İçmeyeceğime dair söz vermiştim kendime.
Uyandığımda başım zonkluyordu. Gerizekalının teki "Ben yatağı almak için daha önce aramıştım da pazartesi gelsem alabilir miyim? Satıldı mı yatak?" minvalinde bir şeyler saçmaladı. Onun telefonuyla uyandırıldığım için, sinirlemiştim. "Evet, yatak hala burada, hatta üstünde yatıyorum şu an." dedim. "Ehehe" gibi salak ve ezik bir şekilde güldü. Yaptığım iğnelemeyi anlamamıştı.
Bi bok satamadım zaten, evden çıkmaya karar verdiğim iki ay içersinde. Ancak bu şekilde götü başı ayrı oynayan herifleri gördükçe daha da nefret etmiştim bir şeyleri, ihtiyacı olana minimal fiyatlarla satmaktan. Bu gerizekalı da, beni uykumdan uyandıracak kadar ileri gidince "Tamam pazartesi görüşürüz alırsın yatağı." dedim. Uykum da kaçtığı için dayanamadım, tanıdığım tek ikinci elciyi aradım. "Aga yarın gelin eşyalara bakın, beğendiklerinizi söyleyin ama bence hepsini alın götürün." dedim. Böylece bir ay içinde dört kez fikir değiştiren bu dangalak gibi tiplerden kurtulacaktım. Yüz, iki yüz, hatta üç yüz lira daha az geçsin elime; sikimde bile olmazdı. Zaten eşyalarımı satın alan ikinci elci; bunun gibi heriflere her şeyi iki katına iteleyecekti ve ben kolektif düşünmeyi bırakmıştım.
Ardından, o baş ağrısıyla önüne geçtiğim bilgisayarın başındayken; bugün ve yarın içmeyeceğime yemin ettim. Ta ki, Mersin'den bir arkadaşım arayıp, "Ben İstanbul'dayım. En son buluştuğumuz yerdeyiz." diyene kadar. Gittim, o buluştuğumuz, içtiğimiz yerde herkes içiyordu. Ben de söyledim, bir, iki, üç ve kalktım. Yeterli, tadında içmek diye bir şey yoktur bizim için. Kalkmamın sebebi net olarak atmosferdi. Sırf sap veya sırf kadın bulunan masalarda da içmiştim, eğlenmiştim ancak masadaki standart gerizekalı direnişçi kadın kafamda fillerin değil, titanların oynaşmasını sağlayacak kadar sinirlerimi bozuyordu. Beşiktaşlılar'ın direnişle alakası olmayan tezahüratlarına da katılıyordu, "Şerefine Tayyip" diye tek başına da bağırıyordu, çıkan tabak çanak sesine de destek veriyordu. Hali, "En çok ben biber gazı yedim!" diyen bir Erol Büyükburç'tan farksızdı. Bir de, her boka inanması; Beşiktaş'tan 350 kişinin direkt olarak hapse tıkıldığını iddia etmesi ve "Ay ben tuvaletteydim tabak çanak direnişi bitti mi? Of, neden bunlar hep ben tuvaletteyken oluyor, hadi kalkın Taksim'e gidelim!" demesi, ona karşı dizginlediğim öfkemin artışının sebebiydi. "You fucking cunt!" (Seni lanet olası amcık!") diyen sinirli ve sert bir penisi, fermuarın içinde zor tuttuğum için voltamı almıştım.
Direnmek? Evet, ben de direndim. Hatta sabahları tez yazarken, akşamları direniyordum. Yiyeceğim kadar biber gazı yedim. Ne eksik ne fazla... Sonuçta ÖTV ve KDV lerim bana elektrik, su, yol olarak değil de biber gazı olarak geri dönüyordu. En iyisini almalıydım. Ancak hiç bir alkollü masada bunu bağıra bağıra konuşup, ahmakça diyaloglarda bulunmuyor, bulunsam da beş yaşındaki bir çocuğun penisiyle oynamayı keşfetmesiyle gözünde oluşan parıltıyı belirtmiyordum.
Velhasıl, önce Turgut Abi'ye uğrayıp bir yolluk aldım, ardından; bir tekel büfesinden ufak bir Efes aldım. Yürümeye başladım, evime doğru, Beşiktaş'tan... Bunu son kez yaptığımın farkındaydım. Bunu ilk kez yaptığım zaman ve Meltem aklıma geldi. Hala ipod kullanıyorum. Açtım cihazı... Mark Lanegan, ilk kez yaptığımda olduğu gibi, yanımda oldu. Başladı, "One Way Street" ile.
İlk kez bu tecrübeyi edindiğimde, bir fark vardı. Aklımda sadece Meltem vardı ve etrafta kimse yoktu. Bu sefer ise, biramdan bir yudum almak istediği zaman "Yaşın daha çok küçük." diyerek ittirdiğim tinerci çocuk etrafımdaydı, aklımdaysa titanlar ön sevişmeyi geçmişlerdi.
26 Haziran 2013 Çarşamba
24 Haziran 2013 Pazartesi
Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan on bir bira
kısa kısa, derleme cinsi... (twitter'da yazdıklarımdan alıntıdır aslında)
biz üç beş piç kurusuyduk. başbakana göre marjinal değil,alkoliktik. ne ülkeyi sattık, ne de bir şeyleri satın alabilecek kadar zengindik.ama mutluyduk,evde toplanır içer;eskort profillerinde dolanır,ardından da hava almaya parka giderdik.birbirimizden başka kimsemiz yoktu.önce her birimiz dağıldık.kadın,yol,iş,eğitim ana etmenlerdi.ardından parklar yıkıldı,piçliğimiz baki kaldı.karıncayı bile incitmedik.çizdiğimiz,yazdığımız sprey boyalar ve kustuğumuz zeminler dışında devlet malına bile zarar vermedik.bir tek ihtiyacımız vardı.alkol...sonunda iktidar,onu da elimizden almayı başardı.sebebimiz kalmadı,çünkü barlarda eğlenecek tipler değildik.
tüm gündemden, gezi parkından, başbakandan, arınç'tan, tüm pisliklerden uzaklaşıp, tutmadığım 4 takımın 2 maçına gitmek çok iyi geldi... tabii ki her türk ün yaptığı gibi mazlumun yanındaydım (amerika ve gana) ancak esas gana tribünleri ve "yeter yıldırım demirören" efsaneydi. bir daha davetiye ayarlayabilirsem bir daha giderim. 5000 kişi bile yoktu statta biletli. apaçi de yoktu, düşmanca bir ortam da yoktu. fenerlilerin gözünün içine baka baka sallayan da vardı, galatasaray aleyhine tezahürat da vardı ama hep gülüyorduk. velhasıl; 20 liranız varsa(iki maç 20 lira) ve perşembe işiniz gücünüz yoksa; stada gidin. eğlenir ve rahatlarsınız...
uzun zamandır aklımıza "kese kağıdı" denince sadece sadece cinsel çağrışımlar geliyordu. süpermarket dediğin şeyin meyvesi sebzesi hem pahalı; hem de sürekli plastik torba. bugün pazardan kiraz, kuruyemişçiden çekirdek aldım. sağlıklı olmasını bir kenara bırak; belli bir zamanı hatırlatıyor ya kese kağıdı, o bile yeter.
eczaneye bepanthol almaya gittim. "yanık mı var?" dedi. "yok, dövme var." dedim. kadınla eşi tutturdular "göster" diye. gösterdim, "kim bu" anlattım. "neden bunu yaptırdın?" anlattım. "ne tarz müzik yapıyor bu adam?" söyledim. "ay ben sevmiyorum o tarz müziği" dedi kadın. artık çıkacağım, "saçların ne güzel ama çok ak düşmüş. sen bu adamın sahnede vurulmasına çok mu üzüldün?" dediler. çıldırmak üzereyken; kadın: "ne yakışıklı çocuk aslında. annenin dövmesini niye yaptırmadın?" dedi. "istemedi" dedim. döndü bu sefer de "ANNENİ UNUTMA!" dedi.böyle bir darlanma yok anasını satayım!
biz üç beş piç kurusuyduk. başbakana göre marjinal değil,alkoliktik. ne ülkeyi sattık, ne de bir şeyleri satın alabilecek kadar zengindik.ama mutluyduk,evde toplanır içer;eskort profillerinde dolanır,ardından da hava almaya parka giderdik.birbirimizden başka kimsemiz yoktu.önce her birimiz dağıldık.kadın,yol,iş,eğitim ana etmenlerdi.ardından parklar yıkıldı,piçliğimiz baki kaldı.karıncayı bile incitmedik.çizdiğimiz,yazdığımız sprey boyalar ve kustuğumuz zeminler dışında devlet malına bile zarar vermedik.bir tek ihtiyacımız vardı.alkol...sonunda iktidar,onu da elimizden almayı başardı.sebebimiz kalmadı,çünkü barlarda eğlenecek tipler değildik.
tüm gündemden, gezi parkından, başbakandan, arınç'tan, tüm pisliklerden uzaklaşıp, tutmadığım 4 takımın 2 maçına gitmek çok iyi geldi... tabii ki her türk ün yaptığı gibi mazlumun yanındaydım (amerika ve gana) ancak esas gana tribünleri ve "yeter yıldırım demirören" efsaneydi. bir daha davetiye ayarlayabilirsem bir daha giderim. 5000 kişi bile yoktu statta biletli. apaçi de yoktu, düşmanca bir ortam da yoktu. fenerlilerin gözünün içine baka baka sallayan da vardı, galatasaray aleyhine tezahürat da vardı ama hep gülüyorduk. velhasıl; 20 liranız varsa(iki maç 20 lira) ve perşembe işiniz gücünüz yoksa; stada gidin. eğlenir ve rahatlarsınız...
uzun zamandır aklımıza "kese kağıdı" denince sadece sadece cinsel çağrışımlar geliyordu. süpermarket dediğin şeyin meyvesi sebzesi hem pahalı; hem de sürekli plastik torba. bugün pazardan kiraz, kuruyemişçiden çekirdek aldım. sağlıklı olmasını bir kenara bırak; belli bir zamanı hatırlatıyor ya kese kağıdı, o bile yeter.
eczaneye bepanthol almaya gittim. "yanık mı var?" dedi. "yok, dövme var." dedim. kadınla eşi tutturdular "göster" diye. gösterdim, "kim bu" anlattım. "neden bunu yaptırdın?" anlattım. "ne tarz müzik yapıyor bu adam?" söyledim. "ay ben sevmiyorum o tarz müziği" dedi kadın. artık çıkacağım, "saçların ne güzel ama çok ak düşmüş. sen bu adamın sahnede vurulmasına çok mu üzüldün?" dediler. çıldırmak üzereyken; kadın: "ne yakışıklı çocuk aslında. annenin dövmesini niye yaptırmadın?" dedi. "istemedi" dedim. döndü bu sefer de "ANNENİ UNUTMA!" dedi.böyle bir darlanma yok anasını satayım!
23 Haziran 2013 Pazar
Depozitolu şişelerin iadesi ile alınan on bira
Bu ara haller iyiden iyiye değişik.
Bitirme tezimi verdim, sunumumu yaptım ancak yükseltmeye aldığım Calculus'ten kalacak kadar mal bir adam olduğumdan ötürü; yaz okulu beni bekliyor. Yaz okulunda da o dersten minimum CC notu almam gerekiyor. Biraz rahatım; ama fazlasıyla rahatsız.
Çok rahatlayacağımı düşünmüştüm, tez sunumunu yaptıktan hemen sonra. Zerre değişim olmadı bünyemde. Sadece, kusmayı kestim. O da yakında yine başlayacağım bir alışkanlık zaten.
Enteresanıysa; 5 Temmuz'da boşaltmam gereken ev. Hala dopdolu. Gereksiz her şeyden kurtuldum. Temel eşyalarımla yaşıyorum. Ancak ne yatak, ne kanepe, ne masa... Hiç bir şey gitmedi. Hesapta her şeyi sattığımda elime geçecek parayla; bir ultra book alacaktım. Satabildiğim eşyalardan aldığım 700 lira'nın 400'üyle direkt olarak Tekel'e borcumu ödedim. Geri kalanıyla da, ev arkadaşım "eve" döndüğü için, kiranın kalanını ödedim; faturaların bir kısmını ödedim ve 0'a 0 elde var 0'da bittim.
Gitarıma, daktiloma kadar satmak istiyordum. Temel olmayanlar onlardı. (aslında değillerdi ama "onlar olmadan yaşayamam" romantizminde de değildim.) İşin en boktan tarafıysa, merkez üs konumunda olan; gelenin gidenin eksik olmadığı evimden ayrılıyorum. Seinfeld'de, Jerry'nin evi gibiydi burası. Bu, üzen kısmı işte hikayenin.
Sırtımda bir çantayla, İstanbul'da oradan oraya savrulacağım yaklaşık bir buçuk ay boyunca, yaz okulu süresi boyunca. Evimin olmaması değil de, kardeşlerimin geleceği bir evimin olmaması koyuyor. Görüşme sayısı azalacak, işte bu koyuyor.
Yazamıyorum, konsantrasyonum yerlerde. Küçük defterime bir şeyler bile karalayamıyorum. Sadece tez teslimi değilmiş benim derdim... Bunu anladım. Olduğu kadar, inceldiği yerden kopacağı kadar.
Bitirme tezimi verdim, sunumumu yaptım ancak yükseltmeye aldığım Calculus'ten kalacak kadar mal bir adam olduğumdan ötürü; yaz okulu beni bekliyor. Yaz okulunda da o dersten minimum CC notu almam gerekiyor. Biraz rahatım; ama fazlasıyla rahatsız.
Çok rahatlayacağımı düşünmüştüm, tez sunumunu yaptıktan hemen sonra. Zerre değişim olmadı bünyemde. Sadece, kusmayı kestim. O da yakında yine başlayacağım bir alışkanlık zaten.
Enteresanıysa; 5 Temmuz'da boşaltmam gereken ev. Hala dopdolu. Gereksiz her şeyden kurtuldum. Temel eşyalarımla yaşıyorum. Ancak ne yatak, ne kanepe, ne masa... Hiç bir şey gitmedi. Hesapta her şeyi sattığımda elime geçecek parayla; bir ultra book alacaktım. Satabildiğim eşyalardan aldığım 700 lira'nın 400'üyle direkt olarak Tekel'e borcumu ödedim. Geri kalanıyla da, ev arkadaşım "eve" döndüğü için, kiranın kalanını ödedim; faturaların bir kısmını ödedim ve 0'a 0 elde var 0'da bittim.
Gitarıma, daktiloma kadar satmak istiyordum. Temel olmayanlar onlardı. (aslında değillerdi ama "onlar olmadan yaşayamam" romantizminde de değildim.) İşin en boktan tarafıysa, merkez üs konumunda olan; gelenin gidenin eksik olmadığı evimden ayrılıyorum. Seinfeld'de, Jerry'nin evi gibiydi burası. Bu, üzen kısmı işte hikayenin.
Sırtımda bir çantayla, İstanbul'da oradan oraya savrulacağım yaklaşık bir buçuk ay boyunca, yaz okulu süresi boyunca. Evimin olmaması değil de, kardeşlerimin geleceği bir evimin olmaması koyuyor. Görüşme sayısı azalacak, işte bu koyuyor.
Yazamıyorum, konsantrasyonum yerlerde. Küçük defterime bir şeyler bile karalayamıyorum. Sadece tez teslimi değilmiş benim derdim... Bunu anladım. Olduğu kadar, inceldiği yerden kopacağı kadar.
13 Haziran 2013 Perşembe
Tatildeyken bile kaybedenler
Bu da sondu. Zaten ardından dergi askıya alındı. Puhuu, seni unutmayacağım. Kanat gerdiniz... Sağolun...
Tatil planları yapan biri değildi. Tatile gitmekten korkardı hatta. "Of, gidersem; kesin dönmek istemem, lobide sabahlarım." diye düşünürdü. Yurtdışına çıkmazdı yine aynı sebeple, kaçak göçek çalışmak isteyeceğini düşünürdü hep. Özgür bir ruhtan ziyade, iradesine hakim olamayan biriydi Yılmaz.
Telefonu, sabahın bir köründe çalınca irkildi. Arayan amcaoğlu Sedat'tı.
-Alo?
-Bak hele, Manavgat'a gidiyorum ben. online ayarladım mevzuyu. Ek yatak getirtebilirim odaya. Sen de 200 lira verirsen benimle 3 gece kalırsın.
-Ohaa, tamam geliyorum.
Telefonu kapattı, buldu buluşturdu ve 200 lira gönderdi mevzu bahis web sitesine. Ufak bir çanta doldurdu ve yoldaydı; Antalya Manavgat onu beklerdi.
Yaklaşık 16 saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından; İstanbul'u geride bırakmış, soluğu Manavgat'ta almıştı. Klas görünmek istediği için taksiye zıplamıştı otogardan. Taksiciye elli lira vermesine rağmen; otelin önünde kuzenini görünce sevinmişti.
-Vaay Sedat! Oğlum yine buluştuk lan!
-İçeri girelim de sen karıları gör!
-Tatil köyü değil mi burası? Yani gece dışarı çıkmak zorunda falan değiliz...
-Aynen öyle.
İçeri girdiler, resepsiyon görevlisi işlemlerini hallederken, şöyle bir lobiye bakındılar.
-Herhalde sadece lobi böyledir. Değil mi lan?
-İnşallah öyledir, dedi Yılmaz.
İşlemlerini bitirdikten sonra, odaya çıktılar. Sırıtan bir suratla bahşiş bekleyen görevliye beş lira verip; paketlediler. Mayolar çekildi, parmak arası terlikler giyildi ve deniz, havuz onları bekliyordu. Aylardan eylül, Türk insanından yoksun bir otel. "İşte tatil bu." dedi Yılmaz.
Havuzbaşına baktıklarında, morallerini bozmamaya çalışsalar da; gördükleri buruşuk tenli Alman kuru kalabalık sebebiyle biraz rahatsız oldular. Öğle yemeğini koca koca tabaklarda, koca koca -yenmeyecek- öğünler şeklinde mideye indirmiş olsalar da; çok daha fazlasını bekledikleri kesindi. İki Rus kadın, kızlı erkekli bir Alman arkadaş grubu, İngiliz bir çift... Herhangi bir şekilde 18 yaşından fazla, 30 yaşından az insan topluluğu onlara yetecekti ve tek dilekleri buydu.
Sırtlarına omuzlarına güneş yağını sürüp güneşlenmeye çekildi, Yılmaz ile Sedat. Bir yandan güneş gözlüğü altından etrafı kesmeyi de ihmal etmiyorlardı tabii. Astarsız Billabong mayoları ise tatilin bonusuydu. Erekte duruma geçtikleri anda, tüm otel bunun farkına varacaktı. Rahat durmaya çalıştılar, İstanbul'un pisliğini çekerek çalıştıkları zamanlarda yaptıkları gibi.
Bakındılar etrafa, birer atmaca gibi. 60 yaşındaki, vücudu boydan boya dövmeli Alman kadın dışında dikkatlerini çeken bir şey, ya da birileri yoktu.
-Yapacağımız işi, yapacağımız tatili... Ne olacağız biz?
-Boş ver, animasyonlara gireriz.
Üç günlük tatillerinin ilk gününde, tüm animasyonlara katılmış; tüm animatörlerle hesapta "kanka" olmuşlardı. Boş zaman öldürme, internetten; işten güçten uzak ama sıkıcı bir hayat...
İkinci gün, beyaz bayrağı çektikleri gündü. Animatörlerle ilgilenmekten ziyade, sabahın köründe bira içen Almanlar'ın kültürüne küfrediyorlar, tatil köyündeki tek Türkler olmanın tadını çıkarıyorlardı. Milletle dalga geçiyor, yaşlı çiftlerle tanışıyor; onların esprilerine Türkçe küfürlerle karşılık veriyorlardı. Gemiler yakılmış, köprüler atılmıştı. Girmedikleri turnuva, oynamadıkları su topu, bocca, yemedikleri ıstakozlu fesleğenli makarna kalmamıştı.
Nefret hissediyorlardı. Özellikle Sedat, hayal ettiği tatilden çok daha farklı; çok daha rezil bir tatil geçiriyor olmanın; verdiği paraya yanıyor olmanın etkisiyle yemeyeceği rostoları, tavuk ızgaraları tabağına doldururken, Yılmaz aldığı ucuz karikatür ve mizah dergilerini havuz başında okurken anıra anıra gülüyor, insanların kendisine fırlattığı bakışları görmezden geliyordu.
Vazgeçmişlerdi çoktan, kaybedecek bir şeyleri de yoktu. Umursamıyorlardı, insanların geçirdikleri tatilleri; anlattıkları anıları hatırladıkça sinir olmuyorlardı artık. Tatil köyünün pespaye gece kulübüne bile sadece alkol için gidiyorlardı. Kısacası, dünya; onlara uzaktı artık.
Yılmaz ve Sedat; artık sinirleri alınmış birer bitkisel hayat formuydu.
İkinci günün sonunda, ertesi gün o rezil tatil köyünden ayrılacaklarını bildikleri için bokunu çıkarmaya karar vermişlerdi. İki koldan saldıracaklardı. İnsanlara sardırıp, eğleneceklerdi. Artık tek amaçları buydu. Her Türk gencinin düşündüğü cinsel fantezilerin yanından geçemeyeceklerini biliyorlardı. Aradıkları tek şey, saracak bir arkadaş grubu; bir çift ya da bir insandı ki "kanka" diye hitap eden amatörler bunun için biçilmiş kaftan değildi.
Yılmaz, Sedat'a, bir plan anlattı. Ayrılacak, yalnız takılacaklardı. Muhtemelen oteldeki herkes -personel dahil- gay bir çift olduklarını düşünüyordu. İki yakın dosttan öte, iki aynı kandan arkadaşlardı ve bu cehennem misali tatilden beklentileri aynıydı aslen. Ayrıldılar, Yılmaz sahildeki bara adımlarken; Sedat lobi civarında olacaktı. Müsait birini bulduklarında tepesine çökeceklerdi.
Yılmaz, müsait kimseyi bulamadı. Kendi başına efkarlanarak içmek istedi; bu sefer de efkarlanacak bir şey bulamadı. Dört kırk yaş üstü erkeğin önünde çılgınca dans eden, giysilerini parçalamak isteyen otuz küsür yaşındaki Alman kadına baktı. "Bu saplardan hangisi, bu hatunun sevgilisiyse, bayağı şanslı." diye geçirdi içinden. Ancak içinden geçen, dışarı sıçramıştı ister istemez. Barmense, kesilen ortayı gole; Yılmaz'ın kalesine gömme derdindeydi.
-Kel ve uzun boylu herifin sevgilisi o.
-He, tamam.
Üç gün önce, cennet gibi bir tatile çıkacağını düşündüren aramayı yapan kuzeni; yine hattın öbür ucunda ona ulaşmaya çalışıyordu.
-Ne yaptın?
-Sahildeki bardayım işte. Hiç bir şey yok. Yani deli gibi dans eden sarhoş bir kadın var ama onun da sevgilisi var. Onun dışında boş...
-Tamam lobiye gel, ben iki kadının yanına çöktüm, ikisi de Çek Cumhuriyeti'nden.
Heyecanlandı ve koşar adımlarla lobinin yolunu tuttu Yılmaz.
Gördüğü manzara ise, aslında umutlarının bir dinamitle patlatılmasına yetecek düzeyde bir manzaraydı.
-Bunlardan mı bahsediyorsun?!
-Ne güzel kart oynuyoruz işte.
-Evet, çok güzel.
Kadınlardan biri kırklarının başındaydı, diğeriyse kırklarının orta yaş bunalımını çeken hatunun annesiydi. Kaçmak istiyordu ikisi de, ancak bunu nasıl kibarca ifade edeceklerini bilmiyorlardı. Yılmaz, kendi ayağına sıkmakla kalmadı; Sedat'ı da çileden çıkaracak o sözleri söyleyiverdi.
-Siz odanıza çekilin isterseniz. Saat geç oldu. Yarın kahvaltıda görüşürüz.
Yılmaz ile Sedat, son aksiyondan itibaren; gece boyunca konuşmadılar. Sabahleyin biri İstanbul'un, diğeri Ankara'nın yolunu tuttu.
Sedat; şu an üst düzey bir şirketin yöneticisi konumunda. Artık yapmak istediği tatillere, şirket tarafından gönderiliyor. Yurtdışına yaptığı iş gezileri ve seyahatlerini çok seviyor. Yılmaz ile artık küs değiller, kimi zaman görüşüp yine eski günleri ve yaptıkları rezil tatili yad ediyorlar.
Yılmaz; 30 yaşına geldi. Arkadaşları ona "Einstein" diyor. Çünkü ne iş bulabildi, ne okulunu bitirebildi, ne de evlenebildi. Beylikdüzü'nden batıya gidemedi, bu mevzudan sonra tatile gitmemeye yemin etti. İstanbul Kocamustafapaşa'da bir evde, kendi fare deliğinde nefes almaya çalışıyor.
Tatil planları yapan biri değildi. Tatile gitmekten korkardı hatta. "Of, gidersem; kesin dönmek istemem, lobide sabahlarım." diye düşünürdü. Yurtdışına çıkmazdı yine aynı sebeple, kaçak göçek çalışmak isteyeceğini düşünürdü hep. Özgür bir ruhtan ziyade, iradesine hakim olamayan biriydi Yılmaz.
Telefonu, sabahın bir köründe çalınca irkildi. Arayan amcaoğlu Sedat'tı.
-Alo?
-Bak hele, Manavgat'a gidiyorum ben. online ayarladım mevzuyu. Ek yatak getirtebilirim odaya. Sen de 200 lira verirsen benimle 3 gece kalırsın.
-Ohaa, tamam geliyorum.
Telefonu kapattı, buldu buluşturdu ve 200 lira gönderdi mevzu bahis web sitesine. Ufak bir çanta doldurdu ve yoldaydı; Antalya Manavgat onu beklerdi.
Yaklaşık 16 saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından; İstanbul'u geride bırakmış, soluğu Manavgat'ta almıştı. Klas görünmek istediği için taksiye zıplamıştı otogardan. Taksiciye elli lira vermesine rağmen; otelin önünde kuzenini görünce sevinmişti.
-Vaay Sedat! Oğlum yine buluştuk lan!
-İçeri girelim de sen karıları gör!
-Tatil köyü değil mi burası? Yani gece dışarı çıkmak zorunda falan değiliz...
-Aynen öyle.
İçeri girdiler, resepsiyon görevlisi işlemlerini hallederken, şöyle bir lobiye bakındılar.
-Herhalde sadece lobi böyledir. Değil mi lan?
-İnşallah öyledir, dedi Yılmaz.
İşlemlerini bitirdikten sonra, odaya çıktılar. Sırıtan bir suratla bahşiş bekleyen görevliye beş lira verip; paketlediler. Mayolar çekildi, parmak arası terlikler giyildi ve deniz, havuz onları bekliyordu. Aylardan eylül, Türk insanından yoksun bir otel. "İşte tatil bu." dedi Yılmaz.
Havuzbaşına baktıklarında, morallerini bozmamaya çalışsalar da; gördükleri buruşuk tenli Alman kuru kalabalık sebebiyle biraz rahatsız oldular. Öğle yemeğini koca koca tabaklarda, koca koca -yenmeyecek- öğünler şeklinde mideye indirmiş olsalar da; çok daha fazlasını bekledikleri kesindi. İki Rus kadın, kızlı erkekli bir Alman arkadaş grubu, İngiliz bir çift... Herhangi bir şekilde 18 yaşından fazla, 30 yaşından az insan topluluğu onlara yetecekti ve tek dilekleri buydu.
Sırtlarına omuzlarına güneş yağını sürüp güneşlenmeye çekildi, Yılmaz ile Sedat. Bir yandan güneş gözlüğü altından etrafı kesmeyi de ihmal etmiyorlardı tabii. Astarsız Billabong mayoları ise tatilin bonusuydu. Erekte duruma geçtikleri anda, tüm otel bunun farkına varacaktı. Rahat durmaya çalıştılar, İstanbul'un pisliğini çekerek çalıştıkları zamanlarda yaptıkları gibi.
Bakındılar etrafa, birer atmaca gibi. 60 yaşındaki, vücudu boydan boya dövmeli Alman kadın dışında dikkatlerini çeken bir şey, ya da birileri yoktu.
-Yapacağımız işi, yapacağımız tatili... Ne olacağız biz?
-Boş ver, animasyonlara gireriz.
Üç günlük tatillerinin ilk gününde, tüm animasyonlara katılmış; tüm animatörlerle hesapta "kanka" olmuşlardı. Boş zaman öldürme, internetten; işten güçten uzak ama sıkıcı bir hayat...
İkinci gün, beyaz bayrağı çektikleri gündü. Animatörlerle ilgilenmekten ziyade, sabahın köründe bira içen Almanlar'ın kültürüne küfrediyorlar, tatil köyündeki tek Türkler olmanın tadını çıkarıyorlardı. Milletle dalga geçiyor, yaşlı çiftlerle tanışıyor; onların esprilerine Türkçe küfürlerle karşılık veriyorlardı. Gemiler yakılmış, köprüler atılmıştı. Girmedikleri turnuva, oynamadıkları su topu, bocca, yemedikleri ıstakozlu fesleğenli makarna kalmamıştı.
Nefret hissediyorlardı. Özellikle Sedat, hayal ettiği tatilden çok daha farklı; çok daha rezil bir tatil geçiriyor olmanın; verdiği paraya yanıyor olmanın etkisiyle yemeyeceği rostoları, tavuk ızgaraları tabağına doldururken, Yılmaz aldığı ucuz karikatür ve mizah dergilerini havuz başında okurken anıra anıra gülüyor, insanların kendisine fırlattığı bakışları görmezden geliyordu.
Vazgeçmişlerdi çoktan, kaybedecek bir şeyleri de yoktu. Umursamıyorlardı, insanların geçirdikleri tatilleri; anlattıkları anıları hatırladıkça sinir olmuyorlardı artık. Tatil köyünün pespaye gece kulübüne bile sadece alkol için gidiyorlardı. Kısacası, dünya; onlara uzaktı artık.
Yılmaz ve Sedat; artık sinirleri alınmış birer bitkisel hayat formuydu.
İkinci günün sonunda, ertesi gün o rezil tatil köyünden ayrılacaklarını bildikleri için bokunu çıkarmaya karar vermişlerdi. İki koldan saldıracaklardı. İnsanlara sardırıp, eğleneceklerdi. Artık tek amaçları buydu. Her Türk gencinin düşündüğü cinsel fantezilerin yanından geçemeyeceklerini biliyorlardı. Aradıkları tek şey, saracak bir arkadaş grubu; bir çift ya da bir insandı ki "kanka" diye hitap eden amatörler bunun için biçilmiş kaftan değildi.
Yılmaz, Sedat'a, bir plan anlattı. Ayrılacak, yalnız takılacaklardı. Muhtemelen oteldeki herkes -personel dahil- gay bir çift olduklarını düşünüyordu. İki yakın dosttan öte, iki aynı kandan arkadaşlardı ve bu cehennem misali tatilden beklentileri aynıydı aslen. Ayrıldılar, Yılmaz sahildeki bara adımlarken; Sedat lobi civarında olacaktı. Müsait birini bulduklarında tepesine çökeceklerdi.
Yılmaz, müsait kimseyi bulamadı. Kendi başına efkarlanarak içmek istedi; bu sefer de efkarlanacak bir şey bulamadı. Dört kırk yaş üstü erkeğin önünde çılgınca dans eden, giysilerini parçalamak isteyen otuz küsür yaşındaki Alman kadına baktı. "Bu saplardan hangisi, bu hatunun sevgilisiyse, bayağı şanslı." diye geçirdi içinden. Ancak içinden geçen, dışarı sıçramıştı ister istemez. Barmense, kesilen ortayı gole; Yılmaz'ın kalesine gömme derdindeydi.
-Kel ve uzun boylu herifin sevgilisi o.
-He, tamam.
Üç gün önce, cennet gibi bir tatile çıkacağını düşündüren aramayı yapan kuzeni; yine hattın öbür ucunda ona ulaşmaya çalışıyordu.
-Ne yaptın?
-Sahildeki bardayım işte. Hiç bir şey yok. Yani deli gibi dans eden sarhoş bir kadın var ama onun da sevgilisi var. Onun dışında boş...
-Tamam lobiye gel, ben iki kadının yanına çöktüm, ikisi de Çek Cumhuriyeti'nden.
Heyecanlandı ve koşar adımlarla lobinin yolunu tuttu Yılmaz.
Gördüğü manzara ise, aslında umutlarının bir dinamitle patlatılmasına yetecek düzeyde bir manzaraydı.
-Bunlardan mı bahsediyorsun?!
-Ne güzel kart oynuyoruz işte.
-Evet, çok güzel.
Kadınlardan biri kırklarının başındaydı, diğeriyse kırklarının orta yaş bunalımını çeken hatunun annesiydi. Kaçmak istiyordu ikisi de, ancak bunu nasıl kibarca ifade edeceklerini bilmiyorlardı. Yılmaz, kendi ayağına sıkmakla kalmadı; Sedat'ı da çileden çıkaracak o sözleri söyleyiverdi.
-Siz odanıza çekilin isterseniz. Saat geç oldu. Yarın kahvaltıda görüşürüz.
Yılmaz ile Sedat, son aksiyondan itibaren; gece boyunca konuşmadılar. Sabahleyin biri İstanbul'un, diğeri Ankara'nın yolunu tuttu.
Sedat; şu an üst düzey bir şirketin yöneticisi konumunda. Artık yapmak istediği tatillere, şirket tarafından gönderiliyor. Yurtdışına yaptığı iş gezileri ve seyahatlerini çok seviyor. Yılmaz ile artık küs değiller, kimi zaman görüşüp yine eski günleri ve yaptıkları rezil tatili yad ediyorlar.
Yılmaz; 30 yaşına geldi. Arkadaşları ona "Einstein" diyor. Çünkü ne iş bulabildi, ne okulunu bitirebildi, ne de evlenebildi. Beylikdüzü'nden batıya gidemedi, bu mevzudan sonra tatile gitmemeye yemin etti. İstanbul Kocamustafapaşa'da bir evde, kendi fare deliğinde nefes almaya çalışıyor.
Bir üniversiteli gencin dramı
Bu da Puhuu'ya yazdığım 2. yazıydı. Mizahi içeriğin sebebi, mizah dergisi olan Puhuu'dur. Güzeldir.
Uyandığında karşısında, bir tepsi üzerinde muzlu süt ve omlet vardı. Başlangıçta anlam veremedi, neler döndüğünün farkına varmak istiyordu. Pantolonu yerdeydi, çorapları döner sandalyenin üzerinde duruyordu. Burayı hatırlıyor olmalıydı...
"Oğlum günaydın."
"Anne?!"
"Hoşgeldin."
Her üniversiteli gencin yaşadığı klasik travmayı yaşıyordu. Hafif bir travmaydı bu. Önceki gece otobüse atlayıp dönmüştü memleketine ve dünün getirilerine adapte olmaya çalışıyordu. Kalktı ve kahvaltısını yaptı.
Ardından Türk insanının sudan daha fazla aradığı tek içecek olan çayla kahvaltısını yaptı. Babasıyla, okul durumu üzerine kısa bir diyaloğa girmişlerdi. Aslında aradığının tam ortasındaydı, fakat farkında değildi. Bu, Beyoğlu'ndaki barlarda arkadaşlarına sık sık bahsettiği hayat tarzıydı. Basit, güvenilir, dertsiz ve tasasız... Göbeğindeydi, hesaptaki hayatının.
Duşa girdi, üzerini giyindi ve "Ben çıkıyorum, akşama gelirim." diyerek evden çıktı. Arkadaşlarını aramamıştı. Zaten çok arkadaşı olmamıştı, memleketinde bulunduğu süre boyunca. Evden dışarı adımını atar atmaz bir sigara yaktı. Ailesi hala sigara içtiğini bilmiyordu. Önce boş bakışlarla arşınladı mahallesinin sokaklarını, ardından telefona sarıldı.
"Şehir dışındayım abi ben yahu."
"Yeni uyandım, akşam bir şeyler yapsak?"
"Çalışıyorum, öğleden sonra çıkacağım."
Aldığı üç cevap, yeterliydi hevesinin kırılmasına. Aval aval gezdi, memleketinin çarşısını, pazarını, kafesini, orduevinin önündeki parkını... Neden buraya gelmişti, buradan beklentileri neydi, bilmiyordu. Sadece gezgin bir ruhtu onunki. Daha doğrusu ılık bir ruh. Daha da doğrusu ne aradığını bilmeyen ergenin tekiydi.
Bir iki sigara içti, bir iki kafe gezdi ve evine döndü.
"Hoşgeldin oğlum."
Farkındaydı çünkü evi kürkçü dükkanıydı. Dönüp dolaşıp uğrayacağı yerdi. Akşamı bekliyordu. Bir iki bira, belki bir iki kızın olacağı hafif bir kafe ortamı... Heyecanlanmıştı. İlk geceden dışarı çıkacaktı.
-Baba, akşam dışarı çıkabilir miyim arkadaşlarla?
-Tamam, ama akşam 10'dan önce gelmeye çalış.
-Off, tamam ya. Erken dönerek sizi sevindirebilirsem, ne mutlu bana.
Duşunu aldı, güzelce giyindi. Akşam yemeğini yedi ve dışarı çıktı.
-Ooo hoşgeldin!
-Eyvallah Samim. Nasıl gidiyor?
-Boşver oğlum nasıl gittiğini... Melis'le iki tane kız arkadaşı gelecek akşam.
-Ooh, aktık!
Hüseyin, kızların güzelliğini düşünüyordu; Samim'le dolmuşa bindikleri sırada. Güzeller miydi, evleri var mıydı, evleri yoksa; otele gelirler miydi? Yirmi yaşındaydı ve yirmi senedir seks yapmamıştı. Heyecanla barın yolunu tuttular.
Küçük bir şehirdi burası. Gençlerin gidebileceği, alkol satılan toplam üç tane bar vardı Bilecik'te. Kızlar, bira ve bar fikri sebebiyle Hüseyin'in heyecanı katlanıyordu. Aslen Hüseyin, ezelden beridir Melis'e yanıktı; fakat Melis'in ona sarhoşken üç; ayıkken sekiz kez söylediği cümle aklından çıkmıyordu.
-Hüseyin, ya; üzgünüm. Ama ben seni gerçekten arkadaş olarak görüyorum. Yani, hani böyle insanın yüzüne bakarsın; gözlerinin içine bakarsın ve kendini çok iyi hissedersin ya, işte aynen bunu hissediyorum gözlerinin içine baktığımda. Hem, sen İstanbul'da okuyorsun. Ben sınava tekrar hazırlanıyorum ve uzaktan yürütülecek bir ilişkiye zaten açık değilim ben. Ayrıca bu sene sınava konsantre olmam gerekiyor. Bir erkek arkadaş istediğime emin değilim...
Hüseyin'in yaklaşık olarak aynı cümleleri duyduğu sayı üç kezdi. Çünkü sadece sarhoşken Melis'e açılabilmiş ve şansını "konuşarak" deneyebilmişti. Ayıkken ise Melis'e mesaj atar ve bu açıklamayı harfiyen okurdu. Muhtemelen Melis'in telefonunda Hüseyin'e gönderilmek üzere hazırda bekletilen bir mesaj şablonu bulunuyordu ve ne zaman bu konu açılsa, Melis Hüseyin'e bu mesajı gönderiyordu.
"Sınava konsantre olması lazımmış. Hadi lan oradan! Kızlarla dışarı çıkıp bira içmeyi biliyon ama. Geçen sene de hazırlanıyordun sınava ama Bilecik Üniversitesi'nin gülü Tayyar ile gününü gün ediyordun, sanki bilmiyoruz. Neyse, şu arkadaşların gelsin de, ben onlara güzelce bir yazarım, kıskançlıktan çatlarsın kevaşe!" diye düşündü Hüseyin. Fakat Hüseyin, bırakın duygusal zekayı, normal zeka seviyesi bile yerlerde sürünen bir çocuk olduğundan, düşünürken dolmuşçuya parayı uzatmayı unutmuş; ayrıca kaşlarını çatarak Melis'i düşündüğünden ötürü dolmuşçunun gözünün içine aval aval bakma gafletinde bulunmuştu.
-Hayırdır?
-Melis, sen görürsün kızım. Seni bitireceğim.
-Kardeşim hasta mısın, bineceksen bin, binmeyeceksen de defol git, in lan aşşağı!
Hüseyin'in aklı başına gelmişti.
-Iı abi şey, bir öğrenci.
Hüseyin parayı verdi, arkalara doğru Samim'in yanına geçti ve dayanamadı:
-Kızlar güzel mi lan, tanıyor musun kızları?
-Biri güzel, ötekini tanımıyorum.
-Melis'ten güzel mi?
-Bilmem.
Bara gittiklerindeyse Hüseyin şok üstüne şok yaşıyordu. Melis, 184 boyunda ve 40 kilo ağırlığında, tüy siklet; düşük omuzlu Hilal ve 155 boyunda, ağır siklet Grekoromen güreş şampiyonu Ayşe ile tanıştırmıştı Hüseyin'i.
Hüseyin, acil durum eylem planını yürürlüğe koymak zorundaydı. Zeka bakımından hala 15 yaşında bir ergendi, ancak yurtta kalırken internet ile Türkiye'nin imtihanı sırasında oluşturulmuş, nasilkizkaldirilir.com isimli bir siteden; kadınları kıskandırma yollarını öğrendiğini sanmıştı.
Hemen cep telefonunu çıkardı, okuldaki tek arkadaşına mesaj gönderdi.
-Aytuğ naber? Ben memleketteyim oralar nasıl? Bensiz akıyor musunuz alemlere?
Aytuğ ile mesajlaşırken telefonunu masanın altında tutuyor, kimi zaman birasından bir yudum alırken de Melis'in gözünün içine bakıyordu. Hilal ve Ayşe ise zaten konuşmaktan ziyade bira içerken "Ikh, mıkh" şeklinde sesler çıkarıyorlar, Melis ile Samim; yakınlaşmaya çalışıyorlardı.
Bu, yaklaşık bir saat sürdü. Hüseyin; hem Aytuğ'dan gelen, "Abi ben kaçıyorum, kendine iyi bak, gelince görüşürüz." mesajıyla acil durum eylem planından bir nebze de olsa vazgeçmişti (aslında Mehmet'e, Feyzi'ye, Reha'ya, Özgür'e de mesaj yazacaktı) hem de Samim ile Melis'in yakınlaşmalarından rahatsızlık duymaya başlamıştı. Konuya girdi.
-Ee Melis sen neler yapıyorsun, nasıl gidiyor çalışmalar? Ahahahahahahahaha. Geçen sene kaç puan çekmiştin?
-Iı, şey; Hüseyin, bir şey konuşuyoruz da, birazdan cevap versem olur mu? Özel yani...
Hüseyin geriye yaslandı. Hilal ve Ayşe'yi; üçüncü birasını garsondan aldığında süzmeye başladı. Aslında Hilal gidebilirdi yani. Gideri vardı Hilal'in. Evet evet Hilal'in kesinlikle gideri vardı.
-Siz nereden arkadaşsınız?
-Aynı mahallede oturmuştuk.
-Peki.
Hilal yüz vermeyi kesince, Hüseyin çıldırma noktasına vardığını hissetti.
-Samim iki dakika gelir misin benimle?
-Geleyim abi.
Tuvalete doğru yürüdüler.
-Samim ayıp olmuyor mu kardeş?
-Ne gibi abi?
-Oğlum benim kıza yazıyorsun.
-Abi Melis benim de arkadaşım. Ayrıca yazmıyorum, muhabbet ediyoruz.
-Sus ulan! Cevap verme. Ne bok yediğinizi görmüyor muyum?! Sen yoksun kanka bundan sonra. Sildim seni defterden. Senin gibi arkadaşım olacağına, hiç olmasın daha iyi. Yazıklar olsun!
Hüseyin, hem alkol hem de saatin akşam ona yaklaşıyor olmasının etkisiyle bu kadar rahat konuşabiliyordu. Ayrıca, bardan bir hışımla çıkarsa hesabı da masadakilere kitleyebileceğini bildiği için, oyunu bir adım öteye taşıdı. Duygusal çöküntüsünü, maddi dadanmasıyla birleştirdi. Samim'e baktı, "Benim artık Samim diye bir arkadaşım yok!" diye bağırdı Samim'e, tuvaletin önünde. Bu çığlık, bardaki herkesin ilgisini çekmişti.
Masasına döndü, cekedini aldı ve evinin yolunu tuttu.
-Samim, niye böyle yaptı Hüseyin? Oha yoksa ondan hoşlandığını söyledin mi?
-Hayır, ağzımı açmadım. Tek kelime konuşmadım.
-Canım boş ver ya... Her şey yoluna girer.
Uyandığında karşısında, bir tepsi üzerinde muzlu süt ve omlet vardı. Başlangıçta anlam veremedi, neler döndüğünün farkına varmak istiyordu. Pantolonu yerdeydi, çorapları döner sandalyenin üzerinde duruyordu. Burayı hatırlıyor olmalıydı...
"Oğlum günaydın."
"Anne?!"
"Hoşgeldin."
Her üniversiteli gencin yaşadığı klasik travmayı yaşıyordu. Hafif bir travmaydı bu. Önceki gece otobüse atlayıp dönmüştü memleketine ve dünün getirilerine adapte olmaya çalışıyordu. Kalktı ve kahvaltısını yaptı.
Ardından Türk insanının sudan daha fazla aradığı tek içecek olan çayla kahvaltısını yaptı. Babasıyla, okul durumu üzerine kısa bir diyaloğa girmişlerdi. Aslında aradığının tam ortasındaydı, fakat farkında değildi. Bu, Beyoğlu'ndaki barlarda arkadaşlarına sık sık bahsettiği hayat tarzıydı. Basit, güvenilir, dertsiz ve tasasız... Göbeğindeydi, hesaptaki hayatının.
Duşa girdi, üzerini giyindi ve "Ben çıkıyorum, akşama gelirim." diyerek evden çıktı. Arkadaşlarını aramamıştı. Zaten çok arkadaşı olmamıştı, memleketinde bulunduğu süre boyunca. Evden dışarı adımını atar atmaz bir sigara yaktı. Ailesi hala sigara içtiğini bilmiyordu. Önce boş bakışlarla arşınladı mahallesinin sokaklarını, ardından telefona sarıldı.
"Şehir dışındayım abi ben yahu."
"Yeni uyandım, akşam bir şeyler yapsak?"
"Çalışıyorum, öğleden sonra çıkacağım."
Aldığı üç cevap, yeterliydi hevesinin kırılmasına. Aval aval gezdi, memleketinin çarşısını, pazarını, kafesini, orduevinin önündeki parkını... Neden buraya gelmişti, buradan beklentileri neydi, bilmiyordu. Sadece gezgin bir ruhtu onunki. Daha doğrusu ılık bir ruh. Daha da doğrusu ne aradığını bilmeyen ergenin tekiydi.
Bir iki sigara içti, bir iki kafe gezdi ve evine döndü.
"Hoşgeldin oğlum."
Farkındaydı çünkü evi kürkçü dükkanıydı. Dönüp dolaşıp uğrayacağı yerdi. Akşamı bekliyordu. Bir iki bira, belki bir iki kızın olacağı hafif bir kafe ortamı... Heyecanlanmıştı. İlk geceden dışarı çıkacaktı.
-Baba, akşam dışarı çıkabilir miyim arkadaşlarla?
-Tamam, ama akşam 10'dan önce gelmeye çalış.
-Off, tamam ya. Erken dönerek sizi sevindirebilirsem, ne mutlu bana.
Duşunu aldı, güzelce giyindi. Akşam yemeğini yedi ve dışarı çıktı.
-Ooo hoşgeldin!
-Eyvallah Samim. Nasıl gidiyor?
-Boşver oğlum nasıl gittiğini... Melis'le iki tane kız arkadaşı gelecek akşam.
-Ooh, aktık!
Hüseyin, kızların güzelliğini düşünüyordu; Samim'le dolmuşa bindikleri sırada. Güzeller miydi, evleri var mıydı, evleri yoksa; otele gelirler miydi? Yirmi yaşındaydı ve yirmi senedir seks yapmamıştı. Heyecanla barın yolunu tuttular.
Küçük bir şehirdi burası. Gençlerin gidebileceği, alkol satılan toplam üç tane bar vardı Bilecik'te. Kızlar, bira ve bar fikri sebebiyle Hüseyin'in heyecanı katlanıyordu. Aslen Hüseyin, ezelden beridir Melis'e yanıktı; fakat Melis'in ona sarhoşken üç; ayıkken sekiz kez söylediği cümle aklından çıkmıyordu.
-Hüseyin, ya; üzgünüm. Ama ben seni gerçekten arkadaş olarak görüyorum. Yani, hani böyle insanın yüzüne bakarsın; gözlerinin içine bakarsın ve kendini çok iyi hissedersin ya, işte aynen bunu hissediyorum gözlerinin içine baktığımda. Hem, sen İstanbul'da okuyorsun. Ben sınava tekrar hazırlanıyorum ve uzaktan yürütülecek bir ilişkiye zaten açık değilim ben. Ayrıca bu sene sınava konsantre olmam gerekiyor. Bir erkek arkadaş istediğime emin değilim...
Hüseyin'in yaklaşık olarak aynı cümleleri duyduğu sayı üç kezdi. Çünkü sadece sarhoşken Melis'e açılabilmiş ve şansını "konuşarak" deneyebilmişti. Ayıkken ise Melis'e mesaj atar ve bu açıklamayı harfiyen okurdu. Muhtemelen Melis'in telefonunda Hüseyin'e gönderilmek üzere hazırda bekletilen bir mesaj şablonu bulunuyordu ve ne zaman bu konu açılsa, Melis Hüseyin'e bu mesajı gönderiyordu.
"Sınava konsantre olması lazımmış. Hadi lan oradan! Kızlarla dışarı çıkıp bira içmeyi biliyon ama. Geçen sene de hazırlanıyordun sınava ama Bilecik Üniversitesi'nin gülü Tayyar ile gününü gün ediyordun, sanki bilmiyoruz. Neyse, şu arkadaşların gelsin de, ben onlara güzelce bir yazarım, kıskançlıktan çatlarsın kevaşe!" diye düşündü Hüseyin. Fakat Hüseyin, bırakın duygusal zekayı, normal zeka seviyesi bile yerlerde sürünen bir çocuk olduğundan, düşünürken dolmuşçuya parayı uzatmayı unutmuş; ayrıca kaşlarını çatarak Melis'i düşündüğünden ötürü dolmuşçunun gözünün içine aval aval bakma gafletinde bulunmuştu.
-Hayırdır?
-Melis, sen görürsün kızım. Seni bitireceğim.
-Kardeşim hasta mısın, bineceksen bin, binmeyeceksen de defol git, in lan aşşağı!
Hüseyin'in aklı başına gelmişti.
-Iı abi şey, bir öğrenci.
Hüseyin parayı verdi, arkalara doğru Samim'in yanına geçti ve dayanamadı:
-Kızlar güzel mi lan, tanıyor musun kızları?
-Biri güzel, ötekini tanımıyorum.
-Melis'ten güzel mi?
-Bilmem.
Bara gittiklerindeyse Hüseyin şok üstüne şok yaşıyordu. Melis, 184 boyunda ve 40 kilo ağırlığında, tüy siklet; düşük omuzlu Hilal ve 155 boyunda, ağır siklet Grekoromen güreş şampiyonu Ayşe ile tanıştırmıştı Hüseyin'i.
Hüseyin, acil durum eylem planını yürürlüğe koymak zorundaydı. Zeka bakımından hala 15 yaşında bir ergendi, ancak yurtta kalırken internet ile Türkiye'nin imtihanı sırasında oluşturulmuş, nasilkizkaldirilir.com isimli bir siteden; kadınları kıskandırma yollarını öğrendiğini sanmıştı.
Hemen cep telefonunu çıkardı, okuldaki tek arkadaşına mesaj gönderdi.
-Aytuğ naber? Ben memleketteyim oralar nasıl? Bensiz akıyor musunuz alemlere?
Aytuğ ile mesajlaşırken telefonunu masanın altında tutuyor, kimi zaman birasından bir yudum alırken de Melis'in gözünün içine bakıyordu. Hilal ve Ayşe ise zaten konuşmaktan ziyade bira içerken "Ikh, mıkh" şeklinde sesler çıkarıyorlar, Melis ile Samim; yakınlaşmaya çalışıyorlardı.
Bu, yaklaşık bir saat sürdü. Hüseyin; hem Aytuğ'dan gelen, "Abi ben kaçıyorum, kendine iyi bak, gelince görüşürüz." mesajıyla acil durum eylem planından bir nebze de olsa vazgeçmişti (aslında Mehmet'e, Feyzi'ye, Reha'ya, Özgür'e de mesaj yazacaktı) hem de Samim ile Melis'in yakınlaşmalarından rahatsızlık duymaya başlamıştı. Konuya girdi.
-Ee Melis sen neler yapıyorsun, nasıl gidiyor çalışmalar? Ahahahahahahahaha. Geçen sene kaç puan çekmiştin?
-Iı, şey; Hüseyin, bir şey konuşuyoruz da, birazdan cevap versem olur mu? Özel yani...
Hüseyin geriye yaslandı. Hilal ve Ayşe'yi; üçüncü birasını garsondan aldığında süzmeye başladı. Aslında Hilal gidebilirdi yani. Gideri vardı Hilal'in. Evet evet Hilal'in kesinlikle gideri vardı.
-Siz nereden arkadaşsınız?
-Aynı mahallede oturmuştuk.
-Peki.
Hilal yüz vermeyi kesince, Hüseyin çıldırma noktasına vardığını hissetti.
-Samim iki dakika gelir misin benimle?
-Geleyim abi.
Tuvalete doğru yürüdüler.
-Samim ayıp olmuyor mu kardeş?
-Ne gibi abi?
-Oğlum benim kıza yazıyorsun.
-Abi Melis benim de arkadaşım. Ayrıca yazmıyorum, muhabbet ediyoruz.
-Sus ulan! Cevap verme. Ne bok yediğinizi görmüyor muyum?! Sen yoksun kanka bundan sonra. Sildim seni defterden. Senin gibi arkadaşım olacağına, hiç olmasın daha iyi. Yazıklar olsun!
Hüseyin, hem alkol hem de saatin akşam ona yaklaşıyor olmasının etkisiyle bu kadar rahat konuşabiliyordu. Ayrıca, bardan bir hışımla çıkarsa hesabı da masadakilere kitleyebileceğini bildiği için, oyunu bir adım öteye taşıdı. Duygusal çöküntüsünü, maddi dadanmasıyla birleştirdi. Samim'e baktı, "Benim artık Samim diye bir arkadaşım yok!" diye bağırdı Samim'e, tuvaletin önünde. Bu çığlık, bardaki herkesin ilgisini çekmişti.
Masasına döndü, cekedini aldı ve evinin yolunu tuttu.
-Samim, niye böyle yaptı Hüseyin? Oha yoksa ondan hoşlandığını söyledin mi?
-Hayır, ağzımı açmadım. Tek kelime konuşmadım.
-Canım boş ver ya... Her şey yoluna girer.
Son zamanlar yaptıklarıma bakma ne olursun?
Artık yayınlanmayan Puhuu Dergi bana bir şans vermişti. Orada yazdığım ilk yazıdır...
Son Zamanlar Yaptıklarıma Bakma Ne Olursun...
2004 ya da 2005. “Tutulamayanlar”danım, erken kaybedenler cinsi. Ergen isyanım bir yana, yaptığım mastürbasyonun haddi hesabı yok. Zaten lise döneminde sanırım iki kız arkadaşım oldu toplam. Onların da en fazla elini “tutabilmişim”dir. Hoş, ikisini de güzel tavlamıştım şimdi.
Neyse, geçmişe saygısızlık edip, nasıl tanıştığımı falan anlatmayacağım. Dediğim gibi, tema olarak “ergen isyanı” zamanları. Suratım küllüm sivilce, müzik grubu kurmaya çalışıyorum; ama ne gitar çalmayı biliyorum ne de şarkı söylemeyi. Sorsan, hepsini harika yaptığımı düşünürüm. Bana progresif bir death metal şarkısı ver, biraz çalışsam çalarım yani o derece.
Basketbol oynuyorum, lisanslıyım. Maçlara ilk beş başlayamıyorum genellikle. Zaten sırf boyum uzun diye(lise 2den beri boy atmadım) oynatılıyorum sanırım. Top tut desen tutamaz, heyecanlanırım.
Bu ayrıntıları neden mi veriyorum? Tutulamayan olmamın sebebini sizinle paylaşmak istiyorum çünkü.
Ha bir de tabii, babamın; okuduğum lisede öğretmen olması durumu var ki o küllüm evlere şenlik. Lisede yapılabilecek hiç bir serseriliğe elimi süremiyorum, kavga edemem, ders kıramam, okuldan kaçamam. Bok gibi bir lise hayatım oldu anlayacağınız ve o “Lise dönemleri hep hatırlanır, özlenir.” durumunu yaşamadım. Eziğin tekiydim, şu andan farksız olarak.
Bir biyoloji hocamız vardı, ismini hatırlayamıyorum ancak kadıncağız; Sakıncalı Düşünceler filmindeki “Michelle Pfeiffer” karakterine kendini kaptırmıştı. İdealist, aynı zamanda sert durmaya çalışan bir kadındı. Aramızda Emilio da yoktu halbuki, veya hamile kız da... Neden bu denli katıydı bilmez, genelde sorunun temeline inmek yerine farklı farklı iddialar ortaya atar, güler geçerdik. Çok net hatırlıyorum, yaptığı yazılılar on, bazen yirmi soruluk olurdu. “Tansiyonu yükselen birine ne verilir?” diye bir soru vardı. “Tansiyon ilacı” yazmıştım. Sınıfta bu cevabı yüksek sesle okuyup beni azarlamış, arkadaşlarımın taşşak konusu olmama izin vermişti. Gerçi ben de “Dalgacı Mahmut”tum, ben de gülmüştüm.
Mevzu bahis Pfeiffer, bir Perşembe günü; bizi “laboratuar”a indireceğini söylemişti. Eğer Robert’te, Kabataş’ta veya herhangi bir yabancı menşeili özel lisede okumuyorsanız; lise biyoloji laboratuarı Türkiye’nin her yerinde aynıdır. İçinde cenin bulunan bir kavanoz, bir plastik insan iskeleti ve sıra sıra dizilmiş saçma sapan kitaplar. Ama sorsan, laboratuara gidiyorduk. Kurbağa bile kesmezdik laboratuarda, ne öğrenmeye; ne yapmaya gidiyorduk merak ediyordum. “İleride bunlar ne işimize yarayacak?” sorusundan daha büyük merak uyandırıyordu çünkü bu gerçeklik bende. Aramızda, ileride tıp okumak isteyen; hatta “Boğaziçi Tıp’ta okuyacağım.” diyen adamlar bile vardı ancak onlar sorgulamaz, aval aval hocanın ağzının içine bakar ve not tutarlardı.
Hocayı takip ettikçe, aslında laboratuara değil; genellikle özel üniversite –pardon, vakıf üniversitesi- tanıtımlarının yapıldığı o boktan konferans odasına gittiğimizi anlamıştım. Bu oda, aslında sandalyelerin hemen yanlarında aparat şeklinde minik masalara sahip olduğu, basık, nemli, bir adet tepegöz ve bir adet projeksiyon cihazından oluşan; “konferans” odasıydı. İsmini duyan, okul yönetim kurulu toplantılarının burada yapıldığını düşünürdü ancak bu oda kullanılmadığı zamanlarda hademelerin eşyalarını bıraktıkları ve sigara içtikleri bir yerden ibaretti. Yaklaşık elli, atmış yanlamalı sandalye sığabiliyordu buraya. Bir de hoca kürsüsü işte... Cephesi, batı ve biz lanet olası bir sıcak ilkbahar gününün dördünde oradaydık.
Sıcak, terliyoruz, projeksiyon cihazı ve toplu alınan her masaüstü bilgisayarın yanında verilen ikili gri hoparlörler; eski bir dizüstü bilgisayara bağlı. Ekranda, DNA ile alakalı bir film dönüyor, genetik vs. En arka sıralarda oturmuş, izler gibi yapıyorum. Terliyordum, uyumaya çalışıyordum; olmuyordu. Çekilmiş olan perdeye baktım. Aslında camlar açıktı ve sadece perdeler çekilmişti. Kaçmak için yeterli ortam elimde olabilirdi. Şaş Vedat da benimle aynı şeyleri düşünüyordu ki perdenin etrafında geziniyordu. Son dersti, yoklama alınmıştı ve kaçabilsek kimsenin umrunda olmayacaktı belki de... Seçtiğim pencere, hocanın kürsüsünden görünmüyordu kocaman kolon sebebiyle. Usulca yaklaştım, Vedat da yaklaştı perdeye. Atlamasını fısıldadım. Bir buçuk, en fazla iki metreydi yükseklik. Atladı, ancak yanlış atladı. Ayağını burkup sövmüştü... Ardından ben de atladım ve tabanları yağladık.
Eve gittiğimdeyse o acı haber, arkadaşımdan gelmişti. Hoca, bizim dersten kaçtığımızı anlamıştı. Babam neden yanımda değildi o gün ve neden eve yalnız başıma dönmüştüm, hatırlamıyorum. Babamı beklemeye başladım heyecanla. Çıldırmak üzereydim. Geldiğinde beni dövmeyecekti, ancak öyle laflar edecek, öyle bağıracaktı ki itin götüne girip girip çıkacaktım.
Geldi, akşam sekiz sularında, elinde bizim sitenin bahçesinden topladığı bir tomar çiçek ve bahçe makasıyla. Suratıma baktı ve çok kısa bir cümle söyledi: “Yarın al bunları da yanına ve hocandan özür dile.”
Bakışları zaten bitirmişti beni.
“Ellerimde çiçekler, kapında sırılsıklam, görürsen bir gün şaşırma...” şarkısı dilimde, arkadaşlarımın dalga geçen bakışları arasında öğretmenler odasına gittim. Hoca, ben, babam ve Şaş Vedat; müdür yardımcısının odasına doğru yürüyorduk. Ellerimde çiçeklerle ben, İlhan Şeşen’den farksızdım çünkü zaten hoca ve babam beni ortalarda bırakmıştı, şimdiyse kapısına gittiğimiz bir müdür yardımcısı vardı. Babam aradan çekildi, “Eti senin, kemiği de senin hoca!” dedi sırıtarak ve yine sert bir bakış attı bana. Terliyordum...
Girdik müdür yardımcısının odasına. Hoca, tam bir Pfeiffer örneği göstererek savunmasını yaptı. “Ya başınıza bir şey gelseydi? Ben sizden sorumluyum çocuklar, bunu anlayın. Sıkıcı da olsa bunları size öğretmek istiyorum sadece. Ama bu seferlik affediyorum.” Müdür yardımcısıysa yüzüme bakıp bıyıkaltından gülüyordu. Ellerimdeki çiçekleri hocaya bıraktıktan sonra, sınıfıma gittim. Ders zili çoktan çalmıştı.
Sınıfa girdim ve karakterini en çok sevdiğim hocalardan biri; dersi anlatıyordu. Murat Hoca, fizikçi... Geçtim yerime, ders anlatmayı kesmiş, sırıtıyordu. Herkes bana bakıyordu, hoca da dahil. “Mahmut, buranın yerden yüksekliği kaç metredir?” “Bilmem hocam.” “Oğlum atlayıp matlama da, bu sefer hiç birimiz kurtulamayız.”
Son Zamanlar Yaptıklarıma Bakma Ne Olursun...
2004 ya da 2005. “Tutulamayanlar”danım, erken kaybedenler cinsi. Ergen isyanım bir yana, yaptığım mastürbasyonun haddi hesabı yok. Zaten lise döneminde sanırım iki kız arkadaşım oldu toplam. Onların da en fazla elini “tutabilmişim”dir. Hoş, ikisini de güzel tavlamıştım şimdi.
Neyse, geçmişe saygısızlık edip, nasıl tanıştığımı falan anlatmayacağım. Dediğim gibi, tema olarak “ergen isyanı” zamanları. Suratım küllüm sivilce, müzik grubu kurmaya çalışıyorum; ama ne gitar çalmayı biliyorum ne de şarkı söylemeyi. Sorsan, hepsini harika yaptığımı düşünürüm. Bana progresif bir death metal şarkısı ver, biraz çalışsam çalarım yani o derece.
Basketbol oynuyorum, lisanslıyım. Maçlara ilk beş başlayamıyorum genellikle. Zaten sırf boyum uzun diye(lise 2den beri boy atmadım) oynatılıyorum sanırım. Top tut desen tutamaz, heyecanlanırım.
Bu ayrıntıları neden mi veriyorum? Tutulamayan olmamın sebebini sizinle paylaşmak istiyorum çünkü.
Ha bir de tabii, babamın; okuduğum lisede öğretmen olması durumu var ki o küllüm evlere şenlik. Lisede yapılabilecek hiç bir serseriliğe elimi süremiyorum, kavga edemem, ders kıramam, okuldan kaçamam. Bok gibi bir lise hayatım oldu anlayacağınız ve o “Lise dönemleri hep hatırlanır, özlenir.” durumunu yaşamadım. Eziğin tekiydim, şu andan farksız olarak.
Bir biyoloji hocamız vardı, ismini hatırlayamıyorum ancak kadıncağız; Sakıncalı Düşünceler filmindeki “Michelle Pfeiffer” karakterine kendini kaptırmıştı. İdealist, aynı zamanda sert durmaya çalışan bir kadındı. Aramızda Emilio da yoktu halbuki, veya hamile kız da... Neden bu denli katıydı bilmez, genelde sorunun temeline inmek yerine farklı farklı iddialar ortaya atar, güler geçerdik. Çok net hatırlıyorum, yaptığı yazılılar on, bazen yirmi soruluk olurdu. “Tansiyonu yükselen birine ne verilir?” diye bir soru vardı. “Tansiyon ilacı” yazmıştım. Sınıfta bu cevabı yüksek sesle okuyup beni azarlamış, arkadaşlarımın taşşak konusu olmama izin vermişti. Gerçi ben de “Dalgacı Mahmut”tum, ben de gülmüştüm.
Mevzu bahis Pfeiffer, bir Perşembe günü; bizi “laboratuar”a indireceğini söylemişti. Eğer Robert’te, Kabataş’ta veya herhangi bir yabancı menşeili özel lisede okumuyorsanız; lise biyoloji laboratuarı Türkiye’nin her yerinde aynıdır. İçinde cenin bulunan bir kavanoz, bir plastik insan iskeleti ve sıra sıra dizilmiş saçma sapan kitaplar. Ama sorsan, laboratuara gidiyorduk. Kurbağa bile kesmezdik laboratuarda, ne öğrenmeye; ne yapmaya gidiyorduk merak ediyordum. “İleride bunlar ne işimize yarayacak?” sorusundan daha büyük merak uyandırıyordu çünkü bu gerçeklik bende. Aramızda, ileride tıp okumak isteyen; hatta “Boğaziçi Tıp’ta okuyacağım.” diyen adamlar bile vardı ancak onlar sorgulamaz, aval aval hocanın ağzının içine bakar ve not tutarlardı.
Hocayı takip ettikçe, aslında laboratuara değil; genellikle özel üniversite –pardon, vakıf üniversitesi- tanıtımlarının yapıldığı o boktan konferans odasına gittiğimizi anlamıştım. Bu oda, aslında sandalyelerin hemen yanlarında aparat şeklinde minik masalara sahip olduğu, basık, nemli, bir adet tepegöz ve bir adet projeksiyon cihazından oluşan; “konferans” odasıydı. İsmini duyan, okul yönetim kurulu toplantılarının burada yapıldığını düşünürdü ancak bu oda kullanılmadığı zamanlarda hademelerin eşyalarını bıraktıkları ve sigara içtikleri bir yerden ibaretti. Yaklaşık elli, atmış yanlamalı sandalye sığabiliyordu buraya. Bir de hoca kürsüsü işte... Cephesi, batı ve biz lanet olası bir sıcak ilkbahar gününün dördünde oradaydık.
Sıcak, terliyoruz, projeksiyon cihazı ve toplu alınan her masaüstü bilgisayarın yanında verilen ikili gri hoparlörler; eski bir dizüstü bilgisayara bağlı. Ekranda, DNA ile alakalı bir film dönüyor, genetik vs. En arka sıralarda oturmuş, izler gibi yapıyorum. Terliyordum, uyumaya çalışıyordum; olmuyordu. Çekilmiş olan perdeye baktım. Aslında camlar açıktı ve sadece perdeler çekilmişti. Kaçmak için yeterli ortam elimde olabilirdi. Şaş Vedat da benimle aynı şeyleri düşünüyordu ki perdenin etrafında geziniyordu. Son dersti, yoklama alınmıştı ve kaçabilsek kimsenin umrunda olmayacaktı belki de... Seçtiğim pencere, hocanın kürsüsünden görünmüyordu kocaman kolon sebebiyle. Usulca yaklaştım, Vedat da yaklaştı perdeye. Atlamasını fısıldadım. Bir buçuk, en fazla iki metreydi yükseklik. Atladı, ancak yanlış atladı. Ayağını burkup sövmüştü... Ardından ben de atladım ve tabanları yağladık.
Eve gittiğimdeyse o acı haber, arkadaşımdan gelmişti. Hoca, bizim dersten kaçtığımızı anlamıştı. Babam neden yanımda değildi o gün ve neden eve yalnız başıma dönmüştüm, hatırlamıyorum. Babamı beklemeye başladım heyecanla. Çıldırmak üzereydim. Geldiğinde beni dövmeyecekti, ancak öyle laflar edecek, öyle bağıracaktı ki itin götüne girip girip çıkacaktım.
Geldi, akşam sekiz sularında, elinde bizim sitenin bahçesinden topladığı bir tomar çiçek ve bahçe makasıyla. Suratıma baktı ve çok kısa bir cümle söyledi: “Yarın al bunları da yanına ve hocandan özür dile.”
Bakışları zaten bitirmişti beni.
“Ellerimde çiçekler, kapında sırılsıklam, görürsen bir gün şaşırma...” şarkısı dilimde, arkadaşlarımın dalga geçen bakışları arasında öğretmenler odasına gittim. Hoca, ben, babam ve Şaş Vedat; müdür yardımcısının odasına doğru yürüyorduk. Ellerimde çiçeklerle ben, İlhan Şeşen’den farksızdım çünkü zaten hoca ve babam beni ortalarda bırakmıştı, şimdiyse kapısına gittiğimiz bir müdür yardımcısı vardı. Babam aradan çekildi, “Eti senin, kemiği de senin hoca!” dedi sırıtarak ve yine sert bir bakış attı bana. Terliyordum...
Girdik müdür yardımcısının odasına. Hoca, tam bir Pfeiffer örneği göstererek savunmasını yaptı. “Ya başınıza bir şey gelseydi? Ben sizden sorumluyum çocuklar, bunu anlayın. Sıkıcı da olsa bunları size öğretmek istiyorum sadece. Ama bu seferlik affediyorum.” Müdür yardımcısıysa yüzüme bakıp bıyıkaltından gülüyordu. Ellerimdeki çiçekleri hocaya bıraktıktan sonra, sınıfıma gittim. Ders zili çoktan çalmıştı.
Sınıfa girdim ve karakterini en çok sevdiğim hocalardan biri; dersi anlatıyordu. Murat Hoca, fizikçi... Geçtim yerime, ders anlatmayı kesmiş, sırıtıyordu. Herkes bana bakıyordu, hoca da dahil. “Mahmut, buranın yerden yüksekliği kaç metredir?” “Bilmem hocam.” “Oğlum atlayıp matlama da, bu sefer hiç birimiz kurtulamayız.”
2 Haziran 2013 Pazar
Hayatımda bir kez bile oturmadığım Gezi Parkı'nda 2
"Dur lan buradan İstiklal'e çıkılıyordu." diyerek yolu takip ettim. Yoldan bir bira aldım, tüm "Arkadaşlar alkol almayın ayık olun, gece gelecekler!" ihtarlarına rağmen. Ulan gece atılacak biber gazını damıtır içerim ben be, ne diyorsun sen? Benim mazotum alkol, sapıtmam alkol, davam alkol, amacım ve aracım alkol. Sonuçta iki bira içip bayılacak biri olmadım hiç bir zaman. Hoş, keşke öyle olsaydım da cüzdan bu kadar zayıflamasaydı, Dukan diyeti yapmış gibi, her ayın ortasında.
İnsanların arasından yürüye yürüye Mitanni'ye geçtim. "Tuvaleti kullanabilir miyim?" dediğimde çocuk ayrı şok oldu. "Tabii ki buyrun." diyerek gözlerimin içine ve etrafındaki beyaz lekelere bakıyordu. Sanki on beş porno yıldızı suratıma boşalmış gibiydi.
Tuvalete giderken eniştemi gördüm. Ablamla konuşuyordu. "Ha yanımda yanımda, İyi görünüyor. Az bişey yemiş sadece. Dur vereyim telefona." Kısa kestim. "Bir bira içmeye çıktık anamız s..." derken etrafımdaki insanların beni dinlediğini duydum ve sövmeden kestim diyalogu. Toparlandım, yüzümü müzümü yıkadım, biraz bağırdım İstiklal'de. Biraz inşaat koruması alüminyum dövdüm ve Beatles Cafe'ye gidip oturdum. Arkadaşlarım bana ulaşmaya çalışıyorlardı, internet şifresini öğrenip hemen Tweet'ini attım. Yasemin aradı, müsaitsem yanıma gelecekmiş. Dedim gel.
O sırada, Demirören AVM'nin arkasında bayılanlar olduğuna dair bir Tweet okudum. Barmene gidip "Benim masam kalsın, ben şu son kalan limon ve sütlerimi birine bırakıp geliyorum." dedim. Bastım aşağıya indim. Ulan kimse yok? Sağına baktım yok, soluna baktım yok. En sonunda bir tane simitçi gördüm. Herkes barış kardeşlik sloganı atarken adama yaklaşıp;
-Bunları ihtiyacı olana ver. Parayla satarsan sikerim suratını.
dediğim anda slogan durmuştu. Bir an dönüp baktılar.
Bara geri döndüm, içerken Yasemin geldi. Nasıl yollardan geldiğini anlattı biraz. Güzel görünüyordu, saçına ek yaptırmıştı, mini bir şortu vardı, korsemsi bir üstü falan. Poz verdim, "Eylem de yapsa eşşek eşşektir." tagiyle koydum Twitter'a. Evet, poz sırasında göğüslerine doğru dilimi çıkarmam, birazcık; "İki memeye memleketi satarım." diyen Ahmet Altan etkisi yarattı ama olsun.
-The Wall'a gidelim, sana bira ısmarlayayım.
-Sen ısmarlıyorsan olur, nakide sıkışığım.
Kalktık, The Wall'a gittik. İlk bir saat her şey çok güzeldi. İçiyor, Yasemin'le muhabbet ediyordum. O da arada bar sahibi olan arkadaşıyla konuşuyordu derken; dışarıdan çığlıklar yükseldi. Apartman kapısı açıldı hemen. İnsanları içeri aldılar. Camları kapattılar. Biber gazı etkisi hissediliyordu yine. Sokağın içini doldurmuşlardı gazla. Sanırım apartman girişine de attılar ki; bir anda yoğunluğu tavan yaptı. Bandanamla yüzümü kapattım, Yasemin gözüme biraz limon, bandanaya da sirke sıktı. "Sirkeye yatırılmış sucuklu oğlanlar derneği"nin resmi bir üyesiydim artık.
Bekleyiş başladı. Gereksiz geriyorlardı ortamı. İlginçtir, günlük hayatta anlık gerginlikle çok kişiye kızdım, posta koydum, çok kişinin ağzına sıçtım bir iki cümleyle çünkü çok çabuk gerilirim. Bu seferse herkes gergindi ve ben o kadar sakindim ki, yanımdaki kızın ağzından köpük çıkarken, mekanda biri bayılırken; sessizce köşeye geçmiş Uykusuz okuyordum. Şimdiye kadar hükümet konusunda da hiç gerilmemiştim mesela. Çünkü tarih, intihar eden faşistler; sırtından hançerlenen diktatörler, dünyaya hükmeden ancak bir gecede yıkılan imparatorluklar görmüştü. Herkesin ve her hükümetin bir zamanı vardır. Bir gün, adil ya da adil olmayan bir şekilde "düşer" çoğu...
Millet ağlarken bir anda "Orospu çocukları!" diye bağırdım sadece. Onu da sırıtarak yaptığım için etrafımdaki kalabalık kız grubu "Sus, burada olduğumuzu anlamasınlar!" dedi. Sırıttım geçtim. Işıklar açık, daha ne kadar anlamayabilirlerdi ki?
Tam olarak düşündüğüm gibi oldu. Bir saat içinde polis molis kalmadı ortalıkta. Yasemin şok olmuştu. Eve gidiyorduk. Atladık Aynalıçeşme'den bir taksiye, doğru eve... Ha bu arada, meydandaki dayanışma taksiler konusunda yoktu. Tek başına ya da iki kişi olarak taksilere binmiş insanlardan biri bile bize "Nereye gidiyorsunuz, birlikte binelim?" demedi. Sikikler...
Eve geldiğimizde millet hala tencere tava şangırdatıyordu. Mahallemle gurur duyuyordum. Videoya aldığım nadir anlardan biriydi. Uyuduk...
İnsanların arasından yürüye yürüye Mitanni'ye geçtim. "Tuvaleti kullanabilir miyim?" dediğimde çocuk ayrı şok oldu. "Tabii ki buyrun." diyerek gözlerimin içine ve etrafındaki beyaz lekelere bakıyordu. Sanki on beş porno yıldızı suratıma boşalmış gibiydi.
Tuvalete giderken eniştemi gördüm. Ablamla konuşuyordu. "Ha yanımda yanımda, İyi görünüyor. Az bişey yemiş sadece. Dur vereyim telefona." Kısa kestim. "Bir bira içmeye çıktık anamız s..." derken etrafımdaki insanların beni dinlediğini duydum ve sövmeden kestim diyalogu. Toparlandım, yüzümü müzümü yıkadım, biraz bağırdım İstiklal'de. Biraz inşaat koruması alüminyum dövdüm ve Beatles Cafe'ye gidip oturdum. Arkadaşlarım bana ulaşmaya çalışıyorlardı, internet şifresini öğrenip hemen Tweet'ini attım. Yasemin aradı, müsaitsem yanıma gelecekmiş. Dedim gel.
O sırada, Demirören AVM'nin arkasında bayılanlar olduğuna dair bir Tweet okudum. Barmene gidip "Benim masam kalsın, ben şu son kalan limon ve sütlerimi birine bırakıp geliyorum." dedim. Bastım aşağıya indim. Ulan kimse yok? Sağına baktım yok, soluna baktım yok. En sonunda bir tane simitçi gördüm. Herkes barış kardeşlik sloganı atarken adama yaklaşıp;
-Bunları ihtiyacı olana ver. Parayla satarsan sikerim suratını.
dediğim anda slogan durmuştu. Bir an dönüp baktılar.
Bara geri döndüm, içerken Yasemin geldi. Nasıl yollardan geldiğini anlattı biraz. Güzel görünüyordu, saçına ek yaptırmıştı, mini bir şortu vardı, korsemsi bir üstü falan. Poz verdim, "Eylem de yapsa eşşek eşşektir." tagiyle koydum Twitter'a. Evet, poz sırasında göğüslerine doğru dilimi çıkarmam, birazcık; "İki memeye memleketi satarım." diyen Ahmet Altan etkisi yarattı ama olsun.
-The Wall'a gidelim, sana bira ısmarlayayım.
-Sen ısmarlıyorsan olur, nakide sıkışığım.
Kalktık, The Wall'a gittik. İlk bir saat her şey çok güzeldi. İçiyor, Yasemin'le muhabbet ediyordum. O da arada bar sahibi olan arkadaşıyla konuşuyordu derken; dışarıdan çığlıklar yükseldi. Apartman kapısı açıldı hemen. İnsanları içeri aldılar. Camları kapattılar. Biber gazı etkisi hissediliyordu yine. Sokağın içini doldurmuşlardı gazla. Sanırım apartman girişine de attılar ki; bir anda yoğunluğu tavan yaptı. Bandanamla yüzümü kapattım, Yasemin gözüme biraz limon, bandanaya da sirke sıktı. "Sirkeye yatırılmış sucuklu oğlanlar derneği"nin resmi bir üyesiydim artık.
Bekleyiş başladı. Gereksiz geriyorlardı ortamı. İlginçtir, günlük hayatta anlık gerginlikle çok kişiye kızdım, posta koydum, çok kişinin ağzına sıçtım bir iki cümleyle çünkü çok çabuk gerilirim. Bu seferse herkes gergindi ve ben o kadar sakindim ki, yanımdaki kızın ağzından köpük çıkarken, mekanda biri bayılırken; sessizce köşeye geçmiş Uykusuz okuyordum. Şimdiye kadar hükümet konusunda da hiç gerilmemiştim mesela. Çünkü tarih, intihar eden faşistler; sırtından hançerlenen diktatörler, dünyaya hükmeden ancak bir gecede yıkılan imparatorluklar görmüştü. Herkesin ve her hükümetin bir zamanı vardır. Bir gün, adil ya da adil olmayan bir şekilde "düşer" çoğu...
Millet ağlarken bir anda "Orospu çocukları!" diye bağırdım sadece. Onu da sırıtarak yaptığım için etrafımdaki kalabalık kız grubu "Sus, burada olduğumuzu anlamasınlar!" dedi. Sırıttım geçtim. Işıklar açık, daha ne kadar anlamayabilirlerdi ki?
Tam olarak düşündüğüm gibi oldu. Bir saat içinde polis molis kalmadı ortalıkta. Yasemin şok olmuştu. Eve gidiyorduk. Atladık Aynalıçeşme'den bir taksiye, doğru eve... Ha bu arada, meydandaki dayanışma taksiler konusunda yoktu. Tek başına ya da iki kişi olarak taksilere binmiş insanlardan biri bile bize "Nereye gidiyorsunuz, birlikte binelim?" demedi. Sikikler...
Eve geldiğimizde millet hala tencere tava şangırdatıyordu. Mahallemle gurur duyuyordum. Videoya aldığım nadir anlardan biriydi. Uyuduk...
Hayatımda bir kez bile oturmadığım Gezi Parkı'nda 1
Cuma günüydü. Okulla tüm ilişiğimin kesildiği gün yani. Eve geldim. Kan ter içindeydim. Twitter'ımı açtım ve okumaya başladım. İnsanlar ilk defa şikayet etmiyorlardı. İsyan ediyorlardı. "Biber gazı ve cop yedik." değildi mesela isyan. "Namaz kılan Müslümanlar'ın etrafında Aleviler set kurdu, polisi geçirmiyorlar." yazıyordu. Bir esnaf vardı. Polise "İllallah, yeter be! Evimize ekmek götüremez olduk sizin yüzünüzden!" diyordu. Lezbiyenler, gayler, travestiler ile başörtülülerin yanyana fotoğrafları; Galatasaray-Fenerbahçe-Beşiktaş formalıların birlikte yürüyüş organize etmeleri, Karşıyaka ve Göztepe'nin aynı otobüslere doluşup İstanbul'a yolculuğu; gözlerimi doldurmuştu.
Dayanamadım. Topladım çantamı, limon ve süt aldım; bir paket de sigara. Haydi çocuklar Taksim'e, Beşiktaş'a... Ama nasıl? Toplu taşıma çalışmıyordu. Otobüs durağında benimle birlikte bekleyen yaşlıca kadın, misafiriyle buluşacak; genç ve güzel hatun ise yürüyüşe gidecekti. Benimse ilk durağım Beşiktaş'tı tabii ki. Oradan yüzüm için bir bandana alacak, Turgut Abi'nin orada bir iki bira içecek ve yola koyulacaktım. Üçümüz birlikte taksiye bindik, Beşiktaş'ta taksiciye ikişer üçer lira bıraktık ve yollarımız ayrıldı. Planım tıkır tıkır işledi aslına bakarsanız. Meydana nasıl çıkacağımı da bilmiyordum. Tekli çiftli grupları takip ediyordum. En son, Fındıklı'nın o taraflarda, yüzlerinde maskeyle geri dönen insanlar: "Buradan gitmeyin, polis kapatmış her yer biber gazı." diyorlardı. Yolumu değiştirmeyi düşündüğümdeyse iki apaçiden biri, diğerine "Lan bırak ölür müyüz amına koyayım yürü!" diye bağırdı. Tekrar gaza geldim. Yalnız başıma yürüdüm ve kalabalığın ortasındaydım, Sıraselviler'de. Kimse hareket edemiyor, herkes aynı yere bakıyordu. Her zamanki siklemez tavrım, gözümdeki güneş gözlüğüm ve suratımdaki maskeyle; gitgide incelen, tığ gibi olan kalabalığın arasından geçtim. İşte oradaydılar... Benim gibi gençten bir sürü tip. Biri kaldırım taşı kırıyordu polise fırlatmak için, biri küfrediyordu; yolu açmadıkları için. Bir sürüsü ne yapacağını bilmiyordu. Biraz ilerliyor, duruyorduk. Biraz daha ilerliyor, duruyorduk. Çünkü biber gazını güm güm atıyordu polis. Sonra toma harekete geçti...
Yirmi üç yaşındayım. Hayatımda hiç bir gösteriye katılmadım (Galatasaray yürüyüşleri ve İnternet Sansürüne Tepki dışında) ve ilk kez böyle bir olay gerçekleşiyordu benim için. Etrafıma baktım, insanlar kaçışıyordu. Tomanın yaklaşık elli metre önünde birazcık durup sırıttım. Ellerimi cebime koydum. Yanımda kalanlar polise taş atarlarken ben sadece durdum. İyice yaklaşınca da bir köşeye gittik. Ağaçların arkasına saklandık ve heyecanlı bekleyiş başladı. "Arkadaşlar sadece su, korkmayın!" diye bağırınca biri, bir diğeri cevap verdi: "Amına koyayım onun içine de biber gazı döküyorlar." O ana kadar minik etkiler dışında bir şey olmamıştı bana. Ama tazyikli suyu ölümüne sıkınca polis, bende bir kıpırdanma oldu. Polis bizi suladıktan sonra şöyle bir geri bastı. Tam ağacın arkasındayken yaktığım sigara söndü. Ayağa kalktım, önce polise, sonra da sokağın başındaki diğer ilerleyemeyen insanlara baktım. Sigaramı, "Tüh amına koyayım ya!" diyerek yere attım. Güneş gözlüğümü düzelttim. İnsanlardaysa şok havası hakimdi. Kimi, kocaman gözlerle küfrediyor, kimi bana gülüyor, kimiyse siper edebileceği daha düzgün bir yer arıyordu. Bu, yaklaşık on on beş dakika sürdü. Hayranlıkla baktığım bir grup genç, üzerlerine atılan biber gazını tekrar polise fırlatıyorlardı. Helal, diye geçirdim içimden ve toma tekrar harekete geçti. Bu sefer, önümde duran panik çocuk; kalkıp daha güvenli olan köşeye geçmeye çalıştı. "Hayır, şimdi değil!" diyip yere oturttum. Bunu yapışımın 2 saniye sonrasında da polis bulunduğumuz yere tekrar sıktı. Sırtım, kıçım, başım, her yerim çamurken bir daha yedim. Yıkanacağım sandım, yıkanmadım.
Gözlerimin içinde bir kurtadam ile bir vampir anal yoldan düzüşüyordu ve ikisi de erkekti sanki. Polis biraz geri basınca, en önden giden ilk grup olarak geri çekildik biraz. Bizim yerimizi doldurmaya geldi insanlar. Çantamın içinden sütü çıkarıp söverek gözüme dökmeye başlamamla hemen yardıma koştu, sıhhiye birimleri. "Abi gözlerine sıkacağım sakın ellerini gözüne sürme!" "Tamam." "Şimdi ağzına sıkacağım, yut bunu." "Ya bu böyle bazı filmlerde söylenince güzel oluyor da şimdi değil be!" diyerek yuttum. Üst kattaki eczacı teyze maske dağıttı insanlara, yere düşen maskeleri ihtiyacı olanlara verdim. Ağzım yüzüm sikilmişti ama merak ediyordum. İstiklal'de buluşacaktık biz Ultraslan ile, oraya da ulaşım kapalı mıydı ki?
Dayanamadım. Topladım çantamı, limon ve süt aldım; bir paket de sigara. Haydi çocuklar Taksim'e, Beşiktaş'a... Ama nasıl? Toplu taşıma çalışmıyordu. Otobüs durağında benimle birlikte bekleyen yaşlıca kadın, misafiriyle buluşacak; genç ve güzel hatun ise yürüyüşe gidecekti. Benimse ilk durağım Beşiktaş'tı tabii ki. Oradan yüzüm için bir bandana alacak, Turgut Abi'nin orada bir iki bira içecek ve yola koyulacaktım. Üçümüz birlikte taksiye bindik, Beşiktaş'ta taksiciye ikişer üçer lira bıraktık ve yollarımız ayrıldı. Planım tıkır tıkır işledi aslına bakarsanız. Meydana nasıl çıkacağımı da bilmiyordum. Tekli çiftli grupları takip ediyordum. En son, Fındıklı'nın o taraflarda, yüzlerinde maskeyle geri dönen insanlar: "Buradan gitmeyin, polis kapatmış her yer biber gazı." diyorlardı. Yolumu değiştirmeyi düşündüğümdeyse iki apaçiden biri, diğerine "Lan bırak ölür müyüz amına koyayım yürü!" diye bağırdı. Tekrar gaza geldim. Yalnız başıma yürüdüm ve kalabalığın ortasındaydım, Sıraselviler'de. Kimse hareket edemiyor, herkes aynı yere bakıyordu. Her zamanki siklemez tavrım, gözümdeki güneş gözlüğüm ve suratımdaki maskeyle; gitgide incelen, tığ gibi olan kalabalığın arasından geçtim. İşte oradaydılar... Benim gibi gençten bir sürü tip. Biri kaldırım taşı kırıyordu polise fırlatmak için, biri küfrediyordu; yolu açmadıkları için. Bir sürüsü ne yapacağını bilmiyordu. Biraz ilerliyor, duruyorduk. Biraz daha ilerliyor, duruyorduk. Çünkü biber gazını güm güm atıyordu polis. Sonra toma harekete geçti...
Yirmi üç yaşındayım. Hayatımda hiç bir gösteriye katılmadım (Galatasaray yürüyüşleri ve İnternet Sansürüne Tepki dışında) ve ilk kez böyle bir olay gerçekleşiyordu benim için. Etrafıma baktım, insanlar kaçışıyordu. Tomanın yaklaşık elli metre önünde birazcık durup sırıttım. Ellerimi cebime koydum. Yanımda kalanlar polise taş atarlarken ben sadece durdum. İyice yaklaşınca da bir köşeye gittik. Ağaçların arkasına saklandık ve heyecanlı bekleyiş başladı. "Arkadaşlar sadece su, korkmayın!" diye bağırınca biri, bir diğeri cevap verdi: "Amına koyayım onun içine de biber gazı döküyorlar." O ana kadar minik etkiler dışında bir şey olmamıştı bana. Ama tazyikli suyu ölümüne sıkınca polis, bende bir kıpırdanma oldu. Polis bizi suladıktan sonra şöyle bir geri bastı. Tam ağacın arkasındayken yaktığım sigara söndü. Ayağa kalktım, önce polise, sonra da sokağın başındaki diğer ilerleyemeyen insanlara baktım. Sigaramı, "Tüh amına koyayım ya!" diyerek yere attım. Güneş gözlüğümü düzelttim. İnsanlardaysa şok havası hakimdi. Kimi, kocaman gözlerle küfrediyor, kimi bana gülüyor, kimiyse siper edebileceği daha düzgün bir yer arıyordu. Bu, yaklaşık on on beş dakika sürdü. Hayranlıkla baktığım bir grup genç, üzerlerine atılan biber gazını tekrar polise fırlatıyorlardı. Helal, diye geçirdim içimden ve toma tekrar harekete geçti. Bu sefer, önümde duran panik çocuk; kalkıp daha güvenli olan köşeye geçmeye çalıştı. "Hayır, şimdi değil!" diyip yere oturttum. Bunu yapışımın 2 saniye sonrasında da polis bulunduğumuz yere tekrar sıktı. Sırtım, kıçım, başım, her yerim çamurken bir daha yedim. Yıkanacağım sandım, yıkanmadım.
Gözlerimin içinde bir kurtadam ile bir vampir anal yoldan düzüşüyordu ve ikisi de erkekti sanki. Polis biraz geri basınca, en önden giden ilk grup olarak geri çekildik biraz. Bizim yerimizi doldurmaya geldi insanlar. Çantamın içinden sütü çıkarıp söverek gözüme dökmeye başlamamla hemen yardıma koştu, sıhhiye birimleri. "Abi gözlerine sıkacağım sakın ellerini gözüne sürme!" "Tamam." "Şimdi ağzına sıkacağım, yut bunu." "Ya bu böyle bazı filmlerde söylenince güzel oluyor da şimdi değil be!" diyerek yuttum. Üst kattaki eczacı teyze maske dağıttı insanlara, yere düşen maskeleri ihtiyacı olanlara verdim. Ağzım yüzüm sikilmişti ama merak ediyordum. İstiklal'de buluşacaktık biz Ultraslan ile, oraya da ulaşım kapalı mıydı ki?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)