Google+ boş mideye iki duble viski: Son zamanlar yaptıklarıma bakma ne olursun?

13 Haziran 2013 Perşembe

Son zamanlar yaptıklarıma bakma ne olursun?

Artık yayınlanmayan Puhuu Dergi bana bir şans vermişti. Orada yazdığım ilk yazıdır...

Son Zamanlar Yaptıklarıma Bakma Ne Olursun...
2004 ya da 2005. “Tutulamayanlar”danım, erken kaybedenler cinsi. Ergen isyanım bir yana, yaptığım mastürbasyonun haddi hesabı yok. Zaten lise döneminde sanırım iki kız arkadaşım oldu toplam. Onların da en fazla elini “tutabilmişim”dir. Hoş, ikisini de güzel tavlamıştım şimdi.
Neyse, geçmişe saygısızlık edip, nasıl tanıştığımı falan anlatmayacağım. Dediğim gibi, tema olarak “ergen isyanı” zamanları. Suratım küllüm sivilce, müzik grubu kurmaya çalışıyorum; ama ne gitar çalmayı biliyorum ne de şarkı söylemeyi. Sorsan, hepsini harika yaptığımı düşünürüm. Bana progresif bir death metal şarkısı ver, biraz çalışsam çalarım yani o derece.
Basketbol oynuyorum, lisanslıyım. Maçlara ilk beş başlayamıyorum genellikle. Zaten sırf boyum uzun diye(lise 2den beri boy atmadım) oynatılıyorum sanırım. Top tut desen tutamaz, heyecanlanırım.
Bu ayrıntıları neden mi veriyorum? Tutulamayan olmamın sebebini sizinle paylaşmak istiyorum çünkü.
Ha bir de tabii, babamın; okuduğum lisede öğretmen olması durumu var ki o küllüm evlere şenlik. Lisede yapılabilecek hiç bir serseriliğe elimi süremiyorum, kavga edemem, ders kıramam, okuldan kaçamam. Bok gibi bir lise hayatım oldu anlayacağınız ve o “Lise dönemleri hep hatırlanır, özlenir.” durumunu yaşamadım. Eziğin tekiydim, şu andan farksız olarak.
Bir biyoloji hocamız vardı, ismini hatırlayamıyorum ancak kadıncağız; Sakıncalı Düşünceler filmindeki “Michelle Pfeiffer” karakterine kendini kaptırmıştı. İdealist, aynı zamanda sert durmaya çalışan bir kadındı. Aramızda Emilio da yoktu halbuki, veya hamile kız da... Neden bu denli katıydı bilmez, genelde sorunun temeline inmek yerine farklı farklı iddialar ortaya atar, güler geçerdik. Çok net hatırlıyorum, yaptığı yazılılar on, bazen yirmi soruluk olurdu. “Tansiyonu yükselen birine ne verilir?” diye bir soru vardı. “Tansiyon ilacı” yazmıştım. Sınıfta bu cevabı yüksek sesle okuyup beni azarlamış, arkadaşlarımın taşşak konusu olmama izin vermişti. Gerçi ben de “Dalgacı Mahmut”tum, ben de gülmüştüm.
Mevzu bahis Pfeiffer, bir Perşembe günü; bizi “laboratuar”a indireceğini söylemişti. Eğer Robert’te, Kabataş’ta veya herhangi bir yabancı menşeili özel lisede okumuyorsanız; lise biyoloji laboratuarı Türkiye’nin her yerinde aynıdır. İçinde cenin bulunan bir kavanoz, bir plastik insan iskeleti ve sıra sıra dizilmiş saçma sapan kitaplar. Ama sorsan, laboratuara gidiyorduk. Kurbağa bile kesmezdik laboratuarda, ne öğrenmeye; ne yapmaya gidiyorduk merak ediyordum. “İleride bunlar ne işimize yarayacak?” sorusundan daha büyük merak uyandırıyordu çünkü bu gerçeklik bende. Aramızda, ileride tıp okumak isteyen; hatta “Boğaziçi Tıp’ta okuyacağım.” diyen adamlar bile vardı ancak onlar sorgulamaz, aval aval hocanın ağzının içine bakar ve not tutarlardı.
Hocayı takip ettikçe, aslında laboratuara değil; genellikle özel üniversite –pardon, vakıf üniversitesi- tanıtımlarının yapıldığı o boktan konferans odasına gittiğimizi anlamıştım. Bu oda, aslında sandalyelerin hemen yanlarında aparat şeklinde minik masalara sahip olduğu, basık, nemli, bir adet tepegöz ve bir adet projeksiyon cihazından oluşan; “konferans” odasıydı. İsmini duyan, okul yönetim kurulu toplantılarının burada yapıldığını düşünürdü ancak bu oda kullanılmadığı zamanlarda hademelerin eşyalarını bıraktıkları ve sigara içtikleri bir yerden ibaretti. Yaklaşık elli, atmış yanlamalı sandalye sığabiliyordu buraya. Bir de hoca kürsüsü işte... Cephesi, batı ve biz lanet olası bir sıcak ilkbahar gününün dördünde oradaydık.
Sıcak, terliyoruz, projeksiyon cihazı ve toplu alınan her masaüstü bilgisayarın yanında verilen ikili gri hoparlörler; eski bir dizüstü bilgisayara bağlı. Ekranda, DNA ile alakalı bir film dönüyor, genetik vs. En arka sıralarda oturmuş, izler gibi yapıyorum. Terliyordum, uyumaya çalışıyordum; olmuyordu. Çekilmiş olan perdeye baktım. Aslında camlar açıktı ve sadece perdeler çekilmişti. Kaçmak için yeterli ortam elimde olabilirdi. Şaş Vedat da benimle aynı şeyleri düşünüyordu ki perdenin etrafında geziniyordu. Son dersti, yoklama alınmıştı ve kaçabilsek kimsenin umrunda olmayacaktı belki de... Seçtiğim pencere, hocanın kürsüsünden görünmüyordu kocaman kolon sebebiyle. Usulca yaklaştım, Vedat da yaklaştı perdeye. Atlamasını fısıldadım. Bir buçuk, en fazla iki metreydi yükseklik. Atladı, ancak yanlış atladı. Ayağını burkup sövmüştü... Ardından ben de atladım ve tabanları yağladık.
Eve gittiğimdeyse o acı haber, arkadaşımdan gelmişti. Hoca, bizim dersten kaçtığımızı anlamıştı. Babam neden yanımda değildi o gün ve neden eve yalnız başıma dönmüştüm, hatırlamıyorum. Babamı beklemeye başladım heyecanla. Çıldırmak üzereydim. Geldiğinde beni dövmeyecekti, ancak öyle laflar edecek, öyle bağıracaktı ki itin götüne girip girip çıkacaktım.
Geldi, akşam sekiz sularında, elinde bizim sitenin bahçesinden topladığı bir tomar çiçek ve bahçe makasıyla. Suratıma baktı ve çok kısa bir cümle söyledi: “Yarın al bunları da yanına ve hocandan özür dile.”
Bakışları zaten bitirmişti beni.
“Ellerimde çiçekler, kapında sırılsıklam, görürsen bir gün şaşırma...” şarkısı dilimde, arkadaşlarımın dalga geçen bakışları arasında öğretmenler odasına gittim. Hoca, ben, babam ve Şaş Vedat; müdür yardımcısının odasına doğru yürüyorduk. Ellerimde çiçeklerle ben, İlhan Şeşen’den farksızdım çünkü zaten hoca ve babam beni ortalarda bırakmıştı, şimdiyse kapısına gittiğimiz bir müdür yardımcısı vardı. Babam aradan çekildi, “Eti senin, kemiği de senin hoca!” dedi sırıtarak ve yine sert bir bakış attı bana. Terliyordum...
Girdik müdür yardımcısının odasına. Hoca, tam bir Pfeiffer örneği göstererek savunmasını yaptı. “Ya başınıza bir şey gelseydi? Ben sizden sorumluyum çocuklar, bunu anlayın. Sıkıcı da olsa bunları size öğretmek istiyorum sadece. Ama bu seferlik affediyorum.” Müdür yardımcısıysa yüzüme bakıp bıyıkaltından gülüyordu. Ellerimdeki çiçekleri hocaya bıraktıktan sonra, sınıfıma gittim. Ders zili çoktan çalmıştı.
Sınıfa girdim ve karakterini en çok sevdiğim hocalardan biri; dersi anlatıyordu. Murat Hoca, fizikçi... Geçtim yerime, ders anlatmayı kesmiş, sırıtıyordu.  Herkes bana bakıyordu, hoca da dahil. “Mahmut, buranın yerden yüksekliği kaç metredir?” “Bilmem hocam.” “Oğlum atlayıp matlama da, bu sefer hiç birimiz kurtulamayız.”



Hiç yorum yok: