Google+ boş mideye iki duble viski: Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 10

8 Nisan 2013 Pazartesi

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 10

Hayatta, hiç bir şeyin değişmemesini bekleyecek kadar saf yoktur aramızda. Teknolojinin, müziğin, eğitimin, sanatın, edebiyatın ya da en önemlisi; insanların ve ilişkilerin... Sadece geçmişe duyduğumuz özlem üzerinden bazı saptama ya da yorumlarla, ya da tespitlerle yaşlı osuruklardan farksızlaşırız. "Bizim zamanımızda delikanlılar köşe başını tutarlar, sapığa hırsıza aman vermezlerdi." "Bizim zamanımızda Taksim'e takım elbiseyle çıkılırdı." "Bizim zamanımızda böyle bilgisayar falan yoktu, çelik çomak oynardık."
Bu ve benzeri cümleleri bir çok yaşlı osuruktan, hayatım boyunca dinledim ve hepsini kulak ardı ettim ancak şimdiki kafayla düşününce, hak veriyorum. Bizden bir sonraki jenerasyon da altını çizdiklerim, üstüne bastıklarım konusunda bana hak verir mi, emin değilim. Çünkü bulunduğumuz nesil, aslında en arada kalmış; en sikik , en kokuşmaya meğilli jenerasyon.
Bilgiden başlayalım... Bizden bir önceki nesil, kafa patlatır; bilgiye uzun yoldan ancak kendi yöntemleriyle ulaşır ve öğrenirdi. Araştırır, sonuca kazıya kazıya giderdi. Çünkü öğrenmeyi öğrenmişlerdi, saf ve işlerine direkt olarak yarayacak bilgiyi değil.
Biz? Problemin çözümü için biraz daha saf bilgiyi istemeye başladık, saf formülü ya da... Çünkü elimizin altında Google veya Wikipedia gibi iki büyük kaynak vardı. Ayrıca; büyüklerin yolundan da pek sapmamaya çalışıyorduk. En azından formülü bulana kadar belli başlı süreçlerden geçiyor ve sonunda bulduğumuz formülle problemi çözüyorduk.
Bizden bir sonrakiler? Direkt çözüm... Daha azı ya da daha fazlası değil. Sadece ve sadece çözüm. Hazırcılık, bir nevi tüketim toplumu; zaten bu bilgiye açlık ve çözüme olan hayranlık sebebiyle sadece 140 karakter üzerinden "haber" okunuyor artık. Gazete almak yerine "iPad" veya tabletler gündemi takip etmenizi sağlıyor. Artık herhangi bir gazetede çalışıyorsanız, hemen sorulan soru: "Web sayfası var mı? Mobil uygulaması var mı? Tablet uygulaması var mı?" oluyor. Zaten; köpek besleyen ve henüz ilk ayını tamamlamamış, tuvalet eğitimini verememiş insanların köpeklerinin üzerine işemesi ve sıçması için, emekliler bilgisayar kullanamadığı için ve bazı gazeteler websitesine sahip olamadığı ya da rezalet websitelerine sahip olduğu için var artık gazeteler. Fazlası için değil. Keza aynı şekilde, artık "satmadığı" veya "elektronik kitap" formatında tüketildikleri için; "yazılanlar" artık "cloud computing"in bir köşesinde, havada asılı kalıyor. Öteye gidemiyor, dergiler standlardan kalkıyor, kitabevleri düşünüyor, iflaslar geliyor, ben ve benim gibi bir çok "yazar olmak, basılı bir yayının altına imza atmak" isteyen adam aval aval etrafına bakıyor. Durum, ileride bugün bulunduğumuzdan çok daha kötü olacak, ona şüphe yok. Hatta ve hatta, bu işten karlı çıkan yegane meslek grubu, şu anda da on-yirmi sene öncesinin her türlü ürününü satan sahaflar ve antikacılar olacak. Zengin ve belli bir yaşın üstünde, entellektüel birikimini cümle aleme göstermek isteyen adamların cebinden geçinecekler şu anda yaptıkları gibi ki; şu an mutualist bakterilere benzetiyorsak onları; ileride birer virüs olacaklar.
Müzik? O çoktan değişti zaten. Analog-dijital üzerine saatlerce konuşabilir, bilimsel ya da duygusal tartışma içine girebiliriz. O konuda benim diyeceklerimi Josh Homme, zaten Sound City isimli, Dave Grohl imzalı belgeselde, hafifçe gözyaşı dökerek söylüyor zaten. "The internet is cool for some stuff but like many things, there's no book store, there's no music store and there's no Sound City." (İnternet bazı konularda gerçekten yarayışlı olabilir ancak bir çok konuda olduğu gibi; artık kitabevleri yok, müzik dükkanları yok ve Sound City yok.) En azından, mümkün mertebe; gerçekten enstrümanların çalındığı müzik dinlemeye kulağım yatkın da, aradaki farkı görebiliyorum kimi zaman...
Peki ilişkiler? O da 11. bölüm olsun.




Hiç yorum yok: