Herkesin memleket sevdası vardır. Babası polis veya asker olduğu için şehirden şehre sürüklenenler bile elbet bir yere aidiyet hissederler. 89'da burada doğup, 06 yazına kadar burada yaşadım ben, öğretmen bir anne babanın oğlu olarak; Mersin'de.
Topraktır sonuçta, babam da buranın yerlisi olunca; sonradan Mersin'i mesken edinenlerden olmayınca; aşk elbette biraz daha katlanıyor memlekete karşı. Velhasıl, ergenlik dönemimdeki kimi sancılar sırasında, sınavda İstanbul'dan bir üniversiteyi kazanıp; bir daha asla dönmeyeceğimi beynime kazıdığım memleketten ayrılamadım tabii zihinsel olarak. Eh, kolay da değil ki... İlk bisikletimi aldığım şehir, basketbol salonunun parkesi üzerinde dizlerimin titrediği ilk şehir, bir kadının elini tutarken terleyen avuçiçlerimin farkına vardığım ilk şehir, elimde mikrofon "Aha şimdi sıçtık, ben nasıl şarkı söyleyeceğim bu insanların önünde?" diye düşünerek sahneye çıktığım ilk şehir, bir kadının dudaklarının tadını; bacakarasının hissiyatını tecrübe ettiğim ilk şehir... Saymakla bitmez tabi anılar.
Nihayetinde gittim İstanbul'a. Arkamda gözü yaşlı bir anne ve dik durmamı, taviz vermememi tembihleyen bir baba bırakarak. Özlem mi? İstanbul'da eğlencenin değil, hayatın dibine vuruyordum. E sen yirmi milyonluk şehirle, bizim sahil cennetini karşılaştıramazsın tabii. Ancak büyüdük, biraz daha büyüdük ve farkına vardık. Mersin, benzemiyordu bir hitap yöntemi olarak yavşak yavşak "Hocam yea" demeyi tercih eden veletlerin, kokteyller ve Blackberryler arasında bir yaşam süren kaşarların muhitlerine. Mersin, Mersin'di. Ne eksik, ne de fazla...
Gel zaman git zaman, okul da bitecek seneye. İşte bu noktada işin içine beyin kemirgenleri giriyor. Ben mezun olunca, dönebilecek miyim Mersin'e?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder