-Senden bir şey rica edeceğim.
-Tabii ki.
-Bugün buluştuğumuzu, konuştuğumuzu bloguna yazmasan olur mu? Çünkü işyerimdekiler her şeyini araştırıyorlar. Twitter’dan konuştuğumuzu görmüşler.
(Siktiğimin teknolojisi, halbuki sen; benim seninle ilgili yıllar önce yazdığım yazıyı paylaşmıştın alenen ve işyerindekiler bu yüzden beni araştırıyorlardı.)
-Seninle buluşmamız, benim için blogda yazamayacağım kadar değerliydi. Yedi sene beklemiştim ben o anı, bloga da yazamam zaten.
-Peki.
Bu diyalogdan sonra bir daha görüştük. Mersin’de sadece bir nikah organizasyonu için iki değil, on gün kalmamın sebebi olmuştu. Evet, onunla sadece iki kez görüşmüştük. Ben zorluyordum, oysa işinde gücündeydi. Zoruma gitmiyor da değil, sanki daha önce işlediğim günahların vergi iadesini alıyordu, doldurduğum her ufak kutucukta; o mukavva rengindeki aptal zarfta. Veya belki de geçmişimi ince ince arayıp benden, hemcinslerine verdiğim zarar sebebiyle intikam alıyordu. Bilmiyorum. Ama inceden inceye ölüyordum sanki. Çünkü beklenti, sadece onu görebilme beklentisi beni yiyordu. Hiç bir akşam için plan yapmamıştım adam akıllı, “Belki görüşürüz.” diye düşünecek kadar aptaldım.
Aslına bakarsanız ben bir kuklaydım ve haç şeklindeki tahtalar onun elindeydi. Ne isterse yapacaktım, keyfi yoksa onunla görüşmeyecektim. Bu oyunda kartlar tamamen lehineydi ve bunu da kendisine alenen söylemiştim defalarca. Ara ara vurgulardı, bir erkek arkadaş istemediğini. Ben de cevaplardım ayrı şehirlerde olduğumuz sürece; bir şansa sahip olmayacağımızı ve beklentilerimi sıfırladığımı; onu görmenin bile benim için fazlasıyla yeterli olacağını, okulu bitirdiğim gün aklımdaki tek planın Türkiye’yi terk etmek olacağını...
Ama bazen indiriveriyorsun gardını, her ne kadar insanlardan tiksinen misantrof bir adem oğlu olsan da. Ben gardımı onu seneler sonra Twitter’da görünce indirmiştim işte. Çünkü o, oydu. Başkası değil, başka biri değil, birlikte olduktan sonra arkamı döneceğim kadın değil, evden gitmesi için seksen çeşit takla atacağım kadın değildi. Lakin biliyordu, kadınlarla ilişkilerimi, yaktığım dünyaları, yıktığım hayatları, içine girdiğim uçkur sayısını.
Son görüşme... Daha doğrusu onu son görüşüm. Oturduğu siteye gitmiştim. Biraları alıp sahile geçmiştik. Bir bira, iki bira; ve kesilmişti. Midesinin çok kötü durumda olduğunu ve daha fazla içemeyeceğini söylemişti. Bense iki gün sonra İstanbul’a doğru yola çıkacağımı, sadece son iki biramı demleneceğimi söylemiştim.
İçtim, gözlerinin içine bakarak. Gözleri çok büyüktü ama donuk, ahmak veya şehla bakmıyordu. Oturduğumuz bankın deliğinden düştü çakmağım. Zippomun benzini bittiği için küçük bir çakmak almıştım yanıma. Kendi çakmağıyla sigaramı yaktı. En sevdiği renk turuncuydu, çakmağı da öyle. Sigaramı yakarken gözlerimin içine bakarak gülümsediğini görmüştüm, ya da çok alkollüydüm. Bana gülmediği, gülümsediği tek zaman oydu. Esprili bir adam olduğum söylenebilir; bu yüzden söylediklerime gülen bir dolu insan vardır. Ancak bana içten şekilde gülümseyen kadınların sayısı azdır. Dedim ya, belki de sadece alkollüydüm ve kafamda kurmuştum gülümsediğini.
Çakmağın bitirim alevinde gördüğüm, gözlerindeki ifadeyi hayatım boyunca unutamam muhtemelen. Çok güzel gülümsüyordu fakat bu öpüşme öncesi gülümseme değildi. Hoş, ben de o anı değerlendirebilecek durumdaki adam değildim. Çünkü zayıftım ona karşı. Harekete geçersem kaybedeceğim dünyalar olurdu geride bıraktığım. Zaten ben onu öpemezdim, o beni öperdi. İpleri tamamen karşıdakinin ellerine bırakmak ne denli doğruydu; tartışılır...
Biralarım bitmişti, belki de onun son bir saatte en çok beklediği an gelip çatmıştı. Eve dönüş... Bloğunun önündeydik. Yüzüğümü çıkarıp ona vermek istedim. Becerememiştim. Sadece susuyordum. Yüzüğü çıkardım ve yüzüne baktım.
-Bunu benim için saklar mısın?
-Iıı, şey; saklamasam olmaz mı?
-Bu bir hediye değil. Sadece atmaya kıyamıyorum ve gördüğün üzere bayağı eski bir yüzük. (Sol elimin işaret parmağına ters taktığım, kuru kafalı bir yüzüktü ve yedi senedir takıyordum.)
-Peki, ama sadece saklayacağım.
-Olur. Yarın ararım bir şansımız olmasa da. İyi bak kendine.
-Sen de kendine çok iyi bak.
Taksiye atlayıp evin yolunu tutmuştum. Citizen Cope’tan Son’s Gonna Rise çalıyordu kulaklıklarımda. Taksicinin yanında ağzımı bile açmadım. Siteye girdim, arkadaşlarla sakin sakin bira muhabbeti sırasında o standart mesajı gördüm. “Bu yüzüğü verdin bana ama ben gerçekten bir ilişki aramıyorum yani kötü hissettim, umut vermiş olmak istemem.”
Murphy Kanunları ile ilgili saatlerce konuşabilirsiniz ancak önüne gelenle birlikte olan, sevişen, yatan veya amiyane tabirle “pompaya koşan” bir adamın genellikle hayatında ölümüne istediği kadınlar, arzuladığı değil; gerçekten yan yana olmak istediği kadınlar hep dağılır giderler ve o adam yalnızlığa mahkum olacağını hisseder her defasında.
“Sadece onu saklamanı istedim, fazlası değil.” Ardından “Peki tamam : )” mesajları. Ertesi gün görüşmemizin imkansız olduğuna dair mesajlar karşılıklı. Ve İstanbul’a dönüş, kulağımda Duman’dan Oje ile.
Biliyorum, sadece kafamda kurmuştum ve biliyordum; bir sikim olmayacaktı bizden. O burada yaşasa bile biz “olmayacaktık.” Ama umut be, hem işini bırakıp İstanbul’a yerleşme ihtimali de vardı. O ihtimaller üzerine kurmuştum ben hayatımı değil, duygularımı.
İstanbul’daydım. Bir gün, iki gün, üç gün ve artık onu ciddi ciddi Facebook’ta sağ çerçevede göremeyince sorguladım. “Niye yok lan bu hatun benim sağ çerçevemde?” diyerek. Attığım son mesaja da yanıt vermemişti zaten –evet, o zamanlar çalışan bir telefonum vardı-.
Ev arkadaşımla leş gibi içtiğimiz bir gecenin sabahında onun beni sildiğini öğrendim. Karşıya, halama gidiyordum o sırada. “Akşamı bekleyeyim” diye düşündüm, aramadım. Otobüsü beklerken aradım, meşgule aldı telefonunu. Mesaj yolladım, “Sadece ‘Neden?’ diye soracaktım” şeklinde, cevaplamadı. Aradan saatler geçti ve zayıflığım yine damarlarımda aktı. “Bir açıklama dinlemeye hakkım da yokmuş, peki.” şeklinde dünya üzerinde yazılabilecek en salak mesajlardan birini gönderdim.
Beni az çok biliyorsanız, böyle bir durumun ardından sonumun meyhanede biteceğini düşünürsünüz. Hayır, meyhanede bitmedim. Eve döndüm, ev arkadaşımla çay içip muhabbet ettik sadece tabii onun bahsi geçmeden. Gömmüştüm ya da son zamanlarda çok fazla alkol aldığım için değişiklik olması maksadıyla içmemiştim, bahsini açmamıştım.
Ancak aklımda hep tek bir soru vardı. “Ben sana ne yaptım?”
3 yorum:
Band of Horses - The Funeral
Aynı fiiller, farklı özneler...
şarkıyı ilk kez dinledim ve beğendim. teşekkürler.
Dinlemeye değer bir grup olduğunu düşünüyorum, beğenmenize sevindim.
Yorum Gönder