4 gün boyunca evden dışarı adım atmadım.
Sanırım ölçüp biçtiğinizde, umutsuz vakayım. Kimseyle tanışmak, kimseyle aynı masada olmak, kimseyle muhabbet etmek o kadar umrumda değil ki; sadece evime gelecek arkadaşlarımı bekleyerek geçirdim uzun bir zamanı.
Geldiler, gittiler.
İçtiler, muhabbet ettik, gittiler.
Ama içerideki hep bendim. Aynı bardaklar, aynı sofralar, aynı diyaloglar.
Neden evden çıkmadım? Yiyecek bir şeyler mi arıyorsun? Sadece yemeksepetini aç ve sipariş ver. Yemek dışında bir şeyler? Bakkal, market, bir sürü opsiyonun var sana istediklerini; evine gönderecek kadar sağlam. Susuz kaldın, damacana su dükkanını ara. "Evet" demen yeterli çünkü senin telefonun onlarda kayıtlı. Alkol? Bakkalı ara.
Dışarı gidip alışveriş yapmak dışında bir sürü opsiyonun var. Ancak günlerdir evde hapsolmuş halim, hoşuma gitse de; fazlası vardı. Dün kafama esti, çıktım. Biraz eğlence, biraz muhabbet, bir iki içki ve eve dönüş.
O kadar zaman geçmiş miydi ki kalabalığın arasında kendimi kayıp gibi hissediyordum? Veya o kadar uzun süredir dışarı çıkmıyor muydum ki herhangi bir meydan ya da caddeye çıktığımda etrafıma, gökyüzüne bakınıyordum? Bilmiyorum, belki de sadece amaçsızca dışarı çıkmış olmanın keyfini yaşıyordum. Mutluydum, yalnız olmaktan, yalnız başıma dışarıda olmaktan ve mutluluğumun; kendini boşluğa dönüştürdüğü anda birileri olmuştu yanımda.
Bu sabah uyandığımdaysa, ödev gibi, ders gibi zorunluluklarımı yerine getirip stüdyo yoluna çıktım. Aynı hissi yaşamıyordum. Çünkü bir amaçla dışarı çıkmıştım ve bu amaç, en sevdiğim faaliyet değildi. Sadece stüdyoya girip bir şeyler çalacaktık. Çaldık da, ancak dedim ya; Beyoğlu'nu arşınlamak keyifli değildi bir amaç uğruna hareket ederken.
Stüdyo bitti. Bir bara gittim ve içtim. Sadece içtim. Sohbet ettiğim tek kişi barmenken içtim.
Umursamıyordum, umursamadım. Tuvalete girerken aklımda tek bir şey vardı: insanların "çok efendi çok iyi bir çocuk" dediği adam mıydım, yoksa "Serseri" miydim? Kız kardeşinizle ya da sevgilinizle, kızınızla veya etkilenmeye açık oğlunuzla tanıştıracağınız adam olmadım hiç. Böyle bir çabam da olmadı, ancak o soğukluk hep bendeydi. Bazen derinizden içeri bir yara alırsınız. Titrersiniz sürekli olarak, çünkü yaranız iyileşemez. Sürekli üşüyormuş gibi hissedersiniz... Yıllardır bendeki buydu belki de, kim bilir.
Beyoğlu'na Tophane'den çıkarken, Galatasaray Lisesi etrafındaki yarım enteller ve sülük yabancıların takıldığı kafeleri gördüğümde, fularlı adamları ve saçlarını(estetiğe ve boyaya karşı olduğu halde) çılgın renklere boyatan kadınları gördüğümde... Nefret ediyordum, ancak neden nefret ettiğimi bilmiyordum. Sikindirik boşluklar mıydı öfkemin sebebi, yoksa asla elde edemeyeceğimi düşündüğüm için ciğere pis diyen kedi miydim?
Kendimi, günlerdir dalga geçtiğim bir kitaptaki baş karakter(Çavdar Tarlasında Çocuklar-Holden Caulfield) gibi hissediyordum. Aptal bir sırıtmayla İstiklal Caddesi'ni arşınladım, önüme bakamayacak kadar içmemiştim çünkü. Metroya bindim, eve geldim ve dışarıda bulunduğum her dakika; "Harika şeyler yazacağım." diye düşünmüş olmamın ne kadar aptalca olduğunu farkettim.
Sanırım, söyleyecek ya da yazabilecek bir şeylerim kalmamıştı veya söylediklerimi ya da yazdıklarımı daha önce defalarca dile getirmiştim. Kendimi tekrarlamaktan tiksiniyordum. Bu yüzden de sürekli, "üşüyordum."
Ne birilerinin bana dönmesi, ne de bir maske olarak taktığım gülümsemeler veya makyaj olarak edindiğim kahkahalar işe yarayacak. Olduğumdan farkılıyı canlandırmak her zaman zor geldi, ancak şu anda senaryo; bırak oynamayı, okumak için bile fazla ağır.
Defolup gitmesini istediğim insanlar hep kaldı, defolup gidin dediklerim şanslarını zorladı; yanımda olmasını istediklerimse çoktan gittiler. Bu şartlarda insanın tutunmak istediği bir şeyler ne yazık ki olmuyor ve hayat, sikindirik bir araba alarmı kadar sinir bozucu çınlamaya devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder