Fena film değildi aslında. Kimi Tarantino çakması dedi, kimi bir boka benzemiyor dedi. Ama ben beğenmiştim. Sanırım bu beğenimin altında da filmi çok küçükken Kanal D'de görmüş olmam ve annemin "Oğlum yat artık." ihtarının bir ultimatoma dönüşmesiyle birlikte yatağa girerek, filmin -az çok- sansürlü halini bile izleyememem yatıyor. Ha Cem Özer'e oldum olası kılım, orası ayrı... Ancak oyunculuk, senaryo, IMDB diliyle "action-chrime-thriller" arasında gidip gelmesi çok çekiciydi ve geçen sene, Youtube'da filmi bulup izlemiştim. Hatta Youtube'a yükleyen insan evladı, filmin tümünü değil, yüzde yetmişini falan upload edip "diğer partlar nerede piç?!" sitemine maruz kalmıştı benim tarafımdan olmasa da... Ben de başka kaynaklara yönelmiştim ve bzzzzt sıradaki!
Gelgelelim, esasen bu post'ta bir film eleştirisi yapmak, ara ara spoiler vermek değildi amacım. Sonuçta -tiz ve küçük harflerle konuşan bir kadının ses tonuyla- "Efendim bizim konseptimiz film eleştirisi değil.."
Tamamen istemsiz, Pavlov'un köpekleri hesabı, geçen yılbaşında halamlara stoklanan ve kimsenin açıp içmediği şarabın çıkış izni bana verildiği için başladım yazmaya. Anlayacağınız, açınca şarabı tek başına; dikince bir de kafaya, bünye "yaz." dedi; ben de başladım yazmaya.
Ama malzeme yoktu elimde, herhangi bir şeye kafayı takacak, dellenecek modda değildim çünkü -oh, hayatım darmadağın:(((- Gemide filmindeki kaptan(Erkan Can)ın dediği gibiydi durum, "Off, her şey karışık..."
Oradan buradan soruşturunca karşıma kariyerizm düşmanları(haklı bir düşmanlık), samimiyetsizlik vs çıktı. Boş geldi kelimeler, sanırım bunlar üzerinden yazmaya bir başlasam, sabaha bir romanı bitirmiş halde uykuya dalardım.
Yeni yıl klişeleri bir an aklımı çeldi, vazgeçtim.
Sonra dengesiz kadınlarda aldım soluğu. Onların koyunlarında değil, bahsinde... Şu dünyada erkek, dengesiz kadın kadar çekmemiştir hiç bir şeyden. (Kaynana dahil.) *Onlar konusunda sorunun ne olduğunu asla anlayamazsınız. Çünkü "Seninle ilgili değil." derler, ilginizi yitirip "eeh" efektini verdiğinizde "ilgisiz, odun" olursunuz.
*Bir şeyler yaşamak için kaptırırsınız ama kendinizi, belki kısa süreli ilişki; belki ciddi içilen bir iki kadeh, ciddi geçen bir iki ay; veya lakayıt emen bir ağızdır aradığınız. Ama olmaz... Çünkü olamaz. Aradığınız ne olursa olsun, düz duvara tırmanırsınız, hırslanırsınız. Çünkü yasak elmanın tadı her zaman güzeldir. Ona ulaşmak değildir amaç, o vasıtasıyla dilenen istikamete -ilişki, seks vs- ulaşmaktır amaç.
*Onlar asla ne istediklerini bilmezler ama size sordukları tek soru, "Benden ne istiyorsun?"dur. Onunla vakit geçirdiğiniz için, siz de bağlanırsınız bir yerden sonra. "Eeh, seninle mi uğraşacağım ulan?" diyemezsiniz, amaçtan uzaklaşırsınız. Egonuz törpülenir, suyuna gitmeye başlarsınız ve bir tümördür artık o, kesip atamadığınız her günün sabahında öldüğünüz. Vazgeçemezsiniz. Uğraşırsınız. Olmaz... Sırtınız bir kez daha duvara yaslanır. Belki bir gün, belki bir gün kesip attığınızda onu bünyenizden; neşterle ayırdığınızda ruhunu aklınızdan; müebbet hapisten çıkabilirsiniz, kim bilir?
Ah bir de doğru kadınlar vardır ki her daim saygıyla anarsınız. İlişkinin gidişatı, ten uyuşmazlığı, fikir uyuşmazlığı önemli değildir. Bittiği anda önünüze bakmanız biraz zaman alır ki dengesiz kadınla tek ortak özelliği budur. Ona ve mazinize saygı duyarsınız çünkü iyi anıları hatırlarsınız onlarla ilgili. Belki Akdeniz Akşamları kıroları gibi birlikte yıldızları seyretmezsiniz, şarap-battaniye-film üçlemesi yaşamazsınız yurdum entel genci gibi ama; geçirdiğiniz her an değerlidir onunla. Ah, dedim ya; yürür veya yürümez ama şiir gibi kadın olmuştur o bir süre sizin için. Arada bir yad edilir, geçmişe gülümseyerek bakmanızı sağlar. Gülerek veya ağlayarak değil; gülümseyerek. Çünkü o, odur. Başka birisi değil, başka bir model değil. Kendisidir ve kendisi olarak yeterli olmuştur uzun bir süre. Saygıyla anıp, yolunuza devam etmek yerine her alkollü olduğunuzda ona boş mesaj gönderirseniz, inanın bana; size duyduğu saygıyı tüketirsiniz. Bunu yapmayın, adamı ayar etmeyin.
Yazı boyunca çalınan şarkılar:
Maksat Muhabbet Olsun (Karışık Pizza Soundtrack)
Leonard Cohen - The Future (Kişisel Soundtrack)
Kyuss - Isolation Desolation (Dengesiz Kadınlar esnasında)
Blue Öyster Cult - Don't Fear The Reaper (Doğru Kadınlar esnasında)
29 Aralık 2010 Çarşamba
12 Aralık 2010 Pazar
"peki alkol de çözüm olmadığında neye başvuracaksın?"
günlerdir kafamı kurcalayan soru... uzun bir süredir uyku problemim var. ne psikiyatra görünmek istedim, ne de milletin sidik yarıştırırcasına kullandığı hapları denedim. apranax, xanax, prozac vs vs. biliyorum çünkü herkes kullanıyor, veya kullanmış olduğunu iddia ediyor. lisedeyken yapılan "bir kasa bira içerim" geyikleri gibi, bu ilaçları kullanıyor olmakla da övünen tipler var şaka maka. gelgelelim; tamamen bitkisel ve reçetesiz satılan atarax dışında herhangi bir medikal çözüme de başvurmadım bunun için.
uykusuzluk yeterli oluyordu bir ara. bir gece uyuma, ertesi akşam gir yatağa. sonra onu geçip dört-beş saatlik uykulara ve kahve seanslarına başladım.
zirve yaptığım nokta: geçen sene, final dönemi... günde iki vitamin hapı(şu balerinlerin falan kullandığından), iki-opsiyonel üç litre kahve, büyük bir şişe kola, ağrı kesici niyetine majezik, iki kutu red bull falan devam ettim. halisülasyonlar mı, aklını kaybettiğini düşünerek geçirilen depresyonlar mı dersin... finaller sona erince, ben de sona erdim tabii. hepsinden bir anda kesince kendini, bünye dayanamadı ve bayılıverdi. yaşayamıyordum adeta. günde en fazla sekiz saat ayaktaydım ve hep bitkin hissediyordum, başım sürekli çatlıyordu. yaz boyu detoks dedim; ne kafein, ne enerji içeceği, ne de hap kullandım ve ilk haftanın sonunda hasta oldum. doktora gittim fakat reçeteyi yırtıp attım.
ve yine aylardan kasım... günün sonunda bünyeye alkol girmeden rahat uyuyamıyorum. gündüz mü? rezalet geçiyor. beynim kaynama noktasına ulaşıveriyor gün ortasında. herkesin bir anda sesini kesmesini; yakınmalarını, şikayetlerini de makatlarına sokup defolup gitmelerini yeğliyorum. olmuyor, fırsat buldukça duvarları yumrukluyorum. eve geliyorum; ilk iş yemek, ikinci iş duş, üçüncüyse tabii ki tekel bayiine telefon...
ve şimdi farkediyorum ki, bünyeye artık alkol de etki etmiyor. sinire kesiyorum gecenin köründe, sarhoş sarhoş girdiğim yataktan bir saat sonra ayık kalkıyorum. ve şimdi bambaşka bir soru soruyorum; "biz bu bokun içinden, nasıl çıkacağız?"
zırlamamamı dinlediniz, iyi geceler.
uykusuzluk yeterli oluyordu bir ara. bir gece uyuma, ertesi akşam gir yatağa. sonra onu geçip dört-beş saatlik uykulara ve kahve seanslarına başladım.
zirve yaptığım nokta: geçen sene, final dönemi... günde iki vitamin hapı(şu balerinlerin falan kullandığından), iki-opsiyonel üç litre kahve, büyük bir şişe kola, ağrı kesici niyetine majezik, iki kutu red bull falan devam ettim. halisülasyonlar mı, aklını kaybettiğini düşünerek geçirilen depresyonlar mı dersin... finaller sona erince, ben de sona erdim tabii. hepsinden bir anda kesince kendini, bünye dayanamadı ve bayılıverdi. yaşayamıyordum adeta. günde en fazla sekiz saat ayaktaydım ve hep bitkin hissediyordum, başım sürekli çatlıyordu. yaz boyu detoks dedim; ne kafein, ne enerji içeceği, ne de hap kullandım ve ilk haftanın sonunda hasta oldum. doktora gittim fakat reçeteyi yırtıp attım.
ve yine aylardan kasım... günün sonunda bünyeye alkol girmeden rahat uyuyamıyorum. gündüz mü? rezalet geçiyor. beynim kaynama noktasına ulaşıveriyor gün ortasında. herkesin bir anda sesini kesmesini; yakınmalarını, şikayetlerini de makatlarına sokup defolup gitmelerini yeğliyorum. olmuyor, fırsat buldukça duvarları yumrukluyorum. eve geliyorum; ilk iş yemek, ikinci iş duş, üçüncüyse tabii ki tekel bayiine telefon...
ve şimdi farkediyorum ki, bünyeye artık alkol de etki etmiyor. sinire kesiyorum gecenin köründe, sarhoş sarhoş girdiğim yataktan bir saat sonra ayık kalkıyorum. ve şimdi bambaşka bir soru soruyorum; "biz bu bokun içinden, nasıl çıkacağız?"
zırlamamamı dinlediniz, iyi geceler.
9 Aralık 2010 Perşembe
Hepimizde var
kuyruk acıları, ego sarsıntıları, içimize kapandığımız anlar, sıkıntılı zamanlar ve bazen de acılar. 2.03 AM... sanırım alkollüyüm ve bir başka parçayla karşınızdayız. gecenizin dj'i olmaktan ve ibretlik paylaşımlar yapmaktan ziyade, her zaman kusamadıklarımı anlatmak ve günah çıkarmak derdim. sanırım bu notları da bu yüzden yazıyorum. parçaya veya konuya dönecek olursak, zırladıktan uzun süre sonra anladık hatalarımızı. çıktık dipten su yüzüne, zemine attık elimizi. ama onu gördüğümüzde veya hatırladığımızda da vazgeçemedik gözümüzü boşluğa dikip düşünmekten. dinle öyleyse, "say farewell and close the door, you'll find me nevermore" şeklinde süren bir ağıt nakaratını. dal düşüncelere bir kez daha. kurtulmaya çalışma; ta ki liriklerin sonundaki sürprizi görene kadar. sonra yine silkelenmeyi dene, belki başaracaksın ve bu ruhsal saldırıyı da atlatacaksın. ama benim nefesim tükenecek sana yardım edemeyeceğimi farkettiğimde. iyi geceler.
SCREAMING TREES-FOR CELEBRATIONS PAST
this is for footsteps approaching the night,
they keep themselves moving and do what is right.
now watch what you gather and hold in your hand,
numbers are many who misunderstand.
drink your wine away instead,
i won't remember all that's said.
say farewell and close the door,
you'll find me never more.
that i believe in,
that i believe in,
that i believe in you.
must be a crying shame.
tell you a story of that which comes last,
all of the sorrow that lives in the past.
now if you're tired of all that's been told,
don't be surprised that i've grown so old.
drink your wine away instead,
i won't remember all that's said.
say farewell and close the door,
you'll find me never more.
and i believe in,
that i believe in.
that i believe in you.
must be a crying shame.
breathing in shadows or dead on the vine,
i'm there in the morning to take you sometimes.
to watch what you gather and hold in your hand,
the numbers are many who misunderstand.
drink your wine away instead,
i won't remember all that's said.
say farewell and close the door,
you'll find me never more.
and i believe in,
that i believe in,
that i believe in,
that i believe in,
that i believe in you.
must be a crying shame.
Süpriz: bunu yazmış olabilirim ancak aynı parmak uçlarından bu da çıktı, hem de iki gün kadar önce. http://southernvagrant.blogspot.com/2010/12/ask-iliski-hayat-yasam-hayr-ustu-kalsn.html
SCREAMING TREES-FOR CELEBRATIONS PAST
this is for footsteps approaching the night,
they keep themselves moving and do what is right.
now watch what you gather and hold in your hand,
numbers are many who misunderstand.
drink your wine away instead,
i won't remember all that's said.
say farewell and close the door,
you'll find me never more.
that i believe in,
that i believe in,
that i believe in you.
must be a crying shame.
tell you a story of that which comes last,
all of the sorrow that lives in the past.
now if you're tired of all that's been told,
don't be surprised that i've grown so old.
drink your wine away instead,
i won't remember all that's said.
say farewell and close the door,
you'll find me never more.
and i believe in,
that i believe in.
that i believe in you.
must be a crying shame.
breathing in shadows or dead on the vine,
i'm there in the morning to take you sometimes.
to watch what you gather and hold in your hand,
the numbers are many who misunderstand.
drink your wine away instead,
i won't remember all that's said.
say farewell and close the door,
you'll find me never more.
and i believe in,
that i believe in,
that i believe in,
that i believe in,
that i believe in you.
must be a crying shame.
Süpriz: bunu yazmış olabilirim ancak aynı parmak uçlarından bu da çıktı, hem de iki gün kadar önce. http://southernvagrant.blogspot.com/2010/12/ask-iliski-hayat-yasam-hayr-ustu-kalsn.html
5 Aralık 2010 Pazar
Aşk? Hayır, üstü kalsın.
"Çok tatlı bir şey, böyle.. Ne bileyim ya anlatamıyorum, ama kalbim küt küt atıyor onu görünce."
"Hayatımda tanıdığım en doğru insan. Benim için doğru adam bu... Ben aşığım galiba Mahmut..."
"Terketti, bıraktı gitti. Çok kötüyüm abi, akşam işin yoksa içelim mi?"
"Pis köpek! Ayrıldık... Orospu çocuğu ya! Sildim her yerden, Facebook'umu da yeniden açıyorum."
"Çok güzel gidiyordu her şey, bir anda yürümeyeceğini söyledi."
"Meğerse piçmiş bu. Bir okudum mesajlarını neler neler var! Siktiri çektim yolunu verdim ben de!"
vs. vs. vs.
Bir saniye bile düşünmeden, backspace kullanmadan aklıma gelen ilk beyin kemirgenleri bunlar. Sadece benim çevremde bu diyalogların dönmediğini de biliyorum. Aşk... Kitlelerin eroini. Vazgeçilemeyen. Sıcak çikolata tadında. Ama sıcak çikolatadan daha akıcı, daha şireli, daha yapış yapış. Özellikle de elin sikinde, am bekçin yanında iken son bulduğunda.
Peki nedir aşk? Böyle insanın içinin kıpır kıpır olması mıdır? Sevdiğini haykırabilmek midir? "O" aklına geldikçe mutlu olmak mıdır? Hayır. Hiç biri değildir. Aşk serotonin hormonunun vücutta fazla salgılanması da değildir. Aşk nedir biliyor musun? Aşk tutsaklıktır, aşk tatmindir, aşk duygusal arayıştır. Ama aşk asla kült değildir. Aşk; bir başkasının seni düşündüğünü fark ederek yaşadığın mutluluk ve yine aynı sebeple egonun okşanmasının tanımıdır sadece.
Şimdi geriye dön ve düşün. Ne kadar acı çektin hayalinde yarattığın bu büyülü duygu yüzünden? Ne kadar zaman tükettin? Amacın vardı. Sevmek değildi. Sevişmek de değil. Amacın ona sahip olmaktı, duygusal, fiziksel ve cinsel yönden. Üçü bir arada hesabı... Buna aşk dedin. O da aşk dedi. Birlikteydiniz. Sonra başkalarına da aynı şekilde sahip olmak istediğini farkettin, veya onun başkalarına sahip olma eğilimlerini... Vazgeçtin. Elinde ne mi kaldı? Tükürük veya sabun baloncuklarıyla kaplanmış sikin veya büyük bir kap dondurmayla aromalandırılmış, battaniyenle süslenmiş; hastalık hastası anlamına da gelen büyük bir boşluk: depresyon.
Yıkıl. Çünkü bunu hak ettin. Aradan birazcık zaman geçecek, yeni birini bulacaksın. Aşk diyeceksin bu duygu ve düşüncelerine de ve benim gibi aşka inanmayan insanları ayıplayacak, onlara uzun tiradlar atacaksın. Zayıf değilsin, zeki veya aptal da değilsin, sadece ve sadece; malsın.
"Hayatımda tanıdığım en doğru insan. Benim için doğru adam bu... Ben aşığım galiba Mahmut..."
"Terketti, bıraktı gitti. Çok kötüyüm abi, akşam işin yoksa içelim mi?"
"Pis köpek! Ayrıldık... Orospu çocuğu ya! Sildim her yerden, Facebook'umu da yeniden açıyorum."
"Çok güzel gidiyordu her şey, bir anda yürümeyeceğini söyledi."
"Meğerse piçmiş bu. Bir okudum mesajlarını neler neler var! Siktiri çektim yolunu verdim ben de!"
vs. vs. vs.
Bir saniye bile düşünmeden, backspace kullanmadan aklıma gelen ilk beyin kemirgenleri bunlar. Sadece benim çevremde bu diyalogların dönmediğini de biliyorum. Aşk... Kitlelerin eroini. Vazgeçilemeyen. Sıcak çikolata tadında. Ama sıcak çikolatadan daha akıcı, daha şireli, daha yapış yapış. Özellikle de elin sikinde, am bekçin yanında iken son bulduğunda.
Peki nedir aşk? Böyle insanın içinin kıpır kıpır olması mıdır? Sevdiğini haykırabilmek midir? "O" aklına geldikçe mutlu olmak mıdır? Hayır. Hiç biri değildir. Aşk serotonin hormonunun vücutta fazla salgılanması da değildir. Aşk nedir biliyor musun? Aşk tutsaklıktır, aşk tatmindir, aşk duygusal arayıştır. Ama aşk asla kült değildir. Aşk; bir başkasının seni düşündüğünü fark ederek yaşadığın mutluluk ve yine aynı sebeple egonun okşanmasının tanımıdır sadece.
Şimdi geriye dön ve düşün. Ne kadar acı çektin hayalinde yarattığın bu büyülü duygu yüzünden? Ne kadar zaman tükettin? Amacın vardı. Sevmek değildi. Sevişmek de değil. Amacın ona sahip olmaktı, duygusal, fiziksel ve cinsel yönden. Üçü bir arada hesabı... Buna aşk dedin. O da aşk dedi. Birlikteydiniz. Sonra başkalarına da aynı şekilde sahip olmak istediğini farkettin, veya onun başkalarına sahip olma eğilimlerini... Vazgeçtin. Elinde ne mi kaldı? Tükürük veya sabun baloncuklarıyla kaplanmış sikin veya büyük bir kap dondurmayla aromalandırılmış, battaniyenle süslenmiş; hastalık hastası anlamına da gelen büyük bir boşluk: depresyon.
Yıkıl. Çünkü bunu hak ettin. Aradan birazcık zaman geçecek, yeni birini bulacaksın. Aşk diyeceksin bu duygu ve düşüncelerine de ve benim gibi aşka inanmayan insanları ayıplayacak, onlara uzun tiradlar atacaksın. Zayıf değilsin, zeki veya aptal da değilsin, sadece ve sadece; malsın.
1 Aralık 2010 Çarşamba
Nefret Ettiklerim Bölüm: 3
9) Sanatı Seks İçin, Seksi Sanat İçin Kullananlar: siyam ikizleri gibisiniz. özellikle yazılı eserlerde sık rastladığım "seksi sanat için kullanmak" örneğinde nefret ve öfke kusmama sebep oluyorsunuz. beş para etmezsiniz. cinsel anılarınız, yattığınız erkeklerin penis boyu-performansı, yattığınız kadınların vücut yapısı-sakso başarısı abazan türk toplumunun her daim ilgisini çekecektir, ancak az çok düşünebilen bir -sizin tabirinizle- apaçi bile "sex sells" mantığından yola çıktığınızı anlayacaktır. gün gelecek, bu işten rant sağlayamayacaksınız. öte yandan; her bacakarasına girebilmek adına sanat yapmaya çalışan iktidarsız ibneler ve vajinismus orospular, tıpkı birinci örnekteki gibi sizin de esas amacınızın ne olduğu zamanla ortaya çıkacak. gerçi, siz önceki örnekten daha masumsunuz. zira, bir kısmınız farkında değil sergilenen her eylemin, faaliyetin; alınan her tavrın, üretilen ve tüketilen her ürünün amacının seks olmasının.*
10) 80'ler, 90'lar, 2000'ler Partileri Üzerinden Ekmek Yiyen ve Para Kıranlar: "80'ler ne garipti değil mi, şarkılar falan?", "off, 90'ların modasına hala hastayım ben. yüksek bel pantolonlar, makyajlar!", "2000'ler çok güzeldi ya, matrix benim hala favori filmimdir." bu cümleler havada saçılmaya, "80'lerin sonunda, 90'ların başında çocuk olmak" grupları üye alımına devam ettiği sürece ne yazık ki bu klişelerden hayatımız boyunca kaçamayacağız. bir de bu aptalca diyalogları temel alarak partiler düzenleyen, ve aynı diyalogları temel alarak mekandaki kadınlara yanaşmaya çalışan erkekler... onların da miladı dolmuyor ne yazık ki. her daim devam edecekler insanların geçmişte yaşananlardan, hatırlanan anılardan ve bu nostaljiden yaşadığı keyfin sömürüsünü yapmaya. masumlar mı? en büyük sıkıntı onlar. çünkü asla açamıyorlar gözlerini... şimdi sktirin gidin siz de, bir depeche mode, bir cure, bir alphaville şarkısı dinleyin.
*: bu son cümleyle ilgili gerek yeter açıklamayı yakında yapacağım. hatta başlı başına bir giri olur bu muhtemelen. şimdi herkese iyi geceleeeeeer! (iyi geceler mi? skime kadar gecenizin nasıl geçtiği... koyun sürüleri sizi..)
10) 80'ler, 90'lar, 2000'ler Partileri Üzerinden Ekmek Yiyen ve Para Kıranlar: "80'ler ne garipti değil mi, şarkılar falan?", "off, 90'ların modasına hala hastayım ben. yüksek bel pantolonlar, makyajlar!", "2000'ler çok güzeldi ya, matrix benim hala favori filmimdir." bu cümleler havada saçılmaya, "80'lerin sonunda, 90'ların başında çocuk olmak" grupları üye alımına devam ettiği sürece ne yazık ki bu klişelerden hayatımız boyunca kaçamayacağız. bir de bu aptalca diyalogları temel alarak partiler düzenleyen, ve aynı diyalogları temel alarak mekandaki kadınlara yanaşmaya çalışan erkekler... onların da miladı dolmuyor ne yazık ki. her daim devam edecekler insanların geçmişte yaşananlardan, hatırlanan anılardan ve bu nostaljiden yaşadığı keyfin sömürüsünü yapmaya. masumlar mı? en büyük sıkıntı onlar. çünkü asla açamıyorlar gözlerini... şimdi sktirin gidin siz de, bir depeche mode, bir cure, bir alphaville şarkısı dinleyin.
*: bu son cümleyle ilgili gerek yeter açıklamayı yakında yapacağım. hatta başlı başına bir giri olur bu muhtemelen. şimdi herkese iyi geceleeeeeer! (iyi geceler mi? skime kadar gecenizin nasıl geçtiği... koyun sürüleri sizi..)
26 Kasım 2010 Cuma
Nefret Ettiklerim Bölüm: 2
6) "Expats, Erasmus Students and Long Term Holiday Chasers": kesinlikle faşist, seksist, ırkçı vs. değilim; hepinizden aynı derecede nefret ediyorum ancak belirli bir zümre var kıl kaptığım... türkiye'de yaşayan veya türkiye'ye uzun vadede tatile gelmiş olan yabancı kadınlar. "oh, türk erkekleri çok azgın!", "oh, türk erkekleri hep bize sarkıyorlar!" gibi yakınmaları bu kadınlardan sıklıkla duymakla birlikte; ifrit oluyorum. küllüm fitilim topunuza.madem ki bu derece rahatsızlık duyuyorsunuz, gezin türkiye'yi ve memleketinize gidin. neden buralarda vakit harcıyorsunuz? defolun gidin! ah, durun tahmin edeyim; demokratik ve modern memleketlerinizde size buradaki ilgiyi gösterecek erkek popülasyonu yok ve burada bulunma nedeniniz bu değil mi? ha bir de burada çalışan yabancı uyruklu ingilizce öğretmenleri, türkiye'de kavurduğu parayı dünyanın hiç bir yerinde kavuramaz sanırım... şimdi; ya buraya uyarsınız ve maskelerinizi düşürüp dostane tavırlarla yaşarsınız bu ülkenin -evet abazan- insanlarıyla; ya da siktir olur gidersiniz uzak diyarlarınıza. kimse de size bayılmıyor anam!
7) Aktivist Kimlikli Hayvan Severler: eyleme geçiyorlar, İzmir'de parçalanan bir kedi kafası için dünyayı ayağa kaldırmaya niyetliler fakat ne vahşice katledilmiş bir Münevver Karabulut; ne de fiilenden ziyade manen işkenceye maruz bırakılmış bir Türkan Saylan umurlarında değil... aynı şekilde; itin kedinin önüne süt, ekmek koymaya fazlasıyla meraklı bu kesim, kendilerinden ekmek parası isteyen dilencilerden tiksinmekte ve "Iııy" edalarıyla volta atmakta caddelerde. siz bir şeyi öğrenememişsiniz doğa barışı elçileri; "Her şey, bir insanı sevmekle başlar."...
8) Bilimum Sanal Ortamda Dikkat Çekme Amaçlı Hesap Donduran Modeller: Kimsenin sikinde bile değilsiniz. İnanın bana... myspace hesabınızı dondurursunuz, sosyomat hesabınızı dondurursunuz veya skindirik gif'lerle süslenmiş yonja hesabınızı dondurursunuz ve bunu dondurmadığınız bir sosyal medya aracı tarafından cümle aleme duyurursunuz. tekrardan belirteyim mi? sikinde bile değilsiniz kuşun böceğin. istiyorsanız bilgisayarınızı benzin döküp yakın; bir takım ibnelerin söylemiyle "evrende küçük bir noktadan ibaretsiniz" ve kimsenin umrunda olmayacak bu hesap dondurma ve iki gün sonra tekrardan açma faaliyetleriniz. sonuç: kendinizi kandırmaya devam edin...
7) Aktivist Kimlikli Hayvan Severler: eyleme geçiyorlar, İzmir'de parçalanan bir kedi kafası için dünyayı ayağa kaldırmaya niyetliler fakat ne vahşice katledilmiş bir Münevver Karabulut; ne de fiilenden ziyade manen işkenceye maruz bırakılmış bir Türkan Saylan umurlarında değil... aynı şekilde; itin kedinin önüne süt, ekmek koymaya fazlasıyla meraklı bu kesim, kendilerinden ekmek parası isteyen dilencilerden tiksinmekte ve "Iııy" edalarıyla volta atmakta caddelerde. siz bir şeyi öğrenememişsiniz doğa barışı elçileri; "Her şey, bir insanı sevmekle başlar."...
8) Bilimum Sanal Ortamda Dikkat Çekme Amaçlı Hesap Donduran Modeller: Kimsenin sikinde bile değilsiniz. İnanın bana... myspace hesabınızı dondurursunuz, sosyomat hesabınızı dondurursunuz veya skindirik gif'lerle süslenmiş yonja hesabınızı dondurursunuz ve bunu dondurmadığınız bir sosyal medya aracı tarafından cümle aleme duyurursunuz. tekrardan belirteyim mi? sikinde bile değilsiniz kuşun böceğin. istiyorsanız bilgisayarınızı benzin döküp yakın; bir takım ibnelerin söylemiyle "evrende küçük bir noktadan ibaretsiniz" ve kimsenin umrunda olmayacak bu hesap dondurma ve iki gün sonra tekrardan açma faaliyetleriniz. sonuç: kendinizi kandırmaya devam edin...
25 Kasım 2010 Perşembe
Nefret Ettiklerim
Şimdiye kadar her fırsatta belli başlı tipleri itin götüne soktum. Fakat anlamamakta ısrar edenler için bağıra bağıra söylüyorum. SİZDEN NEFRET EDİYORUM. ve başlıyorum kimlerden nefret ettiğimi yazmaya.
1) Sanatçı tanımına girmeye çalışan dangalaklar: Her kuşu sktiniz bir bu kaldı değil mi? Dünyada ne kadar sike sürülmeyecek kısa metraj film var farkında mısınız? Kahvesini yudumlayan genç kızı minimum on beş saniye, uzaklara bakan delikanlıyı minimum on beş saniye çeke çeke film yapıyorsunuz ve içeriği bomboş oluyor. Kendinizi yönetmen, kameraman, yapımcı sanmanız da cabası... "Ama emek veriyorlar öyle deme?" Hassiktir oradan emek veriyor da bana mı veriyor? Ben mi söyledim onlara "sinemaya heveslenin, film çekin" diye? Klasik maymun iştahlılık işte, bunu da denediniz iyi bok yediniz. Eminim üç beş ay sonra buradan da bambaşka bir dala sıçrayacaksınız...
2) Fotoğrafçı çakmaları: Sizin de suyunuz yaklaşık olarak beş sene önce başladı kaynamaya. Üniversiteye gelir gelmez taşşaklı birer fotoğraf makinesi edindiniz özelliklerini yüzde on oranında kullanmayı beceremeseniz de. Gittiğiniz Küçük Beyoğlu, Kafe Pi, Asmalımescit gibi yerlerde o kameraları çantanızdan çıkarırken gözünüdeki heves hiç bir zaman ilgilendirmedi beni. Çünkü havaya iki parmağınızla zafer işareti yaparken kendinizi fotoğraflayın diye imal edilmedi o makinalar farkındasınız değil mi? Veya "Bebişiiiiiiiiiim" etiketli fotoğrafları bilimum sosyal medya sitesinde görücüye sunmanız değildi amaç. Biraz daha gelişip kuşu böceği çektiniz ve "Objektifimden yansıyanlar" gibi klişe açıklamalarla bunu gözümüze gözümüze soktunuz. Dur bakayım bunun hevesini ne zaman yitireceksiniz?
3) Modern veya değil; psikolojik baskı oluşturarak toplu taşıma araçlarında yer kapmaya çalışan teyzeler: Adımınızı attığınız anda bir vapura, otobüse veya metro vagonuna; bir kurban seçiyor ve tepesine dikiliyorsunuz. Bunu özellikle yapıyorsunuz. Onun gözünün içine bakıyorsunuz yer versin diye. Açık açık dile getirmiyorsunuz hiç bir şeyi. Aslına bakarsanız dile getirecek herhangi bir rahatsızlığınız da yok. Sadece yaşınızın üzerinden avantaj sağlamaya çalışıyorsunuz. Çünkü herhangi bir rahatsızlığınız yok. Hastalık hastasısınız... "Ayaklarıma kara sular indi ay ay ay", "Of İstanbul resmen insanı yoruyor Ayvalık'a mı gitsek?" 1)Ayaklarınıza kara sular, alışveriş merağınız yüzünden indi ve bu benim umrumda değil. 2)Siktirin gidin, durduğunuz kabahat. Belirtmeden de geçmek olmaz, meczup kişi bunların hiç birine başvurmaz. Elinden geldiğince ilerler arkalara doğru, kimseyi zan altında bırakmaz çünkü bulunduğu aracın içinde illa ki az çok gözlem yapabilen ve sağ duyulu bir genç vardır ve o genç, meczuba yer verir.
Biraz daha kusarım yakında; tıpkı önceki seri gibi... Bir yudum daha alayım şu köpek öldürenden...
1) Sanatçı tanımına girmeye çalışan dangalaklar: Her kuşu sktiniz bir bu kaldı değil mi? Dünyada ne kadar sike sürülmeyecek kısa metraj film var farkında mısınız? Kahvesini yudumlayan genç kızı minimum on beş saniye, uzaklara bakan delikanlıyı minimum on beş saniye çeke çeke film yapıyorsunuz ve içeriği bomboş oluyor. Kendinizi yönetmen, kameraman, yapımcı sanmanız da cabası... "Ama emek veriyorlar öyle deme?" Hassiktir oradan emek veriyor da bana mı veriyor? Ben mi söyledim onlara "sinemaya heveslenin, film çekin" diye? Klasik maymun iştahlılık işte, bunu da denediniz iyi bok yediniz. Eminim üç beş ay sonra buradan da bambaşka bir dala sıçrayacaksınız...
2) Fotoğrafçı çakmaları: Sizin de suyunuz yaklaşık olarak beş sene önce başladı kaynamaya. Üniversiteye gelir gelmez taşşaklı birer fotoğraf makinesi edindiniz özelliklerini yüzde on oranında kullanmayı beceremeseniz de. Gittiğiniz Küçük Beyoğlu, Kafe Pi, Asmalımescit gibi yerlerde o kameraları çantanızdan çıkarırken gözünüdeki heves hiç bir zaman ilgilendirmedi beni. Çünkü havaya iki parmağınızla zafer işareti yaparken kendinizi fotoğraflayın diye imal edilmedi o makinalar farkındasınız değil mi? Veya "Bebişiiiiiiiiiim" etiketli fotoğrafları bilimum sosyal medya sitesinde görücüye sunmanız değildi amaç. Biraz daha gelişip kuşu böceği çektiniz ve "Objektifimden yansıyanlar" gibi klişe açıklamalarla bunu gözümüze gözümüze soktunuz. Dur bakayım bunun hevesini ne zaman yitireceksiniz?
3) Modern veya değil; psikolojik baskı oluşturarak toplu taşıma araçlarında yer kapmaya çalışan teyzeler: Adımınızı attığınız anda bir vapura, otobüse veya metro vagonuna; bir kurban seçiyor ve tepesine dikiliyorsunuz. Bunu özellikle yapıyorsunuz. Onun gözünün içine bakıyorsunuz yer versin diye. Açık açık dile getirmiyorsunuz hiç bir şeyi. Aslına bakarsanız dile getirecek herhangi bir rahatsızlığınız da yok. Sadece yaşınızın üzerinden avantaj sağlamaya çalışıyorsunuz. Çünkü herhangi bir rahatsızlığınız yok. Hastalık hastasısınız... "Ayaklarıma kara sular indi ay ay ay", "Of İstanbul resmen insanı yoruyor Ayvalık'a mı gitsek?" 1)Ayaklarınıza kara sular, alışveriş merağınız yüzünden indi ve bu benim umrumda değil. 2)Siktirin gidin, durduğunuz kabahat. Belirtmeden de geçmek olmaz, meczup kişi bunların hiç birine başvurmaz. Elinden geldiğince ilerler arkalara doğru, kimseyi zan altında bırakmaz çünkü bulunduğu aracın içinde illa ki az çok gözlem yapabilen ve sağ duyulu bir genç vardır ve o genç, meczuba yer verir.
Biraz daha kusarım yakında; tıpkı önceki seri gibi... Bir yudum daha alayım şu köpek öldürenden...
24 Kasım 2010 Çarşamba
Asla değişmeyecek olanlar listesi... Bölüm: 2
6)Alışveriş: özellikle kadınlarda bu merak hiç bir zaman değişmeyecek. ne azalacak, ne de artacak. gardroplarını hesapta indirimden aldıkları etekler, kazaklar, gömlekler süsleyecek; cilde çok yararlı olduğu iddia edilen losyonlar banyoda yer almaya devam edecektir. erkeklerse teknolojik oyuncakları -çağın gerekleri- kapsamında tüketmeye devam edecek, sürekli daha teknolojiğini; daha iyisini isteyeceklerdir. aynı potada erimeyeceği düşünülen bu iki cinsiyet; esasen her daim kadının üzerine atılan "alışveriş" bokunu birlikte paylaşmaya devam edecektir. mağazalarsa esasen indirime girmeyen ürünlerine "yüzde 50 indirimli!" etiketi yapıştıracak ve avlayacak sazan bulmakta çok da zorlanmayacaklardır. çünkü tüketim, insanlığı en çok da burada vuracaktır.
7)Statü Saplantıları: ne alan, ne veren için bir değişim olmayacak; üst mevkiler kendilerini daha değerli görecek, bunu da çıkar ilişkileri üzerinden cinsel istismara kadar götürmeyi kendilerine borç bileceklerdir. dolayısıyla masa altından sakso çeken sekreterler sıradan hayatlarına, patronunu şöminenin önünde düzen "genç ve dinamik" çalışanlar alacakları maaş zammına bakacaklardır. bu kimine göre bir çürüme; kimine göreyse başarıya giden anahtar olacaktır. bunun bir hafifletilmiş versiyonu yalakalıksa bu başlık altında yazılan her yazı gibi, ne azalarak bitecek; ne de artıp dünyayı ele geçirecektir. gururlu insanlar gururlarından taviz vermeyecek ve bunu ulu orta dile getirmeyecek, beş para etmeyen kalpazanlar ise samimi bulduğu ortamlarda başarılarının sırrını açıklamaktan çekinmeyeceklerdir.
8)Özgür ve Cesur Olduğunu İddia Eden Medya Organları: radyolar, gazeteler ve hayatımıza giren(daha doğrusu hayatımıza sokup sokup çıkaran) televizyon... insanlar her zaman uyutulmaya meğilli olacak; hayatlarına bir parça drama katan ve vazgeçilmez kılınan diziler, üçüncü sayfa vahşet haberleri, içinde ciddi anlamda hiç bir şey konuşulmayan ve insana hiç bir şey katmayan "talk show" programları... apolitik uyku toplumun büyük bir kesmini etkisi altına alacaktır her zamanki gibi. bu tip jonglörlerden bir nebze de olsa paçasını kurtarabilmiş olan kesmin kendisinden kültürel veya zihinsel anlamda altta kalan tabakanın elinden tutmaması da bu sabitliğin sebebi olacaktır.
9) Politikacılar: kendi koltuk kavgaları, kendi cep kavgaları içinde kavrulup duracak; insanların değer yargıları üzerinden duygu sömürüsü yapmaya devam edeceklerdir. burada önemli olan kişinin sağ görüşlü-sol görüşlü olması değil; kendisine hitap eden kişinin bir siyasi olmasıdır. dürüstlük başa bela olacak, dürüstler siyasetten elini eteğini çektiği gibi; iç hesapları bilindiğinde yüzüne tükürülmeyecek adamlar koyunları gütmeye devam edecektir.
10) Şarapçılar, Keşler, Dilenciler: büyük usta Bukowski'ye göre size zararı dokunacak en son kişiler, kaybedecek hiç bir şeyi olmayanlar... elit kesmin hışmına uğradıklarını bilmeseler de, "böyle gelmiş böyle gider" gibi dünyanın en gerizekalı ideolojik yapısına sahip olsalar da hiç bir zaman toplumdan silinemeyecekler, varlıklarını her daim sürdüreceklerdir. sınıf ayrımı olmaksızın, kendini bir beden üstün görenlerin cepleri kalabalıklaştıkça; onlar kıçına giyecek don bulamayacaklardır ve -şu ana kadar olduğu gibi- bir yerden sonra savaşmayı bırakacaklar, durumlarından memnun olmaya başlayacaklardır. ne tavırları, ne de tutkuları değişecektir. hayvan hakları savunucusu olduğunu iddia eden mallar en küçük dilekleri olan şarap parasına/allah rızası için bir sadakaya pek de rağbet etmeyecek; onlarsa bir hayvan kadar değeri olmadığı konusunda herhangi bir çıkarımda bulunmayacaklardır.
7)Statü Saplantıları: ne alan, ne veren için bir değişim olmayacak; üst mevkiler kendilerini daha değerli görecek, bunu da çıkar ilişkileri üzerinden cinsel istismara kadar götürmeyi kendilerine borç bileceklerdir. dolayısıyla masa altından sakso çeken sekreterler sıradan hayatlarına, patronunu şöminenin önünde düzen "genç ve dinamik" çalışanlar alacakları maaş zammına bakacaklardır. bu kimine göre bir çürüme; kimine göreyse başarıya giden anahtar olacaktır. bunun bir hafifletilmiş versiyonu yalakalıksa bu başlık altında yazılan her yazı gibi, ne azalarak bitecek; ne de artıp dünyayı ele geçirecektir. gururlu insanlar gururlarından taviz vermeyecek ve bunu ulu orta dile getirmeyecek, beş para etmeyen kalpazanlar ise samimi bulduğu ortamlarda başarılarının sırrını açıklamaktan çekinmeyeceklerdir.
8)Özgür ve Cesur Olduğunu İddia Eden Medya Organları: radyolar, gazeteler ve hayatımıza giren(daha doğrusu hayatımıza sokup sokup çıkaran) televizyon... insanlar her zaman uyutulmaya meğilli olacak; hayatlarına bir parça drama katan ve vazgeçilmez kılınan diziler, üçüncü sayfa vahşet haberleri, içinde ciddi anlamda hiç bir şey konuşulmayan ve insana hiç bir şey katmayan "talk show" programları... apolitik uyku toplumun büyük bir kesmini etkisi altına alacaktır her zamanki gibi. bu tip jonglörlerden bir nebze de olsa paçasını kurtarabilmiş olan kesmin kendisinden kültürel veya zihinsel anlamda altta kalan tabakanın elinden tutmaması da bu sabitliğin sebebi olacaktır.
9) Politikacılar: kendi koltuk kavgaları, kendi cep kavgaları içinde kavrulup duracak; insanların değer yargıları üzerinden duygu sömürüsü yapmaya devam edeceklerdir. burada önemli olan kişinin sağ görüşlü-sol görüşlü olması değil; kendisine hitap eden kişinin bir siyasi olmasıdır. dürüstlük başa bela olacak, dürüstler siyasetten elini eteğini çektiği gibi; iç hesapları bilindiğinde yüzüne tükürülmeyecek adamlar koyunları gütmeye devam edecektir.
10) Şarapçılar, Keşler, Dilenciler: büyük usta Bukowski'ye göre size zararı dokunacak en son kişiler, kaybedecek hiç bir şeyi olmayanlar... elit kesmin hışmına uğradıklarını bilmeseler de, "böyle gelmiş böyle gider" gibi dünyanın en gerizekalı ideolojik yapısına sahip olsalar da hiç bir zaman toplumdan silinemeyecekler, varlıklarını her daim sürdüreceklerdir. sınıf ayrımı olmaksızın, kendini bir beden üstün görenlerin cepleri kalabalıklaştıkça; onlar kıçına giyecek don bulamayacaklardır ve -şu ana kadar olduğu gibi- bir yerden sonra savaşmayı bırakacaklar, durumlarından memnun olmaya başlayacaklardır. ne tavırları, ne de tutkuları değişecektir. hayvan hakları savunucusu olduğunu iddia eden mallar en küçük dilekleri olan şarap parasına/allah rızası için bir sadakaya pek de rağbet etmeyecek; onlarsa bir hayvan kadar değeri olmadığı konusunda herhangi bir çıkarımda bulunmayacaklardır.
21 Kasım 2010 Pazar
Asla değişmeyecek olanlar listesi...
1) İnternet Kafeler: ortamları tamamen sabit kalacak. Türkiye'de artık çoğu evde bilgisayar varmış, internet varmış, ADSL varmış farketmez. Buralarda takılmaya devam eden, online oyunlar oynayan; porno kovalayan adamlar olacak. Yapış yapış koltuklar, W,A,S,D tuşları silinmiş klavyeler ve kesif kokular bazı hayatları asla terketmeyecek. Gün gelecek, ortama giren bir kadın tüm oyuncuların ve internet sörfçülerinin başlarının aynı eksen etrafında dönmesini sağlayacak; gün gelecek Counter Strike sistemlerden kaldırılırken internet kafe sahipleri vazgeçecek. Çünkü internet kafeler asla ama asla değişmeyecek.
2) Cinsel Davetler: "yukarı çıksana, bir kahve içeriz.", "bize gelsene, film falan izleriz.", "free shop'tan harika bir şarap aldım, içelim mi bizde?" cümleleri asla bitmeyecek. ne azalarak, ne de bir anda... çünkü hiç bir zaman insanlar karşı cinse karşı açık olamayacaklar. sevişmek için bahane üretmeye devam edecek, klişelerin sıfırını tükettiklerinin farkına varamayacaklar.
3) Cinsellik Öncesi Bekleyişler: yukarıda bahsedilen klişelerle herhangi bir şekilde karşı cinsin evine girebilmiş olan insanların zorlu bekleyişi. saatler geçecek. gerginlik başlayacak. iki taraf da birbirinden aynı şeyi bekleyecek fakat iki taraf da harekete geçmeyecek. "ya o bunu düşünmüyorsa", "ya gerçekten de bunu istemiyorsa" gibi şüpheler ve ters bir durumda karşı tarafı sonsuza dek kaybedecek olacağını düşünerek. dolayısıyla bu sessizlikler, bir taraf harekete geçene kadar hep sürecek.
4) Kahvehaneler: çünkü erkekler asla ama asla okeyden, bataktan vazgeçmeyecek. türkiyemizin, memleketimizin biricik vatanımızın(ooh, ver coşkuyu, üşüyoruz reyis) ekonomik ve kültürel düzeyi asla yükselmeyecek. hep bokumuzla oynayacağız. kahvede arkadaşlarıyla okey oynayıp çay içen zihniyet, akşama doğru bir eli sikinde üç büyüklerin futboluyla ilgili yorum yapacak; daha sonra bünyeyi rakıya saracak; eve gidip karısını çocuğunu dövecek ve türkiye'nin mübalağasız her şehrinde yaşanan bu drama göz ardı edilecek medya tarafından, ancak ana haberlerinde haber niteliği taşımayan ve "normal" olarak adlandırılan bu hayat; modernliğiyle övünen bir çiftin oturma odasında o aptal siyah ekran üzerinden yansıyacak tüm "anormalliğiyle" ve "yerli dizi" sıfatıyla.
5) Alışveriş Merkezleri: "bir bakıp çıkacağım.", "hayatım geçen gün harika bir çanta gördüm" belirteçleri kullanılacak. çünkü her daim tüketmeye açık yeni çantalar, saatler, teknolojik oyuncaklar, parfümler, kıyafetler hatta ve hatta sanat ürünleri; cd'ler, kitaplar olacak. bunların bir kısmı kişinin kültürüne katkı sağlasa da, bir kısmı kişinin çevresine istediği gibi görünmeye çalışmasına(entellektüel, zengin, soylu, vs) hizmet etmekten öteye gidemeyecek.
İlk beş bundan ibaret. Yakında dökülürüm daha fazla... İdare edin şimdilik.
2) Cinsel Davetler: "yukarı çıksana, bir kahve içeriz.", "bize gelsene, film falan izleriz.", "free shop'tan harika bir şarap aldım, içelim mi bizde?" cümleleri asla bitmeyecek. ne azalarak, ne de bir anda... çünkü hiç bir zaman insanlar karşı cinse karşı açık olamayacaklar. sevişmek için bahane üretmeye devam edecek, klişelerin sıfırını tükettiklerinin farkına varamayacaklar.
3) Cinsellik Öncesi Bekleyişler: yukarıda bahsedilen klişelerle herhangi bir şekilde karşı cinsin evine girebilmiş olan insanların zorlu bekleyişi. saatler geçecek. gerginlik başlayacak. iki taraf da birbirinden aynı şeyi bekleyecek fakat iki taraf da harekete geçmeyecek. "ya o bunu düşünmüyorsa", "ya gerçekten de bunu istemiyorsa" gibi şüpheler ve ters bir durumda karşı tarafı sonsuza dek kaybedecek olacağını düşünerek. dolayısıyla bu sessizlikler, bir taraf harekete geçene kadar hep sürecek.
4) Kahvehaneler: çünkü erkekler asla ama asla okeyden, bataktan vazgeçmeyecek. türkiyemizin, memleketimizin biricik vatanımızın(ooh, ver coşkuyu, üşüyoruz reyis) ekonomik ve kültürel düzeyi asla yükselmeyecek. hep bokumuzla oynayacağız. kahvede arkadaşlarıyla okey oynayıp çay içen zihniyet, akşama doğru bir eli sikinde üç büyüklerin futboluyla ilgili yorum yapacak; daha sonra bünyeyi rakıya saracak; eve gidip karısını çocuğunu dövecek ve türkiye'nin mübalağasız her şehrinde yaşanan bu drama göz ardı edilecek medya tarafından, ancak ana haberlerinde haber niteliği taşımayan ve "normal" olarak adlandırılan bu hayat; modernliğiyle övünen bir çiftin oturma odasında o aptal siyah ekran üzerinden yansıyacak tüm "anormalliğiyle" ve "yerli dizi" sıfatıyla.
5) Alışveriş Merkezleri: "bir bakıp çıkacağım.", "hayatım geçen gün harika bir çanta gördüm" belirteçleri kullanılacak. çünkü her daim tüketmeye açık yeni çantalar, saatler, teknolojik oyuncaklar, parfümler, kıyafetler hatta ve hatta sanat ürünleri; cd'ler, kitaplar olacak. bunların bir kısmı kişinin kültürüne katkı sağlasa da, bir kısmı kişinin çevresine istediği gibi görünmeye çalışmasına(entellektüel, zengin, soylu, vs) hizmet etmekten öteye gidemeyecek.
İlk beş bundan ibaret. Yakında dökülürüm daha fazla... İdare edin şimdilik.
9 Ekim 2010 Cumartesi
Meme kanseri? Of ki ne of, çok duyarlıyız biz bu konuda!
Meme... Nedir meme? Esasen kadın göğsüne verilen addır. Hayır, TDK falan karıştırmaya çok üşendim hiç mi hiç araştıramayacağım. Meme dediğin erkeği dolgunluğuyla cezbeden, öte yandan fazla iri olmasıyla kamburluğa yol açan, sütyen tarafından desteklenen bir organ. Veya her neyse... Öncelikle başlık hatalı. Meme değil, göğüs kanseri bunun adı. Çünkü erkeklerde de gayet görülen bir olay.(Milyonda bir de olsa... Hoş, ben Oz'daki Ryan ve Barış Manço dışında bir örneğe rastlamadım.)
Kanser sonuçta. Ciddiye alınması gereken bir konu; eğer ki insanları, yaşamayı falan seviyorsanız. ("hayat sevince güzel, sevince tatlı günler; bir kuşu kelebeği, bir taşı sevin yeter" ömrümü yemişti)
Velhasıl-ı kelam; her ekim ayında dünya kadınlarına bir hal geliyor bu illet konusunda. Hemen herkes duyarlılaşıyor, mail'ler forwardlanıyor, sonra bir bakmışız; kadınlar kendi aralarında göğüs kanseri konusunda NE KADAR DUYARLI OLDUKLARINI FACEBOOK ÜZERİNDEN hemcinslerine iletiyorlar. Geçen sene sütyen renklerini yazdılar, bu sene de çantalarını nereye koyduklarını.
http://southernvagrant.blogspot.com/2010/09/gundemdeki-her-olaya-tepkili-turk-genci.html
“Amacınız nedir?” diye sormak yersizdir. Onlar için bu çok da ciddiye alınmayacak, altı üstü eğlenilecek bir oyundur. Öte yandan bu oyun aynı şekilde göğüs kanseri konusundaki duyarlılıklarını yansıtır. Şimdi burada bir ironi var... Eğer ki “çok aptalca” derseniz “Öyle deme göğüs kanserinden her sene kaç kişi hayatını kaybediyor!” cevabını almanız ihtimal dahilinde. Yani hem çok ciddi bir durum göğüs kanseri, hem de oyunu oynanıyor. Her sene bir kez oynadığınız bu oyunla mı duyarlı bir kılıfa girdiğinizi sanıyorsunuz?
Ben göğüs kanseri olsam, bu mail’i forwardlayan dangalağa dava açardım. Ölüyorum ulan burada, siz Küçük Sırlar-Gossip Girl-Sex And The City yapacaksınız benim ölüm sebebim üzerinden.
İşin bir de gizlilik ve cinsellik boyutu var ki sorma gitsin... Sen bu mail’i yayacaksın “kızlar kulübünde”(kadınlar matinesinin modernizasyonu) , bir gün boyunca bütün kadınların iletisi “I like it on the floor;)”, “I like it on the table;)” gibi cinsel çağrışıma fazlasıyla açık(kimsenin böyle bir iletiyi görünce heyecanlanan birine ‘azmış’, ‘abaza’, ‘fesat’ gibi lakaplar takmaya hakkı yoktur, çünkü amacınız da bu çerçevede merak uyandırmak) ve erkekler de bunu sorgulayacak, içi içini yiyecek hepsinin... Sorguluyoruz evet. Araştırıyoruz neymiş diye...(Bu sefer araştırmadım. ekşisözlük’te yaran facebook iletilerinde gezinirken gördüm mevzunun ne olduğunu.) Ancak sır tutmayı da bilmediğinizden google’ın yaklaşık 0.16 saniyede görüntülediği sonuçlardan ulaşıyoruz mevzuya. İnternet çağında, internet üzerinden yaydığınız bir sırrın internet üzerinden rahatlıkla bulunabileceğini idrak edemiyorsunuz galiba.
Bu gereksiz oyun üzerine yazılmış gereksiz yazıyı da(fifa11 error verdi ben de öyle başladım yazmaya, can sıkıntısı...) Kurtlar Vadisi gibi mal bir diziden, duruma cuk oturan klişe bir replikle bitirelim:
“İki kişinin bildiği sır değildir.”
not: ulan şu devirde hırsız olmak vardı... zaten millet andaval gibi yazıyor neyin nerede olduğunu...
Kanser sonuçta. Ciddiye alınması gereken bir konu; eğer ki insanları, yaşamayı falan seviyorsanız. ("hayat sevince güzel, sevince tatlı günler; bir kuşu kelebeği, bir taşı sevin yeter" ömrümü yemişti)
Velhasıl-ı kelam; her ekim ayında dünya kadınlarına bir hal geliyor bu illet konusunda. Hemen herkes duyarlılaşıyor, mail'ler forwardlanıyor, sonra bir bakmışız; kadınlar kendi aralarında göğüs kanseri konusunda NE KADAR DUYARLI OLDUKLARINI FACEBOOK ÜZERİNDEN hemcinslerine iletiyorlar. Geçen sene sütyen renklerini yazdılar, bu sene de çantalarını nereye koyduklarını.
http://southernvagrant.blogspot.com/2010/09/gundemdeki-her-olaya-tepkili-turk-genci.html
“Amacınız nedir?” diye sormak yersizdir. Onlar için bu çok da ciddiye alınmayacak, altı üstü eğlenilecek bir oyundur. Öte yandan bu oyun aynı şekilde göğüs kanseri konusundaki duyarlılıklarını yansıtır. Şimdi burada bir ironi var... Eğer ki “çok aptalca” derseniz “Öyle deme göğüs kanserinden her sene kaç kişi hayatını kaybediyor!” cevabını almanız ihtimal dahilinde. Yani hem çok ciddi bir durum göğüs kanseri, hem de oyunu oynanıyor. Her sene bir kez oynadığınız bu oyunla mı duyarlı bir kılıfa girdiğinizi sanıyorsunuz?
Ben göğüs kanseri olsam, bu mail’i forwardlayan dangalağa dava açardım. Ölüyorum ulan burada, siz Küçük Sırlar-Gossip Girl-Sex And The City yapacaksınız benim ölüm sebebim üzerinden.
İşin bir de gizlilik ve cinsellik boyutu var ki sorma gitsin... Sen bu mail’i yayacaksın “kızlar kulübünde”(kadınlar matinesinin modernizasyonu) , bir gün boyunca bütün kadınların iletisi “I like it on the floor;)”, “I like it on the table;)” gibi cinsel çağrışıma fazlasıyla açık(kimsenin böyle bir iletiyi görünce heyecanlanan birine ‘azmış’, ‘abaza’, ‘fesat’ gibi lakaplar takmaya hakkı yoktur, çünkü amacınız da bu çerçevede merak uyandırmak) ve erkekler de bunu sorgulayacak, içi içini yiyecek hepsinin... Sorguluyoruz evet. Araştırıyoruz neymiş diye...(Bu sefer araştırmadım. ekşisözlük’te yaran facebook iletilerinde gezinirken gördüm mevzunun ne olduğunu.) Ancak sır tutmayı da bilmediğinizden google’ın yaklaşık 0.16 saniyede görüntülediği sonuçlardan ulaşıyoruz mevzuya. İnternet çağında, internet üzerinden yaydığınız bir sırrın internet üzerinden rahatlıkla bulunabileceğini idrak edemiyorsunuz galiba.
Bu gereksiz oyun üzerine yazılmış gereksiz yazıyı da(fifa11 error verdi ben de öyle başladım yazmaya, can sıkıntısı...) Kurtlar Vadisi gibi mal bir diziden, duruma cuk oturan klişe bir replikle bitirelim:
“İki kişinin bildiği sır değildir.”
not: ulan şu devirde hırsız olmak vardı... zaten millet andaval gibi yazıyor neyin nerede olduğunu...
3 Ekim 2010 Pazar
Balans(ve Manevra?)
İlk gidişim 17 yaşındayken olmuştu Balans'a... Ablam(Meriç Dönük-myspace'ten falan aratın kayıtları için ve reklamlar bitti) Göksel'le birlikte sahne alıyordu o ara. Göksel söyler, bizimki de arpını çalar. Mevzu mu? Leonard Cohen tribute gecesi. Teoman, Dem(veya Nem, hala karıştırırım bu grupları), Göksel, Hayko Cepkin vs. Leonard Cohen'in eserlerini seslendirecek, "İstanbul bir kez daha Leonard Cohen'in tınılarıyla ağlayacaktı". Mekanda bulunduğum süre iki saati açmamıştı ki o zamanlar ergen ve nispeten daha hormonlu bünye bile kırk yaş üzeri ve çılgın görünmeye çalışan kadınların yiyecek gibi bakmaları sonunda bir manevra yapmıştı. Evin yolunu tutmuştum ablamın sahnesinden sonra...
Aradan bayağı geçti. Dün yine gittim Balans'a. Bu seferki sebep farklı. Ablamın yeni ev arkadaşı, on numero kuzenimin bir arkadaşının arkadaşının(!!) doğumgünüydü ve kızcağız sıkıntıdan patladığını belirterek beni çağırıyordu. Yürümeye başladım... Balo Sokak her zamanki gibi gürültülü, mekanın kapısında abazanlar içeri girmek için sıraya dizilmişler, jaws gibi bekliyorlar gördükleri herhangi bir kadına kendilerini içeri sokmak konusunda yardım çağrısında bulunabilmek için. Bendeyse heyecan yok değil, sonuçta içeride bir doğumgünü toplaşması var ve bu toplaşmanın içersinde bulunması muhtemel kadınlar var... Veya bu denli sıra olduğuna göre, mekanın çılgın olması lazım diye düşünüyorum.
Kuzen geliyor, kapıdan alıyor beni. Giriyoruz içeri... Arkadaş grubu tahmin ettiğim düzeyin biraz daha altında fiziksel olarak, mental olaraksa insanın suratını avcuna aldıracak denli hayal kırıklığı... İçki alıp duvara, "SİGARA İÇİLMEZ" yazılı postere yaslanıyorum. İnsanlara bakıyorum, tüttürüyorlar. Tellendiriyorum bir tane ve gözlemeye başlıyorum kuzenimle muhabbetten fırsat buldukça. Genel olarak "NE KADAR EĞLENİYORUZ AHAHAHA" havası vermeye çalışan sürüler, karizmalarından ve "cool"luklarından taviz vermemek için suratlarına sabitledikleri gülümsemeyi, çok hafif kol ve bacak aksiyonlarıyla destekliyorlar. Canım sıkılıyor... Bu kitlenin çoğunluğunun haftabaşında iş arkadaşına, eşine dostuna "Ay geçen gece de Balans'taydık, bir eğlendik bir koptuk öyle böyle değil yane..." demek için mekanda bulunduğunu düşünüyorum. Zavallılar takımı... Kafayı çevirip "Hepiniz yalansınız ulan, çakma enteller!" diye bağırıyorum. Farkedenler veya dudak okuyabilenler gözümün içine bakıyorlar. Tekrar kuzenime dönüyorum, gülüyor. Spotların altında üç beş apaçi ve bir iki hatun var. Apaçi nasıl mı girmiş mekana? Bukalemunluğuyla. Dışarıdan bakınca apaçi demezsin giyimine kuşamına ama yüzlerindeki mandalıktan, kullandıkları figürlere ve sürekli spotların altında kalma meğillerine kadar(8 yaşında bir çocukken, gittiğimiz otelin diskosunda annem ve babam dans ederken spotları kovalayıp üstlerine basmaya çalışmışlığım vardır) silme apaç...
Kalabalık bir grup geliyor ben duvara yaslanmayı kesip, kuzenimle muhabbet ederken. Geçerken bir çarpıyorlar, iki çarpıyorlar. Kaşlarımın çatıldığını gören kuzenim "Sakin ol şampiyon!" diyor, ama bir şey yapmam lazım kesinlikle. Bir adım geri atıyorum, görmeden çarpmış gibi. Arkama bakmıyorum. Kalabalığın dozajı artınca, geri vites yapan bir arabanın çöp kamyonlarını devirmesi misali; geriye doğru ittiriyorum arkamdaki hanzoları. Bir uyarı daha geliyor kuzenimden ve kendi hanzo gösterimi bitiriyorum.
Sahneye çıkan grubun detone vokali ve içerdeki kalabalık; bir kez daha "manevra" yapmama sebep oluyor. Çıkıyorum mekandan. Ortalık hala kalabalık, saat gecenin 1.00'i... Kulaklıklarımı takıp Them Crooked Vultures'dan Bandoliers dinliyorum yürürken ve bir manevra daha son buluyor.
Aradan bayağı geçti. Dün yine gittim Balans'a. Bu seferki sebep farklı. Ablamın yeni ev arkadaşı, on numero kuzenimin bir arkadaşının arkadaşının(!!) doğumgünüydü ve kızcağız sıkıntıdan patladığını belirterek beni çağırıyordu. Yürümeye başladım... Balo Sokak her zamanki gibi gürültülü, mekanın kapısında abazanlar içeri girmek için sıraya dizilmişler, jaws gibi bekliyorlar gördükleri herhangi bir kadına kendilerini içeri sokmak konusunda yardım çağrısında bulunabilmek için. Bendeyse heyecan yok değil, sonuçta içeride bir doğumgünü toplaşması var ve bu toplaşmanın içersinde bulunması muhtemel kadınlar var... Veya bu denli sıra olduğuna göre, mekanın çılgın olması lazım diye düşünüyorum.
Kuzen geliyor, kapıdan alıyor beni. Giriyoruz içeri... Arkadaş grubu tahmin ettiğim düzeyin biraz daha altında fiziksel olarak, mental olaraksa insanın suratını avcuna aldıracak denli hayal kırıklığı... İçki alıp duvara, "SİGARA İÇİLMEZ" yazılı postere yaslanıyorum. İnsanlara bakıyorum, tüttürüyorlar. Tellendiriyorum bir tane ve gözlemeye başlıyorum kuzenimle muhabbetten fırsat buldukça. Genel olarak "NE KADAR EĞLENİYORUZ AHAHAHA" havası vermeye çalışan sürüler, karizmalarından ve "cool"luklarından taviz vermemek için suratlarına sabitledikleri gülümsemeyi, çok hafif kol ve bacak aksiyonlarıyla destekliyorlar. Canım sıkılıyor... Bu kitlenin çoğunluğunun haftabaşında iş arkadaşına, eşine dostuna "Ay geçen gece de Balans'taydık, bir eğlendik bir koptuk öyle böyle değil yane..." demek için mekanda bulunduğunu düşünüyorum. Zavallılar takımı... Kafayı çevirip "Hepiniz yalansınız ulan, çakma enteller!" diye bağırıyorum. Farkedenler veya dudak okuyabilenler gözümün içine bakıyorlar. Tekrar kuzenime dönüyorum, gülüyor. Spotların altında üç beş apaçi ve bir iki hatun var. Apaçi nasıl mı girmiş mekana? Bukalemunluğuyla. Dışarıdan bakınca apaçi demezsin giyimine kuşamına ama yüzlerindeki mandalıktan, kullandıkları figürlere ve sürekli spotların altında kalma meğillerine kadar(8 yaşında bir çocukken, gittiğimiz otelin diskosunda annem ve babam dans ederken spotları kovalayıp üstlerine basmaya çalışmışlığım vardır) silme apaç...
Kalabalık bir grup geliyor ben duvara yaslanmayı kesip, kuzenimle muhabbet ederken. Geçerken bir çarpıyorlar, iki çarpıyorlar. Kaşlarımın çatıldığını gören kuzenim "Sakin ol şampiyon!" diyor, ama bir şey yapmam lazım kesinlikle. Bir adım geri atıyorum, görmeden çarpmış gibi. Arkama bakmıyorum. Kalabalığın dozajı artınca, geri vites yapan bir arabanın çöp kamyonlarını devirmesi misali; geriye doğru ittiriyorum arkamdaki hanzoları. Bir uyarı daha geliyor kuzenimden ve kendi hanzo gösterimi bitiriyorum.
Sahneye çıkan grubun detone vokali ve içerdeki kalabalık; bir kez daha "manevra" yapmama sebep oluyor. Çıkıyorum mekandan. Ortalık hala kalabalık, saat gecenin 1.00'i... Kulaklıklarımı takıp Them Crooked Vultures'dan Bandoliers dinliyorum yürürken ve bir manevra daha son buluyor.
23 Eylül 2010 Perşembe
Gündemdeki her olaya tepkili Türk genci...
Çok var bunlardan.
Sana veya bana göre pozitif veya negatif fakat tamamiyle aptalca, bir tepki gösteriyor. Sallıyorum, TÜPRAŞ özelleştirildi. Hemen, "TÜPRAŞ ÖZELLEŞTİRİLİYOR, DEVLET DE BUNA GÖZ YUMUYOR!" propagandaları yapılır, nereden mi? Tabii ki de sanal ortamdan. Hatta direkt adres vereyim, Facebook üzerinden.
Ulan tepki gösteriyorsun tamam, ben de tepki veriyorum ona da tamam. Ama anlamadığım bir konu var, siyasi gruplarla kapladığın Facebook sayfanda, beni de "ARKADAŞLARINI DAVET ET" butonu üzerinden neden alet ediyorsun sanal tepkine?
Herkes çok duyarlı, herkes süper vatandaş... Halbuki herkesin yaptığı tek şey, bir elinde s.ki, öteki elinde mouse, "refresh" butonuna basmak. Hah, o gruba gir; şu gruba gir. Referandum öncesi "HAYIR!" içerikli gruplar açılmıştı çok net hatırlıyorum. Bir iki tanesine de davet edilmiştim yine bu "tüm arkadaşlarını davet et" zigası sebebiyle...
Aktivite var mı? Tabii ki yok! Giriyorsun o gruplara, yaptığın tek şey; grubun duvarına bir şeyler karalamak oluyor. Daha sonra dönüp bir kez bile bakmıyorsun. Hoş, baksan da değişen hiç bir şey yok. Page miydi şu güzide sözlerin sahibi: The Song Remains The Same?
Bir de, 29 Ekim'de hepimiz "Türk Bayrağı'nı profil fotoğrafı yapalım" durumu var ki o apayrı bir konu. 29 Ekim'de her biriniz, yakınlarınızdaki bir kutlamaya katılsa milyonlar sokakta olacak ama milletin ipinde değil. Taslaklar tabii ki bunlarla sınırlı değil, "Atatürk'ü seven bir milyon kişi bulabilirim", "Apo'dan nefret eden 1 milyon kişi bulabilirim", uzar gider. Bul, bul allahın belası onu da bul.
"Oh, buradan vatani görevimi yapıyorum" mantalitesiyle sizin gideceğiniz yeri söyleyeyim; bir çöp evin içinde, yalnız öleceksiniz.
Velhasılı kelam, bu yazının sonunda şu iki linki vermeden geçemeyeceğim;
Arkadaşlarla kurduğumuz grup (nihilizm bazen gerçekten çok eğlenceli): http://www.facebook.com/group.php?gid=291102749934&ref=ts
Dahil olduğum ve en sevdiğim grup
http://www.facebook.com/group.php?gid=13919775300&ref=ts
Sana veya bana göre pozitif veya negatif fakat tamamiyle aptalca, bir tepki gösteriyor. Sallıyorum, TÜPRAŞ özelleştirildi. Hemen, "TÜPRAŞ ÖZELLEŞTİRİLİYOR, DEVLET DE BUNA GÖZ YUMUYOR!" propagandaları yapılır, nereden mi? Tabii ki de sanal ortamdan. Hatta direkt adres vereyim, Facebook üzerinden.
Ulan tepki gösteriyorsun tamam, ben de tepki veriyorum ona da tamam. Ama anlamadığım bir konu var, siyasi gruplarla kapladığın Facebook sayfanda, beni de "ARKADAŞLARINI DAVET ET" butonu üzerinden neden alet ediyorsun sanal tepkine?
Herkes çok duyarlı, herkes süper vatandaş... Halbuki herkesin yaptığı tek şey, bir elinde s.ki, öteki elinde mouse, "refresh" butonuna basmak. Hah, o gruba gir; şu gruba gir. Referandum öncesi "HAYIR!" içerikli gruplar açılmıştı çok net hatırlıyorum. Bir iki tanesine de davet edilmiştim yine bu "tüm arkadaşlarını davet et" zigası sebebiyle...
Aktivite var mı? Tabii ki yok! Giriyorsun o gruplara, yaptığın tek şey; grubun duvarına bir şeyler karalamak oluyor. Daha sonra dönüp bir kez bile bakmıyorsun. Hoş, baksan da değişen hiç bir şey yok. Page miydi şu güzide sözlerin sahibi: The Song Remains The Same?
Bir de, 29 Ekim'de hepimiz "Türk Bayrağı'nı profil fotoğrafı yapalım" durumu var ki o apayrı bir konu. 29 Ekim'de her biriniz, yakınlarınızdaki bir kutlamaya katılsa milyonlar sokakta olacak ama milletin ipinde değil. Taslaklar tabii ki bunlarla sınırlı değil, "Atatürk'ü seven bir milyon kişi bulabilirim", "Apo'dan nefret eden 1 milyon kişi bulabilirim", uzar gider. Bul, bul allahın belası onu da bul.
"Oh, buradan vatani görevimi yapıyorum" mantalitesiyle sizin gideceğiniz yeri söyleyeyim; bir çöp evin içinde, yalnız öleceksiniz.
Velhasılı kelam, bu yazının sonunda şu iki linki vermeden geçemeyeceğim;
Arkadaşlarla kurduğumuz grup (nihilizm bazen gerçekten çok eğlenceli): http://www.facebook.com/group.php?gid=291102749934&ref=ts
Dahil olduğum ve en sevdiğim grup
http://www.facebook.com/group.php?gid=13919775300&ref=ts
20 Eylül 2010 Pazartesi
Gold mu dediniz? İki değil, yüz iki kere düşünün. EkşiSözlük'te girdiğim entry'yi de burada paylaşırım!
her şey, geçen perşembe başladı. dükkan dükkan geziyoruz, altı üstü monitör alacağım. bi tane de monitör gördüm gold'da... 360 lira, led...
dedik gücümüz yetmez, biraz daha araştıralım. olmadı lcd alırız. arkadaş ayıktırdı, -ona da buradan söverdim ama, çocuk da böyle olacağını bilmiyodur muhtemelen.- beğendiğimiz monitörün ne hikmetse gold'un o boktan, yavaş ve çökmeye yüz tutmuş internet sitesinden 300 tl'ye, kargo ücreti ödemeden sipariş edilebileceğini söyledi. oha dedim ne güzelmiş.
siparişi veriyorum, ödeme seçeneklerinde kapıda öde'yi seçiyorum. kapıda ödemenin nasıl yapıldığı konusunda bir fikrimiz yok tabi... çok zeki arkadaşlar onu da açık bir dille ifade etmemişler, ben de not olarak pos makinesi istiyorum. (hoş, sanki yemek söylüyoruz amk)
neyse, bu dangalaklardan ses seda yok, kargo bilgileri de girilmemiş. cuma arıyorum gold'u ama harikulade operatör sistemleri ve müşteri hizmetleri beni finansbank'tan bile fazla bekletiyor. sanki 60lı yıllarda ankara'yı arıyoruz amk, düşüreceğim diye canım çıkıyor. kadın başlıyor anlatmaya "beyefendi kapıda ödeme yapabildiğiniz tek sistem nakit sistemidir. ayrıca kapıda ödeme yapılacak olan ürünler altunizade şubemizden gelmektedir ve ne yazık ki altunizade şubemizde bu üründen kalmamıştır. bu yüzden kredi kartıyla internetten yapınız alışverişi". e ben seni arayıp bunu öğrenmek zorunda mıyım? senin beni araman gerekmiyor mu? "ben de tam sizi arayacaktım."
tamam diyorum, cuma tekrar sipariş veriyorum. internetten altı taksitle alayım diyorum aleti. ama cumartesi oluyor, yine sikine takan yok. güç bela düşürüyoruz nedir ne değildir öğrenmeye, bu sefer de satış danışmanı olarak atanan hatun, "kartınızda limit kalmamış, ben de tam sizi arayacaktım" diyor. e amına kodumun monitörü pazartesiden önce gelmeyecek belli etti... ben de ne yapalım diye sorma cüretinde bulunuyorum, bir iki bilgi istiyor kredi kartımla ilgili ki harbiden etli şeyler istedikleri, önemli detaylar, şifreler yanlış hatırlamıyorsam, veriyorum mal gibi. (evet evet, kafam da sabahtan içmeye başladığım için güzel o sırada)
gözüm monitörden başka bir şeyi görmüyor. "pazartesi kartınızda limit açıp tekrar arayın hatta şirket msn'imi ekleyin"diyor kadın, verdiğim bilgiler sayesinde de siparişi iptal etmeyip çok rahat bir biçimde onay verebilecek güya. sabah dersim olmadığı halde siki bokuna limit açmak için erken uyanıp bankaya gidiyorum. amaç mı? tabii ki de perşembe siparişini verdiğim monitörü pazartesi alabilmek. eve dönüyorum. yine bir sinir krizi kadına bağlanana kadar... 1 saat sonra anca düşürebiliyorum. diyorum böyle böyle... bu sefer de "finansbank kolay kolay onay vermiyor, kimlik fotokopisi ve kredi kartınızın fotokopisini gönderebilir misiniz altına işlemi onayladığınızı yazıp imzalayarak, faksla" diyor. kıllanmaya başlıyorum ince ince... "adamlar hakkaten sonunda beni sikecekler" diyorum. amaan nasılsa limit yok kredi kartında diyipdenileni yapıyorum.(kredi kartı numarasının ilk 4 hanesi dışında tüm numaraları karalanmış bir şekilde)
"faksı aldınız mı, monitörüm nerde ulan!" demek için bir daha arıyorum, ve sabahtan beri arıyorum.
evet, bu; benim hikayem. 4 5 gündür, asırlık, 19 inçlik, pikselleri sikilmiş bir tüplü monitöre bakmaktayım. işin garibi, bu şikayet içerikli entry'yi girerken ben; ürünü kargoya vermiş olduklarını belirten bir mail attılar.
yarına anca gelir diye tahmin etmekle beraber, ekliyorum:
"allah belanızı versin. haram olsun benim üzerimden elde ettiğiniz kar."
http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=20384967
dedik gücümüz yetmez, biraz daha araştıralım. olmadı lcd alırız. arkadaş ayıktırdı, -ona da buradan söverdim ama, çocuk da böyle olacağını bilmiyodur muhtemelen.- beğendiğimiz monitörün ne hikmetse gold'un o boktan, yavaş ve çökmeye yüz tutmuş internet sitesinden 300 tl'ye, kargo ücreti ödemeden sipariş edilebileceğini söyledi. oha dedim ne güzelmiş.
siparişi veriyorum, ödeme seçeneklerinde kapıda öde'yi seçiyorum. kapıda ödemenin nasıl yapıldığı konusunda bir fikrimiz yok tabi... çok zeki arkadaşlar onu da açık bir dille ifade etmemişler, ben de not olarak pos makinesi istiyorum. (hoş, sanki yemek söylüyoruz amk)
neyse, bu dangalaklardan ses seda yok, kargo bilgileri de girilmemiş. cuma arıyorum gold'u ama harikulade operatör sistemleri ve müşteri hizmetleri beni finansbank'tan bile fazla bekletiyor. sanki 60lı yıllarda ankara'yı arıyoruz amk, düşüreceğim diye canım çıkıyor. kadın başlıyor anlatmaya "beyefendi kapıda ödeme yapabildiğiniz tek sistem nakit sistemidir. ayrıca kapıda ödeme yapılacak olan ürünler altunizade şubemizden gelmektedir ve ne yazık ki altunizade şubemizde bu üründen kalmamıştır. bu yüzden kredi kartıyla internetten yapınız alışverişi". e ben seni arayıp bunu öğrenmek zorunda mıyım? senin beni araman gerekmiyor mu? "ben de tam sizi arayacaktım."
tamam diyorum, cuma tekrar sipariş veriyorum. internetten altı taksitle alayım diyorum aleti. ama cumartesi oluyor, yine sikine takan yok. güç bela düşürüyoruz nedir ne değildir öğrenmeye, bu sefer de satış danışmanı olarak atanan hatun, "kartınızda limit kalmamış, ben de tam sizi arayacaktım" diyor. e amına kodumun monitörü pazartesiden önce gelmeyecek belli etti... ben de ne yapalım diye sorma cüretinde bulunuyorum, bir iki bilgi istiyor kredi kartımla ilgili ki harbiden etli şeyler istedikleri, önemli detaylar, şifreler yanlış hatırlamıyorsam, veriyorum mal gibi. (evet evet, kafam da sabahtan içmeye başladığım için güzel o sırada)
gözüm monitörden başka bir şeyi görmüyor. "pazartesi kartınızda limit açıp tekrar arayın hatta şirket msn'imi ekleyin"diyor kadın, verdiğim bilgiler sayesinde de siparişi iptal etmeyip çok rahat bir biçimde onay verebilecek güya. sabah dersim olmadığı halde siki bokuna limit açmak için erken uyanıp bankaya gidiyorum. amaç mı? tabii ki de perşembe siparişini verdiğim monitörü pazartesi alabilmek. eve dönüyorum. yine bir sinir krizi kadına bağlanana kadar... 1 saat sonra anca düşürebiliyorum. diyorum böyle böyle... bu sefer de "finansbank kolay kolay onay vermiyor, kimlik fotokopisi ve kredi kartınızın fotokopisini gönderebilir misiniz altına işlemi onayladığınızı yazıp imzalayarak, faksla" diyor. kıllanmaya başlıyorum ince ince... "adamlar hakkaten sonunda beni sikecekler" diyorum. amaan nasılsa limit yok kredi kartında diyipdenileni yapıyorum.(kredi kartı numarasının ilk 4 hanesi dışında tüm numaraları karalanmış bir şekilde)
"faksı aldınız mı, monitörüm nerde ulan!" demek için bir daha arıyorum, ve sabahtan beri arıyorum.
evet, bu; benim hikayem. 4 5 gündür, asırlık, 19 inçlik, pikselleri sikilmiş bir tüplü monitöre bakmaktayım. işin garibi, bu şikayet içerikli entry'yi girerken ben; ürünü kargoya vermiş olduklarını belirten bir mail attılar.
yarına anca gelir diye tahmin etmekle beraber, ekliyorum:
"allah belanızı versin. haram olsun benim üzerimden elde ettiğiniz kar."
http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=20384967
8 Eylül 2010 Çarşamba
Hepimiz yaptık bunu değil mi?
Az fakat öz bir izleyici kitlem olduğunu düşünüyorum. Hoş, "beni siz yarattınız" triplerinde semalara çıkmama gerek yok; aynı şekilde sizin de yorumdur, oylamadır, etikettir; bi' ske derman olduğunuzu görmedim. Ama olsun, burayı düzenli takip edenlerin; az çok belli bir seviyenin üstünde zekaya sahip olduğunu varsayarak yazacağım bu sefer. (Zekanın bahsi geçmişken; İsmet İnönü'nün AKP'ye geçtiğini iddia eden kızın videosunu izlemeyi unutmayın. Dangalaklık diz boyu...)
Neyse, bugünkü dersimiz: KÜLTÜR PEZEVENKLİĞİ.
Hepimizin hayatta en az bir kez takındığı tavırdır bu... Belli kriterlerle şöyle değerlendirilebilir. Bir kitap okuruz(popüler olan, ancak yeraltı edebiyatı etiketiyle piyasaya çıkan edebi eserler seçmek vaciptir), felsefeyle ilgileniriz(freud, marx, proudhon gibi isimler bu kısımda esastır), bir albüm dinleriz(manu chao, leonard cohen altı çizilmesi gereken artistlerdir) ve yüksek çekiş gücüne sahip bir elektrikli süpürgenin, börtü böceği emişi misali; tüketim toplumu olarak tükettiğimiz eserleri tükettiğimizi topluma tescil ettirmeye çalışırız. Nasıl mı olur bu tescil?
Ortaokul, lise çağında giyilen siyah, üzerinde metal gruplarının artworkü olan t-shirt'lerle... Mesela en çok bununla yaptım ben kültür pezevenkliğini. Tasarımından kumaşından ziyade üzerindeki logolar veya görseller için aldığım t shirt sayısı bir hayli fazladır. Hoş, anadolu çocuğu olduğumuz için biz üniversitede yaptık ama olsun...
Üniversiteye gelindiğinde izlenilen ve herkes tarafından beğenilen bağımsız sinema örneklerinin yurt duvarlarını ve öğrenci evlerini süsleyen posterleriyle...
Biraz daha büyüyünce de; -ki bu vazgeçilmezdir- arkadaş ortamında tükettiğimiz sanatsal ürünü tüketmiş olduğumuzu belirtecek imalar yaparak...
Evet, ben de yaptım zamanında bunu. Rahat rahat da söylüyorum. Ancak; şimdi gözledikçe insanları, daha bir tiksiniyorum. "Evet evet ben de Portishead dinlerim! Evet Portishead süperdir!", "Nietzsche mi? Off aforizmalar harikaydı!" gibi faltaşı misali açılmış gözlerle haykıran topaçları gördükçe nefret ediyorum. "Neden" demiyorum. "İğrençsiniz ibneler" diyorum. Karşımızdaki insanla ortak noktalarımızı keşfedince seviniriz ama çok farklı bir şey bu... Bu, anons. Bu, pornografi. Bu, "ben buradayım" demenin başka bir yolu...
Ben günahlarımı çıkarttım sayılır. Şimdi siz de gözlerinizi kapatın ve kendinizi düşünün. Siz de yediniz bu boku değil mi?
Neyse, bugünkü dersimiz: KÜLTÜR PEZEVENKLİĞİ.
Hepimizin hayatta en az bir kez takındığı tavırdır bu... Belli kriterlerle şöyle değerlendirilebilir. Bir kitap okuruz(popüler olan, ancak yeraltı edebiyatı etiketiyle piyasaya çıkan edebi eserler seçmek vaciptir), felsefeyle ilgileniriz(freud, marx, proudhon gibi isimler bu kısımda esastır), bir albüm dinleriz(manu chao, leonard cohen altı çizilmesi gereken artistlerdir) ve yüksek çekiş gücüne sahip bir elektrikli süpürgenin, börtü böceği emişi misali; tüketim toplumu olarak tükettiğimiz eserleri tükettiğimizi topluma tescil ettirmeye çalışırız. Nasıl mı olur bu tescil?
Ortaokul, lise çağında giyilen siyah, üzerinde metal gruplarının artworkü olan t-shirt'lerle... Mesela en çok bununla yaptım ben kültür pezevenkliğini. Tasarımından kumaşından ziyade üzerindeki logolar veya görseller için aldığım t shirt sayısı bir hayli fazladır. Hoş, anadolu çocuğu olduğumuz için biz üniversitede yaptık ama olsun...
Üniversiteye gelindiğinde izlenilen ve herkes tarafından beğenilen bağımsız sinema örneklerinin yurt duvarlarını ve öğrenci evlerini süsleyen posterleriyle...
Biraz daha büyüyünce de; -ki bu vazgeçilmezdir- arkadaş ortamında tükettiğimiz sanatsal ürünü tüketmiş olduğumuzu belirtecek imalar yaparak...
Evet, ben de yaptım zamanında bunu. Rahat rahat da söylüyorum. Ancak; şimdi gözledikçe insanları, daha bir tiksiniyorum. "Evet evet ben de Portishead dinlerim! Evet Portishead süperdir!", "Nietzsche mi? Off aforizmalar harikaydı!" gibi faltaşı misali açılmış gözlerle haykıran topaçları gördükçe nefret ediyorum. "Neden" demiyorum. "İğrençsiniz ibneler" diyorum. Karşımızdaki insanla ortak noktalarımızı keşfedince seviniriz ama çok farklı bir şey bu... Bu, anons. Bu, pornografi. Bu, "ben buradayım" demenin başka bir yolu...
Ben günahlarımı çıkarttım sayılır. Şimdi siz de gözlerinizi kapatın ve kendinizi düşünün. Siz de yediniz bu boku değil mi?
3 Eylül 2010 Cuma
Ve şimdi reklamlar: Jack Daniel's
Öncelikle her gün mideye Jack indirebilecek kadar zengin bir aileden gelmiyorum, bundan ziyade hafif yozlaşmış teenage punk veya toz toprak içinde çekilen southern rock videolarını an be an MTV'den takip eden bir gençliğe sahibim ki ya o videolarda gördüğüm imajdı beni bu büyülü şişeye çeken; ya da beni uzun vadede süründürmeyi başarabilen tek kadının favori içkisi olması ve ön sevişmeden ibaret birlikte olduğumuz tek gece ona bu içkiyi ısmarlamış olmamdı...
Ama yakınlığımız arttı tamamen southern'e kayan müzik zevkim ve grubumun playlist'i sebebiyle. Hoşuma gidiyordu. Kalite değildi beni çeken ki bir içki gurusu olmadım asla. Russki Standard ile Istanblue'nun farkını asla anlayamadım mesela... Gelgelelim; yağ gibi kayıyordu artık ve en çok hoşuma giden yönü; kadınları uzak tuttuğumuz arkadaş ortamımızın dışında(evet bazen siz kadınların pijama partileri gibi, erkek erkeğe içmeyi ve dırdırdan uzak olmayı seviyoruz), yalnız başımayken de şişeyi kafaya dikerek içebilmemdi.
Şu anda evime, Mersin'e -ben yokken- bana hediye edilmek için getirilmiş ancak babamın kütür kütür götürerek yarılamış olduğu litrelik şişe yanımda. Bir o bana bakıyor, bir ben ona... Ve tekrar öpüşüyoruz.
Reklamlar bitti.
Ramazan ayında içmeyen veya içemeyen insanların ağzını sulandırdıysam; çok da ..kimde olmadı açıkçası.
Cebinde parası olmayan ve kuru kuruya sigara içen öğrenci arkadaşlaraysa bir duble borcum olsun.
Ama yakınlığımız arttı tamamen southern'e kayan müzik zevkim ve grubumun playlist'i sebebiyle. Hoşuma gidiyordu. Kalite değildi beni çeken ki bir içki gurusu olmadım asla. Russki Standard ile Istanblue'nun farkını asla anlayamadım mesela... Gelgelelim; yağ gibi kayıyordu artık ve en çok hoşuma giden yönü; kadınları uzak tuttuğumuz arkadaş ortamımızın dışında(evet bazen siz kadınların pijama partileri gibi, erkek erkeğe içmeyi ve dırdırdan uzak olmayı seviyoruz), yalnız başımayken de şişeyi kafaya dikerek içebilmemdi.
Şu anda evime, Mersin'e -ben yokken- bana hediye edilmek için getirilmiş ancak babamın kütür kütür götürerek yarılamış olduğu litrelik şişe yanımda. Bir o bana bakıyor, bir ben ona... Ve tekrar öpüşüyoruz.
Reklamlar bitti.
Ramazan ayında içmeyen veya içemeyen insanların ağzını sulandırdıysam; çok da ..kimde olmadı açıkçası.
Cebinde parası olmayan ve kuru kuruya sigara içen öğrenci arkadaşlaraysa bir duble borcum olsun.
"Biz" ne yapıyoruz?
Evet evet, biz...
Bu sefer suçu, daha doğrusu boku başkalarına atmadan; kendimi de olay mahalinin içine dahil ederek yazmak istiyorum. Her ne kadar şimdiye kadar karaladıklarım spontane bir biçimde yazılsa da, genel ruh halim ve vücudumdaki alkol oranı an itibariyle bu spontaneliğin bir seviye üste geçmesine, langır lungur yazmama sebep olacak.
Sürekli takipçilerim, okuyucularım da kusura bakmasınlar veya baksınlar. Şu anda bunu umursayacak durumda da değilim.
Çok çabuk gelişti aslında her şey. Önce 146 vardı, sonra IŞ.net, Koç.net, 145 derken bir anda adsl teknolojisiyle tanıştık. Eskiden durum ketumdu fazlasıyla. 146 ile internete bağlanıp da evin telefon faturasını kaç hanelere çektiğimizi, ICQ'yu, mIRC'ı vesaire anlatarak "80ler ne garipti değil mi? Şarkılar falan..." modelinde; herhangi bir geçmiş trend partisinde karşısındaki kadına asılmaya çalışan ucuz Casanova'lardan olmak değil amacım. Fakat o zamanki mevcut sosyo kültürel yapıda; bilgisayar ve internet erişimine sahip olmak lükstü kısacası. Bu yüzden internet kafeler patlama yapmış, yurdum genci soluğu nikotin aromalı, nemli; depodan bozma salonlarda almıştı.
Gelgelelim, bir anda Facebook'larla, bloglarla, twitter'la hatta formspring'le çevrildi dört bir yanımız. Sosyal ağlar... Her yere girdik çıktık. Kimisi(ki buna kendimi de dahil ederim rahatlıkla ve dürüstçe) sanal ortamda porno gezegeninde veya şanslıysa bir kademe üstte, yani reelde internetten tanıştığı insanlarla sevişerek cinsel açlığını bastırıyordu, kimisiyse okey salonlarının ayağına gelmesinden hoşlanıyordu. Diyeceğim odur ki, amaçlar çeşitleniyordu... Ve aslında teknolojinin getirdiği kolaylıklar artıyordu.
Fakat o dönemlerde bile rahatlıkla gözlemlenebilen bir durum vardı. Chat'te, oyun salonlarında, MyNet'te ve her yerde... Yalnızdık ve görüşebileceğimiz, konuşabileceğimiz birilerini arıyorduk. Arkadaşlarımızı, ailemizi, çevremizi değil de; tanımadığımız parmak uçlarını ve harfleri önemsiyorduk.
Bugün durum çok mu farklı? Bir internet bağımlısı olarak şunu söyleyebilirim ki kesinlikle hayır. Hatta gelişen teknolojiyle birlikte artık planladığımız görüşmelerde, toplaşmalarda bile ellerimizden telefonlarımız, iphonelar düşmüyor. Yabancılaşıyoruz gitgide... Bitmek tükenmeksizin.
Çözüm mü? Görünürde yok...
Bunları daha önce de vurgulamıştım. Şimdi neden mi vurguluyorum? O sanal karakterlerden biri olma yönünde hızla ilerlediğimi farkediyorum ve içim içimi yiyor bu yüzden. Hayır, yeni bir mobil teknolojik oyuncak satın almadım, ancak bilgisayar başında geçirdiğim zamanın gitgide arttığının farkına vardım. Fikirlerim konusunda insanların ne düşüneceğini merak ettim(ekşisözlük), ne kadar edebi olabileceğimi ve ne kadar takdir edileceğimi merak ettim(blogger-izleyicileri sallamamamın sebebi bu farkındalıktır), çeşitli kadınlarla birlikte içinde bulunduğum fotoğraf karelerine insanların ne kadar salya akıtacağını merak ettim(facebook), "artık kurduğum kısa cümlelerin" ne kadar tekrarlanarak başkalarına ulaştırılacağını merak ettim(twitter) ve bu merağım büyüyor ne yazık ki...
Argh...
Bu sefer suçu, daha doğrusu boku başkalarına atmadan; kendimi de olay mahalinin içine dahil ederek yazmak istiyorum. Her ne kadar şimdiye kadar karaladıklarım spontane bir biçimde yazılsa da, genel ruh halim ve vücudumdaki alkol oranı an itibariyle bu spontaneliğin bir seviye üste geçmesine, langır lungur yazmama sebep olacak.
Sürekli takipçilerim, okuyucularım da kusura bakmasınlar veya baksınlar. Şu anda bunu umursayacak durumda da değilim.
Çok çabuk gelişti aslında her şey. Önce 146 vardı, sonra IŞ.net, Koç.net, 145 derken bir anda adsl teknolojisiyle tanıştık. Eskiden durum ketumdu fazlasıyla. 146 ile internete bağlanıp da evin telefon faturasını kaç hanelere çektiğimizi, ICQ'yu, mIRC'ı vesaire anlatarak "80ler ne garipti değil mi? Şarkılar falan..." modelinde; herhangi bir geçmiş trend partisinde karşısındaki kadına asılmaya çalışan ucuz Casanova'lardan olmak değil amacım. Fakat o zamanki mevcut sosyo kültürel yapıda; bilgisayar ve internet erişimine sahip olmak lükstü kısacası. Bu yüzden internet kafeler patlama yapmış, yurdum genci soluğu nikotin aromalı, nemli; depodan bozma salonlarda almıştı.
Gelgelelim, bir anda Facebook'larla, bloglarla, twitter'la hatta formspring'le çevrildi dört bir yanımız. Sosyal ağlar... Her yere girdik çıktık. Kimisi(ki buna kendimi de dahil ederim rahatlıkla ve dürüstçe) sanal ortamda porno gezegeninde veya şanslıysa bir kademe üstte, yani reelde internetten tanıştığı insanlarla sevişerek cinsel açlığını bastırıyordu, kimisiyse okey salonlarının ayağına gelmesinden hoşlanıyordu. Diyeceğim odur ki, amaçlar çeşitleniyordu... Ve aslında teknolojinin getirdiği kolaylıklar artıyordu.
Fakat o dönemlerde bile rahatlıkla gözlemlenebilen bir durum vardı. Chat'te, oyun salonlarında, MyNet'te ve her yerde... Yalnızdık ve görüşebileceğimiz, konuşabileceğimiz birilerini arıyorduk. Arkadaşlarımızı, ailemizi, çevremizi değil de; tanımadığımız parmak uçlarını ve harfleri önemsiyorduk.
Bugün durum çok mu farklı? Bir internet bağımlısı olarak şunu söyleyebilirim ki kesinlikle hayır. Hatta gelişen teknolojiyle birlikte artık planladığımız görüşmelerde, toplaşmalarda bile ellerimizden telefonlarımız, iphonelar düşmüyor. Yabancılaşıyoruz gitgide... Bitmek tükenmeksizin.
Çözüm mü? Görünürde yok...
Bunları daha önce de vurgulamıştım. Şimdi neden mi vurguluyorum? O sanal karakterlerden biri olma yönünde hızla ilerlediğimi farkediyorum ve içim içimi yiyor bu yüzden. Hayır, yeni bir mobil teknolojik oyuncak satın almadım, ancak bilgisayar başında geçirdiğim zamanın gitgide arttığının farkına vardım. Fikirlerim konusunda insanların ne düşüneceğini merak ettim(ekşisözlük), ne kadar edebi olabileceğimi ve ne kadar takdir edileceğimi merak ettim(blogger-izleyicileri sallamamamın sebebi bu farkındalıktır), çeşitli kadınlarla birlikte içinde bulunduğum fotoğraf karelerine insanların ne kadar salya akıtacağını merak ettim(facebook), "artık kurduğum kısa cümlelerin" ne kadar tekrarlanarak başkalarına ulaştırılacağını merak ettim(twitter) ve bu merağım büyüyor ne yazık ki...
Argh...
22 Ağustos 2010 Pazar
Yine, yeni, yeniden... Kadınlar...
hayır, ırkçı değilim; seksist değilim; faşist değilim... bunların hiç biri değilim. hepinizden aynı derecede nefret ediyorum çünkü. zamanında az çok ekmeğini yediğimiz sosyomat'a şöyle bir yazı girmişim. paylaşıma da sunayım inceden.
"hey, buraya blog okumak için giren kadınlar...
evet lafım sizlere.
"ben sadece blogları takip etmek için giriyorum" diyenler özellikle. blogger, blogspot hatta thumblr, wordpress gibi sitelerden haberiniz yok mu? bence gayet var. esas amacı blog yazmak/okumak olan siteler bunlardır. [hoş, sadece kadın olduğu için takip edilen binlerce boktan blog tanıyorum ki pucca bunlara örnektir. çok kasmadan siz de gayet yapabilirsiniz böyle bir blog. adresi buralarda paylaşırsınız; belki pucca gibi kitap bile çıkartırsınız! ]
neyse, biliyorum gelen mesajlardan çok rahatsızsınız da offline görünme seçeneği yok mu? gayet var. ah pardon, bundan da habersizdiniz değil mi?
fazlaca iki yüzlü bir tavır sergiliyorsunuz bunu belirtmek için yazdım. tabii ki de hoşunuza gitmeyecektir "yatalım" "sevişelim mi" gibi mesajlar ama eli yüzü düzgün yaklaşımlara da benden bile egoist bir tavırla verdiğiniz cevaplar ve "ben sadece blog okuyorum" açıklamalarınız ancak ahmakların "haa pardon o zaman" diyeceği ve zekilerin "aa özür dilerim rahatsız ettim" derken bıyık altından güleceği cevaplardır.
hadi itiraf edin, seviyorsunuz postane düğmesinin yanındaki parantezi ve o parantezin içindeki rakamları görmeyi... çünkü hepimiz bu bağımlılığı taşıyoruz. hepimiz bunun hastasıyız. fark edilmeyi, ilgi çekmeyi seviyoruz.
şimdi okuduğunuz bloglara devam edebilirsiniz ki doğru ya, siz okumak için buradasınız."
"hey, buraya blog okumak için giren kadınlar...
evet lafım sizlere.
"ben sadece blogları takip etmek için giriyorum" diyenler özellikle. blogger, blogspot hatta thumblr, wordpress gibi sitelerden haberiniz yok mu? bence gayet var. esas amacı blog yazmak/okumak olan siteler bunlardır. [hoş, sadece kadın olduğu için takip edilen binlerce boktan blog tanıyorum ki pucca bunlara örnektir. çok kasmadan siz de gayet yapabilirsiniz böyle bir blog. adresi buralarda paylaşırsınız; belki pucca gibi kitap bile çıkartırsınız! ]
neyse, biliyorum gelen mesajlardan çok rahatsızsınız da offline görünme seçeneği yok mu? gayet var. ah pardon, bundan da habersizdiniz değil mi?
fazlaca iki yüzlü bir tavır sergiliyorsunuz bunu belirtmek için yazdım. tabii ki de hoşunuza gitmeyecektir "yatalım" "sevişelim mi" gibi mesajlar ama eli yüzü düzgün yaklaşımlara da benden bile egoist bir tavırla verdiğiniz cevaplar ve "ben sadece blog okuyorum" açıklamalarınız ancak ahmakların "haa pardon o zaman" diyeceği ve zekilerin "aa özür dilerim rahatsız ettim" derken bıyık altından güleceği cevaplardır.
hadi itiraf edin, seviyorsunuz postane düğmesinin yanındaki parantezi ve o parantezin içindeki rakamları görmeyi... çünkü hepimiz bu bağımlılığı taşıyoruz. hepimiz bunun hastasıyız. fark edilmeyi, ilgi çekmeyi seviyoruz.
şimdi okuduğunuz bloglara devam edebilirsiniz ki doğru ya, siz okumak için buradasınız."
29 Mayıs 2010 Cumartesi
Galatasaray 2010-2011 Sezonu Yapılanması
ekşisözlük'e yazdım bunu. daha sonra paylaşayım her yerde dedim. görüş, fikir belirtin seviyelice.
pls öptüm kibs.
şu yazacağım entry'yi dikkatle okuması gereken kulüptür efendim.
evet, ben de kendi çapımda bir fm2010 teknik direktörüyüm ve kafamda şablon çıkartıyorum. kağıt kalemi aldım elime kadroyu yazdım, gidenler-gelenler; gitmesi gerekenler-gelmesi gerekenler şeklinde oluşturuverdim bir tablo.
şimdi efendim her sene revizyona girip neşter vuruyor galatasaray kadroya, ancak bu sefer vurulan neşter derinden olacak; bunun sinyallerini alıyorum gönderilen oyunculara bakarak.
profesyonellik abidesi emre aşık veda etti futbol hayatına. umarız galatasaray'ın kapısından bir kez daha girer bir şekilde. jo, caner, gio kiralık kontratları bittiği için giden oyuncular. jo'nun takımda kalacağını beklemek, kiralık anlaşması yapıldığı gün bile bir hayaldi bunun farkındayız. gelgelelim parantez açılması gereken isimler ise; bence caner ve gio.
tam kontrat olayı nedir, ne yapılır ne yapılabilir hiç bir fikrim yok; bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim ancak opsiyonlar hala kullanılabiliyorsa bu iki gencin takımda kalması için elinden geleni yapmalıdır bu yönetim. neden mi? bu iki arkadaş da süper yetenekli ve genç. hele caner'deki at fiziği süper lig'de oynayan çoğu oyuncuda yok veya gio'daki ani hızlanma. (aaah, aah, overmars bekler dururdu bu taraftar yıllar yılı) şimdi bu iki genç adamı oynattık mı, oynattık bir süre. e takımla uyum da oluştu gibi benim gözümde. veya şöyle diyeyim, arda turan haricindeki arkadaşlarla artık tanışıp kaynaştıklarını varsayıyorum. e o zaman ne gerek var bambaşka transferlere? hele bir soluklan yeğenim. caner dediğin adamın fl pozisyonuna çekildiğinde neler yaptığını gördük. ayrıca sol beki de yedekler. e gio'yu da izledik, kumaşını; kalitesini anladık. ha ama derseniz ki, atı alan üsküdar'ı geçti; transfer opsiyonunu kullanamayacak galatasaray artık, tamam der susarım.
gelelim kaleye. ufuk ve aykut gibi iki isim varken(franco'nun bir şekilde gönderileceğini varsayıyorum), yabancı kaleci transferi; daha doğrusu yabancı kontenjanını kaleciyle doldurmak gibi bir hataya düşmez umarım yönetim. alınabiliyorsa sinan bolat alınır, (ki şu şartlarda hiç sanmıyorum transferinin gerçekleşeceğini); yoksa da bu 2 arkadaş artı bir genç oyuncuyla kaleci rotasyonu yapılır. form durumlarına göre aykut veya ufuk kaleyi korur.
geri dörtlüye bakacak olursak(ki bakacağız) burada büyük bir kaos hakim. servet ve gökhan zan gibi insan azmanı iki topçumuz var ki bu adamların bir de maşşallahı var. tank gibi adamlar. ama felaket ağırlar ki türksel süper lig(evet türksel) gibi, rakiplerin büyük takımlar karşısında kapandığı bir ligde ağır santrafor kullanmak gereksizdir. bunun yerine tekmeye kafa sokan, kademe bilgisine sahip, kesici özellikleri olan ve teknik kapasitesi(bu oyun şablonu için özellikle) vasat üstü stoperlerin tercih edilmesi yerinde olacaktır. topu şişirmekten inatla vazgeçmeyen servet ve onun can yoldaşı cam adam gökhan zan'la bu oyunu oynayamayacağımız açıktır. gökhan zan'a alıcı çıkacağını sanmıyorum. takasta kullanmak yerinde bir hareket olabilir. servet'e ise geçen seneki gibi bir teklifin gelme ihtimali çok düşük. ya o da takasta kullanılacaktır, ya da yurtdışına(rusya servet'le ilgilenen ülkelerin başında gelecektir) gönderilecektir.
diğer stoperlerimize gelirsek, taraftarın sevgilisi ve avusturalya ekolünün bir diğer temsilcisi lucas neill; kendine bakmayı bilen futbolcu hakan balta, her sene taraftarı kanser eden lakin sakatlanmadan önce rijkaard'ın sözünü dinlediğinde neler yapabileceğini gördüğümüz sabri ve sarı kırmızı formayı sırtına geçirmek için kadro dışı kalan, sağ bek-stoper oynayabilen ali turan bu bölümün kemiğini oluşturan oyunculardır. iki anti parantez de bu sene forma şansı bulamamış; türksel süper lig'de(bursaspor'da oynarken) maça çıkmış en geç oyuncu ünvanını 16 yaşındayken kapan serkan kurtuluş ve yaklaşık 2 senelik ağır bir sakatlık döneminden çıkan ve bekleneni veremeyen uğur uçar için açılmalı. şu an 20 yaşındaki serkan kurtuluş'un idman durumu, formu rijkaard'ın gözünden kaçmamıştır ve belki de bu yüzden oynayamamıştır. ama takımda kalmasından yanayım. öte yandan uğur'unsa bu seneki formsuzluğunun tamamen mental olduğunu düşünüyorum. konyasporlu kasabın teki seni 2 sene futboldan etsin; ve taraftar hala senin tekmeye kafa sokmanı beklesin! yok öyle... küçük kaptan biraz daha sabrı kesinlikle hakediyor. öte yandan hakan balta gibi soğukkanlı ve dengeli oyunu da onun iyi bir rotasyon oyuncusu olabileceğini gösteriyor. şimdi stoper oynayabilecek oyuncuları sayarsak bu kadroda; ali turan, lucas neill ve emre güngör'ü görüyoruz. bu bölüme takviye yapılması kesinlikle şart. minimum 4 stoper, optimum 5 stoper oynayabilecek futbolcu bulundurmalıdır takımlar. eğer bulundurmazsanız, kewell gibi bir adamı oraya çekmek zorunda kalırsınız.
çağlar birinci şu anda taraftarın hakan balta olmasını beklediği bir adam. zaman gösterecek ne yapacağını. hoş, transfer de resmiyet kazanmadı bekleyip göreceğiz.
orta saha ve kanatlara gelirsek; yani oyunun en önemli kısmında oynayabilecek alternatifler an itibariyle elano, barış, sarp, ayhan, musa çağıran, arda turan ve emre çolak. aslına bakarsanız esas kaos burada baş gösteriyor. dünya kupası performansları büyük rol oynayacak elano için, aynı şekilde rijkaard'ın aklındaki sistem(bir box-to-box, bir dmc ve bir playmaker mı; iki dmc, bir playmaker mı; iki mc bir dmc mi burası gerçekten masaya yatırılması gereken bir konu.) ancak ilk etapta ayhan'ın ilerleyen yaşı sebebiyle bu takımda daha fazla tutulmasının anlamsızlığı sorgulanabilir. takasta kullanılması veya bir köşede bekletilmesi ihtimaller. yalnız altı çizilmesi gereken kısım ise; ayhan'ın ilk 3 opsiyondan biri olmaması gerektiği. elden ayaktan yavaş yavaş düşmesiyle birlikte, hem defansif yönü zayıflamış; hem de ileriye pas atmak gibi bir durumu kalmamış. musa çağıran tamamen kapalı kutu, ne olacağı belli değil ancak genç. ateşlendiği zaman neler yapabildiğini gördüğümüz, çılgın sarp ve almancı barış da bu rotasyonda kullanılması gereken iki oyuncu. barış, şartlar ne olursa olsun sinmeyen bir egoya sahip ve sırf bu yüzden takımda tutulması kanaatindeyim herkesin aksine. ayrıca muhtemelen 8 ciğerle falan oynamakta. defansif yönü süper kuvvetli değil, veya tereyağından kıl çeker gibi top çalamıyor ama takımda kalması yerinde olur. hele eğer ki mental yönden geliştirebilirse rijkaard ve ekibi onu; bambaşka bir barış izleyebiliriz. bir senede geliştiremedi şimdi mi geliştirecek demeyin, kimin ne zaman çıkış yapacağı belli olmaz.
emre çolak ve son iki maçta(yanlış hatırlamıyorsam) oynatılan cumhur... emre ve cumhur için konuşmak, hele ki şimdi çok erken. özellikle emre gayet teknik, yetenekli ama önemli olan o yeteneği işlemek. herhangi bir şekilde "yeni arda" lakabı takmaktan ziyade, beklentiye girmemek gerek.
arda turan ve elano ise iki kilit isim. harika istatistiklere imza attı bu sene arda, ancak sert şutlar çıkaramaması(özellikle fl,fr olarak kullanıldığı zaman) ve mental zayıflığı ilk göze çarpan eksileri. mental olarak, özellikle yeniçeri ocağı ekolünden olmasıyla; üstündeki ilgi, medya ve baskı birleşince, ne yaptığı konusunda hiç bir fikri olmayan arda turan izledik. özellikle topa basması, oyunu yavaşlatması kimi zaman; bireyselliği, yabancılara pas atmaması antipatikliğini arttırdı. yargılamaktan ziyade takım otobüsünün arka koltuğunda karakteri yeni yeni oturan bir gencin beynini yıkayanları yargılamak, sorgulamak gerekir esasen. yönetimin kaptanlık pazubandını genç yıldıza teslim etmesi ise ayrıca masaya yatırılması gereken konulardan bir tanesi ve burası yeri ve zamanı değil. olan oldu çünkü... velhasıl kelam, arda turan türkiye'de miladını doldurdu. minimum 8 milyon euro'ya yurtdışına gönderilirse hem onun için, hem camia için, hem de arma için en iyisi olacak görünen o ki. çünkü özellikle bu yeniçeri ekolüne vurulması gerekiyor neşterin ve eğer ki arda turan bu sene de gitmezse yurtdışına; galatasaray'ın yeni hasan şaş'ı olmaması için hiç bir sebep kalmayacak.
orta sahanın en pahalı ismi elano'yu ise; yanında ne yaptığının bilincinde iki adamla izlemek daha doğru olur. tabi burada dünya kupası da apayrı bir soru işareti. eğer ki dünya kupası'nda iyi bir performans gösterirse isteyeni artacaktır ama oyunu iki yönlü oynayabilen ve türkiye'de bu kadar milimetrik paslar atabilen; diğer brezilyalılar'ın aksine formasının hakkını sonuna kadar veren, kaptırdığı topun arkasından çılgınlar gibi koşan ve (özellikle madrid maçlarında gördüm ben bunu) bırakın kendisine, takım arkadaşlarına bile sert bir hareket yapıldığında oracıkta bitiveren; takım ruhundan bihaber olmayan elano'nun gitmesinden yana değilim.
keita'yla ilgili yazmak bile gereksiz. top ayağına yakışıyor, fizikli olduğu kadar da teknikli, mücadeleci ve sami yen'de taraftarı arkasına aldığı zaman uçan-uçuran bir keita izledik bu sene. kimi deplasman maçlarındaki sönük performansı hariç, göze hitap eden güzel bir oyun ortaya koydu keita. takımda kalmalı.
serdar özkan içinse şu anda yazmayı uygun görmüyorum. büyük bir kumar oynadı galatasaray. masaya açılan son kartla straight de yapabilir, elindekini de kaybedebilir. ancak bir royal flush yapamayacağı kesin. serdar özkan ve aydın yılmaz, keita'yı yedekleyecek isimler olacaklardır. veya aydın da takasta kullanılabilir bu sene de o beklenen çıkışı yapamazsa.
uç bölgeyse, takviyeye en aç bölgelerden biri. baros ve mehmet batdal'ın yeterlilikleri kuşkusuz ki özellikle mehmet batdal en fazla beklentiye sahip olduğum adam. eğer ki gece hayatına kaptırmazsa kendini; takıma sağlayacağı fayda kuşkusuz. ancak eğer cem sultan veya muadili bir altyapı oyuncusu takıma monte edilmeyecekse, mustafa pektemek misali; yerli bir santraforla yedeklenmesi gerekiyor bu kısmın.
son olarak, harry kewell. olan oldu, ileriye bakmak lazım. neden kontratı dondurulması vs. sorular yersiz. dünya kupası'na mı bakacak bu yönetim yoksa yollar tamamen ayrıldı mı tartışılır. haldun üstünel'in açıklamalarına bakarsak; yollar kesinlikle ayrıldı ancak eğer ki yabancı kontenjanı kaleciden yana kullanılır da kewell gönderilirse yönetim büyük bir hataya düşecektir. #19138574
altyapıya tekrar bir parantez açalım; (hatta madde madde olsun)
-emre çolak ve -belki, sadece belki- cem sultan ile cumhur gelecek sene daha çok forma şansı bulacağını düşündüğüm gençler.
-hala resmi siteden onaylanmayan, gönderdiğimiz konuşulan çocuklar(murat akça, semih kaya, erhan şentürk, serdar eylik) için net bir şeyler söylemek zor. ancak eğer ki bu karar rijkaard'ın kararıysa, saygı duymak lazım. bu adamlar nerden baksan 20 yaşına geldiler ve a takımda bırakın sürekliliği; resmi 5 maçta forma giymemişlerdir. (belki giymişlerdir de işte metaforu anlayın)
-bir çetin vardı noldu ona demeden de edemiyorum. jan derks'in geçen sene teknik ekibe "niye oynatmıyorsunuz bu çocuğu?" diyerek fırça çektiği çetin. bu sene sürpriz yapabilir.
evet, mevcut kadroyla ilgili yorumlarım bu şekilde.
takviyelere gelirsek; oyunu iki yönlü ancak defansif yönü daha kuvvetli; biri yerli(böyle bir adam türkiye'de bulunduğu an kaçırılmamalı özellikle) biri yabancı iki ortasaha, bir yerli santrafor(veya dediğim gibi, altyapıdan takıma monte edilecek bir santrafor), tekmeye kafa sokan aynı zamanda teknik iki yerli (yabancıysa da yabancı, bunu yapabilecek türk varsa direk alınsın; yoksa yabancıya bakılsın misal) stoper, takımda tutulması gereken gio, kewell(bu adam konusunda çok duygusalım biliyorum) ve caner ile köpek gibi top oynayacaktır bu takım. söylemedi demeyin... ha eğer ki gio, kewell ve caner komple gidecekse; tabii ki iki yabancı kanat oyuncusu(stoch mükemmel olur bu bölgeye, veya babel) farz olacaktır.
özet: seneye doğru transfer hamlelerini yaparsa yüzü gülecek olan takım.
(bkz: güzel günler göreceğiz çocuklar)
pls öptüm kibs.
şu yazacağım entry'yi dikkatle okuması gereken kulüptür efendim.
evet, ben de kendi çapımda bir fm2010 teknik direktörüyüm ve kafamda şablon çıkartıyorum. kağıt kalemi aldım elime kadroyu yazdım, gidenler-gelenler; gitmesi gerekenler-gelmesi gerekenler şeklinde oluşturuverdim bir tablo.
şimdi efendim her sene revizyona girip neşter vuruyor galatasaray kadroya, ancak bu sefer vurulan neşter derinden olacak; bunun sinyallerini alıyorum gönderilen oyunculara bakarak.
profesyonellik abidesi emre aşık veda etti futbol hayatına. umarız galatasaray'ın kapısından bir kez daha girer bir şekilde. jo, caner, gio kiralık kontratları bittiği için giden oyuncular. jo'nun takımda kalacağını beklemek, kiralık anlaşması yapıldığı gün bile bir hayaldi bunun farkındayız. gelgelelim parantez açılması gereken isimler ise; bence caner ve gio.
tam kontrat olayı nedir, ne yapılır ne yapılabilir hiç bir fikrim yok; bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim ancak opsiyonlar hala kullanılabiliyorsa bu iki gencin takımda kalması için elinden geleni yapmalıdır bu yönetim. neden mi? bu iki arkadaş da süper yetenekli ve genç. hele caner'deki at fiziği süper lig'de oynayan çoğu oyuncuda yok veya gio'daki ani hızlanma. (aaah, aah, overmars bekler dururdu bu taraftar yıllar yılı) şimdi bu iki genç adamı oynattık mı, oynattık bir süre. e takımla uyum da oluştu gibi benim gözümde. veya şöyle diyeyim, arda turan haricindeki arkadaşlarla artık tanışıp kaynaştıklarını varsayıyorum. e o zaman ne gerek var bambaşka transferlere? hele bir soluklan yeğenim. caner dediğin adamın fl pozisyonuna çekildiğinde neler yaptığını gördük. ayrıca sol beki de yedekler. e gio'yu da izledik, kumaşını; kalitesini anladık. ha ama derseniz ki, atı alan üsküdar'ı geçti; transfer opsiyonunu kullanamayacak galatasaray artık, tamam der susarım.
gelelim kaleye. ufuk ve aykut gibi iki isim varken(franco'nun bir şekilde gönderileceğini varsayıyorum), yabancı kaleci transferi; daha doğrusu yabancı kontenjanını kaleciyle doldurmak gibi bir hataya düşmez umarım yönetim. alınabiliyorsa sinan bolat alınır, (ki şu şartlarda hiç sanmıyorum transferinin gerçekleşeceğini); yoksa da bu 2 arkadaş artı bir genç oyuncuyla kaleci rotasyonu yapılır. form durumlarına göre aykut veya ufuk kaleyi korur.
geri dörtlüye bakacak olursak(ki bakacağız) burada büyük bir kaos hakim. servet ve gökhan zan gibi insan azmanı iki topçumuz var ki bu adamların bir de maşşallahı var. tank gibi adamlar. ama felaket ağırlar ki türksel süper lig(evet türksel) gibi, rakiplerin büyük takımlar karşısında kapandığı bir ligde ağır santrafor kullanmak gereksizdir. bunun yerine tekmeye kafa sokan, kademe bilgisine sahip, kesici özellikleri olan ve teknik kapasitesi(bu oyun şablonu için özellikle) vasat üstü stoperlerin tercih edilmesi yerinde olacaktır. topu şişirmekten inatla vazgeçmeyen servet ve onun can yoldaşı cam adam gökhan zan'la bu oyunu oynayamayacağımız açıktır. gökhan zan'a alıcı çıkacağını sanmıyorum. takasta kullanmak yerinde bir hareket olabilir. servet'e ise geçen seneki gibi bir teklifin gelme ihtimali çok düşük. ya o da takasta kullanılacaktır, ya da yurtdışına(rusya servet'le ilgilenen ülkelerin başında gelecektir) gönderilecektir.
diğer stoperlerimize gelirsek, taraftarın sevgilisi ve avusturalya ekolünün bir diğer temsilcisi lucas neill; kendine bakmayı bilen futbolcu hakan balta, her sene taraftarı kanser eden lakin sakatlanmadan önce rijkaard'ın sözünü dinlediğinde neler yapabileceğini gördüğümüz sabri ve sarı kırmızı formayı sırtına geçirmek için kadro dışı kalan, sağ bek-stoper oynayabilen ali turan bu bölümün kemiğini oluşturan oyunculardır. iki anti parantez de bu sene forma şansı bulamamış; türksel süper lig'de(bursaspor'da oynarken) maça çıkmış en geç oyuncu ünvanını 16 yaşındayken kapan serkan kurtuluş ve yaklaşık 2 senelik ağır bir sakatlık döneminden çıkan ve bekleneni veremeyen uğur uçar için açılmalı. şu an 20 yaşındaki serkan kurtuluş'un idman durumu, formu rijkaard'ın gözünden kaçmamıştır ve belki de bu yüzden oynayamamıştır. ama takımda kalmasından yanayım. öte yandan uğur'unsa bu seneki formsuzluğunun tamamen mental olduğunu düşünüyorum. konyasporlu kasabın teki seni 2 sene futboldan etsin; ve taraftar hala senin tekmeye kafa sokmanı beklesin! yok öyle... küçük kaptan biraz daha sabrı kesinlikle hakediyor. öte yandan hakan balta gibi soğukkanlı ve dengeli oyunu da onun iyi bir rotasyon oyuncusu olabileceğini gösteriyor. şimdi stoper oynayabilecek oyuncuları sayarsak bu kadroda; ali turan, lucas neill ve emre güngör'ü görüyoruz. bu bölüme takviye yapılması kesinlikle şart. minimum 4 stoper, optimum 5 stoper oynayabilecek futbolcu bulundurmalıdır takımlar. eğer bulundurmazsanız, kewell gibi bir adamı oraya çekmek zorunda kalırsınız.
çağlar birinci şu anda taraftarın hakan balta olmasını beklediği bir adam. zaman gösterecek ne yapacağını. hoş, transfer de resmiyet kazanmadı bekleyip göreceğiz.
orta saha ve kanatlara gelirsek; yani oyunun en önemli kısmında oynayabilecek alternatifler an itibariyle elano, barış, sarp, ayhan, musa çağıran, arda turan ve emre çolak. aslına bakarsanız esas kaos burada baş gösteriyor. dünya kupası performansları büyük rol oynayacak elano için, aynı şekilde rijkaard'ın aklındaki sistem(bir box-to-box, bir dmc ve bir playmaker mı; iki dmc, bir playmaker mı; iki mc bir dmc mi burası gerçekten masaya yatırılması gereken bir konu.) ancak ilk etapta ayhan'ın ilerleyen yaşı sebebiyle bu takımda daha fazla tutulmasının anlamsızlığı sorgulanabilir. takasta kullanılması veya bir köşede bekletilmesi ihtimaller. yalnız altı çizilmesi gereken kısım ise; ayhan'ın ilk 3 opsiyondan biri olmaması gerektiği. elden ayaktan yavaş yavaş düşmesiyle birlikte, hem defansif yönü zayıflamış; hem de ileriye pas atmak gibi bir durumu kalmamış. musa çağıran tamamen kapalı kutu, ne olacağı belli değil ancak genç. ateşlendiği zaman neler yapabildiğini gördüğümüz, çılgın sarp ve almancı barış da bu rotasyonda kullanılması gereken iki oyuncu. barış, şartlar ne olursa olsun sinmeyen bir egoya sahip ve sırf bu yüzden takımda tutulması kanaatindeyim herkesin aksine. ayrıca muhtemelen 8 ciğerle falan oynamakta. defansif yönü süper kuvvetli değil, veya tereyağından kıl çeker gibi top çalamıyor ama takımda kalması yerinde olur. hele eğer ki mental yönden geliştirebilirse rijkaard ve ekibi onu; bambaşka bir barış izleyebiliriz. bir senede geliştiremedi şimdi mi geliştirecek demeyin, kimin ne zaman çıkış yapacağı belli olmaz.
emre çolak ve son iki maçta(yanlış hatırlamıyorsam) oynatılan cumhur... emre ve cumhur için konuşmak, hele ki şimdi çok erken. özellikle emre gayet teknik, yetenekli ama önemli olan o yeteneği işlemek. herhangi bir şekilde "yeni arda" lakabı takmaktan ziyade, beklentiye girmemek gerek.
arda turan ve elano ise iki kilit isim. harika istatistiklere imza attı bu sene arda, ancak sert şutlar çıkaramaması(özellikle fl,fr olarak kullanıldığı zaman) ve mental zayıflığı ilk göze çarpan eksileri. mental olarak, özellikle yeniçeri ocağı ekolünden olmasıyla; üstündeki ilgi, medya ve baskı birleşince, ne yaptığı konusunda hiç bir fikri olmayan arda turan izledik. özellikle topa basması, oyunu yavaşlatması kimi zaman; bireyselliği, yabancılara pas atmaması antipatikliğini arttırdı. yargılamaktan ziyade takım otobüsünün arka koltuğunda karakteri yeni yeni oturan bir gencin beynini yıkayanları yargılamak, sorgulamak gerekir esasen. yönetimin kaptanlık pazubandını genç yıldıza teslim etmesi ise ayrıca masaya yatırılması gereken konulardan bir tanesi ve burası yeri ve zamanı değil. olan oldu çünkü... velhasıl kelam, arda turan türkiye'de miladını doldurdu. minimum 8 milyon euro'ya yurtdışına gönderilirse hem onun için, hem camia için, hem de arma için en iyisi olacak görünen o ki. çünkü özellikle bu yeniçeri ekolüne vurulması gerekiyor neşterin ve eğer ki arda turan bu sene de gitmezse yurtdışına; galatasaray'ın yeni hasan şaş'ı olmaması için hiç bir sebep kalmayacak.
orta sahanın en pahalı ismi elano'yu ise; yanında ne yaptığının bilincinde iki adamla izlemek daha doğru olur. tabi burada dünya kupası da apayrı bir soru işareti. eğer ki dünya kupası'nda iyi bir performans gösterirse isteyeni artacaktır ama oyunu iki yönlü oynayabilen ve türkiye'de bu kadar milimetrik paslar atabilen; diğer brezilyalılar'ın aksine formasının hakkını sonuna kadar veren, kaptırdığı topun arkasından çılgınlar gibi koşan ve (özellikle madrid maçlarında gördüm ben bunu) bırakın kendisine, takım arkadaşlarına bile sert bir hareket yapıldığında oracıkta bitiveren; takım ruhundan bihaber olmayan elano'nun gitmesinden yana değilim.
keita'yla ilgili yazmak bile gereksiz. top ayağına yakışıyor, fizikli olduğu kadar da teknikli, mücadeleci ve sami yen'de taraftarı arkasına aldığı zaman uçan-uçuran bir keita izledik bu sene. kimi deplasman maçlarındaki sönük performansı hariç, göze hitap eden güzel bir oyun ortaya koydu keita. takımda kalmalı.
serdar özkan içinse şu anda yazmayı uygun görmüyorum. büyük bir kumar oynadı galatasaray. masaya açılan son kartla straight de yapabilir, elindekini de kaybedebilir. ancak bir royal flush yapamayacağı kesin. serdar özkan ve aydın yılmaz, keita'yı yedekleyecek isimler olacaklardır. veya aydın da takasta kullanılabilir bu sene de o beklenen çıkışı yapamazsa.
uç bölgeyse, takviyeye en aç bölgelerden biri. baros ve mehmet batdal'ın yeterlilikleri kuşkusuz ki özellikle mehmet batdal en fazla beklentiye sahip olduğum adam. eğer ki gece hayatına kaptırmazsa kendini; takıma sağlayacağı fayda kuşkusuz. ancak eğer cem sultan veya muadili bir altyapı oyuncusu takıma monte edilmeyecekse, mustafa pektemek misali; yerli bir santraforla yedeklenmesi gerekiyor bu kısmın.
son olarak, harry kewell. olan oldu, ileriye bakmak lazım. neden kontratı dondurulması vs. sorular yersiz. dünya kupası'na mı bakacak bu yönetim yoksa yollar tamamen ayrıldı mı tartışılır. haldun üstünel'in açıklamalarına bakarsak; yollar kesinlikle ayrıldı ancak eğer ki yabancı kontenjanı kaleciden yana kullanılır da kewell gönderilirse yönetim büyük bir hataya düşecektir. #19138574
altyapıya tekrar bir parantez açalım; (hatta madde madde olsun)
-emre çolak ve -belki, sadece belki- cem sultan ile cumhur gelecek sene daha çok forma şansı bulacağını düşündüğüm gençler.
-hala resmi siteden onaylanmayan, gönderdiğimiz konuşulan çocuklar(murat akça, semih kaya, erhan şentürk, serdar eylik) için net bir şeyler söylemek zor. ancak eğer ki bu karar rijkaard'ın kararıysa, saygı duymak lazım. bu adamlar nerden baksan 20 yaşına geldiler ve a takımda bırakın sürekliliği; resmi 5 maçta forma giymemişlerdir. (belki giymişlerdir de işte metaforu anlayın)
-bir çetin vardı noldu ona demeden de edemiyorum. jan derks'in geçen sene teknik ekibe "niye oynatmıyorsunuz bu çocuğu?" diyerek fırça çektiği çetin. bu sene sürpriz yapabilir.
evet, mevcut kadroyla ilgili yorumlarım bu şekilde.
takviyelere gelirsek; oyunu iki yönlü ancak defansif yönü daha kuvvetli; biri yerli(böyle bir adam türkiye'de bulunduğu an kaçırılmamalı özellikle) biri yabancı iki ortasaha, bir yerli santrafor(veya dediğim gibi, altyapıdan takıma monte edilecek bir santrafor), tekmeye kafa sokan aynı zamanda teknik iki yerli (yabancıysa da yabancı, bunu yapabilecek türk varsa direk alınsın; yoksa yabancıya bakılsın misal) stoper, takımda tutulması gereken gio, kewell(bu adam konusunda çok duygusalım biliyorum) ve caner ile köpek gibi top oynayacaktır bu takım. söylemedi demeyin... ha eğer ki gio, kewell ve caner komple gidecekse; tabii ki iki yabancı kanat oyuncusu(stoch mükemmel olur bu bölgeye, veya babel) farz olacaktır.
özet: seneye doğru transfer hamlelerini yaparsa yüzü gülecek olan takım.
(bkz: güzel günler göreceğiz çocuklar)
17 Mayıs 2010 Pazartesi
Herkes Aldatır.
Kadınların en çok kullandığı savdır, "aldatmak fiziksel olmak zorunda değildir." savı. Bunu diyen kadının sütten çıkmış ak kaşık olduğunu mu düşünüyorsunuz? Veya, sabah 9 akşam 5 çalışan, evden işe işten eve takılan erkeğin masum olduğunu mu?
Bazı aforizmaların zihnimize girişi, 6 sapın bir gece kulübüne girişinden daha zordur. Lakin bir adım daha atıp, tekrarlıyorum: "Herkes Aldatır."
Gelelim psikolojik veya fiziksel mevzuuna. Şunu bir sorun kendinize, işyerinde çekici bir kadınla veya çalışanıyla konuşan erkek ne düşünür? "Ne tatlı hihi" diyip geçmeyeceği kesin. Aklına ilk olarak "Evli olmasaydım..." şeklindeki hala-amca benzeri ilişki gelir mi gelmez mi?
Ters açıdan bakarsak, kızkıza dışarı çıkan bir kadınlar kulübünü gözünüzün önüne getirin. Sadece erkekleri yanında olmadığı için mi rahattır bu kadınlar? Veya sadece oje, alışveriş, ayakkabı konuşabildikleri için mi rahattır bu kadınlar? Yoksa etraftan gelen bakışlar -çok hayvanca olmadığı sürece- hoşlarına gittiği için mi rahattırlar?
Gelecek ilk iki tepkiyi az çok tahmin edebiliyorum yukarıda yazdıklarımla ilgili.
Birincisi muhtemelen senin "anan baban bacın yok mu ulan?" şeklindeki liseli, sivilceli ve ergen savunması, ikincisiyse kesin "dünya senin s..inin etrafında dönmüyor" tepkisi.
Bir numara için; evet, var ve hala evliler.
İki numara içinse; dönüyor veya dönmüyor, bu benim sorunum, tabii peynirli whopper'ıma üflemek gibi bir derdin yoksa diyorum.
Şimdiden hazırlayayım cevaplarınızı da sonra notlarınızı gördüğünüzde ağlak olmayın.
Bazı aforizmaların zihnimize girişi, 6 sapın bir gece kulübüne girişinden daha zordur. Lakin bir adım daha atıp, tekrarlıyorum: "Herkes Aldatır."
Gelelim psikolojik veya fiziksel mevzuuna. Şunu bir sorun kendinize, işyerinde çekici bir kadınla veya çalışanıyla konuşan erkek ne düşünür? "Ne tatlı hihi" diyip geçmeyeceği kesin. Aklına ilk olarak "Evli olmasaydım..." şeklindeki hala-amca benzeri ilişki gelir mi gelmez mi?
Ters açıdan bakarsak, kızkıza dışarı çıkan bir kadınlar kulübünü gözünüzün önüne getirin. Sadece erkekleri yanında olmadığı için mi rahattır bu kadınlar? Veya sadece oje, alışveriş, ayakkabı konuşabildikleri için mi rahattır bu kadınlar? Yoksa etraftan gelen bakışlar -çok hayvanca olmadığı sürece- hoşlarına gittiği için mi rahattırlar?
Gelecek ilk iki tepkiyi az çok tahmin edebiliyorum yukarıda yazdıklarımla ilgili.
Birincisi muhtemelen senin "anan baban bacın yok mu ulan?" şeklindeki liseli, sivilceli ve ergen savunması, ikincisiyse kesin "dünya senin s..inin etrafında dönmüyor" tepkisi.
Bir numara için; evet, var ve hala evliler.
İki numara içinse; dönüyor veya dönmüyor, bu benim sorunum, tabii peynirli whopper'ıma üflemek gibi bir derdin yoksa diyorum.
Şimdiden hazırlayayım cevaplarınızı da sonra notlarınızı gördüğünüzde ağlak olmayın.
12 Nisan 2010 Pazartesi
Varolma Kaygısı
(Bu yazı, parça parça olmakla birlikte kafa karışıklığı ve konudan konuya atlanan kesimleri sebebiyle atom etkisi yaratabilir.)
Hepimizde var bu.
Saçını diken apaçide de var, kareli gömlek-beyaz t shirt giyen bende de var, seviştiği erkeklerin yatak istatistiklerini blogunda paylaşarak sex and the city yaşadığını sanan kezbanlarımızda da var, chatroulette(bilmeyenler bir araştırsın) isimli web tabanlı sitede mastürbasyon yapan herifte de var, vamp konuşan kadında da var...
Bir şekilde kendimizi topluma veya karşımızdakine kabul ettirmeye çalışıyoruz işte. Yuvarlanıp gitmek değil bu... Aşırıya kaçmadan veya aşırıyı da zorlayarak; kendimizi ortaya çıkarma isteği...
Geçen sene fakültede bir eleman vardı. Düz adam... Yani yolda görsen bir daha yüzüne bakmazsın. Yanlış anlaşılmasın, çirkin falan değil. Normal bir adam. Mimiklerinden ve konuşmasından gözlemlediğim kadarıyla da içine kapanık, pasif biri... Ama varoluşunu ispatlayacak ya, dikkat çekecek ya bir şekilde... Üzerinde penis figürü olan bir t-shirt'le gelmiş fakülteye. Evet, simsiyah bir t-shirt ve üstünde bir penis var.
Çok mu uç geldi? Daha ucu var. Apaçileri düşünün. Varoş çocukları... Dinlediği müziğin reggeaton olduğunu bilmeden çılgınlar gibi danseden, saçlarını -sanırım tutkalla- diken, pembe t-shirt'lü, düşük bel pantolonlu, opsiyonel tespihiyle delikanlılığından da taviz vermeyen bu gençleri... Şu anda kendileri itin götüne sokuluyor Facebook'ta. "Her gün bir yeni apaçi" diye grup var mesela. Apaçilerin profilinden kopyaladığı fotoğrafları koyuyor grubun yöneticisi bu sayfaya. Kesinlikle yasal değil, bunun farkında. Hatta "Apaçi ne anlar lan kişi haklarından?" diye düşünüp açmış bile olabilir grubu. Ama hiç düşünür mü bu adamlar mesela, apaçi sıkıntılı adamdır, burnu boktan çıkmaz ve kendini topluma kabul ettirme isteği en çok bu insanlarda vardır. 2-3 sene emo'lardı milletin ana avrat dümdüz gittiği(ki bu güruhta ben de vardım.), bu sene de bırço ziyaneler, yani apaçiler var. Gördüğüm imajlarından memnun muyum? Hayır değilim. Tavırlarından memnun muyum, veya hayat biçimlerinden? Hayır değilim. Ben onların yoluna çıkmam, onlar benim yoluma çıkmaz. Lakin bu insanları da tepeden bakan, mükemmel olduğunu düşünen bir yosma gibi afiş etmem elaleme. Tercihidir der, geçerim.
Neyse, çok eğildik bu arkadaşların üstlerine. Öte yandan herkesle ve her şeyle ilgili atıp tutan çok metalci güruh mesela... Hatırlamaz mısınız saçınızı uzatıp, küpe takarak ailenize isyan ettiğiniz, "Because you're unforgiven too..." diye bağırdığınız dönemleri? Veya bildiğiniz-bilmediğiniz her şarkıya Dorock'ta çılgın gibi kafa sallayıp şarkıdan şarkıya geçiş yapılırken etrafı kestiğinizi; dikkat çekip çekemediğinizi kontrol ettiğinizi hatırlamaz mısınız?
Hepimiz bir dönem şu anda gülüp geçtiğimiz şekillere girdik, tarzlar oluşturduk, davranışlar ve düşüncelere sahiptik. Bu yüzden kabullenin artık şu gerçeği...
Uzun lafın kısası, sarımsağın cücüğü; hepinizi Revolver'dan Jason Statham'ın seslendirdiği bir monologla başbaşa bırakıyorum;
"There is something about yourself that you don't know. Something that you will deny even exists, until it's too late to do anything about it. It's the only reason you get up in the morning. The only reason you suffer the shitty boss, the blood, the sweat and the tears. This is because you want people to know how good, attractive, generous, funny, wild and clever you really are. Fear or revere me, but please, think I'm special. We share an addiction. We're approval junkies. We're all in it for the slap on the back and the gold watch. The hip-hip-hoo-fuckin' rah. Look at the clever boy with the badge, polishing his trophy. Shine on you crazy diamond, because we're just monkeys wrapped in suits, begging for the approval of others."
"Kendinle ilgili, bilmediğin bir şey var. Varolduğu halde, hakkında bir şeyler yapmak için çok geç olana kadar kabullenemediğin bir şey. Sabah kalkmanın, boktan patronunu çekebilmenin, kan, ter ve gözyaşının tek sebebi... Bunun sebebi sen, insanların senin ne kadar iyi, çekici, cömert, komik, vahşi ve eğlenceli olduğunu bilmesini istiyorsun. Benden korkun veya bana saygı gösterin; ama lütfen, özel olduğumu düşünün. Hepimiz bir bağımlılığı paylaşıyoruz. Hepimiz, onaylanma bağımlılarıyız. Hepimiz sırtımızın sıvazlanması ve altın kol saati için bu bağımlılığın içindeyiz. ("The hip-hip-hoo-fuckin' rah." TAM TERCÜMESİNİ YAPAMAYACAĞIM.) Rozetli, zeki çocuğa bak... Ödülünü cilalıyor. Üstüne parlasın, çılgın elmas, çünkü biz; takım elbiseler içindeki maymunlarız. Başkalarının tescilini bekleyen..."
NOT: Monoloğun tercümesini kendim yaptım. Hatalı olabilir. Hatalıysam söyle! Yani yorumda belirt.
Hadi iyi geceler...
edit: adsız bir arkadaş uyardı, approval addicts'i tescilli keşler olarak çevirmiştim; esasen onaylanma bağımlıları olarak çevirmem gerekiyormuş. daha doğrusu gerekiyordu, gözümden kaçtı, veya g.tümden kaçtı, uyduruverdim. neyse ne; kendisine selam ederim.
Hepimizde var bu.
Saçını diken apaçide de var, kareli gömlek-beyaz t shirt giyen bende de var, seviştiği erkeklerin yatak istatistiklerini blogunda paylaşarak sex and the city yaşadığını sanan kezbanlarımızda da var, chatroulette(bilmeyenler bir araştırsın) isimli web tabanlı sitede mastürbasyon yapan herifte de var, vamp konuşan kadında da var...
Bir şekilde kendimizi topluma veya karşımızdakine kabul ettirmeye çalışıyoruz işte. Yuvarlanıp gitmek değil bu... Aşırıya kaçmadan veya aşırıyı da zorlayarak; kendimizi ortaya çıkarma isteği...
Geçen sene fakültede bir eleman vardı. Düz adam... Yani yolda görsen bir daha yüzüne bakmazsın. Yanlış anlaşılmasın, çirkin falan değil. Normal bir adam. Mimiklerinden ve konuşmasından gözlemlediğim kadarıyla da içine kapanık, pasif biri... Ama varoluşunu ispatlayacak ya, dikkat çekecek ya bir şekilde... Üzerinde penis figürü olan bir t-shirt'le gelmiş fakülteye. Evet, simsiyah bir t-shirt ve üstünde bir penis var.
Çok mu uç geldi? Daha ucu var. Apaçileri düşünün. Varoş çocukları... Dinlediği müziğin reggeaton olduğunu bilmeden çılgınlar gibi danseden, saçlarını -sanırım tutkalla- diken, pembe t-shirt'lü, düşük bel pantolonlu, opsiyonel tespihiyle delikanlılığından da taviz vermeyen bu gençleri... Şu anda kendileri itin götüne sokuluyor Facebook'ta. "Her gün bir yeni apaçi" diye grup var mesela. Apaçilerin profilinden kopyaladığı fotoğrafları koyuyor grubun yöneticisi bu sayfaya. Kesinlikle yasal değil, bunun farkında. Hatta "Apaçi ne anlar lan kişi haklarından?" diye düşünüp açmış bile olabilir grubu. Ama hiç düşünür mü bu adamlar mesela, apaçi sıkıntılı adamdır, burnu boktan çıkmaz ve kendini topluma kabul ettirme isteği en çok bu insanlarda vardır. 2-3 sene emo'lardı milletin ana avrat dümdüz gittiği(ki bu güruhta ben de vardım.), bu sene de bırço ziyaneler, yani apaçiler var. Gördüğüm imajlarından memnun muyum? Hayır değilim. Tavırlarından memnun muyum, veya hayat biçimlerinden? Hayır değilim. Ben onların yoluna çıkmam, onlar benim yoluma çıkmaz. Lakin bu insanları da tepeden bakan, mükemmel olduğunu düşünen bir yosma gibi afiş etmem elaleme. Tercihidir der, geçerim.
Neyse, çok eğildik bu arkadaşların üstlerine. Öte yandan herkesle ve her şeyle ilgili atıp tutan çok metalci güruh mesela... Hatırlamaz mısınız saçınızı uzatıp, küpe takarak ailenize isyan ettiğiniz, "Because you're unforgiven too..." diye bağırdığınız dönemleri? Veya bildiğiniz-bilmediğiniz her şarkıya Dorock'ta çılgın gibi kafa sallayıp şarkıdan şarkıya geçiş yapılırken etrafı kestiğinizi; dikkat çekip çekemediğinizi kontrol ettiğinizi hatırlamaz mısınız?
Hepimiz bir dönem şu anda gülüp geçtiğimiz şekillere girdik, tarzlar oluşturduk, davranışlar ve düşüncelere sahiptik. Bu yüzden kabullenin artık şu gerçeği...
Uzun lafın kısası, sarımsağın cücüğü; hepinizi Revolver'dan Jason Statham'ın seslendirdiği bir monologla başbaşa bırakıyorum;
"There is something about yourself that you don't know. Something that you will deny even exists, until it's too late to do anything about it. It's the only reason you get up in the morning. The only reason you suffer the shitty boss, the blood, the sweat and the tears. This is because you want people to know how good, attractive, generous, funny, wild and clever you really are. Fear or revere me, but please, think I'm special. We share an addiction. We're approval junkies. We're all in it for the slap on the back and the gold watch. The hip-hip-hoo-fuckin' rah. Look at the clever boy with the badge, polishing his trophy. Shine on you crazy diamond, because we're just monkeys wrapped in suits, begging for the approval of others."
"Kendinle ilgili, bilmediğin bir şey var. Varolduğu halde, hakkında bir şeyler yapmak için çok geç olana kadar kabullenemediğin bir şey. Sabah kalkmanın, boktan patronunu çekebilmenin, kan, ter ve gözyaşının tek sebebi... Bunun sebebi sen, insanların senin ne kadar iyi, çekici, cömert, komik, vahşi ve eğlenceli olduğunu bilmesini istiyorsun. Benden korkun veya bana saygı gösterin; ama lütfen, özel olduğumu düşünün. Hepimiz bir bağımlılığı paylaşıyoruz. Hepimiz, onaylanma bağımlılarıyız. Hepimiz sırtımızın sıvazlanması ve altın kol saati için bu bağımlılığın içindeyiz. ("The hip-hip-hoo-fuckin' rah." TAM TERCÜMESİNİ YAPAMAYACAĞIM.) Rozetli, zeki çocuğa bak... Ödülünü cilalıyor. Üstüne parlasın, çılgın elmas, çünkü biz; takım elbiseler içindeki maymunlarız. Başkalarının tescilini bekleyen..."
NOT: Monoloğun tercümesini kendim yaptım. Hatalı olabilir. Hatalıysam söyle! Yani yorumda belirt.
Hadi iyi geceler...
edit: adsız bir arkadaş uyardı, approval addicts'i tescilli keşler olarak çevirmiştim; esasen onaylanma bağımlıları olarak çevirmem gerekiyormuş. daha doğrusu gerekiyordu, gözümden kaçtı, veya g.tümden kaçtı, uyduruverdim. neyse ne; kendisine selam ederim.
12 Mart 2010 Cuma
Söylemeye cesaret edemeyeceklerim(n)iz...
-mutsuzluk ve yalnızlık, sürekli güncellenen favori porno sitenizi açtığınızda karşınızda aynı videoların olmasıdır.
-eski sevgilinizi başka biriyle gördüğünüzde, eğer ki o an hayatınızda kimse yoksa, kötü hissetmenizin sebebi ona hala aşık olmanız değil; hırsınız, kıskançlığınız ve egonuzdur.
-eğer ki cinsel anılarını kimlik vermediği blog'unda paylaşan bir kadınsanız, feminist olduğunuzu iddia ederek kendinizi kandırırsınız. yiyorsa kim-ne olduğunuz açık açık belliyken paylaşın bu anıları...
-ortalama üstü insan, yenik düştüğü hırsını, benliğini ve kirli sayfalarını kendine itiraf edebilen ve hayatında bu tip şeyleri değiştirmek için çaba gösteren insandır. lakin bu çaba her zaman sonuç vermez... bazen dönüp dolaşıp aynı yerde bulunca kendini, o insan sırtının duvara dayandığını hisseder. bu durumdur zaten güçlüyle zayıfı ayıran. zira; güçlü bu şartlarda bile silkinip kendine gelmeyi dener, mücadele eder ve güçlü olduğunu -cümle aleme kanıtalamasa bile- kendine bir kez daha kanıtlar.
-her insan misantropiktir, sadece insandan insana misantropinin boyutu değişir.
-hepimiz maske takmayı severiz. öyle ya da böyle kendimizi, olduğumuzdan bir seviye üst gibi göstermeye bayılırız. kimimiz 'cool' takılır bunun için, kimimiz şeker kızı oynar, kimimiz babacan adamı. önemli olan o maskeyi çıkarabilmek, bilinçaltımızdakileri dallandırıp budaklandırmadan; saf haliyle su yüzüne serebilmektir.
saat 03.30'da anca bu kadar dökülebildim.
iyi geceler.
-eski sevgilinizi başka biriyle gördüğünüzde, eğer ki o an hayatınızda kimse yoksa, kötü hissetmenizin sebebi ona hala aşık olmanız değil; hırsınız, kıskançlığınız ve egonuzdur.
-eğer ki cinsel anılarını kimlik vermediği blog'unda paylaşan bir kadınsanız, feminist olduğunuzu iddia ederek kendinizi kandırırsınız. yiyorsa kim-ne olduğunuz açık açık belliyken paylaşın bu anıları...
-ortalama üstü insan, yenik düştüğü hırsını, benliğini ve kirli sayfalarını kendine itiraf edebilen ve hayatında bu tip şeyleri değiştirmek için çaba gösteren insandır. lakin bu çaba her zaman sonuç vermez... bazen dönüp dolaşıp aynı yerde bulunca kendini, o insan sırtının duvara dayandığını hisseder. bu durumdur zaten güçlüyle zayıfı ayıran. zira; güçlü bu şartlarda bile silkinip kendine gelmeyi dener, mücadele eder ve güçlü olduğunu -cümle aleme kanıtalamasa bile- kendine bir kez daha kanıtlar.
-her insan misantropiktir, sadece insandan insana misantropinin boyutu değişir.
-hepimiz maske takmayı severiz. öyle ya da böyle kendimizi, olduğumuzdan bir seviye üst gibi göstermeye bayılırız. kimimiz 'cool' takılır bunun için, kimimiz şeker kızı oynar, kimimiz babacan adamı. önemli olan o maskeyi çıkarabilmek, bilinçaltımızdakileri dallandırıp budaklandırmadan; saf haliyle su yüzüne serebilmektir.
saat 03.30'da anca bu kadar dökülebildim.
iyi geceler.
10 Mart 2010 Çarşamba
Genel Yabancı Hatun Tavrı
Genellemelerime hastasınız biliyorum... Daha doğrusu tiksiniyorsunuz, fitil oluyorsunuz çoğuna. Lakin günlerdir yazmayı düşündüğüm bir konu bu. "Gösterip de vermemek"ten çok bizim gibi cinselliğe aç bir milleti(kendimi de rahatlıkla bu kategoriye koyarım) çıldırtan yabancı kadınlar mevzuu konumuz...
Öncelikle, yabancı hatun neden çekicidir? Çünkü yatağa götürmek için zilyon tane aşamadan geçmeniz gerekmez. Tabii ki birazcık tatlı dil, centilmenlik -özellikle de içinizden geldiğinde- iyidir, hepsi o... Tabii istisnalar kaideyi bozmadığı sürece...
Ben neden yakınırım ona gelelim. Her daim kadınların burnunu büyütmede büyük rol oynayan açlığımız konu yabancı kadınlara gelince iki katına çıkıyor. Çekiciler çünkü öyle ya da böyle. Ancak bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadıkları da oluyor, kendilerine bile itiraf edemediği küçük kirli sırları da... Çünkü onlar -özellikle de iç savaş sonrası erkek nüfusunda sorun yaşayan Slav'lar ve Doğu Avrupalılar- ülkelerinde Türk erkeklerden gördükleri ilgiyi göremiyorlar. Yanlış anlaşılmasın, ilgiden kastım kesinlikle ve kesinlikle onların bir şekilde fiziksel olarak taciz edilmesi değil... Örnek veriyorum, bir arkadaş ortamında veya toplaşma durumunda yabancı kadın, etrafındaki 50 tane erkeğin ağzının içine bakmasından büyük keyif alıyor veya bir hafta içinde onlarca erkekle buluşmak onun hoşuna gidiyor. Bu kesinlikle bir suçlama değil. Bu durumda ben de olsam aynısını yaparım... Egonun okşanması durumu çünkü, gayet doğal. Ancak sıkıntılı durum ise şu; buraya geldiklerinden itibaren geçen 3 veya 4 günün neticesinde; çevrelerine yalan söylüyorlar. "İlgiden çok sıkıldım." "Türk erkekleri çok azgın." "Yeter artık diyorum bazen." şeklinde... İtiraf edemiyorlar... Ne kendilerine, ne de çevrelerine itiraf edemiyorlar bu durumun gördükleri ilginin hoşlarına gittiğini.
Etraflarındaki erkeklerle gurur duyan, koleksiyon yapan yabancı hatunlarla ilgili verebileceğim en somut örnek muhtemelen eski sevgilim olur. Erasmus değişim programıyla gelmişti buraya. Az hoşbeşten sonra rakiplerimi ekarte edip onunla sevgili olmuştum. Durum sıkıntılı değildi, partnerlerime her daim güvenmişimdir; onun da beni aldatacağını aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Bu konuda içimi kemiren bir kurtçuk da olmadı hiç. Lakin haftada 5 gün Erasmus Party'lere gitmek istiyordu. Sürekli eğlence sürekli alkol sürekli dans sürekli party... Bense party monster dönemlerimi yeni yeni atlattığım için, ona eşlik etmiyordum genellikle. Ancak bir gün dayanamayıp sordum neden bu kadar sık Erasmus Party'lere takıldığını. Aldığım cevap gayet netti: "Çünkü İstanbul'da çok arkadaşım yok ve insanlarla tanışmayı seviyorum." Hak verdim, anlayışla karşıladım. Aradan 1 ay geçti, hatunun telefonu susmaz oldu. Ancak o, bu partilere katılmaktan hala büyük keyif alıyordu. Dürüst olmak gerekirse; kıskanmıyordum, hatta bir gece aynı partide karşılaştığımız bile olmuştu. Çünkü iletişimimiz kopuyordu. Ego konusunda hem kendimin, hem de insanların zayıflıklarını hissetmeye başlamıştım ve ilişkiden soğumuştum. Tekrar sordum aynı soruyu. "Neden bu partilere bu kadar sık katılıyorsun?" Çünkü frekans artmıştı, artık haftanın sadece bir günü evde; diğer günleri çılgınlar gibi eğlencedeydi. Bu sefer cevap veremedi. Eblek bir biçimde suratıma baktı. Zaten aradan bir hafta daha geçti ve ilgimi yitirdiğimi, ilişkinin sıkıcılaştığını söyleyerek ondan ayrıldım.
Öte yandan, bir de oyuncular var ki onlar gerçekten büyük sıkıntı...
Oyuncularla ilgili uzun uzun yazmak yerine ekşi sözlük(nickim "dis")e yazdığım bir entry'den alıntı yapacağım, buyrun size mevzu...
---------------------------------------------------------------------------
size bugün yaşadığım bir olayı anlatayım dostlarım. sevgilisinden yeni ayrılmış bir kız arkadaşımla buluştum bugün. dedi ki, "meksikalı bir kız var, o da gelse sorun olur mu?" dedim gelsin. üçümüz yedik içtik sçtık, bunların kalp acılarından bahsettik falan fişman.
daha sonra geçiverdik asmalıya, ben içmeye devam ederken bunlarda bir telefonla konuşma durumu. anlatmaya başladı meksikalı... şu anda 1 sene boyunca birlikte olmak için beklediği bir erkeğin evinde kalıyormuş, ancak eleman akşam eve yorgun dönüp yattığından sinir oluyormuş, ayrılmışlar; bugün de kızın pılını pırtını toplayıp başka bir elemanın evinde kalacağı konusunda anlaşmışlar. buraya kadar her şey normal, değil mi?
akabinde hatun bir an dehşete düştü. dedi ki "benim bugün kadıköy'de apayrı bir elemanla buluşmam gerekiyordu, neyse aramayayım en iyisi." lakin benim ısrarlarımla ve çocuğun uğrayacağı hayal kırıklığını ona hissettirmemle kız aradı elemanı (hatunun telefonu yok bu arada, bizim telefonlardan arıyor... kadıköy'de buluşacağı çocuk ise kıza herhangi bir şekilde ulaşamıyor.) aradı çocuğu, çocuk da yeni çıkmış işinden gücünden. evine gidiyor. kızın kadıköy'e gelmesini istedi, kız gelemeyeceğini belirtti. ufak bir hesap yaptık telefonda iken bunlar, eğer çocuk evine gider, üstünü değişir ve taksim'e gelmek üzere yola çıkarsa; toplamda 1 saat oturabilecek burada çünkü akşam en geç 11.30'ta evde olması gerekiyor. eleman buna rağmen bir beklentiyle atlamış otobüse geliyor...
ve gelgelelim, bundan sonra evinde kalacağı eleman. onu da beşiktaş'a davet etti mi bu kız... başlasın şimdi curcuna. elemana 45 dakika veya 1 saat içinde beşiktaş'ta olacağını söyledi.
kafa karıştı değil mi, 3 tane sike ayrı ayrı isim verelim öyleyse...
a=1 sene beklediği herif
b=bundan sonra evinde kalacağı eleman
c=kadıköy'den atlayıp gelen abazan
neyse efendim ben dedim hatuna, büyük taşın altına elini sokuyorsun, sçtın şimdi dedim.
kardeş, a kişisi taksim'e geleceğim dedi mi... ulan bir de yolda karşılaştı mı bunlar?!?! hatuna sordu a kişisi,
"hemen gitmeyip de bir şeyler içsek olur mu" diye... son bir umut, belki terketmez de bir iki posta daha kayarım umudu...
kız diyemedi abi, "hayır, bir elemanla buluşacağım. başka bir çocuğun da evinde kalacağım bundan sonra. kusura bakma. sadece eşyalarımı alabilmek için seni çağırdım." diyemedi.
şimdi durum ne mi?
b ve c kişisi fellik fellik telefon açıyorlar benim sevgilisinden ayrılan, kırık kalpli arkadaşıma. kız da "biz onlardan ayrıldık, şu anda neredeler bilemiyorum" diyor....
yani bu b ve c, yine eline aldı babafingoyu. a kişisiyle seks yapar mı hatun bilemem, lakin şunu bilirim ki, kız götüme benziyor aga.
---------------------------------------------------------
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=18370405
Sonsöz yazamayacağım çünkü bunun için kafam fazlasıyla güzel. Saygılar, iyi geceler cümlenize...
Öncelikle, yabancı hatun neden çekicidir? Çünkü yatağa götürmek için zilyon tane aşamadan geçmeniz gerekmez. Tabii ki birazcık tatlı dil, centilmenlik -özellikle de içinizden geldiğinde- iyidir, hepsi o... Tabii istisnalar kaideyi bozmadığı sürece...
Ben neden yakınırım ona gelelim. Her daim kadınların burnunu büyütmede büyük rol oynayan açlığımız konu yabancı kadınlara gelince iki katına çıkıyor. Çekiciler çünkü öyle ya da böyle. Ancak bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadıkları da oluyor, kendilerine bile itiraf edemediği küçük kirli sırları da... Çünkü onlar -özellikle de iç savaş sonrası erkek nüfusunda sorun yaşayan Slav'lar ve Doğu Avrupalılar- ülkelerinde Türk erkeklerden gördükleri ilgiyi göremiyorlar. Yanlış anlaşılmasın, ilgiden kastım kesinlikle ve kesinlikle onların bir şekilde fiziksel olarak taciz edilmesi değil... Örnek veriyorum, bir arkadaş ortamında veya toplaşma durumunda yabancı kadın, etrafındaki 50 tane erkeğin ağzının içine bakmasından büyük keyif alıyor veya bir hafta içinde onlarca erkekle buluşmak onun hoşuna gidiyor. Bu kesinlikle bir suçlama değil. Bu durumda ben de olsam aynısını yaparım... Egonun okşanması durumu çünkü, gayet doğal. Ancak sıkıntılı durum ise şu; buraya geldiklerinden itibaren geçen 3 veya 4 günün neticesinde; çevrelerine yalan söylüyorlar. "İlgiden çok sıkıldım." "Türk erkekleri çok azgın." "Yeter artık diyorum bazen." şeklinde... İtiraf edemiyorlar... Ne kendilerine, ne de çevrelerine itiraf edemiyorlar bu durumun gördükleri ilginin hoşlarına gittiğini.
Etraflarındaki erkeklerle gurur duyan, koleksiyon yapan yabancı hatunlarla ilgili verebileceğim en somut örnek muhtemelen eski sevgilim olur. Erasmus değişim programıyla gelmişti buraya. Az hoşbeşten sonra rakiplerimi ekarte edip onunla sevgili olmuştum. Durum sıkıntılı değildi, partnerlerime her daim güvenmişimdir; onun da beni aldatacağını aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Bu konuda içimi kemiren bir kurtçuk da olmadı hiç. Lakin haftada 5 gün Erasmus Party'lere gitmek istiyordu. Sürekli eğlence sürekli alkol sürekli dans sürekli party... Bense party monster dönemlerimi yeni yeni atlattığım için, ona eşlik etmiyordum genellikle. Ancak bir gün dayanamayıp sordum neden bu kadar sık Erasmus Party'lere takıldığını. Aldığım cevap gayet netti: "Çünkü İstanbul'da çok arkadaşım yok ve insanlarla tanışmayı seviyorum." Hak verdim, anlayışla karşıladım. Aradan 1 ay geçti, hatunun telefonu susmaz oldu. Ancak o, bu partilere katılmaktan hala büyük keyif alıyordu. Dürüst olmak gerekirse; kıskanmıyordum, hatta bir gece aynı partide karşılaştığımız bile olmuştu. Çünkü iletişimimiz kopuyordu. Ego konusunda hem kendimin, hem de insanların zayıflıklarını hissetmeye başlamıştım ve ilişkiden soğumuştum. Tekrar sordum aynı soruyu. "Neden bu partilere bu kadar sık katılıyorsun?" Çünkü frekans artmıştı, artık haftanın sadece bir günü evde; diğer günleri çılgınlar gibi eğlencedeydi. Bu sefer cevap veremedi. Eblek bir biçimde suratıma baktı. Zaten aradan bir hafta daha geçti ve ilgimi yitirdiğimi, ilişkinin sıkıcılaştığını söyleyerek ondan ayrıldım.
Öte yandan, bir de oyuncular var ki onlar gerçekten büyük sıkıntı...
Oyuncularla ilgili uzun uzun yazmak yerine ekşi sözlük(nickim "dis")e yazdığım bir entry'den alıntı yapacağım, buyrun size mevzu...
---------------------------------------------------------------------------
size bugün yaşadığım bir olayı anlatayım dostlarım. sevgilisinden yeni ayrılmış bir kız arkadaşımla buluştum bugün. dedi ki, "meksikalı bir kız var, o da gelse sorun olur mu?" dedim gelsin. üçümüz yedik içtik sçtık, bunların kalp acılarından bahsettik falan fişman.
daha sonra geçiverdik asmalıya, ben içmeye devam ederken bunlarda bir telefonla konuşma durumu. anlatmaya başladı meksikalı... şu anda 1 sene boyunca birlikte olmak için beklediği bir erkeğin evinde kalıyormuş, ancak eleman akşam eve yorgun dönüp yattığından sinir oluyormuş, ayrılmışlar; bugün de kızın pılını pırtını toplayıp başka bir elemanın evinde kalacağı konusunda anlaşmışlar. buraya kadar her şey normal, değil mi?
akabinde hatun bir an dehşete düştü. dedi ki "benim bugün kadıköy'de apayrı bir elemanla buluşmam gerekiyordu, neyse aramayayım en iyisi." lakin benim ısrarlarımla ve çocuğun uğrayacağı hayal kırıklığını ona hissettirmemle kız aradı elemanı (hatunun telefonu yok bu arada, bizim telefonlardan arıyor... kadıköy'de buluşacağı çocuk ise kıza herhangi bir şekilde ulaşamıyor.) aradı çocuğu, çocuk da yeni çıkmış işinden gücünden. evine gidiyor. kızın kadıköy'e gelmesini istedi, kız gelemeyeceğini belirtti. ufak bir hesap yaptık telefonda iken bunlar, eğer çocuk evine gider, üstünü değişir ve taksim'e gelmek üzere yola çıkarsa; toplamda 1 saat oturabilecek burada çünkü akşam en geç 11.30'ta evde olması gerekiyor. eleman buna rağmen bir beklentiyle atlamış otobüse geliyor...
ve gelgelelim, bundan sonra evinde kalacağı eleman. onu da beşiktaş'a davet etti mi bu kız... başlasın şimdi curcuna. elemana 45 dakika veya 1 saat içinde beşiktaş'ta olacağını söyledi.
kafa karıştı değil mi, 3 tane sike ayrı ayrı isim verelim öyleyse...
a=1 sene beklediği herif
b=bundan sonra evinde kalacağı eleman
c=kadıköy'den atlayıp gelen abazan
neyse efendim ben dedim hatuna, büyük taşın altına elini sokuyorsun, sçtın şimdi dedim.
kardeş, a kişisi taksim'e geleceğim dedi mi... ulan bir de yolda karşılaştı mı bunlar?!?! hatuna sordu a kişisi,
"hemen gitmeyip de bir şeyler içsek olur mu" diye... son bir umut, belki terketmez de bir iki posta daha kayarım umudu...
kız diyemedi abi, "hayır, bir elemanla buluşacağım. başka bir çocuğun da evinde kalacağım bundan sonra. kusura bakma. sadece eşyalarımı alabilmek için seni çağırdım." diyemedi.
şimdi durum ne mi?
b ve c kişisi fellik fellik telefon açıyorlar benim sevgilisinden ayrılan, kırık kalpli arkadaşıma. kız da "biz onlardan ayrıldık, şu anda neredeler bilemiyorum" diyor....
yani bu b ve c, yine eline aldı babafingoyu. a kişisiyle seks yapar mı hatun bilemem, lakin şunu bilirim ki, kız götüme benziyor aga.
---------------------------------------------------------
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=18370405
Sonsöz yazamayacağım çünkü bunun için kafam fazlasıyla güzel. Saygılar, iyi geceler cümlenize...
22 Şubat 2010 Pazartesi
Dijital ilişkiler, dijital hayatlar...
Bazen yanlış zaman diliminde yaşadığımı düşünüyorum. Sağlam bir biçimde giydiriyorum şansıma... Yok öyle değil. "Orta çağda yaşasaydım savaşçı olsaydım" mevzuu değil. 10 yaşını geçeli 10 sene oldu zira... Fakat biraz daha insanların yüzyüze iletişime önem verdiği bir dönemde yaşamayı arzu ediyorum. Öte yandan az sonra yazdıklarımı "sen çok mu farklısın?" şeklinde yorumlayabilirsiniz. Hayır, ben de farklı değilim. Adaptasyon böyle bir şey işte...
Çok aptalca yaşıyoruz. Burası bir gerçek. Sıkılmaya başlıyorum... Yakında bilgisayar, cep telefonu, ipod ne var ne yoksa camdan fırlatabilirim.
Kafelere gidiyorum, barlara gidiyorum, parklara gidiyorum. İnsanlar konuşmuyorlar. İnsanlar iletişim kurmuyorlar. Peki ne yapıyorlar? Örneğin karşılıklı oturan bir çift, veya karşılıklı oturan iki yakın dost dışarıdaysa genellikle ellerinde birer cep telefonu; başka insanlara çatır çatır mesaj döşeniyorlar. Peki neden buluştunuz?
Aynı ortamlarda yaşanan bir diğer mevzu ise, IPHONE ve IPOD TOUCH kaynaklı... Hararetli bir tartışmanın ortasında bir arkadaş grubu görüyorum. Bir tarihi veya bir istatistiği tartışıyorlar. Yukarıda yazdığım iki "uzay çağı" ekipmanından birine sahip olanı "Bir bakalım neymiş?" diyerek açıveriyor Starbuck's veya Gloria Jeans(doğru yazmayı becerememiş olabilirim)'in kablosuz ağından yararlanarak internet gezginini... Bakacağına bakıyor, daha sonra Facebook, Gmail, MSN, ne var ne yoksa bakınıyor. Halbuki burnunun dibinde aradığı!.. Burnunun dibinde insanlar!.. Onlara yanaşmak yerine piksellerden oluşan iki boyutlu insancıklar, ucu bucağı olmayan internet daha çekici geliyor.
Peki misafir ağırlayan genç? Misafiriyle ettiği üç beş kelamdan sonra açıveriyor bilgisayarı. "Bak bak şu video'ya bak" diyor, basıyor Youtube'u. Sonra ilgili videolar uzayıp gidiyor... Devam ediyor... Yine iletişim yok, yine bağlantı yok. Arkadaşının yanında olması onun için hiç bir şey ifade etmiyor. Bunun yerine daha önce defalarca izlediği video'yu arkadaşıyla paylaşmayı tercih ediyor. Eğer ki komik bir şeyse arkadaşının ağzının içine, gözlerinin içine bakıyor "gülecek mi acaba?" diye düşünerek...
Son olarak ise çiftler... Battaniye, film ve kahve/şarap eşliğinde film izliyorlar sabahtan akşama. Sevişme yok, konuşma yok, yakınlaşma yok. Sadece ve sadece film var. O aptal ekrana bakmak var. How I Met Your Mother izleyip "ayy net tatlı..." demek var. Hayal hayatlar var. Bitik hayatlar var...
Teknoloji mi? Alın götünüze sokun o mikroçipleri. Hem beni, hem de benim gibi milyonlarca genci kurtarın...
NOT: İsimsiz'i bitirmek üzereyim. Önceki post'ta belirttiğim gibi roman neredeyse hazır. Sadece bir iki rötuşu kaldı. Lakin daha fazla yayınlamayacağım. Bu yüzden hepiniz peynirli whopper'ımı yalayabilirsiniz.
Şaka be... Yazamıyorum, devam edemedim bir türlü. Ne fırsat oldu, ne de ilham geldi. Sıkıntılar büyüsün döşenirim o ara rahat olun...
Çok aptalca yaşıyoruz. Burası bir gerçek. Sıkılmaya başlıyorum... Yakında bilgisayar, cep telefonu, ipod ne var ne yoksa camdan fırlatabilirim.
Kafelere gidiyorum, barlara gidiyorum, parklara gidiyorum. İnsanlar konuşmuyorlar. İnsanlar iletişim kurmuyorlar. Peki ne yapıyorlar? Örneğin karşılıklı oturan bir çift, veya karşılıklı oturan iki yakın dost dışarıdaysa genellikle ellerinde birer cep telefonu; başka insanlara çatır çatır mesaj döşeniyorlar. Peki neden buluştunuz?
Aynı ortamlarda yaşanan bir diğer mevzu ise, IPHONE ve IPOD TOUCH kaynaklı... Hararetli bir tartışmanın ortasında bir arkadaş grubu görüyorum. Bir tarihi veya bir istatistiği tartışıyorlar. Yukarıda yazdığım iki "uzay çağı" ekipmanından birine sahip olanı "Bir bakalım neymiş?" diyerek açıveriyor Starbuck's veya Gloria Jeans(doğru yazmayı becerememiş olabilirim)'in kablosuz ağından yararlanarak internet gezginini... Bakacağına bakıyor, daha sonra Facebook, Gmail, MSN, ne var ne yoksa bakınıyor. Halbuki burnunun dibinde aradığı!.. Burnunun dibinde insanlar!.. Onlara yanaşmak yerine piksellerden oluşan iki boyutlu insancıklar, ucu bucağı olmayan internet daha çekici geliyor.
Peki misafir ağırlayan genç? Misafiriyle ettiği üç beş kelamdan sonra açıveriyor bilgisayarı. "Bak bak şu video'ya bak" diyor, basıyor Youtube'u. Sonra ilgili videolar uzayıp gidiyor... Devam ediyor... Yine iletişim yok, yine bağlantı yok. Arkadaşının yanında olması onun için hiç bir şey ifade etmiyor. Bunun yerine daha önce defalarca izlediği video'yu arkadaşıyla paylaşmayı tercih ediyor. Eğer ki komik bir şeyse arkadaşının ağzının içine, gözlerinin içine bakıyor "gülecek mi acaba?" diye düşünerek...
Son olarak ise çiftler... Battaniye, film ve kahve/şarap eşliğinde film izliyorlar sabahtan akşama. Sevişme yok, konuşma yok, yakınlaşma yok. Sadece ve sadece film var. O aptal ekrana bakmak var. How I Met Your Mother izleyip "ayy net tatlı..." demek var. Hayal hayatlar var. Bitik hayatlar var...
Teknoloji mi? Alın götünüze sokun o mikroçipleri. Hem beni, hem de benim gibi milyonlarca genci kurtarın...
NOT: İsimsiz'i bitirmek üzereyim. Önceki post'ta belirttiğim gibi roman neredeyse hazır. Sadece bir iki rötuşu kaldı. Lakin daha fazla yayınlamayacağım. Bu yüzden hepiniz peynirli whopper'ımı yalayabilirsiniz.
Şaka be... Yazamıyorum, devam edemedim bir türlü. Ne fırsat oldu, ne de ilham geldi. Sıkıntılar büyüsün döşenirim o ara rahat olun...
3 Şubat 2010 Çarşamba
İsimsiz İçin Reklam Arası
Son günlerde pek evden çıktığım söylenemez. "İsimsiz" adlı yazıyı da ilerletiyorum ancak kısım kısım, işime geldiği zaman yayınlamak istiyorum. Gösterip de vermeyen bir kadın gibi davranıyorsam affola...
Reklam arasında ise çok tepki alan, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman güldürücü hedehödö. Öh be, alın, tepki toplayan facebook iletilerim.
"Four tits are better than two dicks."
"Bir kentteki veteriner sayısına bakarak, oranın ne kadar yalnız olduğunu anlayabilirsiniz."
"Öğrencinin eline daha 3 kuruş harçlık geçmeden, birasına zam, sigarasına zam, yemeene zam, peki hani bize am, am!?"
"Eski sevgilinin fotoğraflarına bakıp 'Evet! Ben bu kızı bafiledim!' diyebilmektir bazen hayat... Aynı şekilde eski sevgilinin fotoğraflarına bakıp 'Evet... Bu kız da geldi geçti...' diyebilmektir bazen ölüm..."
"If you're thinkin of a 3some with twins, never ever forget the names of the girls..."
"Işıklar açıkken veya çorapları olmadan sevişemeyen kadın, kendine ve özellikle dış görünümüne güvenmeyen kadındır..."
Reklam arasında ise çok tepki alan, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman güldürücü hedehödö. Öh be, alın, tepki toplayan facebook iletilerim.
"Four tits are better than two dicks."
"Bir kentteki veteriner sayısına bakarak, oranın ne kadar yalnız olduğunu anlayabilirsiniz."
"Öğrencinin eline daha 3 kuruş harçlık geçmeden, birasına zam, sigarasına zam, yemeene zam, peki hani bize am, am!?"
"Eski sevgilinin fotoğraflarına bakıp 'Evet! Ben bu kızı bafiledim!' diyebilmektir bazen hayat... Aynı şekilde eski sevgilinin fotoğraflarına bakıp 'Evet... Bu kız da geldi geçti...' diyebilmektir bazen ölüm..."
"If you're thinkin of a 3some with twins, never ever forget the names of the girls..."
"Işıklar açıkken veya çorapları olmadan sevişemeyen kadın, kendine ve özellikle dış görünümüne güvenmeyen kadındır..."
27 Ocak 2010 Çarşamba
(İsimsiz) Bölüm: 2
Elini yakan izmarit, beş dakika bile uyumasına izin vermemişti. İzmariti camdan dışarı fırlattı, karnını kaşıdı. Telefon rehberini alıp hole geçti. Avanaklığını atlatmaya çalışıyordu. Yapılacaklar vardı... Aranması gereken insanlar vardı. Holde atılan kararsız bir voltanın sonunda telefon rehberini masanın üstüne koyup kağıt kalem aldı kenarlarında simetrik ve tatlı bir kızarıklık oluşmuş parmaklarının arasına.
"Temizlik?-evi bok götürüyor.
Tercüme...
Metin'i ara, akşam sahil?
Duş..."
Hazırladığı yapılacaklar listesine bakıp, bu kadar kısa bir listeyi akılda tutamamanın verdiği utançla başını kaşıdı. Önce temizlikçiyi daha sonra Metin'i arayıp, hem eski dostuyla yarım saat içinde gerçekleştireceği buluşmayı ayarladı; hem de on beş dakika sonra boşaltacağı eve temizlik işçilerinin gelmesini sağlayacak telefon görüşmesini yaptı...
Duşa girdi. Çıkınca gözüne ilk ilişen t shirtle kotu giydi.
Masanın üstündeki paradan; temizlik için gerekli olan miktarı ocağın yanına koydu, kalanını cebine attı. Cekedini alıp çıktı. Yedek anahtarı da bakkala bırakmayı unutmadı.
Çoğu insan onun evi konusunda bu kadar rahat olmasını anlayamıyordu... Evini genelde sokaktan bulduğu koltuklar, kanepeler, mobilyalarla döşemişti. Tüplü televizyon evdeki en teknolojik varlıktı. Genelde parasını cüzdanında taşırdı... Dışarıdan bakınca insanlar işin maddi kısmında olmadığını biliyorlardı ancak insanlara; mülklerine bir yabancının girip çıkması fikri her zaman ters gelirdi.
Zaten -her ne kadar hazırlıklı olunsa ve karşı taraf bir yabancı olmasa da- misafirlikler de böyle değil miydi? En misafirperver birey bile misafir ağırlamaktan az da olsa rahatsızlık duymaz mıydı? Kurulu düzenin bozulması, istediğin anda yalnızlığa kavuşamamak, izole olamamaktı belki de misafir ağırlamanın dezavantajı... Belki de yapılan onca hazırlık, tamamıyla gereksiz olsa da sürekli gülümseme ve her işe koşturma, her ihtiyacı dinleme zorunluluğuydu "misafir" kelimesini soğuklaştıran. Gerek Türk kadınlarına özgü "altın günleri", gerek doğu-batı melezi; bol hazırlıklı, içine sevgiden çok stres katılmış, misafirli akşam yemekleri, üstüne yürüyüş yapılan brunch'lardı evde mülk sahibi dışında birilerinin bulunduğu günler...
Onun evindeyse kimse misafir değildi, kimse müşteri değildi... Herkes yolcuydu, gelir-giderlerdi. İnsanlara -yalnız kalmak istediği vakitler dışında- fakirhanesini açmaktan çekinmez ancak mükemmel bir misafirperverlik de sergilemezdi dostları onlara tavır aldığını düşünmüyor olsa da... Bıraktığı üniversite sebebiyle geldiği İstanbul'daki hayatının ikinci senesinde çıktığı Cihangir'deki, tek cepheli, stüdyo tipi daire kimi zaman taksi parası olmayan arkadaşları için bir sığınak, kimi zaman yurtta kalan arkadaşları için bir aşk yuvası olurdu...
Metin, Toprak'ı The Marmara'nın altında, herkesin kendini çok özel hissettiği, fahiş fiyatlarla içtiği kahvelerin üstündeki logoyla birbirine hava gazı sattığı Starbuck's'ın önünde bekliyordu.
Toprak'ın kaportaya tokat attığını duyan Metin çocuk kilidini açtı.
-İçerideki karıları kesiyordun değil mi lan? Çakal...
-Yok ulan seni bekliyordum.
-Külotlu çoraplara olan fetişini bilecek kadar uzun zamandır tanıyorum seni.
-Tamam ulan kesiyordum... Off sarışına bak... Ya orospu ya da şu yaşlı göte zarf atıyor...
-Sorayım istersen gidip...
-Neyse, yardırıyor muyuz sahile?
-Yardır Yeniköy'e, götür beni gittiğin yere Metin!
-Bekleyin bizi kancıklar! Biz geliyoruz!
-Duyan da sahilde sikimizi sallayacağız sanır.
-Niye, sallamayacak mıyız?
-İlişkimiz o noktaya ulaşmadı Metin...
-Metin, yandı Metin!!!
Dolmabahçe'yi birazcık geçince o kültleşmiş monolog döküldü Toprak'ın sigara tutan dudaklarının arasından...
-Böyle trafik mi olur ulan? Allah topunuzun belasını versin.
Metin'in Yeşilçam klasiklerinin kötü adamlarına özenircesine attığı kahkahayı duyan Toprak, camdan dışarı bakıyordu. Kahkaha devam etti...
-Ne gülüyorsun, çok mu komik? Kitlendik kaldık yine burada...
-Toprak lan, çıldırdım bu ara iyice. Arabadan çıkıp "Yok mu beni siken?" diye bağırdığımı hayal ettim.
-Pasif eşcinsel içgüdülerin mi kabardı? "Yoksa bunu yaparsak ne olur?" diye mi düşündün?
-B şıkkı...
-Hayatının sınavlardan ve sistemden ibaret olduğunu görmek üzücü olsa da...
Kapıyı açtı. Kaportanın üstüne çıktı ve içtiği kanserin mirası olan boru gibi sesiyle bağırdı:
-Yok mu bizi siken...
Metin utanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.
Fakat eli ayağına dolaştıysa bunun sebebi trafikte sıkışmış; dışarıdan bakınca Sibirya'da, insanların etrafında sevişerek ısındığı, buz tutmuş göletlerden çıkan penis gibi görünen, trafikte sıkış tıkış yerleşmiş arabaların; Toprak'a ayıplayıcı, dalga geçen, şaşırmış bakışların sahiplerinden ve ona laf atan alkollü öğrencilerden ziyade ileriden gelen mavi üniformalardı.
Polisle ne Metin'in, ne de Toprak'ın bir alıp veremediği olmamıştı. Ancak Türkiye şartlarında, gerek skandallar, gerek kulaktan dolma bilgiler, gerekse toplumun siyah ile beyaz arasındaki griyi görememesi sebebiyle tüm mavileri "kötü adam" kategorisine sokmuştu bireycikler. Sadece işini yapmaya çalışan dürüst polisler bile üzerlerindeki üniforma nedeniyle Amerikan filmlerinde donut yiyip kahve içen rüşvetçi "aynasızlar" olarak tanınıyordu. Diğer tarafta ise polisler düzeni sağlayıcı, görevini aksatmayan, aralarında bir tane bile çakalın bulunmadığı insanlar olarak bilinirdi.
İnsanlar, belirli bir kutba dahil olmayı, öyle ya da böyle bir toplulukla anılmayı seviyordu ve kimse karşı tarafın düşüncelerini anlamaya çalışmazdı. Diğer kutup suyun sıvı olduğunu, hatta bir günün yirmi dört saat olduğunu bile söylese yanlıştı. Bu kutuplaşmanın altında yatan sebep ise barizdi. Yalnız kalmayı, kendine yetmeyi beceremiyordu insanoğlu. Mevcudiyetini kabul ettirmek için bir tarafta olmak, kendini oraya ait hissetmek gerekiyordu genel eziklik sebebiyle.
Polis memuru arabaya yaklaşırken, Toprak da kaportadan indi...
-İyi akşamlar komiserim.
"Temizlik?-evi bok götürüyor.
Tercüme...
Metin'i ara, akşam sahil?
Duş..."
Hazırladığı yapılacaklar listesine bakıp, bu kadar kısa bir listeyi akılda tutamamanın verdiği utançla başını kaşıdı. Önce temizlikçiyi daha sonra Metin'i arayıp, hem eski dostuyla yarım saat içinde gerçekleştireceği buluşmayı ayarladı; hem de on beş dakika sonra boşaltacağı eve temizlik işçilerinin gelmesini sağlayacak telefon görüşmesini yaptı...
Duşa girdi. Çıkınca gözüne ilk ilişen t shirtle kotu giydi.
Masanın üstündeki paradan; temizlik için gerekli olan miktarı ocağın yanına koydu, kalanını cebine attı. Cekedini alıp çıktı. Yedek anahtarı da bakkala bırakmayı unutmadı.
Çoğu insan onun evi konusunda bu kadar rahat olmasını anlayamıyordu... Evini genelde sokaktan bulduğu koltuklar, kanepeler, mobilyalarla döşemişti. Tüplü televizyon evdeki en teknolojik varlıktı. Genelde parasını cüzdanında taşırdı... Dışarıdan bakınca insanlar işin maddi kısmında olmadığını biliyorlardı ancak insanlara; mülklerine bir yabancının girip çıkması fikri her zaman ters gelirdi.
Zaten -her ne kadar hazırlıklı olunsa ve karşı taraf bir yabancı olmasa da- misafirlikler de böyle değil miydi? En misafirperver birey bile misafir ağırlamaktan az da olsa rahatsızlık duymaz mıydı? Kurulu düzenin bozulması, istediğin anda yalnızlığa kavuşamamak, izole olamamaktı belki de misafir ağırlamanın dezavantajı... Belki de yapılan onca hazırlık, tamamıyla gereksiz olsa da sürekli gülümseme ve her işe koşturma, her ihtiyacı dinleme zorunluluğuydu "misafir" kelimesini soğuklaştıran. Gerek Türk kadınlarına özgü "altın günleri", gerek doğu-batı melezi; bol hazırlıklı, içine sevgiden çok stres katılmış, misafirli akşam yemekleri, üstüne yürüyüş yapılan brunch'lardı evde mülk sahibi dışında birilerinin bulunduğu günler...
Onun evindeyse kimse misafir değildi, kimse müşteri değildi... Herkes yolcuydu, gelir-giderlerdi. İnsanlara -yalnız kalmak istediği vakitler dışında- fakirhanesini açmaktan çekinmez ancak mükemmel bir misafirperverlik de sergilemezdi dostları onlara tavır aldığını düşünmüyor olsa da... Bıraktığı üniversite sebebiyle geldiği İstanbul'daki hayatının ikinci senesinde çıktığı Cihangir'deki, tek cepheli, stüdyo tipi daire kimi zaman taksi parası olmayan arkadaşları için bir sığınak, kimi zaman yurtta kalan arkadaşları için bir aşk yuvası olurdu...
Metin, Toprak'ı The Marmara'nın altında, herkesin kendini çok özel hissettiği, fahiş fiyatlarla içtiği kahvelerin üstündeki logoyla birbirine hava gazı sattığı Starbuck's'ın önünde bekliyordu.
Toprak'ın kaportaya tokat attığını duyan Metin çocuk kilidini açtı.
-İçerideki karıları kesiyordun değil mi lan? Çakal...
-Yok ulan seni bekliyordum.
-Külotlu çoraplara olan fetişini bilecek kadar uzun zamandır tanıyorum seni.
-Tamam ulan kesiyordum... Off sarışına bak... Ya orospu ya da şu yaşlı göte zarf atıyor...
-Sorayım istersen gidip...
-Neyse, yardırıyor muyuz sahile?
-Yardır Yeniköy'e, götür beni gittiğin yere Metin!
-Bekleyin bizi kancıklar! Biz geliyoruz!
-Duyan da sahilde sikimizi sallayacağız sanır.
-Niye, sallamayacak mıyız?
-İlişkimiz o noktaya ulaşmadı Metin...
-Metin, yandı Metin!!!
Dolmabahçe'yi birazcık geçince o kültleşmiş monolog döküldü Toprak'ın sigara tutan dudaklarının arasından...
-Böyle trafik mi olur ulan? Allah topunuzun belasını versin.
Metin'in Yeşilçam klasiklerinin kötü adamlarına özenircesine attığı kahkahayı duyan Toprak, camdan dışarı bakıyordu. Kahkaha devam etti...
-Ne gülüyorsun, çok mu komik? Kitlendik kaldık yine burada...
-Toprak lan, çıldırdım bu ara iyice. Arabadan çıkıp "Yok mu beni siken?" diye bağırdığımı hayal ettim.
-Pasif eşcinsel içgüdülerin mi kabardı? "Yoksa bunu yaparsak ne olur?" diye mi düşündün?
-B şıkkı...
-Hayatının sınavlardan ve sistemden ibaret olduğunu görmek üzücü olsa da...
Kapıyı açtı. Kaportanın üstüne çıktı ve içtiği kanserin mirası olan boru gibi sesiyle bağırdı:
-Yok mu bizi siken...
Metin utanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.
Fakat eli ayağına dolaştıysa bunun sebebi trafikte sıkışmış; dışarıdan bakınca Sibirya'da, insanların etrafında sevişerek ısındığı, buz tutmuş göletlerden çıkan penis gibi görünen, trafikte sıkış tıkış yerleşmiş arabaların; Toprak'a ayıplayıcı, dalga geçen, şaşırmış bakışların sahiplerinden ve ona laf atan alkollü öğrencilerden ziyade ileriden gelen mavi üniformalardı.
Polisle ne Metin'in, ne de Toprak'ın bir alıp veremediği olmamıştı. Ancak Türkiye şartlarında, gerek skandallar, gerek kulaktan dolma bilgiler, gerekse toplumun siyah ile beyaz arasındaki griyi görememesi sebebiyle tüm mavileri "kötü adam" kategorisine sokmuştu bireycikler. Sadece işini yapmaya çalışan dürüst polisler bile üzerlerindeki üniforma nedeniyle Amerikan filmlerinde donut yiyip kahve içen rüşvetçi "aynasızlar" olarak tanınıyordu. Diğer tarafta ise polisler düzeni sağlayıcı, görevini aksatmayan, aralarında bir tane bile çakalın bulunmadığı insanlar olarak bilinirdi.
İnsanlar, belirli bir kutba dahil olmayı, öyle ya da böyle bir toplulukla anılmayı seviyordu ve kimse karşı tarafın düşüncelerini anlamaya çalışmazdı. Diğer kutup suyun sıvı olduğunu, hatta bir günün yirmi dört saat olduğunu bile söylese yanlıştı. Bu kutuplaşmanın altında yatan sebep ise barizdi. Yalnız kalmayı, kendine yetmeyi beceremiyordu insanoğlu. Mevcudiyetini kabul ettirmek için bir tarafta olmak, kendini oraya ait hissetmek gerekiyordu genel eziklik sebebiyle.
Polis memuru arabaya yaklaşırken, Toprak da kaportadan indi...
-İyi akşamlar komiserim.
22 Ocak 2010 Cuma
(İsimsiz) Bölüm: 1
-Nereye?
-Taksim, meydana götür beni.
-Derhal...
Beş dakikalık yolculuk... Sanki taksici, sizin özel şoförünüzmüş de camları filmli özel aracınızın arka koltuğunda gibi, bir taksinin ön koltuğundayken kendinizi özel hissetmek... Belki de insanlar bu yüzden taksi kullanıyordu. Yoksa günahın yedi tepesi, mavi gözlü fakat kirletilmiş, namusu bozulmuş güzel kız İstanbul’da tramvay, metro gibi çok çeşitli ulaşım aracı mevcuttu. Ancak çoğu büyük şehir insanı beş dakikalık özgüveni için taksiyi tercih ediyordu.
İnsan doyum ve egodan oluşan bir hayvandır... Etrafındakilerin kendisini üstün düşünebilmesi uğruna yemediği bok da yoktur. Kimi bunu altlarına kötü davranarak yapar çünkü saygıyı hak ettiğini düşünür, her ne kadar saygı verilmeyen; tam tersine alınan bir şey olsa da... Kimiyse maskesini takar, etrafındaki herkesle iyi geçinir, birinin yardıma ihtiyacı varsa koşuverir.
Saatine baktı. 02.32... Bu saatte burada ne işi olduğunu sorgulayamayacak kadar sarhoştu... Trafik lambasına tutundu bir müddet. Derin bir nefes, yakılan bir sigara. Şimdi hazırdı kağıt üzerinde masum, içindeyse her zaman bir şeyler saklayan; duygularını her zaman bir maskeyle örten insanların arasına girmeye.
İstiklal Caddesi’nde yürüdü on beş dakika boyunca. Dümdüz, nereye gittiğini bilmeden... Bu duyguyu özlemişti. Ne buluşması gereken biri vardı, ne de yetişmesi gereken bir yer. Sadece yürüyordu. Spontane...
-Bayanlı ortam lazım mı, diyerek yaklaştı bir çakal.
Çakalları severdi. En azından lafı uzatmadan, direkt söyleyen üç kağıtçılardı bunlar. Ne, “Affedersiniz şunla bunla ilgili küçük bir anketimiz var...” diyen, daha sonraysa sizi kolunuzdan tuttuğu gibi ofise götürüp verdikleri hizmete kaydolmaya zorlayan anketörler gibilerdi, ne de “Pardon bayan saatiniz kaç?” sorusunu, muhabbet açmak için soran başarısız Kazanova’lardı çakallar... Sadece işlerini yapmaya çalışıyorlardı.
-Lazım olursa ilk seni bulacağım emin ol.
-Ukrayna’lı var, Rus var, Moldovalı var. Karı bol bey ağabey, sen yeter ki iste... Gel götüreyim seni mekana?
Cebinden bir yirmi liralık banknot çıkardı.
-Al bunu... Kendine bir iyilik yap ve bir paket naneli sakız al. Bu nefesle müşteri çekemezsin, hadi rastgele.
-Sen benimle taşşak mı geçiyorsun ulan?!
-Üstü kalsın, dedi ve orta parmağını gerisinde kalan adama doğru kaldırarak yoluna devam etti.
Duraksadı. Hafif solunda kalan mekana pür dikkat kesildi. Her ne kadar alkol komasına girmesine bir duble viski kalmış olsa da, burayı asla unutamıyordu. Çünkü o büyük, ışıl ışıl levha; ilk cinsel tecrübesini hatırlatıyordu ona.
O büzüşmüş klitorisin içine yavaşça ittireceği üçüncü kolunun, kendisini ebediyete kavuşturacağını sanmıştı ergen gerisi sefil... Halbuki babasının “Seviniz” konulu nutkunu dikkate alsaydı, ilk cinsel tecrübesini şehvet dışında bir takım duygular beslediği bir kadınla yaşasaydı, belki de her şey onun için çok farklı olurdu. Lakin insanoğlunun gerek o aptal kutusunda yayınladığı dizilerde, gerekse büyük perdelerde icat ettiği zaman makinesi hala icat olmamıştı.
İç geçirdi. Dostlarına kimi zaman, daha önce ne kadar piç olduğunu ispatlayabilmek için anlattığı bu anısını hatırlamak onu yürümekten alıkoymaya yetmişti.
Hatırlamaya çalıştı. O göçmen kadını... Dağıldığı için batının götüne kına yaktığı Yugoslavya’nın varoşlarından büyük hayallerle Türkiye’ye nasıl geldiğini anlatmış olan o otuz beşini aşmış hüzünlü orospuyu... Sarışın, renkli gözlü, ilerleyen yaşına rağmen gayet orantılı bir vücuda sahip olan kadını. Unutması imkansızdı... Üstünden ne göğüsler, ne klitorisler, ne bacaklar, ne kalçalar geçmişti... Lakin unutamıyordu. Aşık değildi ona. Duygu da beslemiyordu ki ilişkilere yıllar yılı bir oyun gözüyle bakan bu serserinin; bu tek gecelik aşk adamının bir kadına duygu beslemesi imkansızdı. Sadece simasını unutmamıştı...
-İçeri girecek misin, yoksa burada böyle dikilecek misin? Kızlarım rahatsız oluyor.” dedi yanına yaklaşan manukyan.
-Sekse para vermek için fazla iyiyim. Kızlarına hepsine yetecek kadar sevgim olduğunu söyle. Hayırlı işler.
Adımlama vaktinin geldiğini biliyordu... Devam etti yürümeye.
Üstünde yürüdüğü cadde, İstiklal Caddesi aslında hayattan farksızdı. Doğardı; Taksim Meydanı’nda. Yürürdü Özsüt, Burger King boyunca; şehrin kadınlarını sırf ürünlerinin üzerindeki etiketler sebebiyle cezbeden mağazalar boyunca, alışveriş çılgınlığı boyunca, ağzını bir karış açmış vitrin alıcıları boyunca... Canlılık buydu, çocukluk çağı buydu...
Ardından Galatasaray Lisesi, on sekizinci doğumgünü olurdu; zira biraz daha büyürdü tenhalaşan caddenin taşlarını eskitirken, dükkanların yanından tıpkı “ilgilenmiyorum” edasını taşıyan bir menejer gibi geçerken...
Ve sonra tünel gelirdi. Yani bunama dönemi, suratsız ihtiyar dönemi... Dışarı çıktığı saatlerde kimseler olmazdı Tünel’de. Bir kaç janti, yaşlı ossuruğa göre Beyoğlu her ne kadar eskiden böyle olmasa da, şu anda durum buydu. Darabalarını indirmiş dükkanlar, tinerciler, yolun ortasına işeyen sarhoşlar turistlerin büyüsüne kapılmaktan kendini alamadığı bu şehrin siyahla beyaz arasındaki ince çizgisini belirlerdi.
Elleri cebinde, sendeleyerek yürürken ara sokaklardan birinden gelen müzik sesini duydu. Gözlerini çevirince bunun her yönüyle türkü bardan bozma bir anadolu rock bar olduğunu farketti. Bu tip mekanlar, ucuz alkol; eskortlar ve izbandut gibi fedailerin bulunduğu yerler olmaktan öte gidememişti hiç bir zaman... Fakat son bir içkiye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.
Bara doğru yürümeye başladı. Dışarıya atılan üç beş masa; yüksek bir iskemle üzerinde “Aaa Mehmet Beyler de buradaymış.” temasıyla konuklarını eğlendirmeye çalışan ve gecenin sonunda parasını alıp alamayacağını merak eden bir gençten oluşan atmosfer, onu pek etkilemişe benzemiyordu...
-Bir bira, az sulu olsun lütfen.
Garsonun yüzü kızarmıştı. Birayı getirip; “Afiyet olsun.” dedi.
Biradan bir yudum aldıktan sonra cebinden balgam yapmaya müsait, öğrencilik hayatından beri vazgeçmediği, yaldızsız ve gösterişsiz paketiyle, gece kulüplerinde masaya koyduğu an hayatını ya her istediğini elde ederek yaşamış ve şımarık; ya da varoştan çıkma sonradan görme sülük modeli kadınların uzaklaşmasına sebebiyet veren sigarasını çıkarıp masaya koydu. İçinden son dal sigarayı da çıkarıp yaktı...
Sulu biranın en güzel mezesi olan sigaranın uzun ve tam olarak harmanlanmamış tütün parçacıklarının vızıldaması eşliğinde, kendine göre kafa dinliyordu. Tuvalete yönelmek için ayağa kalktı... Küçük ve ağır adımlarla garsona yaklaştı tuvaletin yerini sormak için...
-Buyrun efendim.
-Ben... Tu...
Bir telefon sesiyle uyandı.
-Merhaba efendim Toprak Yılmazer için arıyordum. Siz tanıyor musunuz kendisini?
-Evet, hayırdır?
Bir yandan telefonunu tutuyor, bir yandan saate bakıyordu. Kırmızı neon ışıklı masa saati, 04.21’i gösteriyordu.
-Efendim Zımba Bar’dan arıyorum... Toprak Bey alkolü biraz fazla kaçırmış sanırım. Üstünde cep telefonu yoktu ve cüzdanında sadece sizin kartvizitiniz vardı. Bir şey yapmadan önce size danışmak istedik...
-Limonlu soda içirmeye çalışın veya bir köşeye oturtun. Sakın uzanmasın. Ben gelmeden başka bir şey yapmayın lütfen. Beş dakikaya orada olacağım.
Kotunu kaptı, üstüne de bir gömlek giyip ilk taksiye atladı... Yolculuk Zımba Bar’aydı..
Taksiciye buruşmuş beş lirayı verirken taksicinin de para üstünü uzatmaya tenezzül etmeyeceğini biliyordu. Çok da umrunda değildi zaten, Toprak baygınken...
Koşar adımlarla yaklaştı garsona.
-Nerede Toprak?
-Burada efendim.
Garson az ilerideki masayı ve üstüne salyalarını akıtan, uyuyakalmış Toprak’ı gösteriyordu.
-Toprak... Toprak... Ah be Toprak! Bu kaçıncı be... Kalk hadi gidiyoruz. Mideni falan yıkatalım...
-Hayır.... Hastane olmaz... Sadece uyumaya ihtiyacım var... Lütfen... Beni yalnız bırak...
-Burada mı uyuyacaksın? Kesinlikle olmaz, kalk hadi bana gidiyoruz.
-Oo, sen ne zamandan beri şeftaliler yerine muzları seviyorsun?
-Bu halde bile espri yapabiliyorsun ya, daha ne diyeyim ben sana?
-Ben en çok portakalları seviyorum... Gerçi yok... Şeftali de güzel...
-Off yeter hadi kalk! Manav dükkanına çevirdin muhabbeti.
Zar zor koluna girdi Toprak’ın... Ne zaman böyle bir durum olsa, nedenini bilmediği bir annelik içgüdüsü pompalanırdı damarlarına.
Toprak’la uzun süre önce müzede tanışmıştı... O zamanlar Toprak entellektüel bacakların arasına girebilmeye can atardı... Tütsü kokusu, mum, battaniye, şarap ve kedinin baş rol oyuncuları olduğu evleri seviyordu. Her ne kadar entellektüel kadınların kıllı vajinaları ve fantaziye olmayan yatkınlıkları kendisini zaman zaman soğutsa da bu ikinci günde olgunlaşan, birinci haftada aynı evde yaşamaya başlanan, on beşinci günde karşı tarafın kıskançlık krizleri sonucu biten ilişkilerden; kimi zaman karşısına çıkan olgun kadınların tecrübelerinden ve varlıklarından faydalanmak hoşuna gidiyordu. Tanışmaları ve birbirlerine bağlanmalarıysa ikisinin de müzeye gidiş amaçları farklı olmasına rağmen, uyuşturucularının ortak olmasıydı. Kadın vücutları...
Yavaş yavaş gözlerini açtı. Çapaklarını temizlerken pantolonuna yöneldi... Ceplerini uyku sersemliğiyle karıştırdı... “Belki bir dalcık sigara bulurum.” düşüncesiyle, evin içinde gezinmeye başladı...
-Of be Aylin. Seni küçük orospu... Sigarayı bırakırsan kilo alacağını kaç kez söylemiştim sana halbuki...
Daha sonra bir not gözüne çarptı.
“Ağzın leş gibi kokuyordu, terli vücudun da hiç cezbedici olmadığı için uyandırmayı denemenin burnum açısından çok mantıklı bir fikir olmadığını düşündüm. Kapıyı çekip çıkarsın. Lütfen bir sonraki alkol travman birlikte çıktığımız bir gece olsun. Bana nasıl ulaşabileceğini biliyorsun serseri!”
Aylin onun için iyi bir dosttan fazlasını ifade etmiyordu. Onun için asla bir seks partneri olamayacağını yine bu dört duvar arasında farketmiş, hayal kırıklığına uğramış ve o gece tuvalete binlerce çocuğunu bırakmıştı Aylin’in “İğrençsin Toprak!” çığlıklarına “Öyle ya da böyle bu alet bu gece boşalacak...” diyerek sırıtırken.
Evde aradığını bulamayınca, üstünü giyindi, fast food ve ülke magnetleriyle dolu buzdolabından bir elma kaptı... Tam çıkarken telefon çalmaya başladı. Hiç düşünmeden telefonu açtı...
-Ne arıyorsun? Bok mu var? Tam evden çıkıyordum halbuki...
-Oha! Yavaş be... Hayvan! Benim, Aylin! Hem, benim aradığımı nasıl anladın?
-Anlamadım... Kim olsa aynı tepkiyi verecektim.
-Neyse... Notumu okudun mu?
-Evet okudum. Fakat bugün pek modumda değilim yavrum. Ne dışarıda kaçmaya çok müsait transparan kilotlu çorabının çevrelediği ayağınla beni azdırmana büyük bir zevkle göz yummabilirim, ne de seni Zeus’un, Eros’un yanına kaçırabilirim gecenin sonlarında...
-Beyimiz bugün pek keyifli...
-Aa, unutmadan... Hiç huyum olmadığı halde, teşekkür ederim dün gece için.
-Ben de onunla ilgili konuşmak istiyordum.
-Yoksa, yoksa asma kilidi açtım mı?! Toprak Yılmaz, beraberliği bozan golü atıyor!
-Hayır. Saçmalama... Dün seni hastaneye götürmek istedim. Fakat bana hastaneye kesinlikle gitmeyeceğini söyledin. Neden?
-Mevzular karışık...
-Ne yaptın yine?
-Kan testlerinden hep korkmuşumdur...
-Hahaha, seni aptal... Uyuşturucu kullandığını biliyorum.
-Nerden biliyorsun?
-Benimle yatmaya çabaladığın zamanlar öğrenmiştim. “Ben Hiç” oynamıştık... Gerçi her cümlenin sonunda içmek zorunda kalmıştın, bu yüzden hatırlamanı beklemiyorum.
-Çok fazla biliyorsun. Seni öldürmem lazım.
-Ne kadar gerildiğimi anlatamam...
-Aylin, hastanelerden korkuyorum. Ancak zamanında uyuşturucu kullandığım için içeri tıkılmamla sonuçlanacak bir kan testinden değil... Hastaneye girdiğim anda check-up’a sokulacakmışım, ve acı bir gerçekle karşılaşacakmışım gibi hissediyorum.
-En son ne zaman hastaneye gittin?
-Hatırlamıyorum.
-Çok garip olduğunu biliyorsun değil mi? Ölümden, dayak yemekten, kalbinin kırılmasından korkmuyorsun; ancak acı bir gerçekle karşılaşmaktan korkuyorsun...
-Patronun “Çok yazdı!” diye bağırmaya başlamadı mı senin?
-Hayır güzelim. Neyse, zaten çok da meraklı değilim sana... Bugün işin yok mu hem senin?
-Serbest tercümanlık yaptığımı unuttun herhalde?
-Evet de ofiste çalıştığını hatırlıyorum.
-Patronun eşini masanın üstünde bafilediğimden ötürü, evimi ofis yaptım, kendi işimin patronu oldum.
-E iyi, peki... Kendine iyi bak.
-Görürsem söylerim...
Telefonu kapattı. Güç bela botlarını ayağına geçirip, çıktı...
Eve geldiğinde hissettiği kesif koku ve gördüğü toz, yüzünü buruşturmasına yeterli oldu. Cekedini asıp, temizlik şirketini aramak üzere telefona yöneldi...
Toprak, ne cep telefonlarını, ne bilgisayarları anlayamamıştı. Aslında teknolojiye ayak uydurmak için fazla yaşlı değildi. Takip edilme hissi de değildi onu interaktif, sanal ve pornografik boyuttan soğutan. Sadece bunlar olmadan da yaşayabildiğini anlamıştı, lise öğrencisiyken evde tek başına geçirdiği bir tatilde. Ailesi ona evde eğlenmeye fazlasıyla yeterli zaman vaad etmiş, Ayvalık’a tatile gitmişti. Oysa ev nüfusunu her zaman bir kişiyle sınır tutmuş, mastürbasyon yaptığı bir gece elektrikler kesilince eline aldığı çekiçle önce bilgisayarını kırmış; diğer elinde tuttuğu cep telefonundan önce kendisinin hala bakir olmasına sebebiyet veren kadınları silmeye başlamış, sonunda dayanamayıp telefona da indirmişti çekici...
90’larda kalan kasetli, telesekreterli telefonunda yanan ışığı fark edip, ocak ateşinde sigarasını yakarken mesajları dinlemeye koyuldu...
-Napıyosun lan! Çılgın! Mesajı dinler dinlemez bana ulaşmaya çalış... Akşama sahile inip bir şişe Jack alalım. Çıldırıyorum bu aralar... Zaten yüksek de bitmedi...
İkinci mesaj:
-Oğlum nasılsın? Ben annen... Ay, bunu belirtmesem de olurdu değil mi? Neyse... Sesini duymak için aradım. Biz iyiyiz. Ayvalık’a gel bir ara, baban seninle rakı içmeyi özlemiş...
-Başka yeni mesajınız bulunmamaktadır.
Arayacağı temizlik şirketini, telesekretere bırakılan iki mesajda da alkol bahsi geçince, çoktan unutmuştu... Masadaki kağıtlara, ardından takvime boş gözlerle baktı.
“Nasılsa teslime daha bir hafta var.” diye düşünerek beş yüz sayfa kağıdı bir kenara itti. Dolaptan bir bira alıp televizyon karşısına geçti...
Neden televizyon izlediğini kendisi de anlayamamıştı yıllardır... Ne, bol bol bağırılan kadın programlarını izlemekten hoşlanırdı, ne her on beş dakikada araya reklam giren dizilerden, ne de sikine bile takmadığı insanların başına gelen trajedilerle; politik gerilimlerle dolu haberlerden... Sadece televizyon izlerken içinin geçmesini seviyordu ve yine en sevdiği işe başlıyordu. Uyuyakaldı...
-Taksim, meydana götür beni.
-Derhal...
Beş dakikalık yolculuk... Sanki taksici, sizin özel şoförünüzmüş de camları filmli özel aracınızın arka koltuğunda gibi, bir taksinin ön koltuğundayken kendinizi özel hissetmek... Belki de insanlar bu yüzden taksi kullanıyordu. Yoksa günahın yedi tepesi, mavi gözlü fakat kirletilmiş, namusu bozulmuş güzel kız İstanbul’da tramvay, metro gibi çok çeşitli ulaşım aracı mevcuttu. Ancak çoğu büyük şehir insanı beş dakikalık özgüveni için taksiyi tercih ediyordu.
İnsan doyum ve egodan oluşan bir hayvandır... Etrafındakilerin kendisini üstün düşünebilmesi uğruna yemediği bok da yoktur. Kimi bunu altlarına kötü davranarak yapar çünkü saygıyı hak ettiğini düşünür, her ne kadar saygı verilmeyen; tam tersine alınan bir şey olsa da... Kimiyse maskesini takar, etrafındaki herkesle iyi geçinir, birinin yardıma ihtiyacı varsa koşuverir.
Saatine baktı. 02.32... Bu saatte burada ne işi olduğunu sorgulayamayacak kadar sarhoştu... Trafik lambasına tutundu bir müddet. Derin bir nefes, yakılan bir sigara. Şimdi hazırdı kağıt üzerinde masum, içindeyse her zaman bir şeyler saklayan; duygularını her zaman bir maskeyle örten insanların arasına girmeye.
İstiklal Caddesi’nde yürüdü on beş dakika boyunca. Dümdüz, nereye gittiğini bilmeden... Bu duyguyu özlemişti. Ne buluşması gereken biri vardı, ne de yetişmesi gereken bir yer. Sadece yürüyordu. Spontane...
-Bayanlı ortam lazım mı, diyerek yaklaştı bir çakal.
Çakalları severdi. En azından lafı uzatmadan, direkt söyleyen üç kağıtçılardı bunlar. Ne, “Affedersiniz şunla bunla ilgili küçük bir anketimiz var...” diyen, daha sonraysa sizi kolunuzdan tuttuğu gibi ofise götürüp verdikleri hizmete kaydolmaya zorlayan anketörler gibilerdi, ne de “Pardon bayan saatiniz kaç?” sorusunu, muhabbet açmak için soran başarısız Kazanova’lardı çakallar... Sadece işlerini yapmaya çalışıyorlardı.
-Lazım olursa ilk seni bulacağım emin ol.
-Ukrayna’lı var, Rus var, Moldovalı var. Karı bol bey ağabey, sen yeter ki iste... Gel götüreyim seni mekana?
Cebinden bir yirmi liralık banknot çıkardı.
-Al bunu... Kendine bir iyilik yap ve bir paket naneli sakız al. Bu nefesle müşteri çekemezsin, hadi rastgele.
-Sen benimle taşşak mı geçiyorsun ulan?!
-Üstü kalsın, dedi ve orta parmağını gerisinde kalan adama doğru kaldırarak yoluna devam etti.
Duraksadı. Hafif solunda kalan mekana pür dikkat kesildi. Her ne kadar alkol komasına girmesine bir duble viski kalmış olsa da, burayı asla unutamıyordu. Çünkü o büyük, ışıl ışıl levha; ilk cinsel tecrübesini hatırlatıyordu ona.
O büzüşmüş klitorisin içine yavaşça ittireceği üçüncü kolunun, kendisini ebediyete kavuşturacağını sanmıştı ergen gerisi sefil... Halbuki babasının “Seviniz” konulu nutkunu dikkate alsaydı, ilk cinsel tecrübesini şehvet dışında bir takım duygular beslediği bir kadınla yaşasaydı, belki de her şey onun için çok farklı olurdu. Lakin insanoğlunun gerek o aptal kutusunda yayınladığı dizilerde, gerekse büyük perdelerde icat ettiği zaman makinesi hala icat olmamıştı.
İç geçirdi. Dostlarına kimi zaman, daha önce ne kadar piç olduğunu ispatlayabilmek için anlattığı bu anısını hatırlamak onu yürümekten alıkoymaya yetmişti.
Hatırlamaya çalıştı. O göçmen kadını... Dağıldığı için batının götüne kına yaktığı Yugoslavya’nın varoşlarından büyük hayallerle Türkiye’ye nasıl geldiğini anlatmış olan o otuz beşini aşmış hüzünlü orospuyu... Sarışın, renkli gözlü, ilerleyen yaşına rağmen gayet orantılı bir vücuda sahip olan kadını. Unutması imkansızdı... Üstünden ne göğüsler, ne klitorisler, ne bacaklar, ne kalçalar geçmişti... Lakin unutamıyordu. Aşık değildi ona. Duygu da beslemiyordu ki ilişkilere yıllar yılı bir oyun gözüyle bakan bu serserinin; bu tek gecelik aşk adamının bir kadına duygu beslemesi imkansızdı. Sadece simasını unutmamıştı...
-İçeri girecek misin, yoksa burada böyle dikilecek misin? Kızlarım rahatsız oluyor.” dedi yanına yaklaşan manukyan.
-Sekse para vermek için fazla iyiyim. Kızlarına hepsine yetecek kadar sevgim olduğunu söyle. Hayırlı işler.
Adımlama vaktinin geldiğini biliyordu... Devam etti yürümeye.
Üstünde yürüdüğü cadde, İstiklal Caddesi aslında hayattan farksızdı. Doğardı; Taksim Meydanı’nda. Yürürdü Özsüt, Burger King boyunca; şehrin kadınlarını sırf ürünlerinin üzerindeki etiketler sebebiyle cezbeden mağazalar boyunca, alışveriş çılgınlığı boyunca, ağzını bir karış açmış vitrin alıcıları boyunca... Canlılık buydu, çocukluk çağı buydu...
Ardından Galatasaray Lisesi, on sekizinci doğumgünü olurdu; zira biraz daha büyürdü tenhalaşan caddenin taşlarını eskitirken, dükkanların yanından tıpkı “ilgilenmiyorum” edasını taşıyan bir menejer gibi geçerken...
Ve sonra tünel gelirdi. Yani bunama dönemi, suratsız ihtiyar dönemi... Dışarı çıktığı saatlerde kimseler olmazdı Tünel’de. Bir kaç janti, yaşlı ossuruğa göre Beyoğlu her ne kadar eskiden böyle olmasa da, şu anda durum buydu. Darabalarını indirmiş dükkanlar, tinerciler, yolun ortasına işeyen sarhoşlar turistlerin büyüsüne kapılmaktan kendini alamadığı bu şehrin siyahla beyaz arasındaki ince çizgisini belirlerdi.
Elleri cebinde, sendeleyerek yürürken ara sokaklardan birinden gelen müzik sesini duydu. Gözlerini çevirince bunun her yönüyle türkü bardan bozma bir anadolu rock bar olduğunu farketti. Bu tip mekanlar, ucuz alkol; eskortlar ve izbandut gibi fedailerin bulunduğu yerler olmaktan öte gidememişti hiç bir zaman... Fakat son bir içkiye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.
Bara doğru yürümeye başladı. Dışarıya atılan üç beş masa; yüksek bir iskemle üzerinde “Aaa Mehmet Beyler de buradaymış.” temasıyla konuklarını eğlendirmeye çalışan ve gecenin sonunda parasını alıp alamayacağını merak eden bir gençten oluşan atmosfer, onu pek etkilemişe benzemiyordu...
-Bir bira, az sulu olsun lütfen.
Garsonun yüzü kızarmıştı. Birayı getirip; “Afiyet olsun.” dedi.
Biradan bir yudum aldıktan sonra cebinden balgam yapmaya müsait, öğrencilik hayatından beri vazgeçmediği, yaldızsız ve gösterişsiz paketiyle, gece kulüplerinde masaya koyduğu an hayatını ya her istediğini elde ederek yaşamış ve şımarık; ya da varoştan çıkma sonradan görme sülük modeli kadınların uzaklaşmasına sebebiyet veren sigarasını çıkarıp masaya koydu. İçinden son dal sigarayı da çıkarıp yaktı...
Sulu biranın en güzel mezesi olan sigaranın uzun ve tam olarak harmanlanmamış tütün parçacıklarının vızıldaması eşliğinde, kendine göre kafa dinliyordu. Tuvalete yönelmek için ayağa kalktı... Küçük ve ağır adımlarla garsona yaklaştı tuvaletin yerini sormak için...
-Buyrun efendim.
-Ben... Tu...
Bir telefon sesiyle uyandı.
-Merhaba efendim Toprak Yılmazer için arıyordum. Siz tanıyor musunuz kendisini?
-Evet, hayırdır?
Bir yandan telefonunu tutuyor, bir yandan saate bakıyordu. Kırmızı neon ışıklı masa saati, 04.21’i gösteriyordu.
-Efendim Zımba Bar’dan arıyorum... Toprak Bey alkolü biraz fazla kaçırmış sanırım. Üstünde cep telefonu yoktu ve cüzdanında sadece sizin kartvizitiniz vardı. Bir şey yapmadan önce size danışmak istedik...
-Limonlu soda içirmeye çalışın veya bir köşeye oturtun. Sakın uzanmasın. Ben gelmeden başka bir şey yapmayın lütfen. Beş dakikaya orada olacağım.
Kotunu kaptı, üstüne de bir gömlek giyip ilk taksiye atladı... Yolculuk Zımba Bar’aydı..
Taksiciye buruşmuş beş lirayı verirken taksicinin de para üstünü uzatmaya tenezzül etmeyeceğini biliyordu. Çok da umrunda değildi zaten, Toprak baygınken...
Koşar adımlarla yaklaştı garsona.
-Nerede Toprak?
-Burada efendim.
Garson az ilerideki masayı ve üstüne salyalarını akıtan, uyuyakalmış Toprak’ı gösteriyordu.
-Toprak... Toprak... Ah be Toprak! Bu kaçıncı be... Kalk hadi gidiyoruz. Mideni falan yıkatalım...
-Hayır.... Hastane olmaz... Sadece uyumaya ihtiyacım var... Lütfen... Beni yalnız bırak...
-Burada mı uyuyacaksın? Kesinlikle olmaz, kalk hadi bana gidiyoruz.
-Oo, sen ne zamandan beri şeftaliler yerine muzları seviyorsun?
-Bu halde bile espri yapabiliyorsun ya, daha ne diyeyim ben sana?
-Ben en çok portakalları seviyorum... Gerçi yok... Şeftali de güzel...
-Off yeter hadi kalk! Manav dükkanına çevirdin muhabbeti.
Zar zor koluna girdi Toprak’ın... Ne zaman böyle bir durum olsa, nedenini bilmediği bir annelik içgüdüsü pompalanırdı damarlarına.
Toprak’la uzun süre önce müzede tanışmıştı... O zamanlar Toprak entellektüel bacakların arasına girebilmeye can atardı... Tütsü kokusu, mum, battaniye, şarap ve kedinin baş rol oyuncuları olduğu evleri seviyordu. Her ne kadar entellektüel kadınların kıllı vajinaları ve fantaziye olmayan yatkınlıkları kendisini zaman zaman soğutsa da bu ikinci günde olgunlaşan, birinci haftada aynı evde yaşamaya başlanan, on beşinci günde karşı tarafın kıskançlık krizleri sonucu biten ilişkilerden; kimi zaman karşısına çıkan olgun kadınların tecrübelerinden ve varlıklarından faydalanmak hoşuna gidiyordu. Tanışmaları ve birbirlerine bağlanmalarıysa ikisinin de müzeye gidiş amaçları farklı olmasına rağmen, uyuşturucularının ortak olmasıydı. Kadın vücutları...
Yavaş yavaş gözlerini açtı. Çapaklarını temizlerken pantolonuna yöneldi... Ceplerini uyku sersemliğiyle karıştırdı... “Belki bir dalcık sigara bulurum.” düşüncesiyle, evin içinde gezinmeye başladı...
-Of be Aylin. Seni küçük orospu... Sigarayı bırakırsan kilo alacağını kaç kez söylemiştim sana halbuki...
Daha sonra bir not gözüne çarptı.
“Ağzın leş gibi kokuyordu, terli vücudun da hiç cezbedici olmadığı için uyandırmayı denemenin burnum açısından çok mantıklı bir fikir olmadığını düşündüm. Kapıyı çekip çıkarsın. Lütfen bir sonraki alkol travman birlikte çıktığımız bir gece olsun. Bana nasıl ulaşabileceğini biliyorsun serseri!”
Aylin onun için iyi bir dosttan fazlasını ifade etmiyordu. Onun için asla bir seks partneri olamayacağını yine bu dört duvar arasında farketmiş, hayal kırıklığına uğramış ve o gece tuvalete binlerce çocuğunu bırakmıştı Aylin’in “İğrençsin Toprak!” çığlıklarına “Öyle ya da böyle bu alet bu gece boşalacak...” diyerek sırıtırken.
Evde aradığını bulamayınca, üstünü giyindi, fast food ve ülke magnetleriyle dolu buzdolabından bir elma kaptı... Tam çıkarken telefon çalmaya başladı. Hiç düşünmeden telefonu açtı...
-Ne arıyorsun? Bok mu var? Tam evden çıkıyordum halbuki...
-Oha! Yavaş be... Hayvan! Benim, Aylin! Hem, benim aradığımı nasıl anladın?
-Anlamadım... Kim olsa aynı tepkiyi verecektim.
-Neyse... Notumu okudun mu?
-Evet okudum. Fakat bugün pek modumda değilim yavrum. Ne dışarıda kaçmaya çok müsait transparan kilotlu çorabının çevrelediği ayağınla beni azdırmana büyük bir zevkle göz yummabilirim, ne de seni Zeus’un, Eros’un yanına kaçırabilirim gecenin sonlarında...
-Beyimiz bugün pek keyifli...
-Aa, unutmadan... Hiç huyum olmadığı halde, teşekkür ederim dün gece için.
-Ben de onunla ilgili konuşmak istiyordum.
-Yoksa, yoksa asma kilidi açtım mı?! Toprak Yılmaz, beraberliği bozan golü atıyor!
-Hayır. Saçmalama... Dün seni hastaneye götürmek istedim. Fakat bana hastaneye kesinlikle gitmeyeceğini söyledin. Neden?
-Mevzular karışık...
-Ne yaptın yine?
-Kan testlerinden hep korkmuşumdur...
-Hahaha, seni aptal... Uyuşturucu kullandığını biliyorum.
-Nerden biliyorsun?
-Benimle yatmaya çabaladığın zamanlar öğrenmiştim. “Ben Hiç” oynamıştık... Gerçi her cümlenin sonunda içmek zorunda kalmıştın, bu yüzden hatırlamanı beklemiyorum.
-Çok fazla biliyorsun. Seni öldürmem lazım.
-Ne kadar gerildiğimi anlatamam...
-Aylin, hastanelerden korkuyorum. Ancak zamanında uyuşturucu kullandığım için içeri tıkılmamla sonuçlanacak bir kan testinden değil... Hastaneye girdiğim anda check-up’a sokulacakmışım, ve acı bir gerçekle karşılaşacakmışım gibi hissediyorum.
-En son ne zaman hastaneye gittin?
-Hatırlamıyorum.
-Çok garip olduğunu biliyorsun değil mi? Ölümden, dayak yemekten, kalbinin kırılmasından korkmuyorsun; ancak acı bir gerçekle karşılaşmaktan korkuyorsun...
-Patronun “Çok yazdı!” diye bağırmaya başlamadı mı senin?
-Hayır güzelim. Neyse, zaten çok da meraklı değilim sana... Bugün işin yok mu hem senin?
-Serbest tercümanlık yaptığımı unuttun herhalde?
-Evet de ofiste çalıştığını hatırlıyorum.
-Patronun eşini masanın üstünde bafilediğimden ötürü, evimi ofis yaptım, kendi işimin patronu oldum.
-E iyi, peki... Kendine iyi bak.
-Görürsem söylerim...
Telefonu kapattı. Güç bela botlarını ayağına geçirip, çıktı...
Eve geldiğinde hissettiği kesif koku ve gördüğü toz, yüzünü buruşturmasına yeterli oldu. Cekedini asıp, temizlik şirketini aramak üzere telefona yöneldi...
Toprak, ne cep telefonlarını, ne bilgisayarları anlayamamıştı. Aslında teknolojiye ayak uydurmak için fazla yaşlı değildi. Takip edilme hissi de değildi onu interaktif, sanal ve pornografik boyuttan soğutan. Sadece bunlar olmadan da yaşayabildiğini anlamıştı, lise öğrencisiyken evde tek başına geçirdiği bir tatilde. Ailesi ona evde eğlenmeye fazlasıyla yeterli zaman vaad etmiş, Ayvalık’a tatile gitmişti. Oysa ev nüfusunu her zaman bir kişiyle sınır tutmuş, mastürbasyon yaptığı bir gece elektrikler kesilince eline aldığı çekiçle önce bilgisayarını kırmış; diğer elinde tuttuğu cep telefonundan önce kendisinin hala bakir olmasına sebebiyet veren kadınları silmeye başlamış, sonunda dayanamayıp telefona da indirmişti çekici...
90’larda kalan kasetli, telesekreterli telefonunda yanan ışığı fark edip, ocak ateşinde sigarasını yakarken mesajları dinlemeye koyuldu...
-Napıyosun lan! Çılgın! Mesajı dinler dinlemez bana ulaşmaya çalış... Akşama sahile inip bir şişe Jack alalım. Çıldırıyorum bu aralar... Zaten yüksek de bitmedi...
İkinci mesaj:
-Oğlum nasılsın? Ben annen... Ay, bunu belirtmesem de olurdu değil mi? Neyse... Sesini duymak için aradım. Biz iyiyiz. Ayvalık’a gel bir ara, baban seninle rakı içmeyi özlemiş...
-Başka yeni mesajınız bulunmamaktadır.
Arayacağı temizlik şirketini, telesekretere bırakılan iki mesajda da alkol bahsi geçince, çoktan unutmuştu... Masadaki kağıtlara, ardından takvime boş gözlerle baktı.
“Nasılsa teslime daha bir hafta var.” diye düşünerek beş yüz sayfa kağıdı bir kenara itti. Dolaptan bir bira alıp televizyon karşısına geçti...
Neden televizyon izlediğini kendisi de anlayamamıştı yıllardır... Ne, bol bol bağırılan kadın programlarını izlemekten hoşlanırdı, ne her on beş dakikada araya reklam giren dizilerden, ne de sikine bile takmadığı insanların başına gelen trajedilerle; politik gerilimlerle dolu haberlerden... Sadece televizyon izlerken içinin geçmesini seviyordu ve yine en sevdiği işe başlıyordu. Uyuyakaldı...
13 Ocak 2010 Çarşamba
If Only Everything
Sıradışı bir final dönemi. Çabaladım, denedim olmadı belki de... Ne bileyim. Çok da umrumda değil. Ancak yazının yazıldığı ruh halini bilmenizi isterim; ZAYIF, GÜÇSÜZ, BEYAZ BAYRAKLARI ÇEKMİŞ bir serseri yazıyor bunu. Bünyesinde an itibariyle 1 mililitre alkol yok, gayet ayık durumdayım.
Queens of the Stone Age, Kyuss mazisi sebebiyle en çok saygı duyduğum gruplardan biridir. If Only Everything ise her içimin bunaldığı, sıkıldığım, hayattan tiksindiğim anımda dinlediğim, bir kaçış şarkısıdır. Bilmem insanlar sözlerden nasıl bir yorum yapar...
Fakat dinlediğimde aklıma gelenler, elinden tuttuğum bir kadın; benimle birlikte kaçmaya istekli... Hayat görüşlerimi paylaşan, asi ruhlu, alçak gönüllü ve en önemlisi; beni kaldırabilecek bir kadın...
Bir Chevrolet Camaro SS... Ve tabii ki yollar. Uzun, bitmek tükenmek bilmeyen yollar. Gün batımı, batıya sürmek... Günlerce, belki aylarca... Motellerde yatıp kalkmak. Ta ki gerçekten nefes alabileceğimiz bir yer bulana kadar.
Hayal dünyasında bir yolculuğa çıkarıyor şarkı beni adeta. Hele hele; "you blow my mind cos ur so pretty girl, those long long days there's no escaping." lirikleri bir kez daha kulaklarımın pasını sildiği zaman...
Şarkı biter, realite başlar... Chevrolet Camaro SS sahibi olma ihtimalim ne kadar düşükse, böyle bir kadın bulma ihtimalim de o kadar imkansızdır.
Bu gerçek bir kez daha dank eder. Perde kapanır, ışıklar yanar, oyun biter...
Unutmadan sözleri de ekleyeyim:
Queens of the Stone Age, Kyuss mazisi sebebiyle en çok saygı duyduğum gruplardan biridir. If Only Everything ise her içimin bunaldığı, sıkıldığım, hayattan tiksindiğim anımda dinlediğim, bir kaçış şarkısıdır. Bilmem insanlar sözlerden nasıl bir yorum yapar...
Fakat dinlediğimde aklıma gelenler, elinden tuttuğum bir kadın; benimle birlikte kaçmaya istekli... Hayat görüşlerimi paylaşan, asi ruhlu, alçak gönüllü ve en önemlisi; beni kaldırabilecek bir kadın...
Bir Chevrolet Camaro SS... Ve tabii ki yollar. Uzun, bitmek tükenmek bilmeyen yollar. Gün batımı, batıya sürmek... Günlerce, belki aylarca... Motellerde yatıp kalkmak. Ta ki gerçekten nefes alabileceğimiz bir yer bulana kadar.
Hayal dünyasında bir yolculuğa çıkarıyor şarkı beni adeta. Hele hele; "you blow my mind cos ur so pretty girl, those long long days there's no escaping." lirikleri bir kez daha kulaklarımın pasını sildiği zaman...
Şarkı biter, realite başlar... Chevrolet Camaro SS sahibi olma ihtimalim ne kadar düşükse, böyle bir kadın bulma ihtimalim de o kadar imkansızdır.
Bu gerçek bir kez daha dank eder. Perde kapanır, ışıklar yanar, oyun biter...
Unutmadan sözleri de ekleyeyim:
If it gets you down well then Ill take it
If it gets you up, well I don't want it
It lets you down so broken hearted
If it gets you down well then I want it
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
We're nothing at all
You blow my mind cos ur so pretty girl
Those long, long days there's no escaping
I rolled the wheel and let it go
and where it stops, you'll never know
If it gets you down then just don't blame me
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
We're nothing at all
If it gets you up, well I don't want it
It lets you down so broken hearted
If it gets you down well then I want it
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
We're nothing at all
You blow my mind cos ur so pretty girl
Those long, long days there's no escaping
I rolled the wheel and let it go
and where it stops, you'll never know
If it gets you down then just don't blame me
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
We're nothing at all
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)