4 gün boyunca evden dışarı adım atmadım.
Sanırım ölçüp biçtiğinizde, umutsuz vakayım. Kimseyle tanışmak, kimseyle aynı masada olmak, kimseyle muhabbet etmek o kadar umrumda değil ki; sadece evime gelecek arkadaşlarımı bekleyerek geçirdim uzun bir zamanı.
Geldiler, gittiler.
İçtiler, muhabbet ettik, gittiler.
Ama içerideki hep bendim. Aynı bardaklar, aynı sofralar, aynı diyaloglar.
Neden evden çıkmadım? Yiyecek bir şeyler mi arıyorsun? Sadece yemeksepetini aç ve sipariş ver. Yemek dışında bir şeyler? Bakkal, market, bir sürü opsiyonun var sana istediklerini; evine gönderecek kadar sağlam. Susuz kaldın, damacana su dükkanını ara. "Evet" demen yeterli çünkü senin telefonun onlarda kayıtlı. Alkol? Bakkalı ara.
Dışarı gidip alışveriş yapmak dışında bir sürü opsiyonun var. Ancak günlerdir evde hapsolmuş halim, hoşuma gitse de; fazlası vardı. Dün kafama esti, çıktım. Biraz eğlence, biraz muhabbet, bir iki içki ve eve dönüş.
O kadar zaman geçmiş miydi ki kalabalığın arasında kendimi kayıp gibi hissediyordum? Veya o kadar uzun süredir dışarı çıkmıyor muydum ki herhangi bir meydan ya da caddeye çıktığımda etrafıma, gökyüzüne bakınıyordum? Bilmiyorum, belki de sadece amaçsızca dışarı çıkmış olmanın keyfini yaşıyordum. Mutluydum, yalnız olmaktan, yalnız başıma dışarıda olmaktan ve mutluluğumun; kendini boşluğa dönüştürdüğü anda birileri olmuştu yanımda.
Bu sabah uyandığımdaysa, ödev gibi, ders gibi zorunluluklarımı yerine getirip stüdyo yoluna çıktım. Aynı hissi yaşamıyordum. Çünkü bir amaçla dışarı çıkmıştım ve bu amaç, en sevdiğim faaliyet değildi. Sadece stüdyoya girip bir şeyler çalacaktık. Çaldık da, ancak dedim ya; Beyoğlu'nu arşınlamak keyifli değildi bir amaç uğruna hareket ederken.
Stüdyo bitti. Bir bara gittim ve içtim. Sadece içtim. Sohbet ettiğim tek kişi barmenken içtim.
Umursamıyordum, umursamadım. Tuvalete girerken aklımda tek bir şey vardı: insanların "çok efendi çok iyi bir çocuk" dediği adam mıydım, yoksa "Serseri" miydim? Kız kardeşinizle ya da sevgilinizle, kızınızla veya etkilenmeye açık oğlunuzla tanıştıracağınız adam olmadım hiç. Böyle bir çabam da olmadı, ancak o soğukluk hep bendeydi. Bazen derinizden içeri bir yara alırsınız. Titrersiniz sürekli olarak, çünkü yaranız iyileşemez. Sürekli üşüyormuş gibi hissedersiniz... Yıllardır bendeki buydu belki de, kim bilir.
Beyoğlu'na Tophane'den çıkarken, Galatasaray Lisesi etrafındaki yarım enteller ve sülük yabancıların takıldığı kafeleri gördüğümde, fularlı adamları ve saçlarını(estetiğe ve boyaya karşı olduğu halde) çılgın renklere boyatan kadınları gördüğümde... Nefret ediyordum, ancak neden nefret ettiğimi bilmiyordum. Sikindirik boşluklar mıydı öfkemin sebebi, yoksa asla elde edemeyeceğimi düşündüğüm için ciğere pis diyen kedi miydim?
Kendimi, günlerdir dalga geçtiğim bir kitaptaki baş karakter(Çavdar Tarlasında Çocuklar-Holden Caulfield) gibi hissediyordum. Aptal bir sırıtmayla İstiklal Caddesi'ni arşınladım, önüme bakamayacak kadar içmemiştim çünkü. Metroya bindim, eve geldim ve dışarıda bulunduğum her dakika; "Harika şeyler yazacağım." diye düşünmüş olmamın ne kadar aptalca olduğunu farkettim.
Sanırım, söyleyecek ya da yazabilecek bir şeylerim kalmamıştı veya söylediklerimi ya da yazdıklarımı daha önce defalarca dile getirmiştim. Kendimi tekrarlamaktan tiksiniyordum. Bu yüzden de sürekli, "üşüyordum."
Ne birilerinin bana dönmesi, ne de bir maske olarak taktığım gülümsemeler veya makyaj olarak edindiğim kahkahalar işe yarayacak. Olduğumdan farkılıyı canlandırmak her zaman zor geldi, ancak şu anda senaryo; bırak oynamayı, okumak için bile fazla ağır.
Defolup gitmesini istediğim insanlar hep kaldı, defolup gidin dediklerim şanslarını zorladı; yanımda olmasını istediklerimse çoktan gittiler. Bu şartlarda insanın tutunmak istediği bir şeyler ne yazık ki olmuyor ve hayat, sikindirik bir araba alarmı kadar sinir bozucu çınlamaya devam ediyor.
30 Ekim 2012 Salı
24 Ekim 2012 Çarşamba
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 4
Modern zamanların gerektirdikleri...
Uyan, hazır kahveden ne kadar nefret ettiğini sayıkla. Bir teknoloji marketinde denediğin ve kredi kartına 10 taksitle çok ucuza aldığını düşündüğün espresso makinasını çalıştır, Espressonu, aynı teknoloji marketinden aldığın kahve makinasından çıkan kahvenin içine dök. Bunun adı "double espresso shot americano" olsun. Dışarıda bu kahveyi on liraya içemeyeceğini düşün, aptal bir mutluluk yaşa.
Kahveni yudumlarken tabletinin ya da bilgisayarının başına geçip modern bloglar ve modern tasarımıyla övünün, içi boş haber sitelerinden haberleri oku. Kimisine yorum yazacak ve dünyayı kurtaracak kadar aptal ol. Ardından sözlüklere gir, gündemle ilgili bir iki entry oku. Bu entryleri Twitter ve Facebook'unda paylaş. Ha unutmadan Twitter'a gir, senden bahseden kimse var mı diye bak. Hazır sosyal medyadayken Instagr.am'ı çalıştır ve kahvenin fotoğrafını çek. Opsiyonel olarak kahve kupasının ya da fincanının yanına bir adet kemik çerçeveli gözlük koyabilirsin. Fotoğrafa filtre uygula ve gönder internete.
Pazar sabahı IKEA'ya git, hayatın boyunca kullanmayacağın ufak tefek bir sürü ev eşyası al. Araban yanındaysa hazır IKEA'dayken uzun zamandır değiştirmeyi düşündüğün Lack sehpaya bir alternatif satın al. Tornavida, matkap gibi araçların da en az bir yıllıktı değil mi? Hemen yeni bir alet takımı oluştur ve alışveriş sepetinin içine at. Karnın acıkmıştır... İsveç köfte yerken sınırsız içeceğin avantajlarından ve ucuzluğundan bahset yanındakilere. IKEA'ya yalnız gidecek kadar asosyal değilsindir. Ancak IKEA'ya giden yol trafiğini çekecek kadar boş olabilirsin. Eve gidince aldıklarını fırlat bir kenara...
Duş jeli, deodorant, parfüm gibi kişisel ürünler alırken reklamlarına dikkat et. Ürünler reklamlarda karşı cinsin ilgisini çeksin. Sen de bu reklamlardan etkilenerek bakım ürünü tercihlerini reklamları baz alarak yap.
Alkol? Evet bir şişe Fransız şarabı ve altılı Belçika birasının hayranısın. Telefonundaki uygulamada bu, marketlere gittiğin zaman "fix" alacağın ürünler listesinde. Şarabın yanına, Vedat Milor'un programında izlediğin antrikot etten de al. Kendin yapamazsın da, sonuçta internet var... Tarifini bulursun bir yerlerden.
Haftabaşı... Duş, diş fırçalama, gargara, kolalı gömlekler ve plazaya yolculuk zamanı. Bugün biraz yorgun gibisin, bu yüzden evde kendi başına yapacağın kahve seni ayıltmayabilir. Metroya binmeden önce Starbuck's olmalı durağın. Kahveni al, metroya bin. Tabletinden bir şeyler oku yine, kahveni yudumlarken.
İşyerindekilere sıkı bir "Günaydın" de. Motive olduğunu düşünsünler. Patronunun yanına git. Haftasonunun nasıl geçtiğini sor. Muhabbeti olabildiğince uzattıktan sonra raporları getirdiğini söyle. Patronun en sevdiği çalışansın sonuçta. Hem muhabbetinin iyi olduğunu düşünüyorsun, hem de yalakalık asla haddine değil. Nefret edersin yalakalardan.
"İşyerinde yorucu bir gün..." tweeti attıktan sonra sevgilinle buluş. Sinemaya gidin. Sinemadan çıkınca sevgilin etin aslında karaciğere ne kadar zararlı olduğunu söylesin. Aldığın antrikotu çok duyarlı olduğun için parçalara ayırarak kediler için kapının önüne koy, sevgilin sana brokoli haşlama hazırlarken.
Yemek yerken, L koltukta birer kadeh şarabı mideye indirmeyi de unutmayın. Ardından o yumuşacık polar battaniyenin altına girin. Televizyon izlerken onu dürt. Uyumak üzere çünkü. Yatakodasına geçin.
Daha genelleme yapılabilecek çok şey var aslında. Ancak ilk aklıma gelenler bunlar. Ayık kafayla yazdığım için, yazdığımı da pek beğenmedim. Yine de yayınla gitsin... Sonuçta boşuna almadım bu IPad'i, değil mi?
Tabii ki IPad almadım.
Uyan, hazır kahveden ne kadar nefret ettiğini sayıkla. Bir teknoloji marketinde denediğin ve kredi kartına 10 taksitle çok ucuza aldığını düşündüğün espresso makinasını çalıştır, Espressonu, aynı teknoloji marketinden aldığın kahve makinasından çıkan kahvenin içine dök. Bunun adı "double espresso shot americano" olsun. Dışarıda bu kahveyi on liraya içemeyeceğini düşün, aptal bir mutluluk yaşa.
Kahveni yudumlarken tabletinin ya da bilgisayarının başına geçip modern bloglar ve modern tasarımıyla övünün, içi boş haber sitelerinden haberleri oku. Kimisine yorum yazacak ve dünyayı kurtaracak kadar aptal ol. Ardından sözlüklere gir, gündemle ilgili bir iki entry oku. Bu entryleri Twitter ve Facebook'unda paylaş. Ha unutmadan Twitter'a gir, senden bahseden kimse var mı diye bak. Hazır sosyal medyadayken Instagr.am'ı çalıştır ve kahvenin fotoğrafını çek. Opsiyonel olarak kahve kupasının ya da fincanının yanına bir adet kemik çerçeveli gözlük koyabilirsin. Fotoğrafa filtre uygula ve gönder internete.
Pazar sabahı IKEA'ya git, hayatın boyunca kullanmayacağın ufak tefek bir sürü ev eşyası al. Araban yanındaysa hazır IKEA'dayken uzun zamandır değiştirmeyi düşündüğün Lack sehpaya bir alternatif satın al. Tornavida, matkap gibi araçların da en az bir yıllıktı değil mi? Hemen yeni bir alet takımı oluştur ve alışveriş sepetinin içine at. Karnın acıkmıştır... İsveç köfte yerken sınırsız içeceğin avantajlarından ve ucuzluğundan bahset yanındakilere. IKEA'ya yalnız gidecek kadar asosyal değilsindir. Ancak IKEA'ya giden yol trafiğini çekecek kadar boş olabilirsin. Eve gidince aldıklarını fırlat bir kenara...
Duş jeli, deodorant, parfüm gibi kişisel ürünler alırken reklamlarına dikkat et. Ürünler reklamlarda karşı cinsin ilgisini çeksin. Sen de bu reklamlardan etkilenerek bakım ürünü tercihlerini reklamları baz alarak yap.
Alkol? Evet bir şişe Fransız şarabı ve altılı Belçika birasının hayranısın. Telefonundaki uygulamada bu, marketlere gittiğin zaman "fix" alacağın ürünler listesinde. Şarabın yanına, Vedat Milor'un programında izlediğin antrikot etten de al. Kendin yapamazsın da, sonuçta internet var... Tarifini bulursun bir yerlerden.
Haftabaşı... Duş, diş fırçalama, gargara, kolalı gömlekler ve plazaya yolculuk zamanı. Bugün biraz yorgun gibisin, bu yüzden evde kendi başına yapacağın kahve seni ayıltmayabilir. Metroya binmeden önce Starbuck's olmalı durağın. Kahveni al, metroya bin. Tabletinden bir şeyler oku yine, kahveni yudumlarken.
İşyerindekilere sıkı bir "Günaydın" de. Motive olduğunu düşünsünler. Patronunun yanına git. Haftasonunun nasıl geçtiğini sor. Muhabbeti olabildiğince uzattıktan sonra raporları getirdiğini söyle. Patronun en sevdiği çalışansın sonuçta. Hem muhabbetinin iyi olduğunu düşünüyorsun, hem de yalakalık asla haddine değil. Nefret edersin yalakalardan.
"İşyerinde yorucu bir gün..." tweeti attıktan sonra sevgilinle buluş. Sinemaya gidin. Sinemadan çıkınca sevgilin etin aslında karaciğere ne kadar zararlı olduğunu söylesin. Aldığın antrikotu çok duyarlı olduğun için parçalara ayırarak kediler için kapının önüne koy, sevgilin sana brokoli haşlama hazırlarken.
Yemek yerken, L koltukta birer kadeh şarabı mideye indirmeyi de unutmayın. Ardından o yumuşacık polar battaniyenin altına girin. Televizyon izlerken onu dürt. Uyumak üzere çünkü. Yatakodasına geçin.
Daha genelleme yapılabilecek çok şey var aslında. Ancak ilk aklıma gelenler bunlar. Ayık kafayla yazdığım için, yazdığımı da pek beğenmedim. Yine de yayınla gitsin... Sonuçta boşuna almadım bu IPad'i, değil mi?
Tabii ki IPad almadım.
23 Ekim 2012 Salı
Su yüzünde alınan ilk nefes
Hepimiz veya hepiniz, herkes veya hiç kimse, öyle ya da böyle...
Belki de hayatım boyunca ilk kez "üç nokta"yı doğru yerde kullanıyorum. Ancak genellemenin elmasını çıkarmaya çalışıyorum.İnsan dediğin, yaşamak için ya da hayata bağlanmak için tutunacak bir dala ya da umursayacağı bir sebebe ihtiyaç duymuştur her daim. Aile, sevgili, kariyer, eğlence, seks, arkadaşlar, yaşama sevgisi, aşk, ilişki, sevgi.
Kendi hayatımı düşündüğümde, aklıma gelen yegane sebep: burada yaşamaya, çift haneli rakamlarla içtiğim biraya, gerizekalı insanımıza(hoş, tüm dünya gerizekalı aslında) karşı duyduğum nefret ve yurtdışında yaşamak üzere kurduğum gelecek planlarım. Kısaca pamuk ipliğine bağlı benim "yaşama sevincim." Bu konsantrasyon ya da bu motivasyonun zedelenmesiyse çok basit. Özellikle de üstüste gelen travmatik olaylar, her şeyi bir anda unutabilmenize sebep olabiliyor. Depresyonu bir arkadaşım, evde "fare gibi yaşamak" olarak tanımlamıştı.
Sadece bir cumartesi gecesi rakı içmek üzere bindiğim taksi hariç, çıkmamıştım günlerce evden. Yıkamam gereken çamaşırlar birikmişti, bir haftadır bulaşık makinesini boşaltmamıştım, masamın üstü bira ve şarap şişeleri, dolu küllükler, küflenmiş çay-kahve kupalarıyla dolmuştu. Çöp kutusu atmıklı peçeteler, öksürük şurupları ve gribal enfeksiyona karşı aldığım ilaç kutularıyla doluydu.
Salonda uyuyordum. Telefonumun şarjını salona takmıştım, havalar serinleyince yorgan ve yastığımı da kanepenin üzerine atmıştım. Leş gibiydim, giyindiğim her şey sigara dumanı kokuyordu. Sakalım bir haftalıktı artık. Dünya umrumda değildi, sadece içmek istiyordum. Bir öğün sabahları ve ardından alkol zorlamaları...
Her gecem zordu ve gözkapaklarım ağırlaşana kadar içiyordum. Bir haftada insan, kendi hayatını nasıl düzebilir; bunun giriş dersini alıyordum sanki. Konuşmamaya çalışıyordum. En sevdiğim dizileri izlemek bile boş geliyordu.Sadece müzik dinliyordum ve monitöre bakıyordum aval aval. The Gutter Twins ve Dengesiz Herifler, en yakın arkadaşlarım olmuştu.
Bir yandan da, ne kadar samimiydim bilmiyorum ancak durumumu bilen iki kadını yanımda istiyordum. Ayrı ayrı veya beraber... İkisini de evde görmeyi çok istemiştim. Ayrı ayrı ya da ikisi birden. Üçlü cinsel ilişki ya da ayrı ayrı cinsel ilişki miydi aradığım, emin değilim. Hoş, ikisiyle de her durumda sevişebilecek kadar azgın ya da seks bağımlısı olduğum söylenebilir belki; ancak ikisi de neden beni dışarıda görmüyorlardı da eve geliyorlardı kafamda, bunu bilmiyordum. Ya sadece tanıdıkları kahramanın(sadece tanıdıkları, daha önce birlikte olmadık) aslında o kadar da komik bir adam olmadığını bazen "düştüğünü" onlara göstermek istiyordum, ya durumumdan acitasyon yaparak onlarla yatmak istiyordum, ya da sadece onlarla dışarıda konuşmaya fazlasıyla üşeniyordum. Dedim ya, bilmiyorum... Zaten ikisi de gelmedi.
Bir sabah uyandığımdaysa, aslında sadece kadınlarıma değil, benimle ilgili şüphesi olan herkese, nasıl bir dönemden geçtiğimi anlamayan ya da bilmeyen herkese kocaman bir siktir çektim. Hayatım boyunca yalnız yürüdüğümü hatırladım. Bu bokun içinden çıksam çıksam, yine ben çıkacaktım. Cankurtaran yeleği giyen seksi bir kadın ya da yakın bir arkadaş, herhangi bir aile bireyinin tiradı, can simidi fırlatan herhangi biri benim bu durumdan çıkmamı sağlamayacaktı. Gerçekler asla değişmeyecekti, beynim hiç bir şeyi unutmayacaktı evet; ancak alışmamı sağlayacaktı.
Geçmişimizi asla unutmayız, travmalarımızı da; sadece onların yaşanmışlığına alışırız. Bunu bir kez daha aklıma getirdim. Evimle ve hayatımla ilgili ertelediğim her şeyi yaptım bir sabah uyanır uyanmaz. Beşiktaş'a gittim, tütün aldım. Eve döndüm, saatlerce bilgisayar oyunu oynadım. Yattım, uyandım. İlk kez tam konsantrasyon ile ders dinledim. Ödevimi yaptım. Günlük aktivitelerimi bitirdikten sonra bir kez daha baktım ve tekrarladım:
"Siktirin gidin lan. Hepiniz siktirin gidin. Ben, bana yetiyorum. Asosyal, manik depresif puştun teki olsam da; siz yokken daha iyiyim. Size bel bağlamadan daha iyiyim."
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2012/10/death-dont-have-no-mercy.html
Belki de hayatım boyunca ilk kez "üç nokta"yı doğru yerde kullanıyorum. Ancak genellemenin elmasını çıkarmaya çalışıyorum.İnsan dediğin, yaşamak için ya da hayata bağlanmak için tutunacak bir dala ya da umursayacağı bir sebebe ihtiyaç duymuştur her daim. Aile, sevgili, kariyer, eğlence, seks, arkadaşlar, yaşama sevgisi, aşk, ilişki, sevgi.
Kendi hayatımı düşündüğümde, aklıma gelen yegane sebep: burada yaşamaya, çift haneli rakamlarla içtiğim biraya, gerizekalı insanımıza(hoş, tüm dünya gerizekalı aslında) karşı duyduğum nefret ve yurtdışında yaşamak üzere kurduğum gelecek planlarım. Kısaca pamuk ipliğine bağlı benim "yaşama sevincim." Bu konsantrasyon ya da bu motivasyonun zedelenmesiyse çok basit. Özellikle de üstüste gelen travmatik olaylar, her şeyi bir anda unutabilmenize sebep olabiliyor. Depresyonu bir arkadaşım, evde "fare gibi yaşamak" olarak tanımlamıştı.
Sadece bir cumartesi gecesi rakı içmek üzere bindiğim taksi hariç, çıkmamıştım günlerce evden. Yıkamam gereken çamaşırlar birikmişti, bir haftadır bulaşık makinesini boşaltmamıştım, masamın üstü bira ve şarap şişeleri, dolu küllükler, küflenmiş çay-kahve kupalarıyla dolmuştu. Çöp kutusu atmıklı peçeteler, öksürük şurupları ve gribal enfeksiyona karşı aldığım ilaç kutularıyla doluydu.
Salonda uyuyordum. Telefonumun şarjını salona takmıştım, havalar serinleyince yorgan ve yastığımı da kanepenin üzerine atmıştım. Leş gibiydim, giyindiğim her şey sigara dumanı kokuyordu. Sakalım bir haftalıktı artık. Dünya umrumda değildi, sadece içmek istiyordum. Bir öğün sabahları ve ardından alkol zorlamaları...
Her gecem zordu ve gözkapaklarım ağırlaşana kadar içiyordum. Bir haftada insan, kendi hayatını nasıl düzebilir; bunun giriş dersini alıyordum sanki. Konuşmamaya çalışıyordum. En sevdiğim dizileri izlemek bile boş geliyordu.Sadece müzik dinliyordum ve monitöre bakıyordum aval aval. The Gutter Twins ve Dengesiz Herifler, en yakın arkadaşlarım olmuştu.
Bir yandan da, ne kadar samimiydim bilmiyorum ancak durumumu bilen iki kadını yanımda istiyordum. Ayrı ayrı veya beraber... İkisini de evde görmeyi çok istemiştim. Ayrı ayrı ya da ikisi birden. Üçlü cinsel ilişki ya da ayrı ayrı cinsel ilişki miydi aradığım, emin değilim. Hoş, ikisiyle de her durumda sevişebilecek kadar azgın ya da seks bağımlısı olduğum söylenebilir belki; ancak ikisi de neden beni dışarıda görmüyorlardı da eve geliyorlardı kafamda, bunu bilmiyordum. Ya sadece tanıdıkları kahramanın(sadece tanıdıkları, daha önce birlikte olmadık) aslında o kadar da komik bir adam olmadığını bazen "düştüğünü" onlara göstermek istiyordum, ya durumumdan acitasyon yaparak onlarla yatmak istiyordum, ya da sadece onlarla dışarıda konuşmaya fazlasıyla üşeniyordum. Dedim ya, bilmiyorum... Zaten ikisi de gelmedi.
Bir sabah uyandığımdaysa, aslında sadece kadınlarıma değil, benimle ilgili şüphesi olan herkese, nasıl bir dönemden geçtiğimi anlamayan ya da bilmeyen herkese kocaman bir siktir çektim. Hayatım boyunca yalnız yürüdüğümü hatırladım. Bu bokun içinden çıksam çıksam, yine ben çıkacaktım. Cankurtaran yeleği giyen seksi bir kadın ya da yakın bir arkadaş, herhangi bir aile bireyinin tiradı, can simidi fırlatan herhangi biri benim bu durumdan çıkmamı sağlamayacaktı. Gerçekler asla değişmeyecekti, beynim hiç bir şeyi unutmayacaktı evet; ancak alışmamı sağlayacaktı.
Geçmişimizi asla unutmayız, travmalarımızı da; sadece onların yaşanmışlığına alışırız. Bunu bir kez daha aklıma getirdim. Evimle ve hayatımla ilgili ertelediğim her şeyi yaptım bir sabah uyanır uyanmaz. Beşiktaş'a gittim, tütün aldım. Eve döndüm, saatlerce bilgisayar oyunu oynadım. Yattım, uyandım. İlk kez tam konsantrasyon ile ders dinledim. Ödevimi yaptım. Günlük aktivitelerimi bitirdikten sonra bir kez daha baktım ve tekrarladım:
"Siktirin gidin lan. Hepiniz siktirin gidin. Ben, bana yetiyorum. Asosyal, manik depresif puştun teki olsam da; siz yokken daha iyiyim. Size bel bağlamadan daha iyiyim."
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2012/10/death-dont-have-no-mercy.html
19 Ekim 2012 Cuma
"Death Don't Have No Mercy"
Bir arkadaşım, yazdıklarımı okuduktan sonra sormuştu.
-Sen bu kadar karanlık mısın?
-Evet.
Annem, neden böyle yazdığımı sorduğunda ona, huzursuz olduğumu söylemiştim.
Her şeyimi neden paylaştığım sorulduğunda ise, sadece bu şekilde; kendimi ifade ederek sakinleşebildiğimi söylemiştim.
Ne ailem arasında, ne de arkadaşlarım arasında hiç bir zaman o parlak, mutlu, çevresindekileri neşelendiren adam oldum; ne de sevgilisiyle uzun vadeli planlar yapan aşk çocuğunu; iyi adamı oynadım. Senaryoda, iyi kalpli ana karakter, kahraman olmam imkansızdı. Çünkü senaryonun her sayfasını ben yazmıyordum ve biliyor musunuz, neden böyle olduğum sorulduğunda asla yaşadıklarımı öne sürmedim. "Sen benim neler yaşadığımı biliyor musun?" serzenişli acı tecrübe kralı; dram kraliçesi olmadım.
Sadece, kusmak istedim hep, veya elimden geldiğinde kendimi ifade edip biraz rahatlamak. Her yazı, alkol limitinin aşıldığı birer gecenin değil; tekilaların viskilerle karıştığı zor gecelerin tuvalette biten kusma finaliydi çünkü.
Bu hafta, veya bu yarım hafta; en ağırlarından birine sahibelik yaptı. Okul, akraba, arkadaş, aile gibi temel etmenleri umursamadım.Ne izlediğim diziden, ne oynadığım oyundan doğru düzgün keyif aldım. Kendime ayırdığım zaman umrumda bile olmadı çünkü üstüste geldi bazı şeyler.
Gecelerdir, hayatımdan yaklaşık üç ay önce sildiğim(bir senedir elimden gelen her şeyi denemiştim baştan başlayabilmek adına ve bu bir senenin sonunda öğrenmiştim aslında uzun zamandır biriyle birlikte olduğunu) eski sevgilimi görüyorum rüyamda. Soluk soluğa uyanıyorum; kabusum oluyor. Birinde eskisi gibiyiz; birinde arkadaşız, birinde günümüzdeyiz ve kavga ediyoruz benim tavırlarım yüzünden ve hiç birinden mutlu uyanmıyorum. Bilinçaltımda bu denli büyük bir yer edinmiş olmasına sinirleniyor, yüzümü yıkarken suyu sertçe çarpıyorum suratıma.
Kesememiş olmak, tümörlü dokuyu vücudumdan atamamış olmak çıldırmama sebep oluyor. Sakin kalmaya çalışıyorum, yapamıyorum. Siktir git artık diye bağırabilmek istiyorum, ama ona ulaşmak aklımın ucundan geçmiyor. Onun bu konuda bir suçu olmadığını aklıma getiriyorum, yatağa geçiyorum ve uyuyamıyorum.
Bu süreç devam ederken bir yandan, uzun zaman önce takılmayı bıraktığım; görmek istemediğim ve bana hatırlattıkları sebebiyle bana her ulaşmaya çalıştığında terslediğim bir kadın var. Dün sonunda şalterleri indirdim, belki bir nebze iyi olur diyerek terslemeden konuştum. Akşam bana gelmesi konusunda anlaştık. Farklı biriyle yatmıyordum uzun süredir, her şey çok güzel olacaktı. Kapıdan girdiğinde, sarhoş olmasıyla ilgili attığı mesajların doğruluk payının fazlasıyla yüksek olduğunu gördüm. Ayrıca değişmişti, saçları gitmişti; üzerinde deri bir ceket vardı, seksi görünüyordu.
Ayrıntı vermeden, evet yatağa gittik. Her şey oldu, bitti, korunmamıştım, dışarı boşalmıştım ama merak da etmiştim.
-En son ne zaman regl oldun?
-İki ay önce.
-Oha sen hamile misin?
-Hayır, kanserim.
Pişmanlık hissettim. Sonra bomboş hissettim. Tekrar pişmanlık, ardından üzüntü, acıma; hislerim karman çormanken,
-Ve en fazla korktuğum şey ölüm, dedi.
Daha önce konuştuğumuz bir iki ayrıntı, hastalığının genetiği konusunda ipucu veriyordu. Ancak detay da soramıyordum. Erken teşhis, ilaçlar, kemoterapi, saçların dökülmesi gibi binbir ayrıntıya girmek istemiyordum. Güçlü değildi ama ben ondan daha zayıftım.
Kanepeye uzandı, battaniyeyi çekti ve "Çaldıklarınla beni mutlu et." dedi. Üstüste dinledim, Gary Davis'ten, Death Don't Have No Mercy'yi. Üstüste sigaralar yaktım, bira şişeleri devirdim ve yanına gittim. Onu boynundan öpüp yatağa götürdüm kollarımda.
Sabah rahattık, sakindik, konuşmayı düşünüyordum bu konuda ki Facebook'ta uzun zamandır konuşmadığım, muhabbet etmediğim, liseden ama samimi olmadığım bir arkadaşımdan mesaj geldi.
Naber napıyorsun faslını uzatmadan konuya girdi, dümdüz.
Lise hayatım çok sosyal olmadı. Lisede sadece bir tane çok çok yakın arkadaşım oldu. Hep onunla takıldık, hep onunla gezdik. Sürekli takıldığım bir grup da yoktu, kızlı erkekli bir ortamım da... Hep konuştuğum tek biri vardı. Misantrof bir yaklaşıma sahipti, ruh hastası cümleleriyle güldürürdü.
-Halley ister misin?
-Evet.
-Git al o zaman.
Bu cevabı verdiği gün kopmuştum. Halley'leri ise bütün halinde yutardı. Ailesi eğitimi konusunda baskıcıydı, İddaa oynamaya okuldan kaçtığı günler olurdu. Basketbol maçı için okuldan kaçtığı gün; annesinin not durumu konusunda hocalarla görüşmeye geldiği gündü.
Üniversiteye girdiğimden beri iki en fazla üç kez görüşmüştük, muhabbet etmiştik. Okuduğu bölümle ilgili sıkıntılarını anlatmış, mutsuz olduğundan bahsetmişti. Zaten son görüşmemiz de, Batman: Dark Knight'ı sinemada izlemek üzere olmuştu.
Daha çok ayrıntı vardı onunla ilgili paylaşmak istediğim, ancak devrik cümlelerden ve konudan konuya atlamamdan anlamışsınızdır, kafam allak bullak. Ayrıca yazım hataları ve anlatım bozukluklarıyla ilgili şimdiden özür dilerim.
İntihar etmiş, dün. Yakın olduğum için söyleme gereği duymuş, samimi olduğum arkadaş da. Yıkıldım, sustum, küllüğü doldurdum. Ardından gözlerim doldu, annemi aradım; sesimin titrediğini fark ediyordum ve bu sefer titrek sesimin sebebi, söylediğim yalan değildi.
Babamı aradım, cenazeye gitmesi için ayrıntıları verdim.
Ardından telefon trafiği, hafif diyaloglar ve "He." cevapları...
Koluma yazdırdığım "DIS", yani lakabımın bu denli benimle özdeşleşeceğini düşünmezdim hiç bir zaman.
Bu, benim hikayem ve bunu ben yazdım. Böyle bir anlatımla yazdım, böyle şeyler anlatıyorum çünkü hayat, hiç bir zaman bağımsız Avrupa filmlerindeki plaklara kaydedilmiş soundtrackler gibi olmadı. Asla pop parçalarının ışıltılı klipleri görsel olarak kullanılmadı yaşamımın arka planında. Ben hep kaybettim birilerini ve bir şeyleri. Mutluluk nakaratlarıyla ve özlü sözlerle başlamadım günlere veya başlamam için bir sebep olmadı.Belki bir gün olacaktı, düşük bir ihtimal...
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2012/06/neden-dis.html
-Sen bu kadar karanlık mısın?
-Evet.
Annem, neden böyle yazdığımı sorduğunda ona, huzursuz olduğumu söylemiştim.
Her şeyimi neden paylaştığım sorulduğunda ise, sadece bu şekilde; kendimi ifade ederek sakinleşebildiğimi söylemiştim.
Ne ailem arasında, ne de arkadaşlarım arasında hiç bir zaman o parlak, mutlu, çevresindekileri neşelendiren adam oldum; ne de sevgilisiyle uzun vadeli planlar yapan aşk çocuğunu; iyi adamı oynadım. Senaryoda, iyi kalpli ana karakter, kahraman olmam imkansızdı. Çünkü senaryonun her sayfasını ben yazmıyordum ve biliyor musunuz, neden böyle olduğum sorulduğunda asla yaşadıklarımı öne sürmedim. "Sen benim neler yaşadığımı biliyor musun?" serzenişli acı tecrübe kralı; dram kraliçesi olmadım.
Sadece, kusmak istedim hep, veya elimden geldiğinde kendimi ifade edip biraz rahatlamak. Her yazı, alkol limitinin aşıldığı birer gecenin değil; tekilaların viskilerle karıştığı zor gecelerin tuvalette biten kusma finaliydi çünkü.
Bu hafta, veya bu yarım hafta; en ağırlarından birine sahibelik yaptı. Okul, akraba, arkadaş, aile gibi temel etmenleri umursamadım.Ne izlediğim diziden, ne oynadığım oyundan doğru düzgün keyif aldım. Kendime ayırdığım zaman umrumda bile olmadı çünkü üstüste geldi bazı şeyler.
Gecelerdir, hayatımdan yaklaşık üç ay önce sildiğim(bir senedir elimden gelen her şeyi denemiştim baştan başlayabilmek adına ve bu bir senenin sonunda öğrenmiştim aslında uzun zamandır biriyle birlikte olduğunu) eski sevgilimi görüyorum rüyamda. Soluk soluğa uyanıyorum; kabusum oluyor. Birinde eskisi gibiyiz; birinde arkadaşız, birinde günümüzdeyiz ve kavga ediyoruz benim tavırlarım yüzünden ve hiç birinden mutlu uyanmıyorum. Bilinçaltımda bu denli büyük bir yer edinmiş olmasına sinirleniyor, yüzümü yıkarken suyu sertçe çarpıyorum suratıma.
Kesememiş olmak, tümörlü dokuyu vücudumdan atamamış olmak çıldırmama sebep oluyor. Sakin kalmaya çalışıyorum, yapamıyorum. Siktir git artık diye bağırabilmek istiyorum, ama ona ulaşmak aklımın ucundan geçmiyor. Onun bu konuda bir suçu olmadığını aklıma getiriyorum, yatağa geçiyorum ve uyuyamıyorum.
Bu süreç devam ederken bir yandan, uzun zaman önce takılmayı bıraktığım; görmek istemediğim ve bana hatırlattıkları sebebiyle bana her ulaşmaya çalıştığında terslediğim bir kadın var. Dün sonunda şalterleri indirdim, belki bir nebze iyi olur diyerek terslemeden konuştum. Akşam bana gelmesi konusunda anlaştık. Farklı biriyle yatmıyordum uzun süredir, her şey çok güzel olacaktı. Kapıdan girdiğinde, sarhoş olmasıyla ilgili attığı mesajların doğruluk payının fazlasıyla yüksek olduğunu gördüm. Ayrıca değişmişti, saçları gitmişti; üzerinde deri bir ceket vardı, seksi görünüyordu.
Ayrıntı vermeden, evet yatağa gittik. Her şey oldu, bitti, korunmamıştım, dışarı boşalmıştım ama merak da etmiştim.
-En son ne zaman regl oldun?
-İki ay önce.
-Oha sen hamile misin?
-Hayır, kanserim.
Pişmanlık hissettim. Sonra bomboş hissettim. Tekrar pişmanlık, ardından üzüntü, acıma; hislerim karman çormanken,
-Ve en fazla korktuğum şey ölüm, dedi.
Daha önce konuştuğumuz bir iki ayrıntı, hastalığının genetiği konusunda ipucu veriyordu. Ancak detay da soramıyordum. Erken teşhis, ilaçlar, kemoterapi, saçların dökülmesi gibi binbir ayrıntıya girmek istemiyordum. Güçlü değildi ama ben ondan daha zayıftım.
Kanepeye uzandı, battaniyeyi çekti ve "Çaldıklarınla beni mutlu et." dedi. Üstüste dinledim, Gary Davis'ten, Death Don't Have No Mercy'yi. Üstüste sigaralar yaktım, bira şişeleri devirdim ve yanına gittim. Onu boynundan öpüp yatağa götürdüm kollarımda.
Sabah rahattık, sakindik, konuşmayı düşünüyordum bu konuda ki Facebook'ta uzun zamandır konuşmadığım, muhabbet etmediğim, liseden ama samimi olmadığım bir arkadaşımdan mesaj geldi.
Naber napıyorsun faslını uzatmadan konuya girdi, dümdüz.
Lise hayatım çok sosyal olmadı. Lisede sadece bir tane çok çok yakın arkadaşım oldu. Hep onunla takıldık, hep onunla gezdik. Sürekli takıldığım bir grup da yoktu, kızlı erkekli bir ortamım da... Hep konuştuğum tek biri vardı. Misantrof bir yaklaşıma sahipti, ruh hastası cümleleriyle güldürürdü.
-Halley ister misin?
-Evet.
-Git al o zaman.
Bu cevabı verdiği gün kopmuştum. Halley'leri ise bütün halinde yutardı. Ailesi eğitimi konusunda baskıcıydı, İddaa oynamaya okuldan kaçtığı günler olurdu. Basketbol maçı için okuldan kaçtığı gün; annesinin not durumu konusunda hocalarla görüşmeye geldiği gündü.
Üniversiteye girdiğimden beri iki en fazla üç kez görüşmüştük, muhabbet etmiştik. Okuduğu bölümle ilgili sıkıntılarını anlatmış, mutsuz olduğundan bahsetmişti. Zaten son görüşmemiz de, Batman: Dark Knight'ı sinemada izlemek üzere olmuştu.
Daha çok ayrıntı vardı onunla ilgili paylaşmak istediğim, ancak devrik cümlelerden ve konudan konuya atlamamdan anlamışsınızdır, kafam allak bullak. Ayrıca yazım hataları ve anlatım bozukluklarıyla ilgili şimdiden özür dilerim.
İntihar etmiş, dün. Yakın olduğum için söyleme gereği duymuş, samimi olduğum arkadaş da. Yıkıldım, sustum, küllüğü doldurdum. Ardından gözlerim doldu, annemi aradım; sesimin titrediğini fark ediyordum ve bu sefer titrek sesimin sebebi, söylediğim yalan değildi.
Babamı aradım, cenazeye gitmesi için ayrıntıları verdim.
Ardından telefon trafiği, hafif diyaloglar ve "He." cevapları...
Koluma yazdırdığım "DIS", yani lakabımın bu denli benimle özdeşleşeceğini düşünmezdim hiç bir zaman.
Bu, benim hikayem ve bunu ben yazdım. Böyle bir anlatımla yazdım, böyle şeyler anlatıyorum çünkü hayat, hiç bir zaman bağımsız Avrupa filmlerindeki plaklara kaydedilmiş soundtrackler gibi olmadı. Asla pop parçalarının ışıltılı klipleri görsel olarak kullanılmadı yaşamımın arka planında. Ben hep kaybettim birilerini ve bir şeyleri. Mutluluk nakaratlarıyla ve özlü sözlerle başlamadım günlere veya başlamam için bir sebep olmadı.Belki bir gün olacaktı, düşük bir ihtimal...
http://bosmideyeikidubleviski.blogspot.com/2012/06/neden-dis.html
17 Ekim 2012 Çarşamba
Kısa kısa.
elinizden kaçırdığınız "o"nu, rüyanızda görmek; rüyalanmaktan beterdir.
gün boyu içimde sıkıntıyla gezdim. her boku unutmuştum halbuki. her şeyi, beyni resetlemiştim ben. onunla ilgili hiç bir şey akılma gelmiyordu. fifa 13'te be a pro kasıyordum, skyrim'in ek pakedinde vampir kesiyordum; derslere giriyordum, okuldan hatun kovalıyordum... hiç bir şey yolunda gitmiyordu bilgisayar oyunları hariç.
aslına bakarsanız uyandığımda sıkıntılı hissettim ama rüyamda ne gördüğümü hatırlamamıştım. günün ilerleyen saatlerinde kafaya dank edince, fena olmuştum hepsi bu.
gün boyu içim içimi yedi, bir şey yapmamalıydım. konuşmamalıydım, çıldırmamalıydım, içmemeliydim. o konu kapanmıştı, çünkü 9 aydır biriyle beraberdi. (matematiğini yaparsak ayrılmamızın üzerinden 3 ay geçince birini bulmuştu, hoş, 3 gün geçtiğinde birini bulsa bile hatuna "orospu" muamelesi yapacak kadar sığ değilim. sonuç olarak peşini bırakmam gerekiyordu.
gün boyu sabrettim, kuzey güney izledim kafam dağılsın diye. yemek yaptım, yedim. çamaşır astım, ortalığı az buçuk topladım. ama olmadı. ne kadar zorlasam da olmadı. içmeyecektim, içmemeliydim.
bakkalı aradım, bira gönderttim.
bilgisayar başına geçtim, onunlayken ve ondan sonra dinlediğim her şeyi içeren bir youtube playlisti yaptım. eziktim, ezik kalacaktım.
eğer kutsal kitaplarda geçen araf gerçekse, ben araftaydım. bir adım atamıyordum ileriye.
not: yaptığım playlisti görmek isteyen bir yorum uçursun veya bir mention yapsın şuraya: http://www.twitter.com/neatwhiskey
playlisti ancak böyle gönderirim. etiket olmanın da alemi yok.
gün boyu içimde sıkıntıyla gezdim. her boku unutmuştum halbuki. her şeyi, beyni resetlemiştim ben. onunla ilgili hiç bir şey akılma gelmiyordu. fifa 13'te be a pro kasıyordum, skyrim'in ek pakedinde vampir kesiyordum; derslere giriyordum, okuldan hatun kovalıyordum... hiç bir şey yolunda gitmiyordu bilgisayar oyunları hariç.
aslına bakarsanız uyandığımda sıkıntılı hissettim ama rüyamda ne gördüğümü hatırlamamıştım. günün ilerleyen saatlerinde kafaya dank edince, fena olmuştum hepsi bu.
gün boyu içim içimi yedi, bir şey yapmamalıydım. konuşmamalıydım, çıldırmamalıydım, içmemeliydim. o konu kapanmıştı, çünkü 9 aydır biriyle beraberdi. (matematiğini yaparsak ayrılmamızın üzerinden 3 ay geçince birini bulmuştu, hoş, 3 gün geçtiğinde birini bulsa bile hatuna "orospu" muamelesi yapacak kadar sığ değilim. sonuç olarak peşini bırakmam gerekiyordu.
gün boyu sabrettim, kuzey güney izledim kafam dağılsın diye. yemek yaptım, yedim. çamaşır astım, ortalığı az buçuk topladım. ama olmadı. ne kadar zorlasam da olmadı. içmeyecektim, içmemeliydim.
bakkalı aradım, bira gönderttim.
bilgisayar başına geçtim, onunlayken ve ondan sonra dinlediğim her şeyi içeren bir youtube playlisti yaptım. eziktim, ezik kalacaktım.
eğer kutsal kitaplarda geçen araf gerçekse, ben araftaydım. bir adım atamıyordum ileriye.
not: yaptığım playlisti görmek isteyen bir yorum uçursun veya bir mention yapsın şuraya: http://www.twitter.com/neatwhiskey
playlisti ancak böyle gönderirim. etiket olmanın da alemi yok.
15 Ekim 2012 Pazartesi
Akşamdan kalma tesirli metropol notları 3
Uzun zaman sonra dolu bir cumartesi ve hatta fazla dolu bir pazar geçirmiştim.
İçi dolu öksürüklerime çare olması için doktora göründüm. İlaçları aldım, yemek yedim ve cebimde yirmi lira kalmıştı.Başlangıçta her şey yolundaydı. Moralim tavan yapmıştı çünkü kitap-defter-not gibi şeyler karıştırmadan bir ödev bitirmiştim. Saçma bir ödevdi, ama bir saatte bitirmiş ve kafamı meşgul etmesini engellemiştim.Ardından ev arkadaşım çıktı, akşam yoktu.
Sanırım yine uzun zaman sonra ilk kez evde yalnız kalıyordum.
Her şey tıkırındaydı, ama bazen öyle olur. Her şeyi unuttuğunuzu, sildiğinizi, dünyanızı ufacık bir tuşla resetlediğinizi düşünürsünüz. Bomboştur aklınızın içi ancak bilinçaltınız buna kısaca "Hayır." der.
Sert bir "Hayır"dı. "A"sı uzun olanlardan... Bir şarkı çözülüverdi aklımda. "Bi Dur"(Onor Bumbum)
Yap-bozu tamamlayan son parça bu parçaydı işte. Çünkü flashback değil, deja vu yaşıyordum. Aynıları olmuştu. Birini unutamamışken başkasına yanaşmaktaydım. "Unutturur" felsefesi bahaneydi, veya çivi çiviyi sökecekti. Kurban bayramından hemen önceydi, buluşacaktık. Biz buluşmadan önce ben yine eczaneye gidecek, o dönem kullandığım sivilce ilaçlarını alacaktım. Parçaysa o "unutma" kısmının bir parçasıydı, şarkısından öte...
Sonra kilitlendim. Artık kendime de cevap veremediğimin farkına vardım. Parçayı dinlerken neyi düşündüğümü unuttum, kimi hatırladığımı unuttum ve artık her şey; cepte duran kulaklığın karmaşıklığına bürünmüştü. Aklım, kendime olan kontrolüme yardım etmekten ziyade; "Acı çekiyorum." sinyalini gönderiyordu vücudumun her tarafına.
Kendimden tiksinmiştim. Çünkü dinlediğim, dinlemeye devam ettiğim veya hayatımda yer eden her şarkıyı; bir kadınla özdeşleştiren ben; bu parçayı kimin için; kimi düşünerek dinlediğini unutacak kadar pislik bir adamdım.
Aslında parçalarla özdeşleştirilmesi gereken; hayatıma giren kadınlardan ziyade, yaşadığım dönemlerdi. Ama her dönemde de, şarkılarla kendini özdeşleştirebilecek biri olmuştu. Çok sevgilim olmadı, çok kadınla da birlikte olmadım veya takılmadım; ancak benimsediğim şarkıları her zaman bir kadına yaslanarak benimsemiştim. Aptalca geldi, düşünceler deryasından uyanamıyordum.
Arkadaşlarla televizyon izlerken, psikoz devam ediyordu. Onlar toparlandılar, metroya yetişmek üzere giyinmeye başladılar; ancak bitmiyordu. Yolcu etmeden hemen önce annem aradı. "Metroda kaza olmuş oğlum sen iyi misin?" demek için.
Mahalleden çıkmamış olduğumu belirttim, biraz sohbet ettik ve kapattık telefonu. Bir anda beynimde patlayıverdi. Bataklıktan çıkıyordum çünkü bir kargı uzatılmıştı bana. Annem kargının öteki ucunda olduğunun farkında değildi ancak beni var gücüyle çekiyordu bilinçsizce. Çünkü o an aslında hepsinin bomboş düşler olduğunun, bomboş kadınlar için olduğunun farkına vardığım andı.
Hatırlamıştım. Anneme sürekli bağıra bağıra söylediğim ve en çok dinlediğim bir şarkıyı hatırlamıştım. Kimseyle ilgili değildi, hiç bir dönem ile ilgili değildi, çocukluğumda salak pop kanallarında görüp de sürekli tekrarladığım şarkılardan biri değildi. Benim için hala tazeydi, bir senelikti. Sons Of Anarchy dizisinde duymuş; şarkıyı bulamamış, albümü Türkiye'de küllüm bulamamıştım. Bir müzik yayını sitesinden ses kaydını yapmış ve neredeyse kaydı aldığım günden itibaren haftada en az üç kez dinlemiştim. Sözleriyse benim için yeterliydi...
"I'm gonna be a great man,
I just don't know when,
Tomorrow's just,
Gonna be today again."
"Bir gün büyük bir adam olacağım,
Ne zaman bilmiyorum.
Yarın sadece,
Tekrardan bugün olacak."
Çünkü annem bana bunu söylemişti. "Bir gün gerçekten çok iyi bir adam olacaksın."
İçi dolu öksürüklerime çare olması için doktora göründüm. İlaçları aldım, yemek yedim ve cebimde yirmi lira kalmıştı.Başlangıçta her şey yolundaydı. Moralim tavan yapmıştı çünkü kitap-defter-not gibi şeyler karıştırmadan bir ödev bitirmiştim. Saçma bir ödevdi, ama bir saatte bitirmiş ve kafamı meşgul etmesini engellemiştim.Ardından ev arkadaşım çıktı, akşam yoktu.
Sanırım yine uzun zaman sonra ilk kez evde yalnız kalıyordum.
Her şey tıkırındaydı, ama bazen öyle olur. Her şeyi unuttuğunuzu, sildiğinizi, dünyanızı ufacık bir tuşla resetlediğinizi düşünürsünüz. Bomboştur aklınızın içi ancak bilinçaltınız buna kısaca "Hayır." der.
Sert bir "Hayır"dı. "A"sı uzun olanlardan... Bir şarkı çözülüverdi aklımda. "Bi Dur"(Onor Bumbum)
Yap-bozu tamamlayan son parça bu parçaydı işte. Çünkü flashback değil, deja vu yaşıyordum. Aynıları olmuştu. Birini unutamamışken başkasına yanaşmaktaydım. "Unutturur" felsefesi bahaneydi, veya çivi çiviyi sökecekti. Kurban bayramından hemen önceydi, buluşacaktık. Biz buluşmadan önce ben yine eczaneye gidecek, o dönem kullandığım sivilce ilaçlarını alacaktım. Parçaysa o "unutma" kısmının bir parçasıydı, şarkısından öte...
Sonra kilitlendim. Artık kendime de cevap veremediğimin farkına vardım. Parçayı dinlerken neyi düşündüğümü unuttum, kimi hatırladığımı unuttum ve artık her şey; cepte duran kulaklığın karmaşıklığına bürünmüştü. Aklım, kendime olan kontrolüme yardım etmekten ziyade; "Acı çekiyorum." sinyalini gönderiyordu vücudumun her tarafına.
Kendimden tiksinmiştim. Çünkü dinlediğim, dinlemeye devam ettiğim veya hayatımda yer eden her şarkıyı; bir kadınla özdeşleştiren ben; bu parçayı kimin için; kimi düşünerek dinlediğini unutacak kadar pislik bir adamdım.
Aslında parçalarla özdeşleştirilmesi gereken; hayatıma giren kadınlardan ziyade, yaşadığım dönemlerdi. Ama her dönemde de, şarkılarla kendini özdeşleştirebilecek biri olmuştu. Çok sevgilim olmadı, çok kadınla da birlikte olmadım veya takılmadım; ancak benimsediğim şarkıları her zaman bir kadına yaslanarak benimsemiştim. Aptalca geldi, düşünceler deryasından uyanamıyordum.
Arkadaşlarla televizyon izlerken, psikoz devam ediyordu. Onlar toparlandılar, metroya yetişmek üzere giyinmeye başladılar; ancak bitmiyordu. Yolcu etmeden hemen önce annem aradı. "Metroda kaza olmuş oğlum sen iyi misin?" demek için.
Mahalleden çıkmamış olduğumu belirttim, biraz sohbet ettik ve kapattık telefonu. Bir anda beynimde patlayıverdi. Bataklıktan çıkıyordum çünkü bir kargı uzatılmıştı bana. Annem kargının öteki ucunda olduğunun farkında değildi ancak beni var gücüyle çekiyordu bilinçsizce. Çünkü o an aslında hepsinin bomboş düşler olduğunun, bomboş kadınlar için olduğunun farkına vardığım andı.
Hatırlamıştım. Anneme sürekli bağıra bağıra söylediğim ve en çok dinlediğim bir şarkıyı hatırlamıştım. Kimseyle ilgili değildi, hiç bir dönem ile ilgili değildi, çocukluğumda salak pop kanallarında görüp de sürekli tekrarladığım şarkılardan biri değildi. Benim için hala tazeydi, bir senelikti. Sons Of Anarchy dizisinde duymuş; şarkıyı bulamamış, albümü Türkiye'de küllüm bulamamıştım. Bir müzik yayını sitesinden ses kaydını yapmış ve neredeyse kaydı aldığım günden itibaren haftada en az üç kez dinlemiştim. Sözleriyse benim için yeterliydi...
"I'm gonna be a great man,
I just don't know when,
Tomorrow's just,
Gonna be today again."
"Bir gün büyük bir adam olacağım,
Ne zaman bilmiyorum.
Yarın sadece,
Tekrardan bugün olacak."
Çünkü annem bana bunu söylemişti. "Bir gün gerçekten çok iyi bir adam olacaksın."
4 Ekim 2012 Perşembe
Cephe günlükleri...
Uyandığımda neler hissettiğimi hatırlamıyorum.
Sadece gürültüyü duyuyordum. Dışarıdaydı tartışmalar, kavgalar, haberleri tartışarak dükkanlarının önünde memleketi kurtaran amcalar. Ancak sanırım "Bu kadarı da olmaz yahu?" dediğim sınırı geçmiştik.
Donuk bir suratla bana bakıyordu eşyalarını toparlarken.
-Ne oldu? Ne oluyor? Nereye gidiyorsun?
-Duymadın mı lan? Seferberlik ilan edildi.
-Ee, ben ne seferim, ne de seferberim; bana ne?
-Orduya teslim olmazsak, kurşuna dizilerek cezalandırılacağımızı biliyorsun değil mi?
Seferberlik, savaş, cephe, hudut... Bana yakın kavramlardı ama gerçekliği kavrayamamıştım. Terörün koparıp aldığı şehitlere üzülen bir adam oldum uzun süre. Ama sadece üzüldüm. Ne kimsenin acısını paylaşabilendim, ne de "Vatan sağolsun!" naralarını duyabildim ki duymamış olmam yararımaydı belki de.
Gidiyorduk, hepimiz, cephenin yolunu tutmak zorundaydık. Çünkü bunun adı seferberlikti. Daha doğrusu, hepimiz sonunu bilmediğimiz uçsuz bucaksız bir yolda, bozkırın peşini kovalayacak; neden savaştığımızı bilmediğimiz adamlarla savaşcaktık.
Önce ailemi aradım, durumdan haberdar olduklarından ötürü; telefonu ağlayarak açtılar.
-Sadece, beni unutun. Dönersem, yeniden doğmuş olurum ve yeni bir oğlunuz olur. Bir korkak gibi kurşuna dizilmek, kaçmaktansa; en azından şikayet etmeden; dişimi sıkıp orada ölmeyi tercih ederim.
-Oğlum sen hasta mısın? Gel biz seni saklayalım ne olur böyle yapma.
-Hayır. Kaçak hayatı sürmek istemiyorum. Hem, sebepler umrumda bile değil. Artık harp dönemindeyiz ve bundan daha ciddi bir durum olamaz.
-Peki neden? İnanmadığın bir savaş için neden cepheye gideceksin? Gerekirse kredi çekeriz seni yurtdışına göndermeye çalışırız!
Babam... Ağlıyordu. Yurtdışında çalışmama en fazla tepki gösteren adam, can güvenliğim adına beni yurtdışına göndermek için dişini sıkmaya hazırdı. Dedemin ölümünden beri ilk kez onun ayıkken ağlayışını duyuyordum. Kötü hissetmiştim. Ancak babamın ağlaması dışında hiç bir şey kötü hissetmeme sebebiyet vermemişti. Bir cevap vermem gerekiyordu ve aslında yanıt kafamın örümcek ağlarıyla örülü köşelerinde değil, ufacık beynimin loblarındaydı.
-Bu kararı ben vermedim. Bu kararı verenler veya bu ortama sebep olanlar da umrumda değil. Kimin için savaştığım da umrumda değil. Savaşa gidiyorum, kaçmıyorum çünkü biliyorum. Mersin'e bir borcum var ve sen de gayet iyi biliyorsun, Önce Hayat, sonra Adana ve sıra size gelecek. Savaşın etiği ya da kanunu olmaz. Bir cephede yenilen taraf, ardında kalanları ölüme, tecavüze, yağmaya terk eder. Savaşın gururu da olmaz. Hangi cephede olacağım, nereye gönderileceğim, ne sıfatla seferberliğe katılacağım soru işareti kabul; fakat gidiyorum. Çünkü dedim ya, Mersin'e ve size bir borcum var.
-Salaksın sen. Hep böyle aptal fikirlerle büyüdün.
Telefonu kapattım. Doğru ya da yanlış, haklı veya haksız; yurduma ya da ülkeme değil; sadece memleketime, kimsenin uzanmasına izin vermemek istediğim için; askeriyenin yolunu tutuyordum ve bu sefer, galiba gerçekti.
Not: Sadece saçmalıyorum ya da karalıyorum. Bir düzine çapulcu için ne canımı veririm; ne de insanların canını vermesini kabullenebilirim. Savaşa hayır konusunda hemfikiriz fakat evdeki hesap çoğu zaman çarşıya uymuyor. Tezkere geçti, bir sene boyunca Türkiye Cumhuriyeti; dilediği ülkeye savaş açabilecek. Bunun farkındayız ve yazdıklarım tamamen Suriye ile aramızda oluşacak bir kapışmanın, seferberliğin üzerinde kurduğum sanal bir dünyanın getirileri. Yani sizin deyiminizle, hikaye...
Sadece gürültüyü duyuyordum. Dışarıdaydı tartışmalar, kavgalar, haberleri tartışarak dükkanlarının önünde memleketi kurtaran amcalar. Ancak sanırım "Bu kadarı da olmaz yahu?" dediğim sınırı geçmiştik.
Donuk bir suratla bana bakıyordu eşyalarını toparlarken.
-Ne oldu? Ne oluyor? Nereye gidiyorsun?
-Duymadın mı lan? Seferberlik ilan edildi.
-Ee, ben ne seferim, ne de seferberim; bana ne?
-Orduya teslim olmazsak, kurşuna dizilerek cezalandırılacağımızı biliyorsun değil mi?
Seferberlik, savaş, cephe, hudut... Bana yakın kavramlardı ama gerçekliği kavrayamamıştım. Terörün koparıp aldığı şehitlere üzülen bir adam oldum uzun süre. Ama sadece üzüldüm. Ne kimsenin acısını paylaşabilendim, ne de "Vatan sağolsun!" naralarını duyabildim ki duymamış olmam yararımaydı belki de.
Gidiyorduk, hepimiz, cephenin yolunu tutmak zorundaydık. Çünkü bunun adı seferberlikti. Daha doğrusu, hepimiz sonunu bilmediğimiz uçsuz bucaksız bir yolda, bozkırın peşini kovalayacak; neden savaştığımızı bilmediğimiz adamlarla savaşcaktık.
Önce ailemi aradım, durumdan haberdar olduklarından ötürü; telefonu ağlayarak açtılar.
-Sadece, beni unutun. Dönersem, yeniden doğmuş olurum ve yeni bir oğlunuz olur. Bir korkak gibi kurşuna dizilmek, kaçmaktansa; en azından şikayet etmeden; dişimi sıkıp orada ölmeyi tercih ederim.
-Oğlum sen hasta mısın? Gel biz seni saklayalım ne olur böyle yapma.
-Hayır. Kaçak hayatı sürmek istemiyorum. Hem, sebepler umrumda bile değil. Artık harp dönemindeyiz ve bundan daha ciddi bir durum olamaz.
-Peki neden? İnanmadığın bir savaş için neden cepheye gideceksin? Gerekirse kredi çekeriz seni yurtdışına göndermeye çalışırız!
Babam... Ağlıyordu. Yurtdışında çalışmama en fazla tepki gösteren adam, can güvenliğim adına beni yurtdışına göndermek için dişini sıkmaya hazırdı. Dedemin ölümünden beri ilk kez onun ayıkken ağlayışını duyuyordum. Kötü hissetmiştim. Ancak babamın ağlaması dışında hiç bir şey kötü hissetmeme sebebiyet vermemişti. Bir cevap vermem gerekiyordu ve aslında yanıt kafamın örümcek ağlarıyla örülü köşelerinde değil, ufacık beynimin loblarındaydı.
-Bu kararı ben vermedim. Bu kararı verenler veya bu ortama sebep olanlar da umrumda değil. Kimin için savaştığım da umrumda değil. Savaşa gidiyorum, kaçmıyorum çünkü biliyorum. Mersin'e bir borcum var ve sen de gayet iyi biliyorsun, Önce Hayat, sonra Adana ve sıra size gelecek. Savaşın etiği ya da kanunu olmaz. Bir cephede yenilen taraf, ardında kalanları ölüme, tecavüze, yağmaya terk eder. Savaşın gururu da olmaz. Hangi cephede olacağım, nereye gönderileceğim, ne sıfatla seferberliğe katılacağım soru işareti kabul; fakat gidiyorum. Çünkü dedim ya, Mersin'e ve size bir borcum var.
-Salaksın sen. Hep böyle aptal fikirlerle büyüdün.
Telefonu kapattım. Doğru ya da yanlış, haklı veya haksız; yurduma ya da ülkeme değil; sadece memleketime, kimsenin uzanmasına izin vermemek istediğim için; askeriyenin yolunu tutuyordum ve bu sefer, galiba gerçekti.
Not: Sadece saçmalıyorum ya da karalıyorum. Bir düzine çapulcu için ne canımı veririm; ne de insanların canını vermesini kabullenebilirim. Savaşa hayır konusunda hemfikiriz fakat evdeki hesap çoğu zaman çarşıya uymuyor. Tezkere geçti, bir sene boyunca Türkiye Cumhuriyeti; dilediği ülkeye savaş açabilecek. Bunun farkındayız ve yazdıklarım tamamen Suriye ile aramızda oluşacak bir kapışmanın, seferberliğin üzerinde kurduğum sanal bir dünyanın getirileri. Yani sizin deyiminizle, hikaye...
Kadınlar(ım)(dı)
"ilişki istemiyorum ama öyle fuckbuddy gibi de olsun istemiyorum.", "bir erkek arkadaş istemiyorum şu an hayatımda.", "evet sadece takılıyoruz da duygular da olmalı.", "duygularını bastır, yoksa her şey karmaşık oluyor. böyle istemiyorum." biri de sormuyor ki, "sen ne istiyorsun?" diye. hayır istediğinizi versem de vermesem de hayatımdan çıkıyorsunuz bir yerden sonra.
2 Ekim 2012 Salı
D
-Senden bir şey rica edeceğim.
-Tabii ki.
-Bugün buluştuğumuzu, konuştuğumuzu bloguna yazmasan olur mu? Çünkü işyerimdekiler her şeyini araştırıyorlar. Twitter’dan konuştuğumuzu görmüşler.
(Siktiğimin teknolojisi, halbuki sen; benim seninle ilgili yıllar önce yazdığım yazıyı paylaşmıştın alenen ve işyerindekiler bu yüzden beni araştırıyorlardı.)
-Seninle buluşmamız, benim için blogda yazamayacağım kadar değerliydi. Yedi sene beklemiştim ben o anı, bloga da yazamam zaten.
-Peki.
Bu diyalogdan sonra bir daha görüştük. Mersin’de sadece bir nikah organizasyonu için iki değil, on gün kalmamın sebebi olmuştu. Evet, onunla sadece iki kez görüşmüştük. Ben zorluyordum, oysa işinde gücündeydi. Zoruma gitmiyor da değil, sanki daha önce işlediğim günahların vergi iadesini alıyordu, doldurduğum her ufak kutucukta; o mukavva rengindeki aptal zarfta. Veya belki de geçmişimi ince ince arayıp benden, hemcinslerine verdiğim zarar sebebiyle intikam alıyordu. Bilmiyorum. Ama inceden inceye ölüyordum sanki. Çünkü beklenti, sadece onu görebilme beklentisi beni yiyordu. Hiç bir akşam için plan yapmamıştım adam akıllı, “Belki görüşürüz.” diye düşünecek kadar aptaldım.
Aslına bakarsanız ben bir kuklaydım ve haç şeklindeki tahtalar onun elindeydi. Ne isterse yapacaktım, keyfi yoksa onunla görüşmeyecektim. Bu oyunda kartlar tamamen lehineydi ve bunu da kendisine alenen söylemiştim defalarca. Ara ara vurgulardı, bir erkek arkadaş istemediğini. Ben de cevaplardım ayrı şehirlerde olduğumuz sürece; bir şansa sahip olmayacağımızı ve beklentilerimi sıfırladığımı; onu görmenin bile benim için fazlasıyla yeterli olacağını, okulu bitirdiğim gün aklımdaki tek planın Türkiye’yi terk etmek olacağını...
Ama bazen indiriveriyorsun gardını, her ne kadar insanlardan tiksinen misantrof bir adem oğlu olsan da. Ben gardımı onu seneler sonra Twitter’da görünce indirmiştim işte. Çünkü o, oydu. Başkası değil, başka biri değil, birlikte olduktan sonra arkamı döneceğim kadın değil, evden gitmesi için seksen çeşit takla atacağım kadın değildi. Lakin biliyordu, kadınlarla ilişkilerimi, yaktığım dünyaları, yıktığım hayatları, içine girdiğim uçkur sayısını.
Son görüşme... Daha doğrusu onu son görüşüm. Oturduğu siteye gitmiştim. Biraları alıp sahile geçmiştik. Bir bira, iki bira; ve kesilmişti. Midesinin çok kötü durumda olduğunu ve daha fazla içemeyeceğini söylemişti. Bense iki gün sonra İstanbul’a doğru yola çıkacağımı, sadece son iki biramı demleneceğimi söylemiştim.
İçtim, gözlerinin içine bakarak. Gözleri çok büyüktü ama donuk, ahmak veya şehla bakmıyordu. Oturduğumuz bankın deliğinden düştü çakmağım. Zippomun benzini bittiği için küçük bir çakmak almıştım yanıma. Kendi çakmağıyla sigaramı yaktı. En sevdiği renk turuncuydu, çakmağı da öyle. Sigaramı yakarken gözlerimin içine bakarak gülümsediğini görmüştüm, ya da çok alkollüydüm. Bana gülmediği, gülümsediği tek zaman oydu. Esprili bir adam olduğum söylenebilir; bu yüzden söylediklerime gülen bir dolu insan vardır. Ancak bana içten şekilde gülümseyen kadınların sayısı azdır. Dedim ya, belki de sadece alkollüydüm ve kafamda kurmuştum gülümsediğini.
Çakmağın bitirim alevinde gördüğüm, gözlerindeki ifadeyi hayatım boyunca unutamam muhtemelen. Çok güzel gülümsüyordu fakat bu öpüşme öncesi gülümseme değildi. Hoş, ben de o anı değerlendirebilecek durumdaki adam değildim. Çünkü zayıftım ona karşı. Harekete geçersem kaybedeceğim dünyalar olurdu geride bıraktığım. Zaten ben onu öpemezdim, o beni öperdi. İpleri tamamen karşıdakinin ellerine bırakmak ne denli doğruydu; tartışılır...
Biralarım bitmişti, belki de onun son bir saatte en çok beklediği an gelip çatmıştı. Eve dönüş... Bloğunun önündeydik. Yüzüğümü çıkarıp ona vermek istedim. Becerememiştim. Sadece susuyordum. Yüzüğü çıkardım ve yüzüne baktım.
-Bunu benim için saklar mısın?
-Iıı, şey; saklamasam olmaz mı?
-Bu bir hediye değil. Sadece atmaya kıyamıyorum ve gördüğün üzere bayağı eski bir yüzük. (Sol elimin işaret parmağına ters taktığım, kuru kafalı bir yüzüktü ve yedi senedir takıyordum.)
-Peki, ama sadece saklayacağım.
-Olur. Yarın ararım bir şansımız olmasa da. İyi bak kendine.
-Sen de kendine çok iyi bak.
Taksiye atlayıp evin yolunu tutmuştum. Citizen Cope’tan Son’s Gonna Rise çalıyordu kulaklıklarımda. Taksicinin yanında ağzımı bile açmadım. Siteye girdim, arkadaşlarla sakin sakin bira muhabbeti sırasında o standart mesajı gördüm. “Bu yüzüğü verdin bana ama ben gerçekten bir ilişki aramıyorum yani kötü hissettim, umut vermiş olmak istemem.”
Murphy Kanunları ile ilgili saatlerce konuşabilirsiniz ancak önüne gelenle birlikte olan, sevişen, yatan veya amiyane tabirle “pompaya koşan” bir adamın genellikle hayatında ölümüne istediği kadınlar, arzuladığı değil; gerçekten yan yana olmak istediği kadınlar hep dağılır giderler ve o adam yalnızlığa mahkum olacağını hisseder her defasında.
“Sadece onu saklamanı istedim, fazlası değil.” Ardından “Peki tamam : )” mesajları. Ertesi gün görüşmemizin imkansız olduğuna dair mesajlar karşılıklı. Ve İstanbul’a dönüş, kulağımda Duman’dan Oje ile.
Biliyorum, sadece kafamda kurmuştum ve biliyordum; bir sikim olmayacaktı bizden. O burada yaşasa bile biz “olmayacaktık.” Ama umut be, hem işini bırakıp İstanbul’a yerleşme ihtimali de vardı. O ihtimaller üzerine kurmuştum ben hayatımı değil, duygularımı.
İstanbul’daydım. Bir gün, iki gün, üç gün ve artık onu ciddi ciddi Facebook’ta sağ çerçevede göremeyince sorguladım. “Niye yok lan bu hatun benim sağ çerçevemde?” diyerek. Attığım son mesaja da yanıt vermemişti zaten –evet, o zamanlar çalışan bir telefonum vardı-.
Ev arkadaşımla leş gibi içtiğimiz bir gecenin sabahında onun beni sildiğini öğrendim. Karşıya, halama gidiyordum o sırada. “Akşamı bekleyeyim” diye düşündüm, aramadım. Otobüsü beklerken aradım, meşgule aldı telefonunu. Mesaj yolladım, “Sadece ‘Neden?’ diye soracaktım” şeklinde, cevaplamadı. Aradan saatler geçti ve zayıflığım yine damarlarımda aktı. “Bir açıklama dinlemeye hakkım da yokmuş, peki.” şeklinde dünya üzerinde yazılabilecek en salak mesajlardan birini gönderdim.
Beni az çok biliyorsanız, böyle bir durumun ardından sonumun meyhanede biteceğini düşünürsünüz. Hayır, meyhanede bitmedim. Eve döndüm, ev arkadaşımla çay içip muhabbet ettik sadece tabii onun bahsi geçmeden. Gömmüştüm ya da son zamanlarda çok fazla alkol aldığım için değişiklik olması maksadıyla içmemiştim, bahsini açmamıştım.
Ancak aklımda hep tek bir soru vardı. “Ben sana ne yaptım?”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)