Bu boktan şarkıyla sikmişlerdi beyinlerimizi daha ufakken. Neden bahsettiğimi seksen küsür doğumlular iyi bilir... Neyse, yatırayım jenerasyonu; sonuç olarak hepimiz bataklık şartlarında büyümeyi bekledik, 80ler çocuğu da, 90lar çocuğu da...
Hadi sallayalım bu muhabbeti, gelelim yeni yılla ilgili en fitil olduğum mevzuya. "Tebrikler" veya "Kutlamalar"ı, aptalca bulan tek kişi ben miyim yeni yıl için? Tamam, senede sadece bir gün içine tükürülmeyecek hayatlarımızı unutmak istiyoruz; bu yüzden de içimizde bir coşku oluşuyor. Eğer ki yılbaşını icat eden kişi; yolbaşını icat etseydi de kimsenin iplemeyeceği bir gün (örnek olarak 12 Mart) sadece yurdumuzda değil, tüm dünyada coşkuyla karşılanacaktı ki; zaman kavramının en komik tarafı, aylardır.
http://www.nkfu.com/aylarin-gunleri-nicin-28-30-31-gibi-farkli/
Linkte, ayların 28, 30 veya 31 çekmesinin(bu cümleye gülen herif ya liselidir, ya da kafası lisede kalmıştır 35 yaşını geçmiş olsa da...) sebebi yazıyor. Büyük ego savaşıdır yani o yumruğumuzu sıkıp, eklem yerlerinden hangi ayın kaç çektiğini hesaplamamız...
Gelgelelim yazının başına, yani yeni yıl tebriğine. Neyi tebrik ediyorsunuz? Yeni bir yıla girmiş olmayı mı? "Hadi yine iyisin, bir sene daha yaşadın; 2011'i de devirdin." Bu mudur mevzu? Başka bir şekil gelmiyor aklıma. Yeni yıl tebrik edilmez anam, kutlanır; kutlanmasa da pek bir şey olmaz.
Bugün en sevdiğim insanlarla beraberdim yeni yıla girerken. Ama ben onlarla sadece bir gün değil, her gün beraberim ve bununla gurur duyuyorum. Aileni ve çevreni yakında tutmak önemlidir. Özellikle, on küsür yaşlarındaki okuyucalara söylüyorum bunu. Sürekli asi rolünü oynadığınız ailenizi her daim yakınlarınızda tutun, aynı şekilde; arkadaşım dediğiniz insanlar da yanınızda olsun her zaman. Restleşmeyin bomboş sebeplerle. Çünkü sadakat; günümüzde onur, gurur veya cesaretten daha değerli bir erdem. Çünkü bulunmuyor artık...
Şimdi, yeni yılınız kutlu olsun cinsi sahte bir mesajla bitirmeyeceğim yazıyı. Mutluluk verici bir grup mesajı veya size para, şans ve aşk dilemeyeceğim. Her dileğimiz olsaydı, dünya Woodstock '78 konserindeki tiplerin LSD ve otla menemene dönmüş kafalarının yaşadığı hayalden farksızdı. Ancak gerçeklikle, soğuk betona çarpan çeneleriniz misali yüzleşmek zorundasınız.
Ve eğer bu yazıyı, şu anda okuyorsunuz; kabul edin. Yalnızsınız, aksini iddia etseniz de.
2012, 2011'den farklı olmayacak; ne dünyanın sonu gelecek Maya takvimindeki gibi, ne de 2012'de her gördüğünüz kadınla yatabilecek meziyetlere sahip olacaksınız, ne de insanlar size; haddinizden fazla değer verecek. Unutun bu peri masallarını ve hayatı kovalayın; ölü beyinleri değil.
Eyvallah
31 Aralık 2011 Cumartesi
30 Aralık 2011 Cuma
Kabullenmesi güç, ancak mümkün gerçekler
-Hiç bir Türk erkeği, İtalyan veya İspanyol erkeklerine benzemiyor. "Akdeniz erkeği" ortak noktanız olsa da, asla İtalyanlar veya İspanyollar kadar prim yapamayacaksınız.
-25 yaş altı hiç bir göçmen asıllı kızın, göçtüğü ülkenin kökeni ağır basmıyor. Kezbandan hiç bir farkınız olmuyor, boşuna gerinmeyin şuradan buradan göçtüm diye.
-Asla o dizilerde, reklamlarda, filmlerde gördüğünüz ışıltılı hayata; spor arabaya, mükemmel villaya sahip olamayacaksınız. Onun yerine sabah 9 akşam 5 çalışacak, çoluk çocuk sesi dinleyecek ve karı dırdırı çekeceksiniz. Sizin kaderiniz böyle, hayal kurmayın yani.
-Mükemmel değilsiniz, olamayacaksınız da. Çünkü mükemmeliyetçi değilseniz, zaten mükemmel olmaya uğraşmazsınız. Eğer mükemmeliyetçiyseniz, bu sefer de kendinizi asla mükemmel göremezsiniz. Akışına bırakacaksınız ve en boktan görüntüye sahip olduğunuzu düşündüğünüz; hiç bir beklenti içinde bulunmadığınız gün, ona çarpılacaksınız. Oysa sizi silik görüntünüz sebebiyle bir kez süzecek ve yoluna gidecek.
-Hiç bir şeyi unutamayacaksınız, sadece unutamadıklarınızın; özlediklerinizin artık sizinle olmadığı realitesine alışacaksınız.
-Er ya da geç, babanızın veya annenizin mezarının başında dikileceksiniz gözünüzde yaşlarla. Tabi bir cesaret örneği değil, kararlılık örneği gösterip kendinizi onlardan önce vurmazsanız.
-Çocuğunuz olacak. Her türlü sosyal aktiviteye alıştıracaksınız. Gitar dersi, tenis kursu, kitap kulübü, satranç derken çocuğunuzu kendi küçük orospunuz yapacak; gençliğinizde tecrübe edemediğiniz her şeyi ona tecrübe ettirmek isteyecek ve evladınızı bir piyondan öte geçiremeyeceksiniz. O evlat yalnız başına yaşadığı zaman da fatal error verir, benden söylemesi.
-Üniversite 1. sınıfta yaptığınız tüm muhabbetler bir süre sonra size aptalca gelecek. Metallica mı Megadeth mi? Yüzüklerin Efendisi mi, Star Wars mu? gibi aptalca karşılaştırmalar yaptığınız için kendinize güleceksiniz. Akabinde siyasi ve politik tartışmalara bir gram bilgisiz girdiğinizi hatırlayacak, sırıtıp geçeceksiniz. Unutmayın, kendisiyle dalga geçebilen insan sağlıklıdır.
-Rastalarınız, piercingleriniz ve bilimum yüzüğünüz, kolyeniz, aksesuarınız; "sosyal medya uzmanı" isimli götten uydurma isimli bir işe girmediğiniz sürece; zamanla kaybolacak. Onların yerini keten pantolonlar, gömlekler, kemik çerçeve gözlükler ve patronu etkilemek için sürdüğünüz ağır parfümler alacak. Ha siz de patronunkini alacaksınız sonra da, bu noktadan sonrası başka bir yazının konusu olur.
-25 yaş altı hiç bir göçmen asıllı kızın, göçtüğü ülkenin kökeni ağır basmıyor. Kezbandan hiç bir farkınız olmuyor, boşuna gerinmeyin şuradan buradan göçtüm diye.
-Asla o dizilerde, reklamlarda, filmlerde gördüğünüz ışıltılı hayata; spor arabaya, mükemmel villaya sahip olamayacaksınız. Onun yerine sabah 9 akşam 5 çalışacak, çoluk çocuk sesi dinleyecek ve karı dırdırı çekeceksiniz. Sizin kaderiniz böyle, hayal kurmayın yani.
-Mükemmel değilsiniz, olamayacaksınız da. Çünkü mükemmeliyetçi değilseniz, zaten mükemmel olmaya uğraşmazsınız. Eğer mükemmeliyetçiyseniz, bu sefer de kendinizi asla mükemmel göremezsiniz. Akışına bırakacaksınız ve en boktan görüntüye sahip olduğunuzu düşündüğünüz; hiç bir beklenti içinde bulunmadığınız gün, ona çarpılacaksınız. Oysa sizi silik görüntünüz sebebiyle bir kez süzecek ve yoluna gidecek.
-Hiç bir şeyi unutamayacaksınız, sadece unutamadıklarınızın; özlediklerinizin artık sizinle olmadığı realitesine alışacaksınız.
-Er ya da geç, babanızın veya annenizin mezarının başında dikileceksiniz gözünüzde yaşlarla. Tabi bir cesaret örneği değil, kararlılık örneği gösterip kendinizi onlardan önce vurmazsanız.
-Çocuğunuz olacak. Her türlü sosyal aktiviteye alıştıracaksınız. Gitar dersi, tenis kursu, kitap kulübü, satranç derken çocuğunuzu kendi küçük orospunuz yapacak; gençliğinizde tecrübe edemediğiniz her şeyi ona tecrübe ettirmek isteyecek ve evladınızı bir piyondan öte geçiremeyeceksiniz. O evlat yalnız başına yaşadığı zaman da fatal error verir, benden söylemesi.
-Üniversite 1. sınıfta yaptığınız tüm muhabbetler bir süre sonra size aptalca gelecek. Metallica mı Megadeth mi? Yüzüklerin Efendisi mi, Star Wars mu? gibi aptalca karşılaştırmalar yaptığınız için kendinize güleceksiniz. Akabinde siyasi ve politik tartışmalara bir gram bilgisiz girdiğinizi hatırlayacak, sırıtıp geçeceksiniz. Unutmayın, kendisiyle dalga geçebilen insan sağlıklıdır.
-Rastalarınız, piercingleriniz ve bilimum yüzüğünüz, kolyeniz, aksesuarınız; "sosyal medya uzmanı" isimli götten uydurma isimli bir işe girmediğiniz sürece; zamanla kaybolacak. Onların yerini keten pantolonlar, gömlekler, kemik çerçeve gözlükler ve patronu etkilemek için sürdüğünüz ağır parfümler alacak. Ha siz de patronunkini alacaksınız sonra da, bu noktadan sonrası başka bir yazının konusu olur.
29 Aralık 2011 Perşembe
Su Yüzüne Çıkış, Bir Kez Daha
tekrar gözden geçirdim de, üzülmek veya özlemek boş. blowjobsız bir hayat zaten yaşanmazmış. en büyük duygusal çöküntümü çözen yine seks oldu. tutunmak için daha çok vücut var hem, ne gerek var travmatik sendromlara?
22 Aralık 2011 Perşembe
Beyin Kemirgenleri Bölüm: 24
Hayatımı defalarca düzdüm ve defalarca da "Seni seviyorum." dedim. Aynı şekilde defalarca aldattım ve defalarca "Onlarla birlikteyken hep seni düşünüyordum." yalanını söyledim. Sevgilim gibi hayatım var; ama hayatımda bir sevgilim yok. Geçinip gidiyoruz, o bana veriyor; ben onu düzüyorum. O bana daha fazla veriyor, ben onu düzmeye devam ediyorum. Sonra "Üçlü yapalım mı?" dediğimde patlatıveriyor tokadı suratıma ve ben ölümle başbaşa kalıyorum. Ölümse çok sıkıcı olan metresim. Aslında sadece benim metresim değil, hepimizin metresi sıradan bir pavyon karısı. Ancak parayla değil; yaşla, kazayla, kanserle veya benzer ödemelerle çalışıyor. Kimine göreyse onunla oynaşmak, flörtleşmek veya öpüşmek fazlasıyla keyifli, misal; rus ruleti...
Gelgelelim, hayatımı daha çok sevmem gerekiyor. Bir haftadır hesap kitap yapıyorum, sigarayı bırakmaya uğraşsam tekrardan; alkolü tamamiyle değil de; en azından hafta içi kessem; okulu nasıl bitiririm, en azından sabahları yüzüne bakarken gülümseyebileceğim bir sevgilim olsa vs vs... Aslında hesap kitap değil de; birazcık hayaller. Ha bu hayallerin en tepesindeyse, 90larda Lassie'lerle, Bingo'larla büyüyen bir velet olduğumdan mütevellit; bir köpek sahiplenmek var.
Sanırım ezelden gelen hayalimle; yani bir Rottweiler'la başlayacağım her şeye. 4,5 aylık erkek bir yavru buldum; aşıları tam(kuduz hariç); cumartesi gidip sahipleniyorum. Sene başında, o kadar düzenliydi ki hayatım; işe bile girmiştim. Hala çalışıyorum ama o düzen çoktan kayboldu. Gece belli bir saatte kesinlikle uykuya dalmak, okulu veya işi aksatmamak vs... Hayır, olmadı. Ben daha çok düzensizliğe gittim. Daha çok seviştim, daha çok içtim, daha çok oynadım, daha çok eğlendim. Topluca gittiğimiz her bar gecesinde, doggy pozisyonunda önümde uzanan her kadında, aldığım her telefon numarasında, patrondan her "Teşekkür ederim"i kaptığımda, insanları manipüle ettiğim her anda aklımda tek bir parça döndü... Machine Head - I'm Your God Now.
Bu denli egoist yaşamanın asosyal olmakla paralelliğini tahmin edebiliyorsunuzdur. Şimdiyse aynı egoyu, bencilliği kaybetmeden; daha sosyal ve başarılı bir adam olmaya çalışıyorum. Önümde uzun bir yol, final haftasında teslim edilecek olan projeler, ödevler; girilecek finaller, "Paşa"yı gezdirecek parklar, onunla birlikte geçirilecek zamanlar, içine girilecek olan bir ilişki(mümkünse cinsellik barındıran, Umut Sarıkaya'nın "seksli meksli ilişki" tanımına uyacak ve "o"nu unutturabilecek bir ilişki), zam isteyecek yüzümün olabileceği bir iş performansı var.
"Yarın, geri kalan ömrümüzün ilk günüdür."
Ben değil, hayatım değişecek; yani sevgilim. Onun değişimi de, her ilişkide olduğu gibi, benim değişmeme bağlı. Fakat şu da bir gerçek; "Ben değişmem." Güçlü bir karakterim olduğundan ötürü değil, hiç birimizin değişmediğinden ötürü. "Ben çok değiştim İrem." Hadi lan oradan...
Zorlayacağım en azından ve şu anda bile her şey o kadar flu ve zor görünüyor ki, Hugh Laurie'nin "Let Them Talk"u ve 2 gün tamamiyle ayık kaldığım süreçten sonra içtiğim bira bile yardımcı olmuyor. Ancak hayat, zaten bizi test etmek için yaratılan bir sevgiliden ibaret değil midir?
Uyan, ağlama; gülümse ve dene. Bir kez daha. Son bir kez değil, deneyebileceğin bir sürü kez var. Ve onu değiştir.
Gelgelelim, hayatımı daha çok sevmem gerekiyor. Bir haftadır hesap kitap yapıyorum, sigarayı bırakmaya uğraşsam tekrardan; alkolü tamamiyle değil de; en azından hafta içi kessem; okulu nasıl bitiririm, en azından sabahları yüzüne bakarken gülümseyebileceğim bir sevgilim olsa vs vs... Aslında hesap kitap değil de; birazcık hayaller. Ha bu hayallerin en tepesindeyse, 90larda Lassie'lerle, Bingo'larla büyüyen bir velet olduğumdan mütevellit; bir köpek sahiplenmek var.
Sanırım ezelden gelen hayalimle; yani bir Rottweiler'la başlayacağım her şeye. 4,5 aylık erkek bir yavru buldum; aşıları tam(kuduz hariç); cumartesi gidip sahipleniyorum. Sene başında, o kadar düzenliydi ki hayatım; işe bile girmiştim. Hala çalışıyorum ama o düzen çoktan kayboldu. Gece belli bir saatte kesinlikle uykuya dalmak, okulu veya işi aksatmamak vs... Hayır, olmadı. Ben daha çok düzensizliğe gittim. Daha çok seviştim, daha çok içtim, daha çok oynadım, daha çok eğlendim. Topluca gittiğimiz her bar gecesinde, doggy pozisyonunda önümde uzanan her kadında, aldığım her telefon numarasında, patrondan her "Teşekkür ederim"i kaptığımda, insanları manipüle ettiğim her anda aklımda tek bir parça döndü... Machine Head - I'm Your God Now.
Bu denli egoist yaşamanın asosyal olmakla paralelliğini tahmin edebiliyorsunuzdur. Şimdiyse aynı egoyu, bencilliği kaybetmeden; daha sosyal ve başarılı bir adam olmaya çalışıyorum. Önümde uzun bir yol, final haftasında teslim edilecek olan projeler, ödevler; girilecek finaller, "Paşa"yı gezdirecek parklar, onunla birlikte geçirilecek zamanlar, içine girilecek olan bir ilişki(mümkünse cinsellik barındıran, Umut Sarıkaya'nın "seksli meksli ilişki" tanımına uyacak ve "o"nu unutturabilecek bir ilişki), zam isteyecek yüzümün olabileceği bir iş performansı var.
"Yarın, geri kalan ömrümüzün ilk günüdür."
Ben değil, hayatım değişecek; yani sevgilim. Onun değişimi de, her ilişkide olduğu gibi, benim değişmeme bağlı. Fakat şu da bir gerçek; "Ben değişmem." Güçlü bir karakterim olduğundan ötürü değil, hiç birimizin değişmediğinden ötürü. "Ben çok değiştim İrem." Hadi lan oradan...
Zorlayacağım en azından ve şu anda bile her şey o kadar flu ve zor görünüyor ki, Hugh Laurie'nin "Let Them Talk"u ve 2 gün tamamiyle ayık kaldığım süreçten sonra içtiğim bira bile yardımcı olmuyor. Ancak hayat, zaten bizi test etmek için yaratılan bir sevgiliden ibaret değil midir?
Uyan, ağlama; gülümse ve dene. Bir kez daha. Son bir kez değil, deneyebileceğin bir sürü kez var. Ve onu değiştir.
12 Aralık 2011 Pazartesi
Özledim ulan!
-Güneşli pazar günleri dolu bir masada kahvaltı etmeyi,
-Deniz kenarında uçurtma uçurmayı ve uçurtmaya mektup yollamayı(McGyver olmaya gerek yok, hepiniz yapabilirsiniz azıcık kafa varsa.)
-Evde yapılmış kestanenin tadını,
-Yanında uyandığım kadının, yanında sabah seksi dışında saatler geçirmeyi,
-Alkolün; içmenin değerli olduğu zamanları,
-Sabah alından öpülerek uyandırılmayı,
-Akşamları merkezin sahilinde, bar bar dolaşmayı,
-Artık oynamaktan hazetmesem de, içkili oyunlar sırasında dönen diyalogları,
-Adana'ya bayram ziyaretine gittiğimiz zaman, yolumuzu kaybettiğimiz takdirde babamın anneme, "Beni yanlış yanlış yerlere sokup sokup çıkarıyorsun!" demesini,
-Elele tutuşmak veya öpüşmenin; arkadaşlarla paylaşarak "yiyiştik" apoletini omza takmak için yapılmadığı, saf duygularla gerçekleştirildiği dönemleri,
-Televizyon karşısında saatlerce kanepede farklı pozisyonlarda uzanmayı,
-Onun yatağın üzerinde zıplayışını,
-Ablayla göze göz dişediş ettiğim kavgaları,
-Fenerbahçeli Fatih Abi'nin getirdiği, "cd kaset çalar; radyosu da var"mottolu ancak yıllar geçtikçe; cd çalar ve radyosu çalışmaktan kesilen müzik setimizi,
-Halamın evinin güney cepheli balkonunda, güneş vurduğunda kışın bile o harika köy işi kanepeye uzanıp gözlerimi kapatmayı,
-İstanbul'da yediklerinize benzemeyen künefeyi, tantuniyi,
-İlk sigara nefesinde alınan o derin özentiliğin bıraktığı öksükürleri,
-Kapıyı çarpıp müziği köklemeyi,
-Mayo-tshirt-parmakarası terlikle aşağı inmeyi ve cepte telefon ve evin anahtarı dışında hiç bir şey bulunmamasını,
-"Üniversiteyi kazanırsam bir daha nah dönerim buraya!" dediğim memleketimi, Mersin'i;
-İnternet kafenin arka kısmında, kafeyi ve ışıkları kapattıktan sonra film izlemeyi, Xuqa.com adlı poker sitesinden oyuna girmeyi; kız tavlama çalışmalarını,
-Aileme söylemeyi beceremediğim yalanları,
-O allahın belası bir boka yaramayan jeneratörün çıkardığı sesi,
-Yağmur yağdığında, üzerinde oynayabilmek için tantuniciden aldığımız bas-çeklerle temizlediğimiz basketbol sahasını,
-Siteler arası oynadığımız kıran kırana maçları,
-30 Ağustos'ta bayrak taşımayı....
-Ve gerek "ev"imle, gerekse geçmişimle ilgili bir çok detayı; özledim.
Yazarken çalan parça: Willie Nelson - Georgia On My Mind
-Deniz kenarında uçurtma uçurmayı ve uçurtmaya mektup yollamayı(McGyver olmaya gerek yok, hepiniz yapabilirsiniz azıcık kafa varsa.)
-Evde yapılmış kestanenin tadını,
-Yanında uyandığım kadının, yanında sabah seksi dışında saatler geçirmeyi,
-Alkolün; içmenin değerli olduğu zamanları,
-Sabah alından öpülerek uyandırılmayı,
-Akşamları merkezin sahilinde, bar bar dolaşmayı,
-Artık oynamaktan hazetmesem de, içkili oyunlar sırasında dönen diyalogları,
-Adana'ya bayram ziyaretine gittiğimiz zaman, yolumuzu kaybettiğimiz takdirde babamın anneme, "Beni yanlış yanlış yerlere sokup sokup çıkarıyorsun!" demesini,
-Elele tutuşmak veya öpüşmenin; arkadaşlarla paylaşarak "yiyiştik" apoletini omza takmak için yapılmadığı, saf duygularla gerçekleştirildiği dönemleri,
-Televizyon karşısında saatlerce kanepede farklı pozisyonlarda uzanmayı,
-Onun yatağın üzerinde zıplayışını,
-Ablayla göze göz dişediş ettiğim kavgaları,
-Fenerbahçeli Fatih Abi'nin getirdiği, "cd kaset çalar; radyosu da var"mottolu ancak yıllar geçtikçe; cd çalar ve radyosu çalışmaktan kesilen müzik setimizi,
-Halamın evinin güney cepheli balkonunda, güneş vurduğunda kışın bile o harika köy işi kanepeye uzanıp gözlerimi kapatmayı,
-İstanbul'da yediklerinize benzemeyen künefeyi, tantuniyi,
-İlk sigara nefesinde alınan o derin özentiliğin bıraktığı öksükürleri,
-Kapıyı çarpıp müziği köklemeyi,
-Mayo-tshirt-parmakarası terlikle aşağı inmeyi ve cepte telefon ve evin anahtarı dışında hiç bir şey bulunmamasını,
-"Üniversiteyi kazanırsam bir daha nah dönerim buraya!" dediğim memleketimi, Mersin'i;
-İnternet kafenin arka kısmında, kafeyi ve ışıkları kapattıktan sonra film izlemeyi, Xuqa.com adlı poker sitesinden oyuna girmeyi; kız tavlama çalışmalarını,
-Aileme söylemeyi beceremediğim yalanları,
-O allahın belası bir boka yaramayan jeneratörün çıkardığı sesi,
-Yağmur yağdığında, üzerinde oynayabilmek için tantuniciden aldığımız bas-çeklerle temizlediğimiz basketbol sahasını,
-Siteler arası oynadığımız kıran kırana maçları,
-30 Ağustos'ta bayrak taşımayı....
-Ve gerek "ev"imle, gerekse geçmişimle ilgili bir çok detayı; özledim.
Yazarken çalan parça: Willie Nelson - Georgia On My Mind
9 Aralık 2011 Cuma
blogger yokken daktilo vardı, buzdolabı yokken de şarap...
(daktilo çıkışıdır. noktası virgülüne dokunmadan yazarsam bir halta benzemez. ama küçük harf kullanıyorum sadece, daktiloda yazdığım gibi)
mersindeki gençlik dönemim boyunca çok sık tecrübe ettiğim bir olaydır elektrik kesintisi. babam genelde alkollü olur, elinde mumlarla çayda çıra oynayarak dalga geçerdi. annem katalitik sobayı yakar, hepimiz salonda toplaşırdık. sitenin satışında büyük rol oynayan jeneratör ise beş dakika bile devrede kalamazdı. o jeneratörün yakıt tanklarına küfrederdim eğer ki şimdiki kafada olsam...
ancak elektrik mühendisliğini seçmemin altında yatan neden bu idealizm değil, tamamen istanbul'da bacaklarını açmış beni bekleyen kızlardı.. yusuf'un babası sormuştu bunu. "siz istanbul'da kızlar bacaklarını açıp da sizi bekliyorlar mı sanıyorsunuz?" evet, amca; kısmen...
bugün eve geldiğimde de aynı manzarayla karşılaştım tabi... beşte girdim eve, komşu esnafa göre elektriğin geliş saati 10. dedim gönder bakkal bir şişe şarap... volkan'ın fi tarihinde aldığı düz beyaz mumlardan ikisini de, ablamın giderken götürmeyi unuttuğu sol anahtarlı türk kahvesi bardağı ve bardak altlığının üzerine yaktım. ve şimdi buradayım.
akşam için planım connected2.me'yi açık bırakıp, gelen dişi tekliflerinden en güzelini kabul etmek ve dışarıda bir şeyler içtikten sonra eve gelip sevişmekti. eğer ki bu plan yatarsa da, takıldığım bir kadının evine gidecektim. ancak o kadının evine gitmek, aslında beyaz bayrak çekmekti. bu, ben bir sekskoliğim ve elimde olanla yetinebilirim demekti.
yapmadım. elektrik olmasa bile evde oturmayı seçtim. belki bir iki saat sonra trafik yoğunluğunu atlatınca giderim, kim bilir... lakin en son geçtiğimiz pazartesi girdiğim ilişkiden sonra uzun uzun düşünmüştüm. seks ve alkole harcadığım zamanı başka bişeye harcasaydım ne olurdu diye... ha, birinci planım çok mu mantıklı veya yararlı? tabii ki hayır. ancak en azından yeni biriyle tanışacaktım ve sosyalleşecektim içgüdülerimden bağımsız olarak... bilmiyorum, bomboş içiyorum işte.
gel zaman git zaman farkettiğim tek bir şey var ama: gerçekler, çıplak ayakla ıslak zeminin üzerinde farketmemiz için tasarlanmıştır.
aha elektrik geldi. fena da olmadı aslında. ancak şu son satırları yazmadan kalkmam bilgisayar başından.
pardon, daktilo başından. hepimiz içgüdüsel olarak yaşıyor, tavır ve kararlarımızı içgüdülerimizin kontrolüne bırakıyoruz. en mantıklısı da, en duygusalı da içgüdülerinin kumandasında. ancak temel içgüdü sevişmek değil, gizlemek. kimi komik davranıyor duygularını gizlemek için, kimiyse duygusal davranıyor abazalığını gizlemek için ve "ben ilişki istiyorum, ciddi ilişki." diyor. finalde de şu var, (revolver filminden)
we are all monkeys, wrapped in suits. (hepimiz, takım elbiseler içindeki maymunlarız...)
aralık 11
md
mersindeki gençlik dönemim boyunca çok sık tecrübe ettiğim bir olaydır elektrik kesintisi. babam genelde alkollü olur, elinde mumlarla çayda çıra oynayarak dalga geçerdi. annem katalitik sobayı yakar, hepimiz salonda toplaşırdık. sitenin satışında büyük rol oynayan jeneratör ise beş dakika bile devrede kalamazdı. o jeneratörün yakıt tanklarına küfrederdim eğer ki şimdiki kafada olsam...
ancak elektrik mühendisliğini seçmemin altında yatan neden bu idealizm değil, tamamen istanbul'da bacaklarını açmış beni bekleyen kızlardı.. yusuf'un babası sormuştu bunu. "siz istanbul'da kızlar bacaklarını açıp da sizi bekliyorlar mı sanıyorsunuz?" evet, amca; kısmen...
bugün eve geldiğimde de aynı manzarayla karşılaştım tabi... beşte girdim eve, komşu esnafa göre elektriğin geliş saati 10. dedim gönder bakkal bir şişe şarap... volkan'ın fi tarihinde aldığı düz beyaz mumlardan ikisini de, ablamın giderken götürmeyi unuttuğu sol anahtarlı türk kahvesi bardağı ve bardak altlığının üzerine yaktım. ve şimdi buradayım.
akşam için planım connected2.me'yi açık bırakıp, gelen dişi tekliflerinden en güzelini kabul etmek ve dışarıda bir şeyler içtikten sonra eve gelip sevişmekti. eğer ki bu plan yatarsa da, takıldığım bir kadının evine gidecektim. ancak o kadının evine gitmek, aslında beyaz bayrak çekmekti. bu, ben bir sekskoliğim ve elimde olanla yetinebilirim demekti.
yapmadım. elektrik olmasa bile evde oturmayı seçtim. belki bir iki saat sonra trafik yoğunluğunu atlatınca giderim, kim bilir... lakin en son geçtiğimiz pazartesi girdiğim ilişkiden sonra uzun uzun düşünmüştüm. seks ve alkole harcadığım zamanı başka bişeye harcasaydım ne olurdu diye... ha, birinci planım çok mu mantıklı veya yararlı? tabii ki hayır. ancak en azından yeni biriyle tanışacaktım ve sosyalleşecektim içgüdülerimden bağımsız olarak... bilmiyorum, bomboş içiyorum işte.
gel zaman git zaman farkettiğim tek bir şey var ama: gerçekler, çıplak ayakla ıslak zeminin üzerinde farketmemiz için tasarlanmıştır.
aha elektrik geldi. fena da olmadı aslında. ancak şu son satırları yazmadan kalkmam bilgisayar başından.
pardon, daktilo başından. hepimiz içgüdüsel olarak yaşıyor, tavır ve kararlarımızı içgüdülerimizin kontrolüne bırakıyoruz. en mantıklısı da, en duygusalı da içgüdülerinin kumandasında. ancak temel içgüdü sevişmek değil, gizlemek. kimi komik davranıyor duygularını gizlemek için, kimiyse duygusal davranıyor abazalığını gizlemek için ve "ben ilişki istiyorum, ciddi ilişki." diyor. finalde de şu var, (revolver filminden)
we are all monkeys, wrapped in suits. (hepimiz, takım elbiseler içindeki maymunlarız...)
aralık 11
md
7 Aralık 2011 Çarşamba
Nirvana ve götürdükleri
Ufaktım. 15...
Lakabım 15 delisiydi. Dershanede bir kızdan çılgın gibi hoşlanıyordum. Yaz dershanesiydi, hesapta yeni gelen ÖSS sistemine bizi hazırlayacaklar falan. Sigara kullanıyordu, zaten benden bir yaş büyüktü; (hazırlık okumamış olduğum için). Dilara... Bir gün kantindeyken, cüzdanından para çıkarttığını ve cüzdanın içindeki Cobain fotoğrafını gördüm. Hani bu anamızın babamızın fotoğrafını koyduğumuz kısma, Cobain'in fotoğrafını koymuştu. Muhtemelen annesi ve babası ayrı yaşıyordu. Cobain'i ve Nirvana'yı da çok seviyordu. Nirvana'ya da aşinayım o dönem... Tek bir şarkının doldurduğu bir CD çektim evde. "Heart Shaped Box". Arkadaşlardan, oturduğu sırayı öğrendim çünkü eşit ağırlık öğrencisiydi. Sıranın altına CD'yi koydum ve kaçtım.
Bir sonraki teneffüste, elimdeki discmani görmesi çok da planda yoktu açıkçası. Discman'imi alıp alamayacağını sordu, tabii diyerek verdim aleti. Bir sonrakinde, discman'i almaya gittiğimde; "Biraz konuşabilir miyiz?" dedim bir özgüven eksikliğiyle. Çünkü, sırasını gösteren arkadaşlarım; aynı şekilde bana, onun bir sevgilisi olduğunu da söylemişti. İmkansızları oynamak hoştur, her yaşta...
Anlattım, o cd'yi senin sıranın altına koyan benim, dedim. Anlattım, anlattım... Cacık olmadı tabii ki. Bir iki teneffüs daha geçirdik beraber.
Ha bir de ÖSS'ye girdiğimiz yaz, istenen verem sağlık raporunu almaya gittiğim dispanserde kendisiyle ve göğüs kanseri geçiren arkadaşı Merve'yle karşılaşmıştık. Benimse yanımda babam vardı. Hayatım düzülmüştü adeta. Keşke karşılaşmasaydık. Babamdan utanmak değil de, onu görmek kötüydü. Ne bileyim, kötüydü işte. Babamla arabaya atladık, o ve arkadaşını bıraktık... Yolda babam "Güzel kızmış ha..." dedi. Peder dedim bir git... Yani demedim tabi, ama aklımdan o geçti. Böylece Dilara da hayatımdan aktı geçti...
Sonra Deniz vardı... Evet o Deniz. Hayatımı ayaküstü bir posta düzen Deniz. Üniversitedeki ilk kadının hemen ertesinde bir gecede öpüştüğüm için kendimi şanslı saydığım kadın. İleri gitmemiştim, çünkü "sadece mutlu"ydum. (Dumb - Nirvana) Bilemiyorum, o ilk kadın Deniz'i hep kıskanmıştı zaten; içine doğmuştu belki de. Ertesi günündeyse, Deniz kartlarını tamamen kapatmıştı. Olamamıştı yani aramızda bir şey. Sadece ertesi gün değil, yılbaşı partisinde; midesini bozduğunu öğrendiğim gece boyunca başında beklediğim günü de, ders kaydına yardım ettiğim günü de, soğukta kendisini yurdunun önünde beklediğim günü de ve benzer bir çok fedakarlığımı kapsayan günleri ve geceleri de(onu beklediğim için yatmadığım kadınlar olmuştu) kapsayan iki sene boyunca hayatımı zindan eden Deniz... Velhasıl, aramızda bir şeylerin geçtiği o gecenin sonrasında uzun uzun konuşurken biz, sonunda indirmiştim gardımı. "Come As You Are" diyerek. O da, bunun bir cevap olmadığını söylemişti. "İstiyorum seni" dediğimdeyse cevabı hayırdı. Kısacası, sadece benim onu istediğimi duymayı arzulamıştı. Belki de, zafer listesinde bir çentik de benim adımın yanına atmıştır; kim bilir.
Ufaktık o zamanlar, ve geçtik yavaş yavaş. Sürekli anlattığım sonuncusu mu? Yani, Tanju'nun söylemiyle, "Kadınım" mı? Onu, ayrılığı kovalayan her ay en az 10 kez "Where Did You Sleep Last Night?" dinleyerek hatırladım, hala da hatırlıyorum.
Aslında başlık yanlış be... Nirvana değildi bir şeyler koparan veya alıp götüren; onlardı ve bendim. Ama Dilara'nın o zamanlar 35 yaşındaki sevgilisini, bu zamanlar bile dövmek istiyorum. Sübyancı piç...
Lakabım 15 delisiydi. Dershanede bir kızdan çılgın gibi hoşlanıyordum. Yaz dershanesiydi, hesapta yeni gelen ÖSS sistemine bizi hazırlayacaklar falan. Sigara kullanıyordu, zaten benden bir yaş büyüktü; (hazırlık okumamış olduğum için). Dilara... Bir gün kantindeyken, cüzdanından para çıkarttığını ve cüzdanın içindeki Cobain fotoğrafını gördüm. Hani bu anamızın babamızın fotoğrafını koyduğumuz kısma, Cobain'in fotoğrafını koymuştu. Muhtemelen annesi ve babası ayrı yaşıyordu. Cobain'i ve Nirvana'yı da çok seviyordu. Nirvana'ya da aşinayım o dönem... Tek bir şarkının doldurduğu bir CD çektim evde. "Heart Shaped Box". Arkadaşlardan, oturduğu sırayı öğrendim çünkü eşit ağırlık öğrencisiydi. Sıranın altına CD'yi koydum ve kaçtım.
Bir sonraki teneffüste, elimdeki discmani görmesi çok da planda yoktu açıkçası. Discman'imi alıp alamayacağını sordu, tabii diyerek verdim aleti. Bir sonrakinde, discman'i almaya gittiğimde; "Biraz konuşabilir miyiz?" dedim bir özgüven eksikliğiyle. Çünkü, sırasını gösteren arkadaşlarım; aynı şekilde bana, onun bir sevgilisi olduğunu da söylemişti. İmkansızları oynamak hoştur, her yaşta...
Anlattım, o cd'yi senin sıranın altına koyan benim, dedim. Anlattım, anlattım... Cacık olmadı tabii ki. Bir iki teneffüs daha geçirdik beraber.
Ha bir de ÖSS'ye girdiğimiz yaz, istenen verem sağlık raporunu almaya gittiğim dispanserde kendisiyle ve göğüs kanseri geçiren arkadaşı Merve'yle karşılaşmıştık. Benimse yanımda babam vardı. Hayatım düzülmüştü adeta. Keşke karşılaşmasaydık. Babamdan utanmak değil de, onu görmek kötüydü. Ne bileyim, kötüydü işte. Babamla arabaya atladık, o ve arkadaşını bıraktık... Yolda babam "Güzel kızmış ha..." dedi. Peder dedim bir git... Yani demedim tabi, ama aklımdan o geçti. Böylece Dilara da hayatımdan aktı geçti...
Sonra Deniz vardı... Evet o Deniz. Hayatımı ayaküstü bir posta düzen Deniz. Üniversitedeki ilk kadının hemen ertesinde bir gecede öpüştüğüm için kendimi şanslı saydığım kadın. İleri gitmemiştim, çünkü "sadece mutlu"ydum. (Dumb - Nirvana) Bilemiyorum, o ilk kadın Deniz'i hep kıskanmıştı zaten; içine doğmuştu belki de. Ertesi günündeyse, Deniz kartlarını tamamen kapatmıştı. Olamamıştı yani aramızda bir şey. Sadece ertesi gün değil, yılbaşı partisinde; midesini bozduğunu öğrendiğim gece boyunca başında beklediğim günü de, ders kaydına yardım ettiğim günü de, soğukta kendisini yurdunun önünde beklediğim günü de ve benzer bir çok fedakarlığımı kapsayan günleri ve geceleri de(onu beklediğim için yatmadığım kadınlar olmuştu) kapsayan iki sene boyunca hayatımı zindan eden Deniz... Velhasıl, aramızda bir şeylerin geçtiği o gecenin sonrasında uzun uzun konuşurken biz, sonunda indirmiştim gardımı. "Come As You Are" diyerek. O da, bunun bir cevap olmadığını söylemişti. "İstiyorum seni" dediğimdeyse cevabı hayırdı. Kısacası, sadece benim onu istediğimi duymayı arzulamıştı. Belki de, zafer listesinde bir çentik de benim adımın yanına atmıştır; kim bilir.
Ufaktık o zamanlar, ve geçtik yavaş yavaş. Sürekli anlattığım sonuncusu mu? Yani, Tanju'nun söylemiyle, "Kadınım" mı? Onu, ayrılığı kovalayan her ay en az 10 kez "Where Did You Sleep Last Night?" dinleyerek hatırladım, hala da hatırlıyorum.
Aslında başlık yanlış be... Nirvana değildi bir şeyler koparan veya alıp götüren; onlardı ve bendim. Ama Dilara'nın o zamanlar 35 yaşındaki sevgilisini, bu zamanlar bile dövmek istiyorum. Sübyancı piç...
Derbi Yorumu - Uzun Zaman Sonra Futbol ve Hissettirdikleri
Böyle başlamadı aslında eve gelişim, her ne kadar farklı görünse de.
Facebook'a bunu yazdım;
"bir iki dipnot: ujfalusi o pazubandı her taktığında kendimi daha iyi hissediyorum. minimal de olsa fair play sebebiyle -şimdi eski karşılaşmalardaki piçlikleri de biliyoruz yalan yok- fenerbahçe'nin futbolcularını tebrik ediyorum. öte yandan, fatih terim'in; iki tane 20 yaşındaki genci sahaya sürmesinden ötürü, taşşaklarını pantolonuna nasıl sığdırdığını hala uzun uzun düşünürüm. emre çolak'la ilgili umutlarım yok, hayatının maçını oynadı ve yeterli görünse de, yeni arda diye gazlamanın alemi yok. yobo'yu yakından gördüm, adam bildiğin kömür; eboue'yle yanyanayken hangisinin daha koyu olduğunu karşılaştıracaktım, üst tribünden pek de göremedim. ayhan akman gerçeğini atlamayalım. tamam, rütbe sebebiyle bu takımın ikinci kaptanıdır; birinci kaptan da sabri'dir lakin sabri dediğin amigo. bu maçta da kotla montla sahaya inip yine üçlü çektirdi, ayhan'sa liderlik vasfı bakımından sınıfta kalır. ama affettim keratayı; lviv maçından sonra kudurmuştum geçen sene, barış-ayhan-mustafa üçlüsünden tek ama tek yuhalanmayacak adamın ayhan olduğunu düşünürken; kendisinin ukrayna dönüşü havaalanı güvenlik görevlisine sorduğu "içerde taraftar var mı? hehe" sorusu aklımdan çıkmadı. fakat, arda turan'ın yeni formalara küfrettiği videoda kemal sunal filminden espri yapması dolayısıyla; zaten karakter olarak böyle "gevşek" bir yapıya sahip olduğunu gördüm ayhan kaptan'ın. neyse, galatasaray yazmayı bırakmıştım; bugüne özel kondurduk. öptm. kibs."
Metro boyuysa, geçen sene Fenerbahçe'nin şampiyonluk maçını düşündüm. O maç kaybetmelerini çok istemiştim. Kaan bizdeydi, sevgilisiyle konuşuyordu. Sevgilisi Eda, "Satılmış köpekler." diyordu Fenerbahçe'nin rakibine... Beni de sevindirmeye çalışıyordu sanırım. Kaan benim bilgisayarda ödev yapıyor, ben yardım ediyordum iki gün sonra sınavımız olmasına rağmen. Zerre bakmadık, çünkü ben o "ilk sevişmeden sonraki buluşma"yı ayarlamış olmanın heyecanıyla, istediğim kadını tekrar görebilecek olmanın heyecanıyla coşuyordum kendi kendime. Ve o gün buluşmuştuk, buraya gelmişti. Önce Bambi'de yemek yemiştik, ardından Robert's Coffee'de ben çay içmiştim, o da macchiato sikirokko bişeyler... Pazar günüydü. Aynı haftanın cuma akşamı buluşmuştuk ve hikaye öyle başlamıştı. Ne bileyim, boş geldi metroda bunu düşününce her şey. Derbiymiş, galibiyetmiş liderlikmiş; sırıtıyorum içten içe, ama kahkahalarla, coşkuyla karşılayamıyorum sanırım; hafızam sağolsun.
Facebook'a bunu yazdım;
"bir iki dipnot: ujfalusi o pazubandı her taktığında kendimi daha iyi hissediyorum. minimal de olsa fair play sebebiyle -şimdi eski karşılaşmalardaki piçlikleri de biliyoruz yalan yok- fenerbahçe'nin futbolcularını tebrik ediyorum. öte yandan, fatih terim'in; iki tane 20 yaşındaki genci sahaya sürmesinden ötürü, taşşaklarını pantolonuna nasıl sığdırdığını hala uzun uzun düşünürüm. emre çolak'la ilgili umutlarım yok, hayatının maçını oynadı ve yeterli görünse de, yeni arda diye gazlamanın alemi yok. yobo'yu yakından gördüm, adam bildiğin kömür; eboue'yle yanyanayken hangisinin daha koyu olduğunu karşılaştıracaktım, üst tribünden pek de göremedim. ayhan akman gerçeğini atlamayalım. tamam, rütbe sebebiyle bu takımın ikinci kaptanıdır; birinci kaptan da sabri'dir lakin sabri dediğin amigo. bu maçta da kotla montla sahaya inip yine üçlü çektirdi, ayhan'sa liderlik vasfı bakımından sınıfta kalır. ama affettim keratayı; lviv maçından sonra kudurmuştum geçen sene, barış-ayhan-mustafa üçlüsünden tek ama tek yuhalanmayacak adamın ayhan olduğunu düşünürken; kendisinin ukrayna dönüşü havaalanı güvenlik görevlisine sorduğu "içerde taraftar var mı? hehe" sorusu aklımdan çıkmadı. fakat, arda turan'ın yeni formalara küfrettiği videoda kemal sunal filminden espri yapması dolayısıyla; zaten karakter olarak böyle "gevşek" bir yapıya sahip olduğunu gördüm ayhan kaptan'ın. neyse, galatasaray yazmayı bırakmıştım; bugüne özel kondurduk. öptm. kibs."
Metro boyuysa, geçen sene Fenerbahçe'nin şampiyonluk maçını düşündüm. O maç kaybetmelerini çok istemiştim. Kaan bizdeydi, sevgilisiyle konuşuyordu. Sevgilisi Eda, "Satılmış köpekler." diyordu Fenerbahçe'nin rakibine... Beni de sevindirmeye çalışıyordu sanırım. Kaan benim bilgisayarda ödev yapıyor, ben yardım ediyordum iki gün sonra sınavımız olmasına rağmen. Zerre bakmadık, çünkü ben o "ilk sevişmeden sonraki buluşma"yı ayarlamış olmanın heyecanıyla, istediğim kadını tekrar görebilecek olmanın heyecanıyla coşuyordum kendi kendime. Ve o gün buluşmuştuk, buraya gelmişti. Önce Bambi'de yemek yemiştik, ardından Robert's Coffee'de ben çay içmiştim, o da macchiato sikirokko bişeyler... Pazar günüydü. Aynı haftanın cuma akşamı buluşmuştuk ve hikaye öyle başlamıştı. Ne bileyim, boş geldi metroda bunu düşününce her şey. Derbiymiş, galibiyetmiş liderlikmiş; sırıtıyorum içten içe, ama kahkahalarla, coşkuyla karşılayamıyorum sanırım; hafızam sağolsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)