Elini yakan izmarit, beş dakika bile uyumasına izin vermemişti. İzmariti camdan dışarı fırlattı, karnını kaşıdı. Telefon rehberini alıp hole geçti. Avanaklığını atlatmaya çalışıyordu. Yapılacaklar vardı... Aranması gereken insanlar vardı. Holde atılan kararsız bir voltanın sonunda telefon rehberini masanın üstüne koyup kağıt kalem aldı kenarlarında simetrik ve tatlı bir kızarıklık oluşmuş parmaklarının arasına.
"Temizlik?-evi bok götürüyor.
Tercüme...
Metin'i ara, akşam sahil?
Duş..."
Hazırladığı yapılacaklar listesine bakıp, bu kadar kısa bir listeyi akılda tutamamanın verdiği utançla başını kaşıdı. Önce temizlikçiyi daha sonra Metin'i arayıp, hem eski dostuyla yarım saat içinde gerçekleştireceği buluşmayı ayarladı; hem de on beş dakika sonra boşaltacağı eve temizlik işçilerinin gelmesini sağlayacak telefon görüşmesini yaptı...
Duşa girdi. Çıkınca gözüne ilk ilişen t shirtle kotu giydi.
Masanın üstündeki paradan; temizlik için gerekli olan miktarı ocağın yanına koydu, kalanını cebine attı. Cekedini alıp çıktı. Yedek anahtarı da bakkala bırakmayı unutmadı.
Çoğu insan onun evi konusunda bu kadar rahat olmasını anlayamıyordu... Evini genelde sokaktan bulduğu koltuklar, kanepeler, mobilyalarla döşemişti. Tüplü televizyon evdeki en teknolojik varlıktı. Genelde parasını cüzdanında taşırdı... Dışarıdan bakınca insanlar işin maddi kısmında olmadığını biliyorlardı ancak insanlara; mülklerine bir yabancının girip çıkması fikri her zaman ters gelirdi.
Zaten -her ne kadar hazırlıklı olunsa ve karşı taraf bir yabancı olmasa da- misafirlikler de böyle değil miydi? En misafirperver birey bile misafir ağırlamaktan az da olsa rahatsızlık duymaz mıydı? Kurulu düzenin bozulması, istediğin anda yalnızlığa kavuşamamak, izole olamamaktı belki de misafir ağırlamanın dezavantajı... Belki de yapılan onca hazırlık, tamamıyla gereksiz olsa da sürekli gülümseme ve her işe koşturma, her ihtiyacı dinleme zorunluluğuydu "misafir" kelimesini soğuklaştıran. Gerek Türk kadınlarına özgü "altın günleri", gerek doğu-batı melezi; bol hazırlıklı, içine sevgiden çok stres katılmış, misafirli akşam yemekleri, üstüne yürüyüş yapılan brunch'lardı evde mülk sahibi dışında birilerinin bulunduğu günler...
Onun evindeyse kimse misafir değildi, kimse müşteri değildi... Herkes yolcuydu, gelir-giderlerdi. İnsanlara -yalnız kalmak istediği vakitler dışında- fakirhanesini açmaktan çekinmez ancak mükemmel bir misafirperverlik de sergilemezdi dostları onlara tavır aldığını düşünmüyor olsa da... Bıraktığı üniversite sebebiyle geldiği İstanbul'daki hayatının ikinci senesinde çıktığı Cihangir'deki, tek cepheli, stüdyo tipi daire kimi zaman taksi parası olmayan arkadaşları için bir sığınak, kimi zaman yurtta kalan arkadaşları için bir aşk yuvası olurdu...
Metin, Toprak'ı The Marmara'nın altında, herkesin kendini çok özel hissettiği, fahiş fiyatlarla içtiği kahvelerin üstündeki logoyla birbirine hava gazı sattığı Starbuck's'ın önünde bekliyordu.
Toprak'ın kaportaya tokat attığını duyan Metin çocuk kilidini açtı.
-İçerideki karıları kesiyordun değil mi lan? Çakal...
-Yok ulan seni bekliyordum.
-Külotlu çoraplara olan fetişini bilecek kadar uzun zamandır tanıyorum seni.
-Tamam ulan kesiyordum... Off sarışına bak... Ya orospu ya da şu yaşlı göte zarf atıyor...
-Sorayım istersen gidip...
-Neyse, yardırıyor muyuz sahile?
-Yardır Yeniköy'e, götür beni gittiğin yere Metin!
-Bekleyin bizi kancıklar! Biz geliyoruz!
-Duyan da sahilde sikimizi sallayacağız sanır.
-Niye, sallamayacak mıyız?
-İlişkimiz o noktaya ulaşmadı Metin...
-Metin, yandı Metin!!!
Dolmabahçe'yi birazcık geçince o kültleşmiş monolog döküldü Toprak'ın sigara tutan dudaklarının arasından...
-Böyle trafik mi olur ulan? Allah topunuzun belasını versin.
Metin'in Yeşilçam klasiklerinin kötü adamlarına özenircesine attığı kahkahayı duyan Toprak, camdan dışarı bakıyordu. Kahkaha devam etti...
-Ne gülüyorsun, çok mu komik? Kitlendik kaldık yine burada...
-Toprak lan, çıldırdım bu ara iyice. Arabadan çıkıp "Yok mu beni siken?" diye bağırdığımı hayal ettim.
-Pasif eşcinsel içgüdülerin mi kabardı? "Yoksa bunu yaparsak ne olur?" diye mi düşündün?
-B şıkkı...
-Hayatının sınavlardan ve sistemden ibaret olduğunu görmek üzücü olsa da...
Kapıyı açtı. Kaportanın üstüne çıktı ve içtiği kanserin mirası olan boru gibi sesiyle bağırdı:
-Yok mu bizi siken...
Metin utanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.
Fakat eli ayağına dolaştıysa bunun sebebi trafikte sıkışmış; dışarıdan bakınca Sibirya'da, insanların etrafında sevişerek ısındığı, buz tutmuş göletlerden çıkan penis gibi görünen, trafikte sıkış tıkış yerleşmiş arabaların; Toprak'a ayıplayıcı, dalga geçen, şaşırmış bakışların sahiplerinden ve ona laf atan alkollü öğrencilerden ziyade ileriden gelen mavi üniformalardı.
Polisle ne Metin'in, ne de Toprak'ın bir alıp veremediği olmamıştı. Ancak Türkiye şartlarında, gerek skandallar, gerek kulaktan dolma bilgiler, gerekse toplumun siyah ile beyaz arasındaki griyi görememesi sebebiyle tüm mavileri "kötü adam" kategorisine sokmuştu bireycikler. Sadece işini yapmaya çalışan dürüst polisler bile üzerlerindeki üniforma nedeniyle Amerikan filmlerinde donut yiyip kahve içen rüşvetçi "aynasızlar" olarak tanınıyordu. Diğer tarafta ise polisler düzeni sağlayıcı, görevini aksatmayan, aralarında bir tane bile çakalın bulunmadığı insanlar olarak bilinirdi.
İnsanlar, belirli bir kutba dahil olmayı, öyle ya da böyle bir toplulukla anılmayı seviyordu ve kimse karşı tarafın düşüncelerini anlamaya çalışmazdı. Diğer kutup suyun sıvı olduğunu, hatta bir günün yirmi dört saat olduğunu bile söylese yanlıştı. Bu kutuplaşmanın altında yatan sebep ise barizdi. Yalnız kalmayı, kendine yetmeyi beceremiyordu insanoğlu. Mevcudiyetini kabul ettirmek için bir tarafta olmak, kendini oraya ait hissetmek gerekiyordu genel eziklik sebebiyle.
Polis memuru arabaya yaklaşırken, Toprak da kaportadan indi...
-İyi akşamlar komiserim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder