Google+ boş mideye iki duble viski: Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 14

10 Nisan 2013 Çarşamba

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 14

Futbol, ne denli hayata benzer; hala muammadır. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Green Street Hooligans, Mean Machine gibi; futbolla alakalı izlediğim bir iki film olmuştu benim de... İşin ilginç tarafı, hiç bir futbol filmiyle kendi hayatımı ya da benzer bir hayatı özdeşleştirememiş olmamdı.
Bana göre futbol, kazanan takımları gönül bağıyla destekleyen adamların; zaten hayat boyu her noktada kazanmış olması, her düzeyde merkezde olmasıdır. Burada bahsettiğim şey, Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş değil çünkü kabul edin; hepimiz ya babalarımızın seçtiği takımı ya da o dönem en başarılı olan takımı tutuyoruz "anamızın liginde". Hoş, benim babam üç büyüklerle kapışabilen herhangi bir Anadolu takımının arkasında duracak kadar enteresan bir adamdı ki beni döve döve Galatasaraylı yapmıştı kuzenim; yani UEFA 2000 macerasıyla alakam yoktu pek.
Ancak bir de, Avrupa'dan desteklediğin, felsefesini ya da fikirlerini beğendiğin bir takım vardır. Bu, kimine göre Bilbao, kimine göre Roma, kimine göre Liverpool olur... Fakat eğer ki sağlam bir futbol seyircisiyseniz, illa ki tarihi ya da geleneklerinden ötürü bambaşka bir takımın renklerine de aşık bulursunuz kendinizi. Misal, okulunuzun zengin, şımarık ancak sportif konularda asla zirveye oturamayacak çocuğu; Real Madrid (hatta basketbola da el atalım: LA Lakers'ı) desteklerken, silik tip Liverpool'un, Arsenal'in peşinde koşuyordur.
Bu, çok masumane bir tespit olabilir ama atlanılan çatışma şudur: günün gerektirdiği şekilde güce ve başarıya mı tapmak istersiniz, yoksa sadece renklerden ya da tarihinden ötürü bir takıma sempati duymak mı? Barca örneğini verdiğim için ağzımın ortasına sıçacak bir dolu çakma Katalan tanıyorum aslında. E madem mevzu ya da futbol kulübü, bambaşka temellere de dayanıyor; Bilbao'nun suçu ne? Bask kimliği dışında herhangi bir kimliği iki istisna dışında kabul etmeyen bu İspanyol devinin suçu ne? Kabul et, başarı ve güç, seni Barca'ya biraz daha yaklaştırdı ki bu sorun değil, Barca'nın Türkiye'deki P.R. sorumlusu gibi davranmadığın sürece...
Futbol dışında muzdarip sayıldığım (Galatasaraylıyım, yurtdışında ise sadece "Red" oldum. Hoş, sırf Barca'nın antidotu olduğundan ve Mourinho faktöründen dolayı Real Madrid'i El Clasico'larda desteklediğim -yalandan desteklediğim- de olmuştur) bir diğer konuysa, sanırım yaşım. Eskiden ne rahattık be... İki dövme, bir tık üst müzik zevki ve uzun saç ile kadınları sıraya dizerdin. Hoş, o sıraya dizdiğin kadınların hiç biriyle de doğru düzgün sevişemezdin tecrübe eksikliği ya da sıfır kilometre durumundan ötürü. Ama dedim ya, rahattın, rahattım, rahattık. Şimdiyse, belli bir sınırı geçtin, geçtim, geçtik.
Ne ortak zevkler, ne ortak spor kulübü, ne de ortak sanatçılar/müzik grupları fayda ediyor artık. Kadınları suçlamıyorum, her konuda haklılar; mevzu ilişkiler ise lakin çeneni yere çarptığın yer, işte burası oluyor. Kariyer, gelir, ailenin tabanı vb. bir dolu parametre. İki sene önce kendine baktığında iyi ya da kötü bir "kral" görürken, şimdiyse kaybettiğinin farkındasın. Bu, belli bir yaş haddinin üzerindeki tüm kadınların para yiyen lanet fahişeler olduğu anlamına gelmiyor, gelmemeli de tabii ki lakin o, senin "o"nunla aynı düzeyde -sözde- "eğlenebileceğinden" ya da "içebileceğinden" (ki içmek konusu biraz sıkıntılı... 'Kızlarla margarita keyfi, kuzenlerle mojito' gibi iletiler yazan kadınların hepsini damıtıp içerim ben.) emin olmak, onunla aynı klas konumlara erişebileceğinden emin olmak istiyor. Emin olamayınca da sonuç ya da çözüm oldukça basit... "Ben seni arkadaş olarak görüyorum."
Ne arkadaş olarak görülmektir derdim, ne de maddidir sıkıntım... Ben böyle güzelim, galiba. Namlunun ucunda, sessiz; sakin.


Hiç yorum yok: