61'e dayandı takipçilerin listesi ki sanırım bu benim rekorum. Boktan blogumda, her zaman bir tarafı eksik yazılar yazdım. Çünkü benim de bir tarafım eksikti her zaman, herkesin olduğu gibi...
Devrik bir denge, dalgalanıp durulmak, terso yapmaya elveriş, bozmak üzerine kurulu bir düzendi hissettiklerim her zaman bunları karalarken gecenin bir yarısı. Lakin biraz aklımı başıma devşirip en genel haliyle takipçilerimi gözden geçirdim de; şunu demekten kendimi alamadım: "siktirin gidin."
Geçen sene tipler vardı Twitter ünlüsü olmak için uğraşan; sıradan herkesi radarı içine alan ve kendisinin de o kişiler tarafından takip edildiğini gördüğü anda; o kişileri takip etmeyi bırakan. Amaçları "Bu kadar çok takipçim var, ben artık internette ünlü ve sözü geçen bir insanım." diyebilmekti. "Kim bunlar?" diyen olursa; bana ulaşsınlar, çatır çatır isim veririm.
Aynı dönem, bloglarında nasıl seviştiklerinden bahseden kadınlar vardı. Deli olurdum, çünkü bir tanesiyle(bak onun ismini hatırlamıyorum) iletişime geçmiştim ve bu kadınlara karşı öfkemi başlatmama yetmişti. Sebep ne mi? Bu kadının bir sevgilisi vardı ama başka bir erkekle sevişmeye devam ediyordu, o erkekle -tamamen açık- ve kıskanmaktan uzak, bir yatak sevdası sürdürüyordu. Akabinde bana, bu üçüncü şahsın(rahmetli Attila İlhan, bir kez daha utanıyorum ismini bu şekilde andığım için) kendisini bir keresinde çok ters bir biçimde bozduğunu söylemişti.
-Ne oldu?
-(BIDIBIDI) İşte ben de ona ikinci postaya gittiğimi söyledim.
-Ee?
-O da bana "aa sen hala ikide misin?" demişti ve onu çok kıskandım.
-...
O üç nokta yerine nasıl sayıp sövdüğümü az çok tahmin edebiliyorsunuzdur.
Şimdi, yazının başında takip edenlere neden siktirin gidin dediğimi de anlatayım.
Baktım biliyor musunuz?
Yazdıklarınıza, yaptıklarınıza... Ve sizin de aynı kalıptan çıkmış üç beş insan müsveddesinden öte olmayan kadınlar olduğunuzu gördüm. Nefret ettim. Bir kez daha...
Şimdi, hakikaten; "Siktirin gidin."
30 Nisan 2011 Cumartesi
26 Nisan 2011 Salı
İstanbul Rock Festivali (Lucky 13)
http://www.facebook.com/event.php?eid=105847649498823&index=1
http://www.istanbulrockfestivali.com/
Şimdi değerli İTÜ Rock Kulübü, her sene girişi ücretsiz, alkol(bu sene alanda alkol satışı yapılmıyormuş gerçi) ve yiyecek fiyatları makul, amatör grupları destekleyen bir festival yapıyor tamamen yerli.
İTÜ Ayazağa Kampüsü'nde gerçekleştirilen etkinlik için okuldan beş kuruş da para almıyorlar, bunun yerine sponsor arıyorlar.
Bu sene de Behzat Ç.'den bildiğimiz Pilli Bebek, , Zardanadam, Kesmeşeker ve son günlerde daha "ağır abi" gruplar, Cenotaph falan sahne alacakmış. Daha önceden Rock Kulübü üyeliği yaptığım için, yıkamasını yağlamasını uzun tuttum festivalin, kusura bakmayın.
Gelgelelim; Sex, Drugs, Rock n Roll adı altında bir söyleşi de yapılacakmış. Bizim grubun üyelerini davet ettiler, biz de basçı arkadaşımızın parlak akademik kariyeri düzülmesin diye üç arkadaş, bayramda danaya girer gibi söyleşiye girmeye karar verdik. Üçümüze, bu -ekşisözlük tabiriyle- vazgeçilmez üçlüden(sex,drugs, rocknroll) birer konu verildi. Tamamen geyik amaçlı, kendi aramızda "neşeli" vakit geçireceğimiz bir söyleşi olacak; söyleşiye ayrı; festivale ayrı bekleriz.
Hadi eyvallah...
http://www.istanbulrockfestivali.com/
Şimdi değerli İTÜ Rock Kulübü, her sene girişi ücretsiz, alkol(bu sene alanda alkol satışı yapılmıyormuş gerçi) ve yiyecek fiyatları makul, amatör grupları destekleyen bir festival yapıyor tamamen yerli.
İTÜ Ayazağa Kampüsü'nde gerçekleştirilen etkinlik için okuldan beş kuruş da para almıyorlar, bunun yerine sponsor arıyorlar.
Bu sene de Behzat Ç.'den bildiğimiz Pilli Bebek, , Zardanadam, Kesmeşeker ve son günlerde daha "ağır abi" gruplar, Cenotaph falan sahne alacakmış. Daha önceden Rock Kulübü üyeliği yaptığım için, yıkamasını yağlamasını uzun tuttum festivalin, kusura bakmayın.
Gelgelelim; Sex, Drugs, Rock n Roll adı altında bir söyleşi de yapılacakmış. Bizim grubun üyelerini davet ettiler, biz de basçı arkadaşımızın parlak akademik kariyeri düzülmesin diye üç arkadaş, bayramda danaya girer gibi söyleşiye girmeye karar verdik. Üçümüze, bu -ekşisözlük tabiriyle- vazgeçilmez üçlüden(sex,drugs, rocknroll) birer konu verildi. Tamamen geyik amaçlı, kendi aramızda "neşeli" vakit geçireceğimiz bir söyleşi olacak; söyleşiye ayrı; festivale ayrı bekleriz.
Hadi eyvallah...
15 Nisan 2011 Cuma
Dikkat dikkat, duyuru var. Sonunda bir fanzine kapak attım.
Uzun zamandır blog yazıyorum, yazdıklarımı da buraya yapıştırıyorum az çok takip ettiğiniz üzere. Ancak bundan ne kadar sıkıldığımı da daha önce söylemiştim. Şimdi, Altay Öktem, Küçük İskender ve diğer arkadaşlarla beraber "Şorşak" isimli fanzine yazıyorum. Beni yönlendirdiği için kafkalabirenti lakaplı Sosyomat üyesine saygılar. Öte yandan, Nisan sayısı(25. sayı) için yazdığım yazı aşağıdadır. Fanzini nereden mi temin edebilirsiniz? Haydar Rock Bar'da vardır tahminim, orada yoksa da Mephisto ikinci katta bulunduğu iddia ediliyor. Eyvallah...
Kadınlar Günü Ve Diğer Tüm Özel Günler(muayyenle sabit)
-Sen annemin kadınlar gününü kutladın mı telefonla?
-Hayır. Ben de kadınım çünkü?
-Ben de kutlamıyorum o zaman.
Ablam sırıtıp geçmişti bu cevabıma. Ortadan girdim yine her zamanki gibi; başa saralım kasedi.
"Öncelikle tüm dünya kadınlarının kadınlar günü kutlu olsun vıdı bıdı bıdı bıdı..."
Veya tam tersi?
Eros'un çiçekçi olması... Doğum günü kutlamayı icat edenlerin oyuncakçı dükkanı işlettiği vs... Bunlar kapitalizmin oynadığı oyunlar üzerimizde, tüketim toplumu olmaya gidiyoruz vs vs.
Çok farklı şeyler de söylemiyorum aslında. Eros çiçekçi olmayabilir belki; ancak tüketmeye bu kadar meğilli bir canlı, işin içine; satın almaya teşvik edecek bir olay girdiğinde gerçekten coşuyor.
Sevgililer günü, doğumgünleri, yılbaşı, eğer ilkokul öğrencisiyseniz öğretmenler günü, yıldönümü, aydönümü, kadınlar günü, e yeter ama? Bahane aramıyor muyuz cebimizdekini yoktan yere harcamak için?
Aslına bakarsanız kadınlar günü ve sevgililer gününe karşı apayrı bir tepkim var.
Sevgililer gününe gösterdiğim tepkinin altında Yusuf'la İstiklal'de yürürken çiçekçilerin bize çiçek satmaya çalışması yatmıyor tabii ki. Şimdiye kadar da bir kez hariç; hiç bir sevgililer gününde sevgilim olmadı. Hatta benim "Sevgilim" dediğim kadın sayısı da iki elin parmaklarını geçmez, ömürleriyse 2 ayı geçmez ilişkilerimin. Fakat eğer ki sevgilini sadece etrafında yaşanan bir günlük gelişmelerden ötürü biraz daha fazla seviyorsan; zaten siktir git sevme. Sevgilini bir değil, her gün hatırla; sevgililer gününde de caka satmaya uğraşma kimseye.
Olmaz ama değil mi? Ne sevgilin bunu kabul eder şartlandığı için, ne de sen kabul edersin onu etkilemeyi denediğin için...
Küçük çapta başla, ona hediye al. Bir üst seviyeye geç, romantik bir restoranda günün anlam ve önemini açıklayan bir konuşma yap. Lise müdüründen farksız... Yetmez, yetmesin de; sevgilin için bir yeri kapat, boğazda lüks bir romantizm soslu yemek ye onunla. Cebindeki tomarla veya yakmaya değmeyecek banknotlarla romantizmin dibine vurma eğilimleri.
Kadınlar günü? Eşine veya sevgilisine fiziksel zarar vermiş hanzo zaten kutlamasın Kadınlar Günü'nü kimsenin. Veya yattığı erkeklerin penis boyunu, cinsel performansını ağza sakız eden kadın kısmısı teşekkür etmesin yapılan kutlamalara. Aldatan erkek bir kez daha "Ben seni çok önemsiyorum aşkım" moduna girmesin, "Ben bir kadınım, yer ver, kibar ol bana karşı" diyen kadın eşitliği savunmasın. Bu eşitliğin birden çok daha fazla parametresi var be güzelim. Aklın ermez demiyorum, uğraşsan sen de anlarsın bir eşitlik olmadığını. Ancak savaşında değiliz hiç birimiz eşitliğin; bizim savaşını verdiğimiz konu kimin üstün olduğu... Bu kadar açık işte.
Tabi bir yerde, her gün alkollü kocasından dayak yiyen ev hanımının tepkisine veya çığlıklarına karşılık "Aile içi, biz karışmayalım" şeklinde 3 maymunu oynayan çevrenin tepkisini; sevgilisine "Ağzını burnunu kırarım!" -bunu Cumartesi gecesi, etkileyici bir kadını yolda beklerken duymuştum- diyen elemanı, işyerinde patronu tarafından cinsel tacize uğrayan kadının mapusa girse şişlenecek-ki sevdiğim bir hapishane raconudur, tecavüzcülere karşı alınan sert tavır- patronunu ayrı bir yere koyarak yazıyorum çünkü onlarla ilgili söyleyecek bir çuval küfürden başka lafım yok. İstisnaları kaidenin dışında tutarak genelleme yapıyorum ilk defa, bir kadının incinmesine veya ağlamasına dayanamadığım için.
Yüzüne tükürmeyeceğin bu tip adamların bahsi, apayrı bir yazının konusu olur muhtemelen. Bense bu kadar sarpa saran ve beceremediğimi bu denli düşündüğüm bir yazıdan sonra, bir yudum daha alırım şişeden; bir kez daha derim ki, "bitiyorum/başlıyorum, dipte/şafaklı, sıkıntılı/rahat ancak bu benim dünyam, bunu ben yarattım ve sonuçları kimi zaman acı olsa da; katlanmamak için hiç bir sebebim yok." (İntihara meğilli olduğumu düşünenler için yazdım son cümleyi.)
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2011/03/kadnlar-gunu-ve-diger-tum-ozel.html
Kadınlar Günü Ve Diğer Tüm Özel Günler(muayyenle sabit)
-Sen annemin kadınlar gününü kutladın mı telefonla?
-Hayır. Ben de kadınım çünkü?
-Ben de kutlamıyorum o zaman.
Ablam sırıtıp geçmişti bu cevabıma. Ortadan girdim yine her zamanki gibi; başa saralım kasedi.
"Öncelikle tüm dünya kadınlarının kadınlar günü kutlu olsun vıdı bıdı bıdı bıdı..."
Veya tam tersi?
Eros'un çiçekçi olması... Doğum günü kutlamayı icat edenlerin oyuncakçı dükkanı işlettiği vs... Bunlar kapitalizmin oynadığı oyunlar üzerimizde, tüketim toplumu olmaya gidiyoruz vs vs.
Çok farklı şeyler de söylemiyorum aslında. Eros çiçekçi olmayabilir belki; ancak tüketmeye bu kadar meğilli bir canlı, işin içine; satın almaya teşvik edecek bir olay girdiğinde gerçekten coşuyor.
Sevgililer günü, doğumgünleri, yılbaşı, eğer ilkokul öğrencisiyseniz öğretmenler günü, yıldönümü, aydönümü, kadınlar günü, e yeter ama? Bahane aramıyor muyuz cebimizdekini yoktan yere harcamak için?
Aslına bakarsanız kadınlar günü ve sevgililer gününe karşı apayrı bir tepkim var.
Sevgililer gününe gösterdiğim tepkinin altında Yusuf'la İstiklal'de yürürken çiçekçilerin bize çiçek satmaya çalışması yatmıyor tabii ki. Şimdiye kadar da bir kez hariç; hiç bir sevgililer gününde sevgilim olmadı. Hatta benim "Sevgilim" dediğim kadın sayısı da iki elin parmaklarını geçmez, ömürleriyse 2 ayı geçmez ilişkilerimin. Fakat eğer ki sevgilini sadece etrafında yaşanan bir günlük gelişmelerden ötürü biraz daha fazla seviyorsan; zaten siktir git sevme. Sevgilini bir değil, her gün hatırla; sevgililer gününde de caka satmaya uğraşma kimseye.
Olmaz ama değil mi? Ne sevgilin bunu kabul eder şartlandığı için, ne de sen kabul edersin onu etkilemeyi denediğin için...
Küçük çapta başla, ona hediye al. Bir üst seviyeye geç, romantik bir restoranda günün anlam ve önemini açıklayan bir konuşma yap. Lise müdüründen farksız... Yetmez, yetmesin de; sevgilin için bir yeri kapat, boğazda lüks bir romantizm soslu yemek ye onunla. Cebindeki tomarla veya yakmaya değmeyecek banknotlarla romantizmin dibine vurma eğilimleri.
Kadınlar günü? Eşine veya sevgilisine fiziksel zarar vermiş hanzo zaten kutlamasın Kadınlar Günü'nü kimsenin. Veya yattığı erkeklerin penis boyunu, cinsel performansını ağza sakız eden kadın kısmısı teşekkür etmesin yapılan kutlamalara. Aldatan erkek bir kez daha "Ben seni çok önemsiyorum aşkım" moduna girmesin, "Ben bir kadınım, yer ver, kibar ol bana karşı" diyen kadın eşitliği savunmasın. Bu eşitliğin birden çok daha fazla parametresi var be güzelim. Aklın ermez demiyorum, uğraşsan sen de anlarsın bir eşitlik olmadığını. Ancak savaşında değiliz hiç birimiz eşitliğin; bizim savaşını verdiğimiz konu kimin üstün olduğu... Bu kadar açık işte.
Tabi bir yerde, her gün alkollü kocasından dayak yiyen ev hanımının tepkisine veya çığlıklarına karşılık "Aile içi, biz karışmayalım" şeklinde 3 maymunu oynayan çevrenin tepkisini; sevgilisine "Ağzını burnunu kırarım!" -bunu Cumartesi gecesi, etkileyici bir kadını yolda beklerken duymuştum- diyen elemanı, işyerinde patronu tarafından cinsel tacize uğrayan kadının mapusa girse şişlenecek-ki sevdiğim bir hapishane raconudur, tecavüzcülere karşı alınan sert tavır- patronunu ayrı bir yere koyarak yazıyorum çünkü onlarla ilgili söyleyecek bir çuval küfürden başka lafım yok. İstisnaları kaidenin dışında tutarak genelleme yapıyorum ilk defa, bir kadının incinmesine veya ağlamasına dayanamadığım için.
Yüzüne tükürmeyeceğin bu tip adamların bahsi, apayrı bir yazının konusu olur muhtemelen. Bense bu kadar sarpa saran ve beceremediğimi bu denli düşündüğüm bir yazıdan sonra, bir yudum daha alırım şişeden; bir kez daha derim ki, "bitiyorum/başlıyorum, dipte/şafaklı, sıkıntılı/rahat ancak bu benim dünyam, bunu ben yarattım ve sonuçları kimi zaman acı olsa da; katlanmamak için hiç bir sebebim yok." (İntihara meğilli olduğumu düşünenler için yazdım son cümleyi.)
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2011/03/kadnlar-gunu-ve-diger-tum-ozel.html
11 Nisan 2011 Pazartesi
Paulo Coelho
Bu yazıyı ben yazmadım, Ekşi'de bir kardeşim yazmış(nick'i "ozlenen kucuk kardes).
Velhasıl, çok da güzel yazmış ki kendisinden izin isteyerek burada paylaşmak istedim... Link şu: http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=22987333
yazı da bu:
şimdi ben bu adamın hiç bir kitabını okumadım bugüne kadar yalan yok. zaten normalde de kitap okumayan bi adamım. son okuduğum kitap yunus çengel'in akışkanlar kitabıydı ki halen masanın üzerinde duruyor, çarşamba sınav var yine okumak zorunda kalacağım ama konumuz akışkanlar mekaniği değil, paulo coelho ve kendisinin hatunları bam telinden vurma sanatı.
belki kitaplarında kadın erkek ilişkilerinde, hatunların tarafında yer almaya yönelik bir eğilim yoktur. bunu bilemiyorum. okumadım kendisini, okumam da. tarz meselesi bu. ama bakıyorum twitter'da olsun, facebook'ta olsun hep bu elemanın, böle "aman siz kızlar çok zeki, çok narin nazenin varlıklarsınız, biz erkekler olacak orospu çocuklarının ne haddine sizi anlamak. sizi mutlu etmeye çalışsak yeter" tandanslı yazıları, canciş canciş, şeker mi şeker kızlar tarafından bıkmadan usanmadan paylaşılıyor. kızların kankaları tarafından da like'lanıyor. oturdum bunun üstüne kafa patlattım. acaba adamın amacı neydi? karıyı kızı pohpohlayıp sonunda ilişkisi yeni bitmiş kızı teselli edici piç ayağına mı yatmayı planlıyordu? e ulan adam brezilyalı? brezilyalı dediğin ya sambacı olur ya capoeirista olur ya futbolcu olur. sambacı ise zaten dansçı hatunları götürür, capoeirista ise hayvan gibi fiziği olur, bir de işin felsefik kısmında aşmış olur, topçu ise zaten paraya para demez. e bu adam nasıl brezilyalı o zaman?
ben kendisinin brezilyalı olduğuna inanmak isteyerek, kendisinin kadınları övüp erkekleri aşağıladığı lafların ironiden ibaret olduğunu düşünmek istiyorum. neymiş bi kadını anlamaya çalışmayacakmışız, zaten anlayamazmışız. ulan amınakodumun çocuğu, anlarım anlamam sana ne? kadınlara yönelik ne diyor? erkekleri sevmenize gerek yok, onları anlamanız yeterli. ulan yavşak neden sevmelerine gerek yok. bırak öle yarak kürek laflar etme. kadınlar erkekleri sevsin anlasın erkekler kadınları sevsin anlasın. sırf sen üç beş tane türk kızının rüyalarını süsleyeceksin diye milyonları (hem kızları beyaz atlı prenslerini bekleterek hem de o kızların elemanlara siktir çekmesini sağlayarak) sap bırakıyorsun. farkında mısın yaptığın rezilliğin. müzik konusunda yann tiersenn ne ise gözümde, sen de osun. o yavşak nasıl bi milletin genç jenerasyonunun romantizm algılarını sikerttiyse, sen de aynı genç jenerasyonun ilişkilere yaklaşımlarını sikertiyorsun. e oldu olacak vermeyin diye basın açıklaması yap. hiç birisi sizi haketmiyor hepinizi ben lüleden emecem de? arkadan da yann tiersenn gelsin akordeonuyla, "akordeon çalıyorum, fransızca konuşuyorum, lütfen size yazılan çocukları siktiredin ve bana gelin, orgy'den orgy'e koşalım" desin. ayar ettiniz ulan beni.
Velhasıl, çok da güzel yazmış ki kendisinden izin isteyerek burada paylaşmak istedim... Link şu: http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=22987333
yazı da bu:
şimdi ben bu adamın hiç bir kitabını okumadım bugüne kadar yalan yok. zaten normalde de kitap okumayan bi adamım. son okuduğum kitap yunus çengel'in akışkanlar kitabıydı ki halen masanın üzerinde duruyor, çarşamba sınav var yine okumak zorunda kalacağım ama konumuz akışkanlar mekaniği değil, paulo coelho ve kendisinin hatunları bam telinden vurma sanatı.
belki kitaplarında kadın erkek ilişkilerinde, hatunların tarafında yer almaya yönelik bir eğilim yoktur. bunu bilemiyorum. okumadım kendisini, okumam da. tarz meselesi bu. ama bakıyorum twitter'da olsun, facebook'ta olsun hep bu elemanın, böle "aman siz kızlar çok zeki, çok narin nazenin varlıklarsınız, biz erkekler olacak orospu çocuklarının ne haddine sizi anlamak. sizi mutlu etmeye çalışsak yeter" tandanslı yazıları, canciş canciş, şeker mi şeker kızlar tarafından bıkmadan usanmadan paylaşılıyor. kızların kankaları tarafından da like'lanıyor. oturdum bunun üstüne kafa patlattım. acaba adamın amacı neydi? karıyı kızı pohpohlayıp sonunda ilişkisi yeni bitmiş kızı teselli edici piç ayağına mı yatmayı planlıyordu? e ulan adam brezilyalı? brezilyalı dediğin ya sambacı olur ya capoeirista olur ya futbolcu olur. sambacı ise zaten dansçı hatunları götürür, capoeirista ise hayvan gibi fiziği olur, bir de işin felsefik kısmında aşmış olur, topçu ise zaten paraya para demez. e bu adam nasıl brezilyalı o zaman?
ben kendisinin brezilyalı olduğuna inanmak isteyerek, kendisinin kadınları övüp erkekleri aşağıladığı lafların ironiden ibaret olduğunu düşünmek istiyorum. neymiş bi kadını anlamaya çalışmayacakmışız, zaten anlayamazmışız. ulan amınakodumun çocuğu, anlarım anlamam sana ne? kadınlara yönelik ne diyor? erkekleri sevmenize gerek yok, onları anlamanız yeterli. ulan yavşak neden sevmelerine gerek yok. bırak öle yarak kürek laflar etme. kadınlar erkekleri sevsin anlasın erkekler kadınları sevsin anlasın. sırf sen üç beş tane türk kızının rüyalarını süsleyeceksin diye milyonları (hem kızları beyaz atlı prenslerini bekleterek hem de o kızların elemanlara siktir çekmesini sağlayarak) sap bırakıyorsun. farkında mısın yaptığın rezilliğin. müzik konusunda yann tiersenn ne ise gözümde, sen de osun. o yavşak nasıl bi milletin genç jenerasyonunun romantizm algılarını sikerttiyse, sen de aynı genç jenerasyonun ilişkilere yaklaşımlarını sikertiyorsun. e oldu olacak vermeyin diye basın açıklaması yap. hiç birisi sizi haketmiyor hepinizi ben lüleden emecem de? arkadan da yann tiersenn gelsin akordeonuyla, "akordeon çalıyorum, fransızca konuşuyorum, lütfen size yazılan çocukları siktiredin ve bana gelin, orgy'den orgy'e koşalım" desin. ayar ettiniz ulan beni.
10 Nisan 2011 Pazar
Anıtkabir? Bir daha asla gitmem.
Bir önceki yazıda, Ankara'ya gidişimizin bahsini döndürmüştüm. Her dakikası keyifliydi, ta ki Anıtkabir'e gidene kadar.
Çok kutsalım yoktur benim. Herkese dil çıkarılabilir lügatımda, iki kavram dışında. Biri Atatürk, biri de ailedir.
Atatürk'le ilgili insanlarla saatlerce tartışabilirim, putlaştırılmasına karşı çıkarım ancak kimi çevrelerce sadece hataları ve egosu üzerinden prim yapılmasınaysa ayrıca sinirlenirim. Evet, hata yapmıştır. Çünkü evet, O DA BİR İNSANDIR.
Benim sevgim, ne aileme, ne ilkokul kitaplarında defalarca anlatılan Atatürk anılarına dayanır... Evet, ailem ilericiydi ve Atatürk konusunda -özellikle babam- fazlasıyla bilgilendirmişti beni, hayran olmamı sağlamıştı. Öte yanda ilkokul kitaplarında bir yarı-tanrıdan bahsediliyordu adeta.
Bu manipülasyondan ziyade, kapsamlıca araştırmam ve hatalarıyla onu anlamam etkili olmuştu onu sevmem konusunda. Ama Anıtkabir'e yaklaşık on beş yıl sonra tekrar gitmem dünyamı yerle bir etmişti.
Evet, bir kısmı hala çocuktu ziyaretçilerin ve bağıra çağıra gezmeleri, gülmeleri, dünyanın en zor işini severek yapan ve 10 Kasım'larda buz kesmiş halde gözyaşı döken askerlere "Cansız lan bunlar!" yakıştırması yapan çocukları yargılamıyordum. Ancak, Facebook profil fotoğrafı yapmak için, bırakın Aslanlı Yol'u, Atatürk'ün kabri olduğu iddia edilen(sanırım Emin Çölaşan, aslında onun kabrinin farklı bir yerde olduğunu anlatmıştı zamanında, o yüzden iddia edilen yazdım) kısmın önünde bile sırıtarak poz veren tipleri görünce içim sızladı.
Türbanlılar veya başı kapalı olanların ziyareti bile bu kadar sinirlendirmemişti beni. Neden? Gerçekten soruyorum, neden? Benim kutsalım, başka birinin değil belki ama -katılın veya katılmayın- hayatlarımızın derinden etkilenmesini sağlayan bir liderin kabrine neden fotoğraf makinelerinin, kameralı cep telefonlarının sokulmasına izin veriyorsunuz ki? Hayvanat bahçesi değil burası! Üzülmüştüm, hatta dünyam başıma yıkılmıştı... Ki Ankara gezisinin veya çılgınlığının tek üzen yanı buydu. Lanet etmiştim... İnsanlara, bir kez daha...
Çok kutsalım yoktur benim. Herkese dil çıkarılabilir lügatımda, iki kavram dışında. Biri Atatürk, biri de ailedir.
Atatürk'le ilgili insanlarla saatlerce tartışabilirim, putlaştırılmasına karşı çıkarım ancak kimi çevrelerce sadece hataları ve egosu üzerinden prim yapılmasınaysa ayrıca sinirlenirim. Evet, hata yapmıştır. Çünkü evet, O DA BİR İNSANDIR.
Benim sevgim, ne aileme, ne ilkokul kitaplarında defalarca anlatılan Atatürk anılarına dayanır... Evet, ailem ilericiydi ve Atatürk konusunda -özellikle babam- fazlasıyla bilgilendirmişti beni, hayran olmamı sağlamıştı. Öte yanda ilkokul kitaplarında bir yarı-tanrıdan bahsediliyordu adeta.
Bu manipülasyondan ziyade, kapsamlıca araştırmam ve hatalarıyla onu anlamam etkili olmuştu onu sevmem konusunda. Ama Anıtkabir'e yaklaşık on beş yıl sonra tekrar gitmem dünyamı yerle bir etmişti.
Evet, bir kısmı hala çocuktu ziyaretçilerin ve bağıra çağıra gezmeleri, gülmeleri, dünyanın en zor işini severek yapan ve 10 Kasım'larda buz kesmiş halde gözyaşı döken askerlere "Cansız lan bunlar!" yakıştırması yapan çocukları yargılamıyordum. Ancak, Facebook profil fotoğrafı yapmak için, bırakın Aslanlı Yol'u, Atatürk'ün kabri olduğu iddia edilen(sanırım Emin Çölaşan, aslında onun kabrinin farklı bir yerde olduğunu anlatmıştı zamanında, o yüzden iddia edilen yazdım) kısmın önünde bile sırıtarak poz veren tipleri görünce içim sızladı.
Türbanlılar veya başı kapalı olanların ziyareti bile bu kadar sinirlendirmemişti beni. Neden? Gerçekten soruyorum, neden? Benim kutsalım, başka birinin değil belki ama -katılın veya katılmayın- hayatlarımızın derinden etkilenmesini sağlayan bir liderin kabrine neden fotoğraf makinelerinin, kameralı cep telefonlarının sokulmasına izin veriyorsunuz ki? Hayvanat bahçesi değil burası! Üzülmüştüm, hatta dünyam başıma yıkılmıştı... Ki Ankara gezisinin veya çılgınlığının tek üzen yanı buydu. Lanet etmiştim... İnsanlara, bir kez daha...
24 saat, 900 KM
-Bizimkilerin eline para geçmiş lan...
-Eee?
-Beni tatile gönderecekler.
-Ne güzel işte?
-Ben iki gün tatile çıkacağım ama...
-Napacan parayı?
-Aynı gün içersinde iki tane eskort ayarlayacağım.
-Aynı anda mı? Hani üçlü hesabı?
-Yok, biri saat birde gelecek, üçte gidecek. O gidince de saat dörtte başka bir eskort gelecek, iki saat sonra onu da gönderip dışarı çıkacağım İzmir'de barlara falan gideceğim.
-Üçlü yapsana lan?
-Ya olmaz...
-Niye?
-Kafam karışır.
Mavi ekranı verdim bu cevaptan sonra. Biraz daha muhabbet ettik, konu yine kadınlara geldi. Çünkü Yeniköy'deydik, arabanın içinde, denize karşı bir ufak viskiyi devirmek üzereydik, sek...
-Ben niye böyleyim lan? Hiç manita yapamıyorum.
-Bilmem de seni değiştirmeyi çok denedim. Geçen sene bayağı inanmıştım ama değişmedin.
-Ben her şeyi hazır istiyorum sanırım. Ailemle yaşıyorum, yemek hazır o hazır bu hazır. Kadınlar da hazır gelsin istiyorum lan. Sense ailenden uzaklaşmışsın ergenken, başının çaresine bakmayı öğrenmişsin.
-Aferin güzel tespit.
Ve fondip, gidiyorduk. Taksim'e çıkıp bir iki bir şey daha içmek istedik. TEM'den gidecektik.
-Bak lan Ankara'ya gider yazıyor.
-Hadi gidelim o zaman Ankara'ya?
-Hadi...
Saptık bir anda, ve Ankara'ya gidiyorduk ciddi ciddi. İstanbul il sınırını geçtiğimizde ilk benzinlikte durduk. Yiyecek bir şeyler aldı, pet şişe su, benzin falan fıstık derken şaşırtmak istedim kardeşimi. Tuvalete gideceğimi söyledim, o arabada beklerken benzinliğin marketine girip iki tespih aldım birbirinin aynısı.
-Nereden buldun lan? Ben göremedim!
-Sordum paşam.
Bastık, gidiyorduk, cidden Ankara'ya gidiyorduk. Kalacak kimsemiz, giyecek giyeceğimiz yoktu ama gidiyorduk işte... Yol çekici gelmişti belki de, o kullanıyordu, ben co-pilot'luk yapıyordum. Kafalar fena değildi çünkü, radar olduğu zaman anında uyarıyor, levha okuyor ve ağzına kuruyemiş veriyordum. Kabukluları ayırmaya çalışsam da, birinde ayırmayı unuttum...
-Issırma lan!
-Şam fıstığı çıktı bu!
dedi ve camı açıp tükürdü. Gözümde şam fıstığı kabuğu vardı...
Gözümü açtığımda Bolu'yu geçmiştik, bir daha açtığımdaysa Ankara'daydık, beş saat sürmüştü yolculuk topu topu. Arabayı nereye çekip uyuyabiliriz diye düşünürken bir tam tur attık çevreyolunda. Bir benzinlik bulduk, oto galerisinin yanında. Oto galerisinin önündeyse, otobanın dibinde bir park alanı vardı. Park ettik ve uyuyakaldık. Ama unuttuğumuz şey, benim metal kutunun ağzını kesip küllük yapmam ve küllerin içerde kalmasıydı. Kan ter içinde uyandığımda saat 10'du ve berbat bir koku arabayı sarmıştı. Esansları söylemem sadece midenizi kaldırır, eminim.
Kızılay'a geçtik, iki kez yolda kaybolduğumuz için bu Kızılay'a geçme faslı da bir saati bulmuştu. Bir otoparka park edip, Ankara simidiyle nefis bir kahvaltı, ardından Tunalı taraflarında bir iki tur... Sevmemişti, çünkü Behzat Ç.'deki gibi eğlenceli değildi.
-Ruhu çekilmiş lan bu şehrin. Kanı çekilmiş, herkes sakin!
-Öyle, ama iyidir zaman zaman. Nizama baksana sen esas... O değil de, Ata'yı ziyaret edelim mi?
-Olur.
Tekrar arabaya atladık. Ankara'dayken görüşmek istediğim tek arkadaşım, beş senedir görmediğim İrem'di. Liseden arkadaşımdı, Anıtkabir'e doğru yola çıktığımızda onu aramıştım. Anıtkabir dönüşü de onunla Leman Kültür'de hep beraber yemek yiyip, belki bir iki bira yuvarlayacaktık.
Anıtkabir... Atatürk'ü ziyaret. Bir amaca hizmet ettiğimiz için mutlu olmuştuk bu ziyaret sonrası. Sonrası mı? Leman Kültür, ardından arkadaşım bana döndü;
-Taksim'e gidelim lan akşam.
-Olur.
Ve yine yola çıktık, öğleden sonra beşte. Şansımıza yağmur başladı ancak bu, yolun beş saatten fazla sürmesine sebep olamadı. Taksim'deydik, bir cumartesi, yol yorgunuyduk ve arkadaşlarımızla Thales'te shot içiyorduk.
Spontane mi? Bilmiyorum ama kesinlikle eğlenceliydi.
-Eee?
-Beni tatile gönderecekler.
-Ne güzel işte?
-Ben iki gün tatile çıkacağım ama...
-Napacan parayı?
-Aynı gün içersinde iki tane eskort ayarlayacağım.
-Aynı anda mı? Hani üçlü hesabı?
-Yok, biri saat birde gelecek, üçte gidecek. O gidince de saat dörtte başka bir eskort gelecek, iki saat sonra onu da gönderip dışarı çıkacağım İzmir'de barlara falan gideceğim.
-Üçlü yapsana lan?
-Ya olmaz...
-Niye?
-Kafam karışır.
Mavi ekranı verdim bu cevaptan sonra. Biraz daha muhabbet ettik, konu yine kadınlara geldi. Çünkü Yeniköy'deydik, arabanın içinde, denize karşı bir ufak viskiyi devirmek üzereydik, sek...
-Ben niye böyleyim lan? Hiç manita yapamıyorum.
-Bilmem de seni değiştirmeyi çok denedim. Geçen sene bayağı inanmıştım ama değişmedin.
-Ben her şeyi hazır istiyorum sanırım. Ailemle yaşıyorum, yemek hazır o hazır bu hazır. Kadınlar da hazır gelsin istiyorum lan. Sense ailenden uzaklaşmışsın ergenken, başının çaresine bakmayı öğrenmişsin.
-Aferin güzel tespit.
Ve fondip, gidiyorduk. Taksim'e çıkıp bir iki bir şey daha içmek istedik. TEM'den gidecektik.
-Bak lan Ankara'ya gider yazıyor.
-Hadi gidelim o zaman Ankara'ya?
-Hadi...
Saptık bir anda, ve Ankara'ya gidiyorduk ciddi ciddi. İstanbul il sınırını geçtiğimizde ilk benzinlikte durduk. Yiyecek bir şeyler aldı, pet şişe su, benzin falan fıstık derken şaşırtmak istedim kardeşimi. Tuvalete gideceğimi söyledim, o arabada beklerken benzinliğin marketine girip iki tespih aldım birbirinin aynısı.
-Nereden buldun lan? Ben göremedim!
-Sordum paşam.
Bastık, gidiyorduk, cidden Ankara'ya gidiyorduk. Kalacak kimsemiz, giyecek giyeceğimiz yoktu ama gidiyorduk işte... Yol çekici gelmişti belki de, o kullanıyordu, ben co-pilot'luk yapıyordum. Kafalar fena değildi çünkü, radar olduğu zaman anında uyarıyor, levha okuyor ve ağzına kuruyemiş veriyordum. Kabukluları ayırmaya çalışsam da, birinde ayırmayı unuttum...
-Issırma lan!
-Şam fıstığı çıktı bu!
dedi ve camı açıp tükürdü. Gözümde şam fıstığı kabuğu vardı...
Gözümü açtığımda Bolu'yu geçmiştik, bir daha açtığımdaysa Ankara'daydık, beş saat sürmüştü yolculuk topu topu. Arabayı nereye çekip uyuyabiliriz diye düşünürken bir tam tur attık çevreyolunda. Bir benzinlik bulduk, oto galerisinin yanında. Oto galerisinin önündeyse, otobanın dibinde bir park alanı vardı. Park ettik ve uyuyakaldık. Ama unuttuğumuz şey, benim metal kutunun ağzını kesip küllük yapmam ve küllerin içerde kalmasıydı. Kan ter içinde uyandığımda saat 10'du ve berbat bir koku arabayı sarmıştı. Esansları söylemem sadece midenizi kaldırır, eminim.
Kızılay'a geçtik, iki kez yolda kaybolduğumuz için bu Kızılay'a geçme faslı da bir saati bulmuştu. Bir otoparka park edip, Ankara simidiyle nefis bir kahvaltı, ardından Tunalı taraflarında bir iki tur... Sevmemişti, çünkü Behzat Ç.'deki gibi eğlenceli değildi.
-Ruhu çekilmiş lan bu şehrin. Kanı çekilmiş, herkes sakin!
-Öyle, ama iyidir zaman zaman. Nizama baksana sen esas... O değil de, Ata'yı ziyaret edelim mi?
-Olur.
Tekrar arabaya atladık. Ankara'dayken görüşmek istediğim tek arkadaşım, beş senedir görmediğim İrem'di. Liseden arkadaşımdı, Anıtkabir'e doğru yola çıktığımızda onu aramıştım. Anıtkabir dönüşü de onunla Leman Kültür'de hep beraber yemek yiyip, belki bir iki bira yuvarlayacaktık.
Anıtkabir... Atatürk'ü ziyaret. Bir amaca hizmet ettiğimiz için mutlu olmuştuk bu ziyaret sonrası. Sonrası mı? Leman Kültür, ardından arkadaşım bana döndü;
-Taksim'e gidelim lan akşam.
-Olur.
Ve yine yola çıktık, öğleden sonra beşte. Şansımıza yağmur başladı ancak bu, yolun beş saatten fazla sürmesine sebep olamadı. Taksim'deydik, bir cumartesi, yol yorgunuyduk ve arkadaşlarımızla Thales'te shot içiyorduk.
Spontane mi? Bilmiyorum ama kesinlikle eğlenceliydi.
7 Nisan 2011 Perşembe
Sek Viski Tadında Bir Gün
Boş günümdü, yapmam gereken tek şey ise bilgisayarımı teknik servise götürmekti. Plan mı? Matias'ın bize gelmesi, ardından bilgisayarı arabaya atıp beni Beşiktaş'a götürmesi. Rıhtımdan sonrası kolay... Teknik servis Kadıköy'de.
Uyandığımda saat öğlenin ikisiydi. Matias'ı aradım, yorgun olduğunu ve bir gün ertelemek istediğini söyledi. "Problem değil" dedim ama problemdi. Çünkü ertesi gün çocuklarla basketbol oynayacaktık.
Sigara üstüne sigara yaktım, 15.45 vapuru, 16.15 vapuru, 16.45 vapuru derken 17.15 vapuruna binmeye karar kıldım. Kötü hissediyordum çünkü bilgisayarı bıraktıktan sonra halama gidemeyecektim. Taksiye bindim, trafiğe takıldım. Küfürler ede ede, trafikte kilit durumdaydık. 17.30 olmuştu saat ben rıhtıma vardığımda. Bir simit, biraz krem peynir, bir iki sigara daha ve vapurdaydım. Başımın belası kasamla beraber.
Kasayı bıraktım, halama gittim, uyumamıştı. Sohbet muhabbet, saat 20.00... İçimdeki bir başka sıkıntı ise, saat 21.00'de annemin İstanbul'da olmasıydı. Adeta zamanla yarışıyor ve bir türlü bu labirentin içinden çıkamıyordum. Diğer halamı ziyaret ettiğimdeyse, başıma geleceklerden habersizdim...
-Ee, ne getirmiş annen?
-Ben getirme hiç bir şey dedim.
-Niye?
-En fazla free shop'tan bir şeyler isterim işte.
-Ne gibi?
-Viski veya parfüm.
Viskiyi korka korka söylemiştim çünkü İstanbul'a geldiğimden beri bana bakan insanlardı bunlar ve alkolik olduğum konusunda haklı şüpheleri vardı.
Kaptan olan eniştem, viski içip içmediğimi sordu.
-İçiyorum da öyle röpdeşambrımı giyip saatlerce değil... Arada bir, özel bir durum olunca.
Doğru söylüyordum, çünkü viskiye param yetmiyordu. Balkona gitti ve elinde bir şişeyle döndü.
-Enişte, kaptanın viskisi içilmez, racona terstir.
-Ben izin verdiğim sürece içebilirsin. Ben gittiğim her ülkeden farklı farklı viskiler alıp koleksiyon yapardım, şimdi dağıtıyorum yavaş yavaş, sana, oğluma, kızıma, vs... 30 senelik bu viski en az... Çünkü 30 sene önceydi ben kaptanlığı bıraktığımda. Ama ben sana güvendiğimden, sana inandığımdan bunu sana veriyorum; güvenimi boşa çıkarma sakın. Kaptırma kendini çok fazla. Bitirdiğinde sana başka bir şişe daha vereceğim. Para verme içkiye, anlaştık mı?
-Peki.
Gururlanmıştım, çünkü ailenin güvenoyunu farklı çevrelerden de alıyordum. Mersin'de, özellikle de bizim ailede, adeta bir İtalyan bağlılığı vardır. Herkes birbirini kollar, uzak veya yakın akraba fark etmez, sadık olmak esastır. Babaannemi kaybettiğimde dünyamın yıkılmasının ve tekrar inşaasının uzun sürmesinin sebeplerinden biri de budur. Zaten gün boyu kötü hisler içinde kıvranmamın sebebi de aileye yeterli zaman ayıramayacak olma ihtimalimdi. Ve elimde bir viski şişesi, mutlu gözlerle eniştemin yüzüne bakıyordum. İçki değildi önemli olan, gururdu.
Çıktım, anneme güç bela yetişebildim. Valizlerine yardım edecek kadar hızlı olamadım ancak ablamın evine girmesinden tahmini 30 dakika sonra da ben geldim. Yemek yendi, durumum konuşuldu. O diyalog ise bambaşkaydı tabi...
-Ee neler yapıyorsun? Çıkmıyor musun dışarı?
-Kalabalığı sevmiyorum artık anne ya. Evdeyim genelde...
-Neden?
-Cebinde paran varsa Nişantaşı'na gidebiliyorsun. Çok paran yoksa Taksim'e gidebiliyorsun, orada da insanlar üstüme üstüme geliyor duvarlar gibi. Ben de ya meyhaneye gidiyorum, ya da evde oluyorum.
-Ama öyle olur mu eskiden kahvaltıya falan giderdin? Onları yap bari...
-Yağmur'la iken mi?
-Evet?
-Kız boğazına düşkündü ben ne yapayım?
Gülümsedi, hangi viskiyi istediğimi sordu free shop'tan.
-Ya seni maddi anlamda çok zorlayacaksa alma, Jack Daniel's tercihimdir, ama dediğim gibi, zorlanacaksan hiç gerek yok.
-Tamam oğlum.
Bana olan güveni bir kez daha hissetmek fazlasıyla hoşuma gitmişti. Artık "ol"duğumu, hayatta en çok önemsediğim topluluk da anlıyor ve benimsiyordu...
Uyandığımda saat öğlenin ikisiydi. Matias'ı aradım, yorgun olduğunu ve bir gün ertelemek istediğini söyledi. "Problem değil" dedim ama problemdi. Çünkü ertesi gün çocuklarla basketbol oynayacaktık.
Sigara üstüne sigara yaktım, 15.45 vapuru, 16.15 vapuru, 16.45 vapuru derken 17.15 vapuruna binmeye karar kıldım. Kötü hissediyordum çünkü bilgisayarı bıraktıktan sonra halama gidemeyecektim. Taksiye bindim, trafiğe takıldım. Küfürler ede ede, trafikte kilit durumdaydık. 17.30 olmuştu saat ben rıhtıma vardığımda. Bir simit, biraz krem peynir, bir iki sigara daha ve vapurdaydım. Başımın belası kasamla beraber.
Kasayı bıraktım, halama gittim, uyumamıştı. Sohbet muhabbet, saat 20.00... İçimdeki bir başka sıkıntı ise, saat 21.00'de annemin İstanbul'da olmasıydı. Adeta zamanla yarışıyor ve bir türlü bu labirentin içinden çıkamıyordum. Diğer halamı ziyaret ettiğimdeyse, başıma geleceklerden habersizdim...
-Ee, ne getirmiş annen?
-Ben getirme hiç bir şey dedim.
-Niye?
-En fazla free shop'tan bir şeyler isterim işte.
-Ne gibi?
-Viski veya parfüm.
Viskiyi korka korka söylemiştim çünkü İstanbul'a geldiğimden beri bana bakan insanlardı bunlar ve alkolik olduğum konusunda haklı şüpheleri vardı.
Kaptan olan eniştem, viski içip içmediğimi sordu.
-İçiyorum da öyle röpdeşambrımı giyip saatlerce değil... Arada bir, özel bir durum olunca.
Doğru söylüyordum, çünkü viskiye param yetmiyordu. Balkona gitti ve elinde bir şişeyle döndü.
-Enişte, kaptanın viskisi içilmez, racona terstir.
-Ben izin verdiğim sürece içebilirsin. Ben gittiğim her ülkeden farklı farklı viskiler alıp koleksiyon yapardım, şimdi dağıtıyorum yavaş yavaş, sana, oğluma, kızıma, vs... 30 senelik bu viski en az... Çünkü 30 sene önceydi ben kaptanlığı bıraktığımda. Ama ben sana güvendiğimden, sana inandığımdan bunu sana veriyorum; güvenimi boşa çıkarma sakın. Kaptırma kendini çok fazla. Bitirdiğinde sana başka bir şişe daha vereceğim. Para verme içkiye, anlaştık mı?
-Peki.
Gururlanmıştım, çünkü ailenin güvenoyunu farklı çevrelerden de alıyordum. Mersin'de, özellikle de bizim ailede, adeta bir İtalyan bağlılığı vardır. Herkes birbirini kollar, uzak veya yakın akraba fark etmez, sadık olmak esastır. Babaannemi kaybettiğimde dünyamın yıkılmasının ve tekrar inşaasının uzun sürmesinin sebeplerinden biri de budur. Zaten gün boyu kötü hisler içinde kıvranmamın sebebi de aileye yeterli zaman ayıramayacak olma ihtimalimdi. Ve elimde bir viski şişesi, mutlu gözlerle eniştemin yüzüne bakıyordum. İçki değildi önemli olan, gururdu.
Çıktım, anneme güç bela yetişebildim. Valizlerine yardım edecek kadar hızlı olamadım ancak ablamın evine girmesinden tahmini 30 dakika sonra da ben geldim. Yemek yendi, durumum konuşuldu. O diyalog ise bambaşkaydı tabi...
-Ee neler yapıyorsun? Çıkmıyor musun dışarı?
-Kalabalığı sevmiyorum artık anne ya. Evdeyim genelde...
-Neden?
-Cebinde paran varsa Nişantaşı'na gidebiliyorsun. Çok paran yoksa Taksim'e gidebiliyorsun, orada da insanlar üstüme üstüme geliyor duvarlar gibi. Ben de ya meyhaneye gidiyorum, ya da evde oluyorum.
-Ama öyle olur mu eskiden kahvaltıya falan giderdin? Onları yap bari...
-Yağmur'la iken mi?
-Evet?
-Kız boğazına düşkündü ben ne yapayım?
Gülümsedi, hangi viskiyi istediğimi sordu free shop'tan.
-Ya seni maddi anlamda çok zorlayacaksa alma, Jack Daniel's tercihimdir, ama dediğim gibi, zorlanacaksan hiç gerek yok.
-Tamam oğlum.
Bana olan güveni bir kez daha hissetmek fazlasıyla hoşuma gitmişti. Artık "ol"duğumu, hayatta en çok önemsediğim topluluk da anlıyor ve benimsiyordu...
5 Nisan 2011 Salı
Trene bakan öküz misali; sürüler ile insanlar
Ne kadar nefret ettiğimi, insanlığa duyduğum öfkeyi az çok farketmişsinizdir çoğunuz. Kimi sordu, neden? diye. Kimi yaftaladı, asosyal diye. Umursamadım, ikisini de...
Ama bazen bu öfke öyle bir alevleniyor ki, haftasonunu evde geçirmek, dışarıda sürtmekten daha fazla keyif veriyor. Hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar haz duyuyorum bu durumdan.
Basit bir adamım, basit zevklerim ve basit keyiflerim var ki hayatımı daha da basitleştirebilmek adına, kurtulduğum internet erişimine sahip cep telefonundan, 3310'a geçtim. Bir sonraki aşama da muhtemelen bilgisayarımdan uzaklaşmak olacak lakin sıkıntı şu ki, ben ne kadar basit ve sadeye odaklansam da, düşüncelerimi ve küçük beynimi uzaklaştıramıyorum, alıkoyamıyorum düşünmekten.
Mojito... O.C. isimli California gençik dizisi yayınlandı, bölümler devam etti ve kezban kızlarımız, abazan erkeklerimiz balıklama daldılar bu işe. Çok sevdiler mojitoyu. Tat? Yok hayır... Yaptığı kafa? Yok hayır... E neden içti gençik mojitoyu? Tatsız tutsuz bir şeydi diyeceğim, tamam yorum yapmak istemiyorum o konuda. Sonuçta zevk meselesi de sidikteki alkolden daha az alkol oranına sahip, naneli maydonozlu boktan bir içkiydi. Neden sevdiniz biliyor musunuz mojitoyu? Delinin biri bir taş attı kuyuya, bir anda ünlendi ve mojito içmek havalı bir hal aldı.
Geçtik. Günümüz modasına gelelim... Jaggerbomb. Öksürük şurubundan farksız Jaggermeister'ın enerji içeceği içinde servis edilmesi. Kaç para bilmiyorum İstanbul'daki barlarda. Şunu biliyorum sadece, çok içtim, çok sevdim(shot veya kola-limon-buz karşımıyla denediğimde) ancak benimle beraber içenler beğenemememişti, şimdi o beğenemeyenler gittikleri her "üniversite gençik" barında jaggerbomb içiyorlar. "Kafası çok güzel." diyorlar... Bırak şimdi, at kafası... Caka satmaktan başka derdiniz yok, gerçekten. Ayağa düştü mojito veya jaggerbomb demek değil derdim. İsterse bütün dünya bunları içsin. Mojito'dan tiksinirim zaten, Jaggerbomb'u da sevmem, shot içerim Geyikli Şişeden içkiyi; ancak bu birbirini takip etme, birbirine özenme ve "çok eğleniyoruz!" romantizmi var ya, bitiriyor beni. Yiyin her boku, tanrılaştırın yaptıklarınızı, putlaştırın tükettiklerinizi ama bu tarafa geçmeyin, çünkü bu tarafta ben ve ordum, ıslak haydarla bekliyoruz sizi...
Ama bazen bu öfke öyle bir alevleniyor ki, haftasonunu evde geçirmek, dışarıda sürtmekten daha fazla keyif veriyor. Hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar haz duyuyorum bu durumdan.
Basit bir adamım, basit zevklerim ve basit keyiflerim var ki hayatımı daha da basitleştirebilmek adına, kurtulduğum internet erişimine sahip cep telefonundan, 3310'a geçtim. Bir sonraki aşama da muhtemelen bilgisayarımdan uzaklaşmak olacak lakin sıkıntı şu ki, ben ne kadar basit ve sadeye odaklansam da, düşüncelerimi ve küçük beynimi uzaklaştıramıyorum, alıkoyamıyorum düşünmekten.
Mojito... O.C. isimli California gençik dizisi yayınlandı, bölümler devam etti ve kezban kızlarımız, abazan erkeklerimiz balıklama daldılar bu işe. Çok sevdiler mojitoyu. Tat? Yok hayır... Yaptığı kafa? Yok hayır... E neden içti gençik mojitoyu? Tatsız tutsuz bir şeydi diyeceğim, tamam yorum yapmak istemiyorum o konuda. Sonuçta zevk meselesi de sidikteki alkolden daha az alkol oranına sahip, naneli maydonozlu boktan bir içkiydi. Neden sevdiniz biliyor musunuz mojitoyu? Delinin biri bir taş attı kuyuya, bir anda ünlendi ve mojito içmek havalı bir hal aldı.
Geçtik. Günümüz modasına gelelim... Jaggerbomb. Öksürük şurubundan farksız Jaggermeister'ın enerji içeceği içinde servis edilmesi. Kaç para bilmiyorum İstanbul'daki barlarda. Şunu biliyorum sadece, çok içtim, çok sevdim(shot veya kola-limon-buz karşımıyla denediğimde) ancak benimle beraber içenler beğenemememişti, şimdi o beğenemeyenler gittikleri her "üniversite gençik" barında jaggerbomb içiyorlar. "Kafası çok güzel." diyorlar... Bırak şimdi, at kafası... Caka satmaktan başka derdiniz yok, gerçekten. Ayağa düştü mojito veya jaggerbomb demek değil derdim. İsterse bütün dünya bunları içsin. Mojito'dan tiksinirim zaten, Jaggerbomb'u da sevmem, shot içerim Geyikli Şişeden içkiyi; ancak bu birbirini takip etme, birbirine özenme ve "çok eğleniyoruz!" romantizmi var ya, bitiriyor beni. Yiyin her boku, tanrılaştırın yaptıklarınızı, putlaştırın tükettiklerinizi ama bu tarafa geçmeyin, çünkü bu tarafta ben ve ordum, ıslak haydarla bekliyoruz sizi...
4 Nisan 2011 Pazartesi
Galatasaray, nam-ı diğer Aşk
Ben takım tutmamıştım uzun bir süre. Babam 3 büyükleri yenen her takımı desteklerdi. Ben "Hangi takımı tutayım?" diye sorduğumdaysa Eskişehir bayrağı bağlamıştı boynuma bir tane. Küçüktüm daha, sonra vurdu kıçıma, "İn aşağıya, bakkal Aydın amcana, Eskişehir'in Galatasaray'ı nasıl si... Yendiğini sor" demişti.
Dediklerini harfiyen yerine getirip parkta oynamaya indiğimdeyse, salıncaktan düşmüş ve dizimi yarmıştım. Eskişehir taraftarı olmam bununla sonlanmıştı. 6 yaşındaydım ve Eskişehirspor'dan nefret ediyordum.
Akabinde rahmetli eniştemden ötürü elime bir fikstür geçmişti. Beşiktaş'ın lig maçları fikstürü... Cebimde taşıyordum ama ne Beşiktaşlı bir futbolcu, ne de Beşiktaş'ın herhangi bir başarısından haberdardım. 7 yaşına girmiştim, ve hala "Hangi takımlısın?" dendiğinde bırakın "Milli Takım" demeyi, verecek cevap bile bulamıyordum.
Sonra kuzenimle geçirdik bir yazı, komple... Koyu Galatasaray taraftarıydı, bana sorduğundaysa cevap veremediğimden mütevellit, benden beş sene erken doğduğu için; döverdi beni. Suratıma yumruk atmamıştı da, kabadayı tavırlarıyla bezdirmişti. İşte böyle Galatasaraylı olmuştum ben. Ne UEFA kupası, ne şampiyonluklar... Tamamen dayakla...
Bir de Fatih Abi vardı o zamanlar. Evimize müzik seti kuran, babamın yakın arkadaşı. Kuzenimin bezdirme politikasından sonra, Galatasaray'dı benim için hayat. Onunla yatıp, onunla kalkmaya başlamıştım. Fakat Fatih Abi, bize her geldiğinde; babamla içtiği ilk duble rakıdan sonra; Fenerbahçe taraftarı olursam, bana forma, kaşkol, şort alacağını söylüyordu. Göz alıcıydı belki, ancak ben andımı çoktan içmiştim. Anacığımın pazardan bana aldığı Bank Ekspres logolu Galatasaray formasıydı benim içinde olduğum; başkasına, başka renklere tahammülüm yoktu.
Zaman geçti, tarih 17 Mayıs 2000'e dayandı. Fenerbahçeli bir arkadaşım, annesiyle iddiaya girmişti; Galatasaray UEFA Kupası'nı alamayacak diyerekten. Kaybederse, bir ay boyunca Galatasaraylı olacaktı. Ve kırık kollu Kaptan Bülent, Popescu, kırmızıyı bekletmeden gören Hagi ve H. Şükür yedirmişti laflarını arkadaşıma. 18 Mayıs 2000 günü, hayatımın en mutlu günlerinden biriydi.
Sonra liseli oldum. 2. Fatih Terim dönemi, Hagi dönemi kabustan ibaretti, ama birisi vardı... Adeta üzerimize güneş gibi doğmuştu. Alnındaki kan, alnımızın akıydı. Eric Gerets'ti ismi ve bizi o zorluklara, imkansızlıklara rağmen şampiyon yapmıştı. O dönem soğuduğum ama maçlarını da takip ettiğim Galatasaray, tekrar doğuyor gibiydi; ta ki, üniversitede oyuncuların ıslıklandığını, mabed denilen Ali Sami Yen'in yakıldığını gözlerimle görene kadar. Askıya aldım taraftarlığımı ben işte o dönem. Lanetler ettim, yeminler ettim daha da futbolla ilgilenmeyeceğim diye... 80'lik dede takımın başına gelmiş, kime ne? FM'de çalıştırdığım takımdan öte değildi Galatasaray benim için. Üzmekten başka bir işe yaramazdı ve o sene bir şampiyonluk geldi. Teknik direktörsüz şampiyon olmuştu hayatımın anlamı, anlık sevinmiştim, coşmuştum, çıldırmıştım ancak öngörüye sahip değildim; bugünlere gelmemizin öngörüsüne...
Neden mi anlattım bunları? Her ne olursa olsun, Galatasaray umudu, aşkı, sevgisi veya her ne derseniz diyin aşkı vardı içimde her zaman. Şimdi de var. Bugün de var, yarın da olacak ama ciğeri beş para etmez topçularımız; iki elle bir siki doğrultamayan yöneticilerimiz sağolsun, Galatasaray diyince artık aklıma sadece şu pankart geliyor:
"SİZ EN GÜZEL DUYGULARIN KATİLİSİNİZ."
Dediklerini harfiyen yerine getirip parkta oynamaya indiğimdeyse, salıncaktan düşmüş ve dizimi yarmıştım. Eskişehir taraftarı olmam bununla sonlanmıştı. 6 yaşındaydım ve Eskişehirspor'dan nefret ediyordum.
Akabinde rahmetli eniştemden ötürü elime bir fikstür geçmişti. Beşiktaş'ın lig maçları fikstürü... Cebimde taşıyordum ama ne Beşiktaşlı bir futbolcu, ne de Beşiktaş'ın herhangi bir başarısından haberdardım. 7 yaşına girmiştim, ve hala "Hangi takımlısın?" dendiğinde bırakın "Milli Takım" demeyi, verecek cevap bile bulamıyordum.
Sonra kuzenimle geçirdik bir yazı, komple... Koyu Galatasaray taraftarıydı, bana sorduğundaysa cevap veremediğimden mütevellit, benden beş sene erken doğduğu için; döverdi beni. Suratıma yumruk atmamıştı da, kabadayı tavırlarıyla bezdirmişti. İşte böyle Galatasaraylı olmuştum ben. Ne UEFA kupası, ne şampiyonluklar... Tamamen dayakla...
Bir de Fatih Abi vardı o zamanlar. Evimize müzik seti kuran, babamın yakın arkadaşı. Kuzenimin bezdirme politikasından sonra, Galatasaray'dı benim için hayat. Onunla yatıp, onunla kalkmaya başlamıştım. Fakat Fatih Abi, bize her geldiğinde; babamla içtiği ilk duble rakıdan sonra; Fenerbahçe taraftarı olursam, bana forma, kaşkol, şort alacağını söylüyordu. Göz alıcıydı belki, ancak ben andımı çoktan içmiştim. Anacığımın pazardan bana aldığı Bank Ekspres logolu Galatasaray formasıydı benim içinde olduğum; başkasına, başka renklere tahammülüm yoktu.
Zaman geçti, tarih 17 Mayıs 2000'e dayandı. Fenerbahçeli bir arkadaşım, annesiyle iddiaya girmişti; Galatasaray UEFA Kupası'nı alamayacak diyerekten. Kaybederse, bir ay boyunca Galatasaraylı olacaktı. Ve kırık kollu Kaptan Bülent, Popescu, kırmızıyı bekletmeden gören Hagi ve H. Şükür yedirmişti laflarını arkadaşıma. 18 Mayıs 2000 günü, hayatımın en mutlu günlerinden biriydi.
Sonra liseli oldum. 2. Fatih Terim dönemi, Hagi dönemi kabustan ibaretti, ama birisi vardı... Adeta üzerimize güneş gibi doğmuştu. Alnındaki kan, alnımızın akıydı. Eric Gerets'ti ismi ve bizi o zorluklara, imkansızlıklara rağmen şampiyon yapmıştı. O dönem soğuduğum ama maçlarını da takip ettiğim Galatasaray, tekrar doğuyor gibiydi; ta ki, üniversitede oyuncuların ıslıklandığını, mabed denilen Ali Sami Yen'in yakıldığını gözlerimle görene kadar. Askıya aldım taraftarlığımı ben işte o dönem. Lanetler ettim, yeminler ettim daha da futbolla ilgilenmeyeceğim diye... 80'lik dede takımın başına gelmiş, kime ne? FM'de çalıştırdığım takımdan öte değildi Galatasaray benim için. Üzmekten başka bir işe yaramazdı ve o sene bir şampiyonluk geldi. Teknik direktörsüz şampiyon olmuştu hayatımın anlamı, anlık sevinmiştim, coşmuştum, çıldırmıştım ancak öngörüye sahip değildim; bugünlere gelmemizin öngörüsüne...
Neden mi anlattım bunları? Her ne olursa olsun, Galatasaray umudu, aşkı, sevgisi veya her ne derseniz diyin aşkı vardı içimde her zaman. Şimdi de var. Bugün de var, yarın da olacak ama ciğeri beş para etmez topçularımız; iki elle bir siki doğrultamayan yöneticilerimiz sağolsun, Galatasaray diyince artık aklıma sadece şu pankart geliyor:
"SİZ EN GÜZEL DUYGULARIN KATİLİSİNİZ."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)