannem sitemin kralını yapmıştı anneme.
-Hiç ders çalışmadı bu çocuk, sabahtan akşamaaaaaa televizyona baktı! (Babaannemin lügatında izlemek yoktu, bakmak vardı)

dipnot: Toprağın da, sevenin kadar bol olsun babaanne.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 18

-Oktoberfest'i İstanbul'a taşıyorlar diye kudurdu çıldırdı mal gençlik. Hiç gitmedim yurtdışına, bu yüzden Oktoberfest görmüşlüğüm de yoktur. Yuppie ve hipsterlarsa bu haberi duyunca çıldıran birinci kitle. Ama duyduğum, dinlediğim kadarıyla bu olay, milletin rahatlıkla ucuza bira içebileceği; olayın tamamen "bira" üstüne kurulu olduğu bir mevzu. Ancak KafePi tarafından düzenlenen organizasyona katılmayacağım barizken, üzerine bir de servis edilecek bira fiyatlarını/ölçütlerini düşündükçe hunharca gülüyorum. Ha bir de, birayla Gripin'in alakası nedir? Ağlayan Birol'u mu dinleyecek bu insanlar? Geçenlerde, bir arkadaş yakınıyordu... "Olmuyor abi işte, olmuyor! Türkiye'de yapılan hiç bir organizasyon, yurtdışında yapıldığı kadar etkili olmuyor!" Haklıydı, hak verdim ve sustum.

-Bazen bazı kadınlarla tanışıyorum internetten. Genelde başka şehirlerde oluyorlar ve İstanbul'a gelene kadar her gün çılgınca ilgi göstermemi bekliyorlar. Muhabbeti istedikleri koyulukta devam ettirmezsem de zaten İstanbul'a gelmiyorlar. Ama neden bu kadar ilgi? Ben ev arkadaşımla bile 2 gün üstüste muhabbet etmiyorum. Veya ailemi, en yakın arkadaşlarımı 2 gün üstüste aramıyorum laklak etmek için. Neden sana öğlen ne yediğimi anlatayım, veya neden senin kızlarla olan maceralarını gün be gün takip edeyim?

-Kobe Bryant geçti gitti İstanbul'dan. Sevdiğim basketbolculardandır. Severim bayağı. Dünya çapında da oyuncu şimdi yalan yok... Öte yandan Galatasaraylı'yım. Lakin Galatasaraylılar'ın Bryant parçalı giydi diye çıldırmalarını anlayamıyorum. Formalite bunlar işte, anlayın! Nike sponsor, getiriyor Bryant'a; reklamını güzelinden yapıyor, Bryant'a da veriyor üç beş bişeyler, Bryant da Sabri'yle fotoğraf çektiriyor. Nike, her iki tarafın işine gelecek bir şeyi başardı, tamam da; çıldırıp kuduracağımıza, 3 maçta kaybettiğimiz 4 puanı konuşsak olmaz mı? Oynayamadığımız futbolu konuşsak olmaz mı? Ama olmaz, illa bebelik, dilencilik edip Bryant'ı konuşacaksınız saatlerce. Galatasaray'a gelir mi? tartışmaları çıkacak... Bırak ya, sizin gibilerden taraftar veya adam değil; çekirdek çitleyen izleyici veya akşam bloguna maç analizi yapmak için pür dikkat; bağırmadan, çağırmadan; mal gibi maç izleyen tıro olur.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Tekrar, iki ayağımın üstünde, silkelenmiş, resmi...

(büyük harf küçük harf için fazla iyiyim şu an...)"çak, iki buz; doldur, biraz bourbon ve dik; kafaya, sek... gece, yalnız için her zaman çok gençtir." bir dakika önce bu twiti attım. 


dün akşam... sinan'la buluşup kadıköy'de rakıya dadanacaktık, ince ince. "adam gibi"... 
-bugün buraya, onu öldürmek için geldiğimi biliyorsun değil mi?
-neden öldürüyorsun?
-çünkü ben devam edersem, kendimi paralamaya devam ederim.


yani altyazı: ben onu öldürmezsem, o beni öldürecek. 
oturduk sofraya, mezelerin, rakının geldiği an, aradı...
-bak, sana cevap vermemek bana da koyuyor; ancak lütfen, bana bir daha cevap vermemi gerektirecek bir şey yazma. senden hiç bir şey almak istemiyorum.


ağır koymadı. zaten bitirmem gerekiyordu bu tavrımı. ben seni öldürecektim de, ekmeğime yağ sürmen, her şeyi daha fazla kolaylaştırdı. 
sonra içtik, içtikçe güzelleştik ve hayır, bu sefer gece sonuna kendimi paralamadım.


karga, ardından zincir; cila niyetine. 
aranan, haberleşilen bir iki eski "dost". oh, dost kavramını her zaman çok sevmişimdir, açık olmasından ötürü.


bugün. 
uyan, ye, uzan. gelenler ziyarete... ardından gelen bambaşka insanlar, pokere... aytuğ romanya'dan kaptığı bourbon'u da getirmiş, şişeyi 3 kafadar yarıladık poker oynaya oynaya, sonra biraz daha abarttık, biraz daha içtik ve taksim'e çıktık. 


gördüğüm andan itibaren "abi, bu kız güzel." dediğim bi kız vardı. geri dönmüş... "seni gördüğüme sevindim." dedim içten. hakikaten sevinmiştim ki kızı gördüğümde tepkim aynıydı yine. "bu kız güzel"... onunla biraz konuş, gelen ablanı karşıla. hep beraber iç. hep beraber eğlen ve en güzel kısmı, sonunda hep beraber "gül". 


sanırım toparladım ve kulağımda çınlıyor şu sözler; 
"well since my baby left me, i found a new place to dwell..
it's down at the end of lonely street at heartbreak hotel."


ama presley'den tekrar dönüyorum, sürekli parçalarını paylaştığım mark lanegan'a ve duyuyorum o şarkıyı:
screaming trees - sworn and broken. 


daha fazla hüzün, ayrılık yok. kafa patlattığım o kadın yok. çünkü artık daha fazla, yanımdakiler var. eğlendiklerim var. hem, haftanın 5  günü doluyken, boş olduğum 2 günü piç edemem artık. eh, diyecek çok şey yok...


"Bingo!" 


EDIT: Yukarıdaki ilgili kısmı değiştirmek yerine, yaptığım hatayı buraya direk yazayım. Gürültülü ortamda tam duyamamışım, veya böyle yorumlamışım ancak aradığında, bana; "Bana cevap vermemek bana da koyuyor." dememiş tam olarak. Şunu söylemiş onun yerine:


"Yaşadığım 'cevap alamama' iğrençliğinin bir benzerini sana yaşattığımı düşünüp, sırf o hale gelmeme sebep olan insanla bir olmamak için seni arayıp o konuşmayı yaptım." - Yani mesajda bu yazıyordu, telefonda da sanırım benzerini söylemişti. Burada belirteyim, sonradan basın yalan yazıyor, sen şampiyon olmayınca! :))

23 Eylül 2011 Cuma

Aforizmik boşluk-tespit; git-gel, gel-git...


aforizmik boşluk-tespit; git-gel, gel-git...

kahve makinasının fokurdamasını dinleyerek bir sigara daha yakarsın ve "yeni bir gün" söylemi "yine bir gün"e dönüşür.
eskiden kadına el de kalkmaz, namlu da diye bir ahlak kuralı vardı; en çok arkasında durduğum... şimdinin topları ona da uymuyor..
her gün yeni bir başlangıçsa; her gece yeni bir intihar değil midir?
hayır dualarıyla yaşasaydım; şu an mutluydum. milyoner değil, mutlu.
kimi çirkin, kimi arabesk, kimi ilgiye muhtaç, kimi ahmak, kimi boş, kimi yüksek egolu, kimse yok ki; kusurlarını görmezden geleceğin. çünkü kusursuzu çoktan kaybetmişsin.
sahip olduklarınla değil, sahip olmadıklarınla mutlusundur. sünkü sahip olmadıklarına sahip olmak için uğraş verir, hayata tutunursun.,
en az kırıcı olduğum zamanlar, cevap vermediğim zamanlar.
söversin, küfredersin duygusallara, romantiklere... ancak onları eleştirmenin, onlara sövmenin, onlara küfretmenin tek sebebi; kendi yaptıklarındır. ayna olur çünkü onlar sana genellikle.

22 Eylül 2011 Perşembe

En sıradan gün; nam-ı diğer Sevgili Günlük

Ve işe girme, part-time çalışma; kafa patmatma da işe yaramaz bıçak kemiğe dayandığında...
Oysa ayıktım muhtemelen bir iki gündür. Hesapta dün ya sarhoş olacaktım, ya da spora gidecektim ki Galatasaray'ın maçı olması beni caydırmıştı spordan. Maçı saat 20.00'de sanıp eve dönmüştüm. Evden çıkıp, meyhanede alacaktım soluğu. 18.45'te GalatasaraySK'dan gelen twitle, gerçekliğin farkına vardım. Maç başlamıştı...İnternetten izleyebileceğim bir link bulamayınca radyodan dinlemeye başladım maçı, ikinci yarı başladığında; yatağımdan dinliyordum.
Uyuyakalmışım... Maçın radyo yayınını veren iğrenç kanalın rezil Türk pop parçalarıyla uyandım. Radyoyu kapattım ve yatağa döndüm. Dile kolay, 12 saat. Uyan, duş al ve işe git...
İş bitti. Önce Bülent Abi'den aldığım biraları mideye indirdim. Ardından tekrar aşağıya indim. Apartman girişinde açılan Cafe Mola'ya uğrayıp "Bana bir köfte at, bakkala uğrayıp döneceğim." cümlesi ve soluğu bakkalda alışım... Geçtim oturdum masaya.
Aslı aradı. İlkokul arkadaşım. Hal hatır, bir de bir mekanın yerini sormak için... Bilmiyordum mekanı, Bülent Abi'ye sordum. "İbnelerin mekanı o." dedi, ilettim; biraz daha konuştuk ve kapattım. "Mahmudum ucuz viskiler geldi." dedi, "Getir." dedim; bir şişe Teyla getirdi. Aldım viskiyi çıktım. Cafe Mola'ya uğrayıp, kafa-arası yemeğimi yedim "Burası iş yapar mı, iş yapmaz mı?" muhabbeti çerçevesinde. Eve çıktım. "Slashed and I cut, I do it for you." cümlesinden fazlasıyla etkilenmiş olacağım ki o ucuz viski şişesinin etrafında kırmızı lekeler var. Beyaz fanilayı çıkarmışım, kan lekesi çıkaz diyerek.
Ve yine buradayım. En sıradan günümün sonunda, en boktan halimle. Keşke olsaydı be, keşke...

20 Eylül 2011 Salı

En güzel itiraflarım 2

(Buna dün gece parmaklarım klavyenin yerini zar zor bulurken başlamıştım. Şimdi bitiriyorum, çünkü "biz içtiklerimizle değil, içerken düşündüklerimizle sarhoş oluruz.")
Ben hep denedim.
Bıkmadan, usanmadan...
Aslında bu bir itiraflar silsilesi değil bir önceki gibi. Veya eğlenceli değil. Gözümden uyku akıyor, ama anlatmadan duramıyorum işte. Aramızda ne olup bittiğini yazmışımdır daha önce... Farklı kadınlar geçti, gitti; bilincinde olarak sadece o gece sevişeceğimizin. Ama hiç biri o değildi. Ve yapılacak en büyük ezikliği yaptım ben. Bir değil, bir çok kez...
Önce bir mail. Ardından onun için yazdığım blogu belirten bir mail. Ardından bir mesaj. Ardından bir arama. Sonra tekrardan bir mail. Sonra tekrardan bir mail. Ve bir blog daha.
Ondan başkasını gözüm görmüyordu. Her ne kadar piçin allahını oynamaya çalışsam da yoktu işte, içince; sarhoş olunca ondan başkasını düşünemiyordum. Kontrol dışı gerçekleşmesine bağlıyordu psikoloğum; veya en yakın dostum. Ama olmuyordu...
Devam ettim. Sadece fiilen yattığım kadınlar değil, az buçuk ilgi gösterdiğim büyük hatalara kalkışarak. Aklımda hep o vardı tabi; aradığım tek şey onun gidişini dindirecek birileriydi.Ama ne sevdiğimi düşünerek kendimi kandırdığım kadınlar, ne yatağıma kokusunu bırakıp gidenler etkili olamadı. Sonunda yaslandı sırtım duvara bir kez daha.
Sert durmaya çalışsam da; ellerimi kaldırdım. Teslim oldum, ve ikinci dönem başladı bu ay. Aramalarımı sıklaştırdım, mailleri de öyle; mesajlar keza... "You Can't Quit Me Baby" Bir sonraki adım mı? Okuluna gitmek. Geçenlerde terk edilmiş bir arkadaşım; eski sevgilisiyle tekrar buluşmak istediğini; lakin kızın "Bence bu iyi bir fikir değil." cevabını anlattı. Bitmişti, sesi titremişti çocuğun cevap verirken. Benimse verdiğim cevap konuşmanın bitmesine yeterli oldu.

"Sen en azından onunla iletişim kurabiliyorsun."

17 Eylül 2011 Cumartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 17

Hep aranırız işte. Doğamızda var. Hiç bir şey yolunda gitmese de, bir umut belki... Milli takımın basketbol maçlarını ve futbol maçlarını da yine aynı umutla izliyorum mesela. Bizden bir bok olmayacağı bariz çünkü. Ama ne bileyim, belki bir şeyler olur...

Taksim'e çıkarken de boş beleş, arkadaşlarla veya değil; yine arar insan bir şeyleri. Amaç ters düz olmuş beyni biraz rahatlatmak ve kafa dağıtmak değildir kesinlikle. Amaç arayıştır. Belki bir kadınla tanışırsın, tek geceli veya uzun süreli sevgili olursun; veya o gece çok eğlenirsin kim bilir?

Gazeteyi açar okursun; es kaza güzel bir haber gelir karşına diye düşünerek. O haber asla yazılı değildir. Veya televizyonu açarsın, izlemekten keyif alacağın bir şeyler bulursun belki de... Ama bomboştur aptal kutusunun içi. Bomboş ve yalnız...

İşte bütün bu "belki"ler insanı ayakta tutanlardır, yaşama bağlayanlardır. Peki o "belki"yi kaybettiğinizde ne mi olur? Büyük ustanın bir iki önceki yazıda belirttiğim "Hiç bir şey ilgimi çekmiyordu." sözü beyninizde yer eder. Dışarı çıkmak istemezsiniz, televizyon gazete keza açmazsınız; bir şeyleri değiştirmeye, örneğin odanızı toplamaya niyetlenemezsiniz; veya soğuk bir duş almaya... Kendinizi bitirirsiniz yalnızlığınızın içinde. İyileşmek gibi, veya düzeltmek gibi bir derdiniz yoktur. "Bırak dağınık kalsın..."

Birazdan yine ayrılırım bilgisayar başından ve bomboş yatar uzanırım. Çok boş be... Cidden...

16 Eylül 2011 Cuma

"The Song Remains The Same"

Yanlış hatırlamıyorsam bir Zeppelin parçasıydı hatta Soulfly; cevap bazında "The Song Remains Insane" singleını çıkarmıştı. Hatalı da olabilirim tabi, lakin Google'dan araştıracak mecalim yok. Birazdan izlemem gereken tavanlar olacak yine...

Bir mesaj. Facebook üzerinden. O sırada içiyor eğleniyordum. Mesajın altyazısı: "Mahmut ben İstanbul'daydım ama tekrar Bodrum'a döndüm. Çünkü inanır mısın hiç yalnız kalamadım, hep yeni -aslında eski ama barıştık- sevgilimleydim o yüzden fırsat olmadı. Neyse online da değilsin zaten kafa ütülemeyeyim" vs vs. Aslında eski sevgilinin tekrar yeni olduğu kısmı duyduğum anda muhabbeti kesmem gerektiğini farketmiştim. Çok emek harcamamıştım onu etkilemek için. Bana sürekli çocukluk aşkı olduğumu söylerdi. Bir belki de iki ay önce Facebook'tan bulup; "Beni hatırladın mı?" demişti. Erasmus'taydı o ara ve eminim ki Türkiye'de gördüğü ilginin binde birini oralarda göremediği için bana sarmıştı. 6 yaşındayken, benim çocukluk aşkı olduğumu söylemişti. İlgi de görüyordum ama; bendeki de dangalaklık ya; içinde yaşadığım boşluk ve ilgisizliği benimle paylaşabilecek bir kadın ararken, onu da aklımdan geçirmiştim. Göğüsleri iri ve dikti. Birbirine küsen iki ada gibi de değildi ki ilk sınavı böyle geçti. İkinci sınav; konuşma. Lanet olsun ki ikinci sınavı da yapmayı ben teklif etmiştim. Ondan sonra hayatımı alt üst edecek Skype konuşmaları, saatlerce... Neyse, tatlı kadındı Candan. Muhtemelen onun yukarıda bahsettiğim upuzun mesajına; "Ha, eyvallah." dediğim için, niyetimi anlamıştır ve uzun bir süre bırak görüşmeyi, konuşmayız bile.

Sadece bir örnekti; sadece erkeklerin değil; kadınların da boğulduğu boktan ilişkilerin fişini çekmek üzere. Kimi, sevgilisini hıncından arar; kimi, sevdiğini kaybettiğinden ve ağlayacak bir omuz istediğinden; kimiyse birilerini kıskandırmak için.

Çünkü şarkı hep aynıdır; çünkü The Song Remains The Same. Bu yüzden dakika dakika, uzaklaşmaya başlarsın; setini çeker, duvarlarını sertleştirirsin ve kimsenin içeri girmesine izin vermezsin. Ben mi? Ben bile bile, sonunda sırıtarak neden orada olduğumu bildiğimi söylemek adına; sabit bir gülümsemeyle orada olurum pantolonumu giyerken.

Eyvallah

15 Eylül 2011 Perşembe

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 16

Kadın-kız arasındaki farkı hiç bir zaman göremedim. Siz gördünüz belki, ama bende o fonksiyon asla olmadı. Küçük olmalarından bahsedersek; sevdiklerim her zaman "kadın"lardı; zihinsel yönden. Bu yüzden de "kız" diyemedim kimseden bahsederken. 18 yaşından küçük bir kadın? Reşit olduğumdan beri yanından geçmedim; tek bir lolita hariç, yaz aşkı... (Açık kartlar be güzelim.) Sonra büyüdüm biraz daha ve yasalardan korktuğumdan veya kendime yediremediğimden değil; hayatlarını karartmak istemediğim için reddettim onlara yaklaşmayı.

Bir ara kadınlar vardı, lisenin arka bahçesinde buluşurlardı erkeklerle. Çıkma teklifinin raconu oydu çünkü. İlişkiler gelişmemişti, bir kadının elini tutmak gümüş; onunla öpüşmekse altındı. Lise dönemlerimde böyle bir münasebetim olmadı her ne kadar ellerini tutsam da... Utangaçtım belki de, veya lise hayatına hazırlık atladığımdan ötürü; çok erken adım atmıştım. Ancak konu ben değilim; konu o kadınlar için zil zurna sarhoş olan arkadaşlarım... Veya, "Ben ona çok değer veriyorum" diyen kadınlar. Bırak aşık olmayı, değer vermenin tanımını bile kimsenin yapamadığı belliydi, biten ilişkilerin ardından aynı ortama girmeyi bile çok gördüklerinden ötürü.

Sonra başka kadınlar çıktı... Çünkü teknoloji ilerlemişti. "Saatlerce MSN'den konuştuk ve sanırım aşık olduım." diyen dram zavallıları vardı. Ben de girdim muhtemelen bu kümeye bir ara, emin değilim. Ama ben böyle bir adamsam, kesin girmişimdir bu güruha. Ha derseniz ki, adam mısın lan sen; adamım veya değilim; ancak uğraştığım tek bir konu var artık, "adam" olmak.

Zaman biraz daha ilerledi... Kalakaldı çoğu erkek ve çoğu kadın, klişe cümlelerle ve bir kez daha kalpleri kırıldı. "O beni anladı ve sen yoktun..." cümleleriydi sebep. Aldatmak diyemedi kimse yaptığına.

Şimdi buradayız ama düşünüyorum sadece. Bir sonraki adım ne? BBM'den mesaj attı ve beni anladı? O çok uzakta ama Skype'tan konuşuyoruz ve beni etkiledi, fazlasıyla?

"Hiç bir şey ilgimi çekmiyordu." dermiş Bukowski bir şiirinde; işte o şiirin belli mısralarını aklıma kazımak üzere olduğum dönemdeyim sanırım... O yüzden, vur kadehi, eski aşkların saflığının üzerine, bir kez daha; "Kolcular gelirse Halil'im, nerelere kaçalım?"

Dipnot: Bunu keşfetmeme sebep olan babama teşekkürü de bir borç bilirim.



14 Eylül 2011 Çarşamba

Kısa, sizi kıskanan sevgilinizin penisinden bile kısa.

tuvalet kağıdı yapılmayacak gazeteler, sevişirken komşular duymasın diye bile açılmayacak diziler, aynı klişeleri tekrarlamaktan sıkılmayan filmler ve her yaz piyasaya düşen, ruhun gıdası olmaktan ziyade; ruh düzen şarkılar... burası türkiye, ve rotamı çoktan çizdim.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 15

Mimar Sinan Üniversitesi... Mimarlık Bölümü... Adı gibi, okulu da mıh gibi aklıma kazınmış. Yapamadık, olmadı. Bu sefer, diğer yazılardaki gibi, her paragrafta bir kadını anlatmayacağım. Sevdiğim kadını anlatacağım. Sevdiğim, ama bok ettiğim hayatımı ve ilişkimi anlatacağım. Mantıcıda ettiğimiz kahvaltıdan da, brunchtan da uzak; sadece birbirine tutunan iki kişinin, yalnızken saçmaladığı hayatını, "Lütfen, aklıma sahip olmama yardım et." cümlelerinin geçtiği ilişkiyi anlatacağım.

Hocam.com vardı, reklamını blogumda yaparak üye olduğum... Sonra blogdan o iğrenç reklamı sildim. Velhasıl, sitenin forumunda tanışmıştık. Dünyanın en düz açılış cümlelerinden birini kurmuştum: "Portişhed diye mi okunuyor o, yoksa Portished diye mi?" Cevaplamıştı, özel mesajdan... Ardından muhabbet... Görüşelim... Cuma gecesi saat on için sözleştik. Çünkü öncesinde eniştemle buluşacaktım. O da İstanbul'daydı. Eve gidip yatacağımı söyleyerek yanından ayrılmıştım. Cebime yüz lira sıkıştırmıştı ve yollardaydım.

Lucky Strike aldım bakkaldan bir paket, ve gittim onunla görüşmeye. Thales'e gidecektik, hemen altındaki Bonema'da bir iki arkadaşını gördük. Onun arkadaşlarının arkadaşları, benim arkadaşlarımdı. İnterneti geçtim de; onunla gerçek hayatta ortak paydada olmak sevindirmişti; çünkü beklediğimden daha güzeldi. Daha sonradan, üç ayda; on iki kilo verdiğini söylemişti. Sohbet gidiyordu, hatta akıyordu. İki arkadaşı(sap) bizim masaya oturmuşlardı. Biliyor musunuz, o zaman bile nefret etmemiştim elemanlardan. Arkadaş çevresi beni büyülemişti, çünkü onun yanında eğleniyordum.

İstemedi... Ben sabahın yedisinde başladığımız ve boşalamadığım tek gecelik ilişkimizi geniş zamana yaymak istediğimde. Zorladım, zorladım; konuştum ve konuştum. Sonunda evet, beraberdik. Gezdik, sinema; barlar... Oluyor gibiydi ve bana, iplerimden tutmaya çalışırsa canının yanacağını söylemişti. Buna bağlı olarak da; istediğinle sevişebilirsin blöfünü oynamıştı belki de. Veya izin veriyordu; ona kırdığım cevizleri anlatmadığım sürece istediğimle beraber olabileceğime... Çünkü son sevgilisi onu aldatmıştı. Bunu da bana söylediği halde; bu aptal blöfü yedim ve devam ettim. Aklımda o olduğu halde, başka kadınlarla birlikte olmaya. Tabii ki bir yerde patladı. Belki de olması gereken yerde.

------------
Gece; birlikte olduğum takdirde bir şişe Jack kazanacağım kadınla buluştum. Önce Ferdane, ardından leş mekan Sinerji... Kilo almıştı, basenleri şişmişti, selüliti de vardı. Ama hala çekiciydi veya içtiğim Jack kralların etkisiyle güzel görünüyordu gözüme. Mini şort ve altındaki sıcak ten. Sığınabileceğim barınağın o olmadığını anlamamsa çok sürmedi. Çünkü beni evine götürdü ve evi; Kocamustafapaşa'daydı. Veya her nasıl yazılıyorsa... Zerre de sikimde değil. Kocamustafapaşa dolmuşu Çapa'nın önünden geçmese, şu anda galibiyet viskimi içiyor olabilirdim. Ama olmadı, Çapa'nın önüne geldiğimizde, gemileri çoktan yakmıştım. Gözümden damlıyordu, belirtmek istemediğim halde. Sadece bir kez gittiğim evinin bulunduğu mahalleydi. Evine vardık, sevişmeye ağır teşebbüsüm olmadı. Ondan ziyade birama ve başımı koyacağım yastığa konsantre oldum. İçtim, uyudum. Rüyamda; lise sonda babam tarafından bonservisimin feshedildiği basketbol kulübümü gördüm. Mersin Büyükşehir Belediyesi... Şu yaşımla genç takımda idmana çıkmaya çalışıyordum rüyamda. Ve o idman, maçtan hemen önceki idmandı. Koçsa; bana şans veremeyeceğini; çünkü lisansım olmadığını söylüyordu. İçimden küfrederek uyandım, yanımdaki kadının boynunu öptüm ve üstümü giyinip çıktım.

Ardından akşam Beşiktaş. Sonbahar blues'u, ve kendimizi yine Midyeci'de bulmuştuk üç kafadar. Gecenin sonunda biri Taksim'e, biri evine gitti. Bense evime Beşiktaş'tan yürümeye kalkıştım. Bir paket sigara(evet, üç aydan sonra sigara aldım) ve bir şişe Efes ile.. Yol boyu düşün ilk paragraftaki kadını. Uzun uzun... Her köşesinde bir anıma sahip olmuş Beşiktaş-Fulya ve onları hatırlamak, Lanegan'ın pes sesiyle beraber. Yürümek, yolda içerek; sigaradan bir fırt, biradan bir iki yudum.

Sonunda buradayım, her şeyin başladığı yerde. Yine, yeni, yeniden. Hayatta tutunmak istediğimde kaybettiğimi hem rüyamda; hem de uyanıkken hatırlayarak; istediğimi çok istediğim zaman alamadığımı hissederek. Perde kapanır, ışıklar söner ve Lanegan bir kez daha başlar:
Mark Lanegan - Hotel

edit: Çapa değil, Cerrahpaşa'ydı o da; yakarım ikisini de, umursamaz.

7 Eylül 2011 Çarşamba

En güzel itiraflarım

1-) Facebook'!tan nefret etmeme rağmen Facebook genellikle açık oluyor bilgisayarımda. Neden bilmiyorum... Sanırım bir kızın bana bişeyler yazmasını bekliyorum ama genelde kimsenin iplediği yok. Varsın olsun. Ha esas koyansa sanal delikanlıların vazgeçilmez hobisi olan "People You May Know" kısmından hatun düşüreceğim diye aşağıları taradıkça liseden veya üniversiteden hatunları görüyorum. Genelde güzel de değiller. Bir de tabii bundan daha gençken, hızlı zamanlarımdan tanıdığım bir iki insan dolayısıyla bu listede bol bol karşıma çıkan metalci kızlar ve erkekler var. Saydığım üç grup da beni zerre ilgilendirmiyor çünkü üçünü tarasan, on tane güzel kadın çıkmaz. Net...

2-) Küçükken yediğim dayakları da, gereksiz ağlamalarımı da; ergenliğimde koyduğum aptalca postaları da, karakterimi istediğim gibi sergilemeyi beceremeyip çekindiğim zamanları da; üniversitedeyken verdiğim aptalca kararları da; dünmüş gibi hatırlıyorum ve aynaya her baktığımda kendimden biraz daha tiksiniyorum. Bu yüzdendir ki sabah uyandığımda, yüzümü yıkamak için tuvalete girdiğimde ışıkları yakmam. Ha tabi eski cerahatlı sivilce dolu suratımın da bunu yapmamda payı büyük. Şimdi suratım temiz de o da yakında tekrardan sivilcelenir.

3-) Üç ay önce bıraktığım sigaraya, seneler önce başlama sebebim özenmeydi. Çok özeniyordum, "havalı" geliyordu, ha bir de liseden çocuklarla boktan bir partiye gitmiştik onların düzenlediği. Organizasyondan para kıracaklar hesapta... Mekan bok gibi olunca, sigara içen arkadaşların yanına sardım ben de; ondan sonrası malum... Ha bak lise boyunca arkadaşlarımın yanında içmedim daha sonradan. Zayıflığımı kimsenin bilmesini istemezdim çünkü. Ego işte... Alışkanlıkları bile yeniyor.

4-) Okuduğum kitaplardaki, izlediğim diziler ve filmlerdeki bazı karakterlere anında kanım ısınır. Bunun genel sebebi onlarla ucundan kıyısından bir veya birden çok ortak noktam olmasıdır ancak bu olayı abartıp genellikle o karakterlerle "birlerce" ortak noktam olması için uğraşırım bir yerden sonra. Bu yüzden de orijinal bir karakter olduğum söylenemez. Ama sıradan da değilim. Böyle iğrenç bir mide özsuyuyum sadece; senaristler ve yazarların yazdıklarından ortaya çıkan. Neyse, buna rağmen nasıl bir özgüven ve ego pompaladığımı tahmin etmenize gerek yok, görüyorsunuz çünkü her allahın günü.

5-) Yaz günleri günde beş vakit okunan ezanın sakin sakin kafa dinlememe izin vermemesi sebebiyle dinden gitgide uzaklaşıyorum. Yani hep uzaktım da şimdi sinire de kestim evim camiye yakın diye. Dolayısıyla hayır, ben AKP sebebiyle dinden soğumadım. Ve yine diyeceksiniz sana ne ezandan? Alışkanlık işte, zamanında büyüklerimiz böyle göstermiş; ezan okuduğunda müziğin sesini kısıveririz işte...

6-) Ne gitarı, ne de mızıkayı mükemmel çalabiliyorum. Solistliğim de babamın tabiriyle "boru gibi", ablamın tabiriyle "pes", kendi tabirimle "kalınından, keyif veren" sesim sebebiyle mükemmel değil. Genelde "Mi" tonundan değil de, "Re" veya "Do"dan çalmak zorunda kalıyoruz benim yüzümden. Hatta uzun zamandır da çalmadık. Ama o konser fotolarını beğeniyorum ne yalan söyleyeyim. Ha ne kadar kötü olduğumuz da aslında belli   Şimdi mütevazı olmaya çalıştığımı söyleyenin müzik kulağı hakikaten hiç yoktur.

7-) Maddi sıkıntım yok. Ancak kendi ayakları üzerinde durabilen olgun ve bekar kadınların bana gösterdiği ilgi her zaman hoşuma gidiyor. "Zengin kadın fantezisi" de denilebilir buna. Hani evi olsun, yalnız yaşasın, arabası olsun beni evden alsın falan... İyidir yani. Hatta şirkette bu yüzden sürekli olarak radarlarım açık ama şirketin en çirkin iş kadını dışında bana pas atan yok. Hoş, topu kaleye yollayabilecek enerjim olabileceğini de sanmam. Ehe.

Bu da yeni seri olur muhtemel beyin kemirgenlerine ara verme bazında. Herkese iyi geceler.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 14

Yıllar önce, arkadaş çevrem sebebiyle ailemi karşıma almıştım. Geçen yıllar ne onların ne de benim haklı olduğumu gösterdi. Çocukların hepsi bir yerlere geldiler iyi ya da kötü, aralarında serseri olanlar da çıktı; bazılarıyla eski sıkı fıkı dostluğumuz olmadı; bu yüzden bu iddianın galibi olmamıştı.

Bir kadınlaydım üniversitenin ilk yılında, daha sonra beni; başka birinden kıskanarak atar yaptı. "Şimdi gidersen bir daha beni göremezsin." diyerek de saçma bir blöf yapmıştı; ama bilmiyordu ki ben "ilişki" desenli bir çuhanın masayı örttüğü bir poker oyununda son eli görmeden kartları atmam; kaybedecek üzere olduğum; önümdeki potun hepsi olsa bile... Evet, ayrıldık. Ayrılıktan bir hafta sonra ben ve onun kıskandığı kadın; hızlı bir gece geçirdik. Yıllar boyunca bunu kimseye anlatamadım. Üç beş kişi içkili ve hüzünlü sohbetlerde konuk oldular bu dramaya; şimdi de buraya dökülüyorum seneler sonra. Hızlı gecenin ertesinde devam etmek istedim. Herkesi; ama herkesi karşımıza almayı teklif ettim. Çünkü arkadaş çevremiz ortaktı... Ben cesurdum, cesur olmalıydım, gözümü karartmıştım. Olmamıştı... Limp Bizkit'ten "Eat You Alive"ı kendisine dinletmiş ve "I just wanna look at you, who are they?" (Ben sadece sana bakmak istiyorum, onlar kim?) kısmına yoğunlaşmasını sağladıysam da; acı çekmiştim hikayenin sonunda. Çünkü onun yaptığı kontra ağırdı. Vega... "Tadın Kaldı".

Meyhanede bitirdiğim her gecenin sonunda; karşımda beni önemseyenleri görüyordum. Hepsi, fazlasıyla oradaydı. Ancak benim nazarımda, hiç biri yoktu işte. Tutunacağım insanlar değillerdi. Beni seve seve taşırlardı, ancak ben bunu istemezdim. Çünkü yük olacağımı düşünürdüm, hala da düşünürüm. "Erkeğim beni taşıyabilmeli." diyen kadınlardan sıkıldım; çünkü onları taşımaktan yoruldum. Kadınım sırtımdaki yükü azaltsın istedim ve işte bu yüzden hala yaşça küçük kadınları çekici bulmamaktayım.

Şimdi tedavideyim. Bu sefer tüm çevremi karşıma alıyorum yaptıklarımla. "Öfke yangınları"ndan kurtulamıyorum Pilli Bebek'in Bak parçasında söylediği gibi, veya sakinleşemiyorum. Çünkü aldığım ilaç dengemi alt üst etti. Çevremin dengeleri ise tamamiyle alt üst oldu. Bunu alkole bağlayan, alkolü azaltmamı ısrarla isteyen bir kesim var; ilacı bırakmamı söyleyen bir kesim var, sakin olmam veya destek almam gerektiğini söyleyenler var; varoğlu var... Herkesin bir fikri var, ama bana soran yok. Olmaz da... Sanmıyorum çünkü (referans: Behzat) "İyi misin?" var, "Nasılsın?" yok. "Ne yapıyorsun?" var, "Ne hissediyorsun?" yok, "Ne düşünüyorsun?" hiç yok.

Direniyorum, kadere; oynuyorum, ölümle, ve inatlaşıyorum; herkesle ama en çok da kendimle. İnceldiği yerden kopsun görüşünü benimsediğimden ötürü, en son yediğim halt; Thales'te yoktan yere arıza çıkarmak ve daha sonra bir kaldırıma çöküp akli dengemi yitirdiğimi farketmek olmuştu. "Blood, sweat, tears" vardır ya vazgeçilmez üçlü, işte onu yaşıyordum burnumdan soluya soluya. Şimdi ne mi olacak? Bu tarafta hiç bir şey değişmeyecek. Bir tahlil daha alırım iki hafta sonra; tehlikedeysem bırakırım ilacı ve çirkin suratıma bakmaya devam ederim. Aslında ben, suratım cerahat içinde yüzüyorken ve çirkinken şu an olduğumdan daha dengeliydim be...

Bu yüzden başa saralım biz yine yazının parçasını;
Blue Öyster Cult - Don't Fear The Reaper

3 Eylül 2011 Cumartesi

Beyin Kemirgenleri Bölüm: 13

Demir Demirkan'ı hatırlarsınız hepiniz. İyi ya da kötü, benim gözümde "Belki" ve "Kahpe" singlelarıyla parlamış, sonra da sönmüştür. Yeteneklidir, "Benim." diyen bir çok gitaristi değil, müzisyeni cebinden çıkartır. İyi de adamdır muhtemelen, keşke şu şova yönelik Afrika ziyaretini yapmasaydı hükümetle beraber... Neyse, yiyim Demir'i; size bir şey olmasın veya olsun, Ice Tea kafası. O Demir Demirkan, hayatım boyunca unutmayacağım şarkılar yazdı elbette, ancak unutamadığım esas parçası; kesinlikle "Yalan"dır. "Gülümse, yüzüme gülümse..."



Bugün de yalanlardan bahsedeceğiz. Ama spesifik birazcık daha; "CİNSEL YALANLAR" nam-ı diğer sekse götüren yalanlar. Örneklerle başlayabiliriz;

-Bize gelsene film falan izleriz. (1 numara budur ki vazgeçilmez.)
-Yukarı çıkıp benimle bir kahve içmek ister misin? (2 numara, Amerikan klişesi)
-Eve gitme istersen, bize gel, evim yakın. (Gece sonu plasesi)
-Rakı açtım, gelsene? (Bilgisayar başında - sık kullandıklarımdan)
-Masaj yapmayı biliyor musun? (Sık kullandığım 2 numara, tabi eve gelince karşı taraf; ten tene dokunur; sonra nice tentenler doğurulur)
-Yemek yapmayı biliyor musun? Ev yemeği özledim ben... (3 numara, en azından benim için. Tabii kuru fasulye pilavla nasıl bir cinsel tecrübe yaşanır, tartışma konusu)
-Yemek yaptım, gelsene. (Issız Adam)
-Sabah benim balkonda kahvaltı edelim mi? (Öğrenci işi, kolay da...)

Aslında belki yalan da değil bunlar; sadece yolumuzu açan bahaneler. Peki neden bunlara ihtiyaç duyarız? Türk olduğumuz için mi? Cinsellik toplumumuzda büyük bir dogma olduğu için mi? Tabii ki de hayır.. Yukarı çıkıp kahve içme klişesini yaratanlar zaten Amerikalılardır. Dolayısıyla bunun yaşadığımız çevreyle veya toplumla; büyütülme şeklimizle doğrudan alakası olduğunu düşünmüyorum. Tamam nudist bir aile tarafından yetiştirildiyseniz, "Filiz sevişelimmi" ayarında girişimlerde bulunabilirsiniz ama dediğim gibi; istisnai durumlar hariç.

Yapamıyoruz işte, cinsellik konu olduğunda utanıyoruz. Yüz kızarıyor, eller terliyor, çekim başlıyor; ereksiyon/ıslanma ve leylekler, uçan; dev leylekler. Peki neden utanıyoruz? Tamamen karakter ve tecrübeye bağlıyorum ben bunu artık. Çünkü bir yerden sonra cinsellik o "büyülü" kimliğini yitiriyor bazıları için ve onlar gemilerini rahatlıkla yakabiliyorlar. Sonrasında ne olduğu önemli değil onlar için. Dünya yansın, tokat gelsin veya "Hayır." sert bir biçimde yüzlerine çarpılsın; umurlarında değil. Çünkü onlar yitirmişler çoktan, sevdikleri insanla beraber olabilme şansını. Çünkü onlar, kaybetmişler; iki radyocu gibi değil; Masumiyet filmindeki Haluk Bilginer gibi; top yekün... Bu yüzden de konuşurlar rahatlıkla, sorarlar, teklif ederler, sevişirler ve sadece sakinleşirler sonunda, mutlu olmazlar. Soğukkanlılıkla yakılan bir keyif sigarası, ispirto tadındaki Ankara viskisinden bir yudum daha ve yine "izlenecek tavanlar"... Bu da twist için seçtiğimiz parça olsun.



Dipnot: İzlenecek tavanlar?

2 Eylül 2011 Cuma

Beceremediklerimizden

tavanı izlememin sebebi, beyazlığı.
bir de yeni alışkanlık şartlardan ötürü:
"görüşürüz" yerine, "kendine iyi bak" demek; genellikle alkollü.
klişe aşk filmlerinin aksine, seni uyurken değil;
sabahleyin, gözgöze kahve içerken, uzun uzun izlemek isterdim,
olmadı. bırak, olmasın.


yazları kan ter içinde uyanmayı tercih etmek lazım,
kasımların poyrazına.
ama; yok ya, biz ne zamandır alışmışız;
kendi dramlarımızın sonbaharda peydah olmasına.

isteriz ki hep, çoluk çocuk etrafımızda;
ve anlatalım tekrar tekrar,
onun güzel gözlerini, şirin gülüşünü.


ne gerek biliyor musun cümlemize,
sert bir osmanlı tokadı.
ayıltacak cinsten, beton gibi.
ve biraz daha az "neslinin" fabrika çıkışında,
sorun olduğunu iddia eden kadın ve velet.
dengesiz olmakla övünen bir avuç lanet piç,
boğulmaktayız yine aynı deryada, aynı cümleleri söyleyerek.

not: bu başlık, sadece bir sosyal mesaj değildir. aynı zamanda benim şiir işini asla beceremediğimi düşündüğümden dolayı seçtiğim bir başlıktır.