Günün başından beri yazmayı düşünüyordum. Ancak annemin tezini çürütemedim. Yeterli alkolü almadan ve hava yeterince kararmadan yazamadım. Denklem basittir: hava kararır, alkol bünyeye girer ve sıkıntılar klavye -çalışıyorsa daktilo- başında kusulur. Ardından yatağım göz kırpar ve sızarım.
Eski arkadaşlarımla buluştum dışarıda, bir iki bira içip eve döndüm. Yemek yedim, kurtlanma başladı...
12'de çıktım evden, sitedeki iki Tekel bayii de kapalı olduğu için aklımdan geçti bu parçanın sözleri.
Kanser bir kadınla birlikte oldunuz mu hiç?
Veya o kadının yaşadığı acıyı hissettiniz mi?
Veya, o kadın sizin kanseriniz haline geldi mi? Yani ona tutunmaya, onu yaşatmaya çalıştınız mı?
Ertesinde gördünüz mü, gösterdiğiniz ilgi ve çabaya rağmen, onun fişi çoktan çektiğini?
İşte o fiş çekildiği an, ben kendi fişimi takmıştım. Artık devamı yoktu. Pespaye hayatına o devam edecekti, benimle yatmaya devam ettiği gibi. Hayatımda ilk defa, çarpık bir ilişkideki "fuck up" tarafı ben olmayacaktım ancak "ayrıntılar" vardı.
Hayatı boşladığından ötürü, har vurup harman savuruyordu. Uyuşturucu kullanacaksa en pahalısına, yemek yiyecekse en lezzetlisine, içecekse en güzeline yöneliyordu. Bana eli boş gelmezdi. O, herhangi bir eğlence dönüşü zilimi çaldığında kapıyı açar, otomata basar ve o merdivenlerden çıkarken bira şişelerinin şangırdamasını dinlerdim.
Geliş gidişleri, Amsterdam'a aldığı uçak biletleriyle sonlandı. Avrupa'ya veya Avrupa'yı gezmeye en ufak bir ilgisi olmayan ben, onunla Hollanda'nın yolunu tutacaktım. Şaka gibi... Evet Türkiye dışında bir yerde yaşamak harika olabilir ancak Avrupa'da konaklamalı bir tatil sikimde olmaz ki ne interrail yaptım, ne de Erasmus'tan faydalanabilecek kadar başarılı bir öğrenciydim. Sadece onun son dileklerinden birine yardımcı olduğumu düşünüyordum...
O gece... Gerçekten onunla bir ilişkiye başladığımızı düşündüğüm gece...
Yapmasına en çok tepki gösterdiğim ve sinirlendiğim şeyi yaptı. Kokain çekti, ayakucumda, seviştikten sonra uyuyakaldığımı düşünerek. Kıyameti kopardım ve sıradan, yozlaşmış olduğu düşünülen ilişkiye geri döndük; nam-ı diğer "fuckbuddy"liğe.
Biraz daha böyle devam etti. Eridiğini görüyordum ama kontrolüm dışında erimesi rahatsızlık vermiyordu. Çünkü kahraman olmamam gereken bir pozisyondaydım, biliyordum.
Bir gece, kalacak hiç bir yeri olmadığını; gerekirse bende kalabilmek için para vereceğini söyledi. Aklımı kaybetmiştim ve onun bu lanet halinden nefret etmeye başlamıştım. İşte o gece döküldü... "Ben seni hala çok seviyorum" dedi ve ağır konuştum: "Sadece bedava seks benim için, bu yaşadığımız."
Aramayı kesti, konuşmayı kesti, mesaj atmayı kesti, Mersin'e gideceğim sabahın gecesine kadar... O gece görüşmek istedi ancak ben kartları çoktan dağıtılmış bir poker masasındaydım, planlarım belliydi.
Mersin'e geldim, bu yaşa gelmiş olmama rağmen, Adana'ya uğradığımda; oradaki akrabalarım tarafından bana harçlık verildi. Hala, onsuz veya onunla, Amsterdam'a gitmek için bir şansım vardı. Topladığım harçlığın üzerine biraz kendim koyacaktım, biraz borç alacaktım ve döndüğüm gün İstanbul'a; Amsterdam'ın yolunu tutacaktım. En azından bu plan makuldü...
Lakin koparılmış bağlar ve geri adımı atılamayacak kararlar(ör: Elveda); ego ve gurur gibi karakteristik birer kütleyle birleşti, hayatımda her zaman olduğu gibi ve kırdım kafayı, her zaman olduğu gibi...
Ne imza törenini görebildiğim, ne de resmi açıklamasını okuyabildiğim bir futbolcuydu. Wesley Sneijder... "Bize her sevdadan geriye kalan sadece Galatasaray" dedim ve paramın bir kısmıyla, Sneijder forması aldım. Geri kalanını da bir çift Sennheiser kulaklığa yatırıp, "Artık yok, Amsterdam da yok, kanserli kadın da..." dedim.
Formayı aldığım gün, attığım koca adım sebebiyle mutluydum. Çünkü farkındaydım... Pembe bulutlar ve uçan filleri bir kalemde silecek kadar ağır bir hamle yapıyordum.
Dedim ya, her zaman kahraman olamam. İlk kez de olsa; kostümümü, üzerine benzin döküp yakmış bir eski kahramandım; "Watchers" filmine konu olacak cinsten rezil bir kahraman...
Şimdi ne mi yapıyorum? Hala kendimi içinde "yaşamaya" hazır hissetmediğim Mersin'de, evimde, ılıman iklim 10 derece; sitenin, kuşların pislediği bir bankında oturmuş; bunları karalıyorum. Kulağımda Max Payne oyununun soundtracki var; Sennheiser'larımdan geliyor. (Oh evet, harikasın Sennheiser)
Arada aklıma geliyor, burada yediğim sağlam bir iki kazık ve kibar bir iki "siktir" ve düşünüyorum daha ne kadar kaybedebileceğimi.
Ama farkındayım da bir yandan. Yanlış tercihlerde bulundum çokça, yanlış hayal ve umutlar peşinde koştum, yanlış şeyler de yaptım ki günah çıkarmak değil amacım. Sadece sanırım, artık büyüyorum ve bunu çeyrek asır ömür tükettikten sonra ilk kez bu kadar net söyleyebiliyorum.
Evet hala üniversite öğrencisiyim, evet yaşıtlarım evlendi, evet yaşıtlarım yüksek lisansı bitirdi, evet yaşıtlarım 3000 liradan işe girdi.
Afedersiniz de, beni karşılaştıracağınız her bireyi, teker teker boyarım ben laciverde. "Onlar benim yaşadıklarımın onda birini yaşasaydı..." demiyorum, sadece şunu biliyorum; onların el pençe divan durdukları iş arkadaşlarının ya da patronlarının önünde ben, dimdik durup istediğimi alabileceğim.
Bu konuda neden mi eminim?
Yıllar önce üniversiteden, beğendiğim bir kadın vardı. Blog yazdığımı öğrenince "Blog mu? Evet ya iş görüşmesinde bile soruyorlarmış artık! Ben de açacağım." demişti. Şu anda bu kadın yüksek profilli bir şirkette çalışıyor.(reklam yapmayacağım) Bense mezun bile olmadan onun patronunun okuduğu dergiye yazıyorum...
NOT: mevzu bahis derginin ayrıntılarını daha sonra veririm, yeterince güneş açtım bu gecenin sonu için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder