Saat 03.14.
Göz kırpıyor bana sağ üst köşeden. Kafamda deli sorular, ama dökülememişim; çünkü burada, evimdeyim. Özlemini ağır ağır çektiğim yerde. Zihinse, bambaşka yerlerde. Şişeleri taşa çalmak, gökyüzüne çıkmak, dalgacı olup her sabah boyamak oraları aklımda gezenler... Bir yandan da realite var, İstanbul'da ne kadar mutsuzsam, burada da bu kadar mutlu olduğuma dair yalan gerçeklik. Hazır değilim. Bunu fark ettim. Ya Mersin'in durağanlığına, ya da ana kucağına hazır değilim. İlk kez bunu hissettim çünkü ilk kez amacım buraya dönmekti, temelli. Ne temelli dönebildim, ne de iki haftalık tatilimi benimseyebildim. Burayı her zaman benimsedim ve gömüleceğim yerin bura olacağını vücuduma şart koştum. Doğru ancak bir yandan da insan garip hissediyor işte. Yedi senedir ailenden uzaktasın, başarısız; rezil bir adamsın. Sıkıntı olmadığı zaman, rahatlık vardır ve bu sana batar. Dedim ya; tıpkı bir Opeth parçası gibi eve dönüşüm bu sefer: "In time of my need".
Yazamadım, bir cümle bile yazamadım. Ne zaman sıkıntılı hissetsem veya ilham perisi gelse, "mutlu ve sıcak" yuvama dönüp her şeyi unuttum. Barlara, elimde laptopla gitmeyi; oralarda içerken yazmayı düşündüm, yöre halkının tepkisi tırstırdı. Veya tam hazır olduğumda, önüme bambaşka bir şey çıktı; günlerdir içimde biriktirdiklerimi yazamadım. Bazen bunu ağır ağır hissediyorum çünkü biliyorum; ben sıkıntıdan, cerahattan, pislikten ve bitiklikten beslenen bir adamım. O bitikliği benden alırsan, ben de biterim. Biliyorum...
Günler önce bir yorum görmüştüm çok beğendiğim bir kadının sayfasında. Yorumu atan, kadının davulcusuydu. Mevzu bahis fotoğraf ise zamanında sanatçı ablamın bana yakıştırdığı kadını içeriyordu. O zamanlar hiç beğenmemiştim. Daha doğrusu, tıpkı şu an memleketime hazır olmadığım gibi; o kadına da hazır değildim. İlginç durumlar, efsane kafalar... Şimdi düşünüyorum da, o zaman aklımı başıma devşirip böyle bir şeye başlasaydım, ne şu an bunu karalıyor olabilecektim; ne de Zeki Müren dinliyor olabilecektim... Olsam olsam, sağlam bir şirkette işe başlayan sağlam bir elektrik mühendisi olurdum ve okulum 2 sene önce bitmiş olurdu. Hayat; beni negatife sürükledi atmadığım adımdan ötürü, onuysa sanat/müzik camiasının ortasına yerleştirdi. Adı mı? Adını salla... Olmamış, yaşanmamış ve bitmemiş saçma sapan bir hayalin izdüşümünden bahsediyorum. Yine boşverdik, zaten hep boşveriyoruz...
Buraya gelişimden iki üç gün önceydi. Dışarı çıkmıştım. Enteresandı... Taksim meydana vardığımda dizlerim titriyordu çünkü günlerdir "sosyal faaliyet" bazında bir yere çıkmamıştım. Gittiğim yerler hep "ev" idi. Kuzenimin evi, halamın evi, onun evi, bunun evi... Hep evlere gitmiştim. Hatta bu son bir ayımı kapsıyor bile olabilirdi. Bu yüzden Taksim meydan, dizlerimi titretmeye yetmişti. İşin ilginci, kuzenimle rakı içmeye çıkmış ve soluğu bir ev partisinde almıştım. Dizlerin titremesini boşver gitsin de, hayatımda gördüğüm ilk viski şişesi; Southern Comfort'ı; o evde görmem aklımı başımdan almıştı. Mal gibi kaldım çünkü o marka, rahmetli eniştemden halama; yayla evinde miras bırakılan bir şişenin üstünde de vardı. Dedim hep kaybettik, kaybetmeye mahkum bırakılmadık ama hep kaybettik. Bir boş Southern Comfort şişesi, bir de Marlboro karton sigarayla beraber zamanında Free Shop'tan gelen iskambil kağıtları, iki senedir uğramadığım yayla eviyle ilgili aklımda kalan iki ayrıntı. Başka bir şey hatırlamak istiyor muyum? Bir haftada bitirdiğim beş yüz küsür sayfalık Yunan Mitolojisi derlemesi dışında hayır.
Dedim ya, yazamıyorum... Sanırım İstanbul'a dönene kadar da yazamayacağım. Yazdığım bu blog postunun çıktısını alıp, kıçınızı silin. Çünkü burada, en büyük bağımlılığım; yazmayı bile gerçekleştiremiyorum. Sıkıntı yok, dert yok, tasa yok; en yücesi hep bana kalıyor, aşk oluyor ve gözüm hep doyuyor.
ha bir de dipnot: bu bir metropol notu değildir, bir güney şehrine ait günlükten öte gidemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder