Çok var bunlardan.
Sana veya bana göre pozitif veya negatif fakat tamamiyle aptalca, bir tepki gösteriyor. Sallıyorum, TÜPRAŞ özelleştirildi. Hemen, "TÜPRAŞ ÖZELLEŞTİRİLİYOR, DEVLET DE BUNA GÖZ YUMUYOR!" propagandaları yapılır, nereden mi? Tabii ki de sanal ortamdan. Hatta direkt adres vereyim, Facebook üzerinden.
Ulan tepki gösteriyorsun tamam, ben de tepki veriyorum ona da tamam. Ama anlamadığım bir konu var, siyasi gruplarla kapladığın Facebook sayfanda, beni de "ARKADAŞLARINI DAVET ET" butonu üzerinden neden alet ediyorsun sanal tepkine?
Herkes çok duyarlı, herkes süper vatandaş... Halbuki herkesin yaptığı tek şey, bir elinde s.ki, öteki elinde mouse, "refresh" butonuna basmak. Hah, o gruba gir; şu gruba gir. Referandum öncesi "HAYIR!" içerikli gruplar açılmıştı çok net hatırlıyorum. Bir iki tanesine de davet edilmiştim yine bu "tüm arkadaşlarını davet et" zigası sebebiyle...
Aktivite var mı? Tabii ki yok! Giriyorsun o gruplara, yaptığın tek şey; grubun duvarına bir şeyler karalamak oluyor. Daha sonra dönüp bir kez bile bakmıyorsun. Hoş, baksan da değişen hiç bir şey yok. Page miydi şu güzide sözlerin sahibi: The Song Remains The Same?
Bir de, 29 Ekim'de hepimiz "Türk Bayrağı'nı profil fotoğrafı yapalım" durumu var ki o apayrı bir konu. 29 Ekim'de her biriniz, yakınlarınızdaki bir kutlamaya katılsa milyonlar sokakta olacak ama milletin ipinde değil. Taslaklar tabii ki bunlarla sınırlı değil, "Atatürk'ü seven bir milyon kişi bulabilirim", "Apo'dan nefret eden 1 milyon kişi bulabilirim", uzar gider. Bul, bul allahın belası onu da bul.
"Oh, buradan vatani görevimi yapıyorum" mantalitesiyle sizin gideceğiniz yeri söyleyeyim; bir çöp evin içinde, yalnız öleceksiniz.
Velhasılı kelam, bu yazının sonunda şu iki linki vermeden geçemeyeceğim;
Arkadaşlarla kurduğumuz grup (nihilizm bazen gerçekten çok eğlenceli): http://www.facebook.com/group.php?gid=291102749934&ref=ts
Dahil olduğum ve en sevdiğim grup
http://www.facebook.com/group.php?gid=13919775300&ref=ts
23 Eylül 2010 Perşembe
20 Eylül 2010 Pazartesi
Gold mu dediniz? İki değil, yüz iki kere düşünün. EkşiSözlük'te girdiğim entry'yi de burada paylaşırım!
her şey, geçen perşembe başladı. dükkan dükkan geziyoruz, altı üstü monitör alacağım. bi tane de monitör gördüm gold'da... 360 lira, led...
dedik gücümüz yetmez, biraz daha araştıralım. olmadı lcd alırız. arkadaş ayıktırdı, -ona da buradan söverdim ama, çocuk da böyle olacağını bilmiyodur muhtemelen.- beğendiğimiz monitörün ne hikmetse gold'un o boktan, yavaş ve çökmeye yüz tutmuş internet sitesinden 300 tl'ye, kargo ücreti ödemeden sipariş edilebileceğini söyledi. oha dedim ne güzelmiş.
siparişi veriyorum, ödeme seçeneklerinde kapıda öde'yi seçiyorum. kapıda ödemenin nasıl yapıldığı konusunda bir fikrimiz yok tabi... çok zeki arkadaşlar onu da açık bir dille ifade etmemişler, ben de not olarak pos makinesi istiyorum. (hoş, sanki yemek söylüyoruz amk)
neyse, bu dangalaklardan ses seda yok, kargo bilgileri de girilmemiş. cuma arıyorum gold'u ama harikulade operatör sistemleri ve müşteri hizmetleri beni finansbank'tan bile fazla bekletiyor. sanki 60lı yıllarda ankara'yı arıyoruz amk, düşüreceğim diye canım çıkıyor. kadın başlıyor anlatmaya "beyefendi kapıda ödeme yapabildiğiniz tek sistem nakit sistemidir. ayrıca kapıda ödeme yapılacak olan ürünler altunizade şubemizden gelmektedir ve ne yazık ki altunizade şubemizde bu üründen kalmamıştır. bu yüzden kredi kartıyla internetten yapınız alışverişi". e ben seni arayıp bunu öğrenmek zorunda mıyım? senin beni araman gerekmiyor mu? "ben de tam sizi arayacaktım."
tamam diyorum, cuma tekrar sipariş veriyorum. internetten altı taksitle alayım diyorum aleti. ama cumartesi oluyor, yine sikine takan yok. güç bela düşürüyoruz nedir ne değildir öğrenmeye, bu sefer de satış danışmanı olarak atanan hatun, "kartınızda limit kalmamış, ben de tam sizi arayacaktım" diyor. e amına kodumun monitörü pazartesiden önce gelmeyecek belli etti... ben de ne yapalım diye sorma cüretinde bulunuyorum, bir iki bilgi istiyor kredi kartımla ilgili ki harbiden etli şeyler istedikleri, önemli detaylar, şifreler yanlış hatırlamıyorsam, veriyorum mal gibi. (evet evet, kafam da sabahtan içmeye başladığım için güzel o sırada)
gözüm monitörden başka bir şeyi görmüyor. "pazartesi kartınızda limit açıp tekrar arayın hatta şirket msn'imi ekleyin"diyor kadın, verdiğim bilgiler sayesinde de siparişi iptal etmeyip çok rahat bir biçimde onay verebilecek güya. sabah dersim olmadığı halde siki bokuna limit açmak için erken uyanıp bankaya gidiyorum. amaç mı? tabii ki de perşembe siparişini verdiğim monitörü pazartesi alabilmek. eve dönüyorum. yine bir sinir krizi kadına bağlanana kadar... 1 saat sonra anca düşürebiliyorum. diyorum böyle böyle... bu sefer de "finansbank kolay kolay onay vermiyor, kimlik fotokopisi ve kredi kartınızın fotokopisini gönderebilir misiniz altına işlemi onayladığınızı yazıp imzalayarak, faksla" diyor. kıllanmaya başlıyorum ince ince... "adamlar hakkaten sonunda beni sikecekler" diyorum. amaan nasılsa limit yok kredi kartında diyipdenileni yapıyorum.(kredi kartı numarasının ilk 4 hanesi dışında tüm numaraları karalanmış bir şekilde)
"faksı aldınız mı, monitörüm nerde ulan!" demek için bir daha arıyorum, ve sabahtan beri arıyorum.
evet, bu; benim hikayem. 4 5 gündür, asırlık, 19 inçlik, pikselleri sikilmiş bir tüplü monitöre bakmaktayım. işin garibi, bu şikayet içerikli entry'yi girerken ben; ürünü kargoya vermiş olduklarını belirten bir mail attılar.
yarına anca gelir diye tahmin etmekle beraber, ekliyorum:
"allah belanızı versin. haram olsun benim üzerimden elde ettiğiniz kar."
http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=20384967
dedik gücümüz yetmez, biraz daha araştıralım. olmadı lcd alırız. arkadaş ayıktırdı, -ona da buradan söverdim ama, çocuk da böyle olacağını bilmiyodur muhtemelen.- beğendiğimiz monitörün ne hikmetse gold'un o boktan, yavaş ve çökmeye yüz tutmuş internet sitesinden 300 tl'ye, kargo ücreti ödemeden sipariş edilebileceğini söyledi. oha dedim ne güzelmiş.
siparişi veriyorum, ödeme seçeneklerinde kapıda öde'yi seçiyorum. kapıda ödemenin nasıl yapıldığı konusunda bir fikrimiz yok tabi... çok zeki arkadaşlar onu da açık bir dille ifade etmemişler, ben de not olarak pos makinesi istiyorum. (hoş, sanki yemek söylüyoruz amk)
neyse, bu dangalaklardan ses seda yok, kargo bilgileri de girilmemiş. cuma arıyorum gold'u ama harikulade operatör sistemleri ve müşteri hizmetleri beni finansbank'tan bile fazla bekletiyor. sanki 60lı yıllarda ankara'yı arıyoruz amk, düşüreceğim diye canım çıkıyor. kadın başlıyor anlatmaya "beyefendi kapıda ödeme yapabildiğiniz tek sistem nakit sistemidir. ayrıca kapıda ödeme yapılacak olan ürünler altunizade şubemizden gelmektedir ve ne yazık ki altunizade şubemizde bu üründen kalmamıştır. bu yüzden kredi kartıyla internetten yapınız alışverişi". e ben seni arayıp bunu öğrenmek zorunda mıyım? senin beni araman gerekmiyor mu? "ben de tam sizi arayacaktım."
tamam diyorum, cuma tekrar sipariş veriyorum. internetten altı taksitle alayım diyorum aleti. ama cumartesi oluyor, yine sikine takan yok. güç bela düşürüyoruz nedir ne değildir öğrenmeye, bu sefer de satış danışmanı olarak atanan hatun, "kartınızda limit kalmamış, ben de tam sizi arayacaktım" diyor. e amına kodumun monitörü pazartesiden önce gelmeyecek belli etti... ben de ne yapalım diye sorma cüretinde bulunuyorum, bir iki bilgi istiyor kredi kartımla ilgili ki harbiden etli şeyler istedikleri, önemli detaylar, şifreler yanlış hatırlamıyorsam, veriyorum mal gibi. (evet evet, kafam da sabahtan içmeye başladığım için güzel o sırada)
gözüm monitörden başka bir şeyi görmüyor. "pazartesi kartınızda limit açıp tekrar arayın hatta şirket msn'imi ekleyin"diyor kadın, verdiğim bilgiler sayesinde de siparişi iptal etmeyip çok rahat bir biçimde onay verebilecek güya. sabah dersim olmadığı halde siki bokuna limit açmak için erken uyanıp bankaya gidiyorum. amaç mı? tabii ki de perşembe siparişini verdiğim monitörü pazartesi alabilmek. eve dönüyorum. yine bir sinir krizi kadına bağlanana kadar... 1 saat sonra anca düşürebiliyorum. diyorum böyle böyle... bu sefer de "finansbank kolay kolay onay vermiyor, kimlik fotokopisi ve kredi kartınızın fotokopisini gönderebilir misiniz altına işlemi onayladığınızı yazıp imzalayarak, faksla" diyor. kıllanmaya başlıyorum ince ince... "adamlar hakkaten sonunda beni sikecekler" diyorum. amaan nasılsa limit yok kredi kartında diyipdenileni yapıyorum.(kredi kartı numarasının ilk 4 hanesi dışında tüm numaraları karalanmış bir şekilde)
"faksı aldınız mı, monitörüm nerde ulan!" demek için bir daha arıyorum, ve sabahtan beri arıyorum.
evet, bu; benim hikayem. 4 5 gündür, asırlık, 19 inçlik, pikselleri sikilmiş bir tüplü monitöre bakmaktayım. işin garibi, bu şikayet içerikli entry'yi girerken ben; ürünü kargoya vermiş olduklarını belirten bir mail attılar.
yarına anca gelir diye tahmin etmekle beraber, ekliyorum:
"allah belanızı versin. haram olsun benim üzerimden elde ettiğiniz kar."
http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=20384967
8 Eylül 2010 Çarşamba
Hepimiz yaptık bunu değil mi?
Az fakat öz bir izleyici kitlem olduğunu düşünüyorum. Hoş, "beni siz yarattınız" triplerinde semalara çıkmama gerek yok; aynı şekilde sizin de yorumdur, oylamadır, etikettir; bi' ske derman olduğunuzu görmedim. Ama olsun, burayı düzenli takip edenlerin; az çok belli bir seviyenin üstünde zekaya sahip olduğunu varsayarak yazacağım bu sefer. (Zekanın bahsi geçmişken; İsmet İnönü'nün AKP'ye geçtiğini iddia eden kızın videosunu izlemeyi unutmayın. Dangalaklık diz boyu...)
Neyse, bugünkü dersimiz: KÜLTÜR PEZEVENKLİĞİ.
Hepimizin hayatta en az bir kez takındığı tavırdır bu... Belli kriterlerle şöyle değerlendirilebilir. Bir kitap okuruz(popüler olan, ancak yeraltı edebiyatı etiketiyle piyasaya çıkan edebi eserler seçmek vaciptir), felsefeyle ilgileniriz(freud, marx, proudhon gibi isimler bu kısımda esastır), bir albüm dinleriz(manu chao, leonard cohen altı çizilmesi gereken artistlerdir) ve yüksek çekiş gücüne sahip bir elektrikli süpürgenin, börtü böceği emişi misali; tüketim toplumu olarak tükettiğimiz eserleri tükettiğimizi topluma tescil ettirmeye çalışırız. Nasıl mı olur bu tescil?
Ortaokul, lise çağında giyilen siyah, üzerinde metal gruplarının artworkü olan t-shirt'lerle... Mesela en çok bununla yaptım ben kültür pezevenkliğini. Tasarımından kumaşından ziyade üzerindeki logolar veya görseller için aldığım t shirt sayısı bir hayli fazladır. Hoş, anadolu çocuğu olduğumuz için biz üniversitede yaptık ama olsun...
Üniversiteye gelindiğinde izlenilen ve herkes tarafından beğenilen bağımsız sinema örneklerinin yurt duvarlarını ve öğrenci evlerini süsleyen posterleriyle...
Biraz daha büyüyünce de; -ki bu vazgeçilmezdir- arkadaş ortamında tükettiğimiz sanatsal ürünü tüketmiş olduğumuzu belirtecek imalar yaparak...
Evet, ben de yaptım zamanında bunu. Rahat rahat da söylüyorum. Ancak; şimdi gözledikçe insanları, daha bir tiksiniyorum. "Evet evet ben de Portishead dinlerim! Evet Portishead süperdir!", "Nietzsche mi? Off aforizmalar harikaydı!" gibi faltaşı misali açılmış gözlerle haykıran topaçları gördükçe nefret ediyorum. "Neden" demiyorum. "İğrençsiniz ibneler" diyorum. Karşımızdaki insanla ortak noktalarımızı keşfedince seviniriz ama çok farklı bir şey bu... Bu, anons. Bu, pornografi. Bu, "ben buradayım" demenin başka bir yolu...
Ben günahlarımı çıkarttım sayılır. Şimdi siz de gözlerinizi kapatın ve kendinizi düşünün. Siz de yediniz bu boku değil mi?
Neyse, bugünkü dersimiz: KÜLTÜR PEZEVENKLİĞİ.
Hepimizin hayatta en az bir kez takındığı tavırdır bu... Belli kriterlerle şöyle değerlendirilebilir. Bir kitap okuruz(popüler olan, ancak yeraltı edebiyatı etiketiyle piyasaya çıkan edebi eserler seçmek vaciptir), felsefeyle ilgileniriz(freud, marx, proudhon gibi isimler bu kısımda esastır), bir albüm dinleriz(manu chao, leonard cohen altı çizilmesi gereken artistlerdir) ve yüksek çekiş gücüne sahip bir elektrikli süpürgenin, börtü böceği emişi misali; tüketim toplumu olarak tükettiğimiz eserleri tükettiğimizi topluma tescil ettirmeye çalışırız. Nasıl mı olur bu tescil?
Ortaokul, lise çağında giyilen siyah, üzerinde metal gruplarının artworkü olan t-shirt'lerle... Mesela en çok bununla yaptım ben kültür pezevenkliğini. Tasarımından kumaşından ziyade üzerindeki logolar veya görseller için aldığım t shirt sayısı bir hayli fazladır. Hoş, anadolu çocuğu olduğumuz için biz üniversitede yaptık ama olsun...
Üniversiteye gelindiğinde izlenilen ve herkes tarafından beğenilen bağımsız sinema örneklerinin yurt duvarlarını ve öğrenci evlerini süsleyen posterleriyle...
Biraz daha büyüyünce de; -ki bu vazgeçilmezdir- arkadaş ortamında tükettiğimiz sanatsal ürünü tüketmiş olduğumuzu belirtecek imalar yaparak...
Evet, ben de yaptım zamanında bunu. Rahat rahat da söylüyorum. Ancak; şimdi gözledikçe insanları, daha bir tiksiniyorum. "Evet evet ben de Portishead dinlerim! Evet Portishead süperdir!", "Nietzsche mi? Off aforizmalar harikaydı!" gibi faltaşı misali açılmış gözlerle haykıran topaçları gördükçe nefret ediyorum. "Neden" demiyorum. "İğrençsiniz ibneler" diyorum. Karşımızdaki insanla ortak noktalarımızı keşfedince seviniriz ama çok farklı bir şey bu... Bu, anons. Bu, pornografi. Bu, "ben buradayım" demenin başka bir yolu...
Ben günahlarımı çıkarttım sayılır. Şimdi siz de gözlerinizi kapatın ve kendinizi düşünün. Siz de yediniz bu boku değil mi?
3 Eylül 2010 Cuma
Ve şimdi reklamlar: Jack Daniel's
Öncelikle her gün mideye Jack indirebilecek kadar zengin bir aileden gelmiyorum, bundan ziyade hafif yozlaşmış teenage punk veya toz toprak içinde çekilen southern rock videolarını an be an MTV'den takip eden bir gençliğe sahibim ki ya o videolarda gördüğüm imajdı beni bu büyülü şişeye çeken; ya da beni uzun vadede süründürmeyi başarabilen tek kadının favori içkisi olması ve ön sevişmeden ibaret birlikte olduğumuz tek gece ona bu içkiyi ısmarlamış olmamdı...
Ama yakınlığımız arttı tamamen southern'e kayan müzik zevkim ve grubumun playlist'i sebebiyle. Hoşuma gidiyordu. Kalite değildi beni çeken ki bir içki gurusu olmadım asla. Russki Standard ile Istanblue'nun farkını asla anlayamadım mesela... Gelgelelim; yağ gibi kayıyordu artık ve en çok hoşuma giden yönü; kadınları uzak tuttuğumuz arkadaş ortamımızın dışında(evet bazen siz kadınların pijama partileri gibi, erkek erkeğe içmeyi ve dırdırdan uzak olmayı seviyoruz), yalnız başımayken de şişeyi kafaya dikerek içebilmemdi.
Şu anda evime, Mersin'e -ben yokken- bana hediye edilmek için getirilmiş ancak babamın kütür kütür götürerek yarılamış olduğu litrelik şişe yanımda. Bir o bana bakıyor, bir ben ona... Ve tekrar öpüşüyoruz.
Reklamlar bitti.
Ramazan ayında içmeyen veya içemeyen insanların ağzını sulandırdıysam; çok da ..kimde olmadı açıkçası.
Cebinde parası olmayan ve kuru kuruya sigara içen öğrenci arkadaşlaraysa bir duble borcum olsun.
Ama yakınlığımız arttı tamamen southern'e kayan müzik zevkim ve grubumun playlist'i sebebiyle. Hoşuma gidiyordu. Kalite değildi beni çeken ki bir içki gurusu olmadım asla. Russki Standard ile Istanblue'nun farkını asla anlayamadım mesela... Gelgelelim; yağ gibi kayıyordu artık ve en çok hoşuma giden yönü; kadınları uzak tuttuğumuz arkadaş ortamımızın dışında(evet bazen siz kadınların pijama partileri gibi, erkek erkeğe içmeyi ve dırdırdan uzak olmayı seviyoruz), yalnız başımayken de şişeyi kafaya dikerek içebilmemdi.
Şu anda evime, Mersin'e -ben yokken- bana hediye edilmek için getirilmiş ancak babamın kütür kütür götürerek yarılamış olduğu litrelik şişe yanımda. Bir o bana bakıyor, bir ben ona... Ve tekrar öpüşüyoruz.
Reklamlar bitti.
Ramazan ayında içmeyen veya içemeyen insanların ağzını sulandırdıysam; çok da ..kimde olmadı açıkçası.
Cebinde parası olmayan ve kuru kuruya sigara içen öğrenci arkadaşlaraysa bir duble borcum olsun.
"Biz" ne yapıyoruz?
Evet evet, biz...
Bu sefer suçu, daha doğrusu boku başkalarına atmadan; kendimi de olay mahalinin içine dahil ederek yazmak istiyorum. Her ne kadar şimdiye kadar karaladıklarım spontane bir biçimde yazılsa da, genel ruh halim ve vücudumdaki alkol oranı an itibariyle bu spontaneliğin bir seviye üste geçmesine, langır lungur yazmama sebep olacak.
Sürekli takipçilerim, okuyucularım da kusura bakmasınlar veya baksınlar. Şu anda bunu umursayacak durumda da değilim.
Çok çabuk gelişti aslında her şey. Önce 146 vardı, sonra IŞ.net, Koç.net, 145 derken bir anda adsl teknolojisiyle tanıştık. Eskiden durum ketumdu fazlasıyla. 146 ile internete bağlanıp da evin telefon faturasını kaç hanelere çektiğimizi, ICQ'yu, mIRC'ı vesaire anlatarak "80ler ne garipti değil mi? Şarkılar falan..." modelinde; herhangi bir geçmiş trend partisinde karşısındaki kadına asılmaya çalışan ucuz Casanova'lardan olmak değil amacım. Fakat o zamanki mevcut sosyo kültürel yapıda; bilgisayar ve internet erişimine sahip olmak lükstü kısacası. Bu yüzden internet kafeler patlama yapmış, yurdum genci soluğu nikotin aromalı, nemli; depodan bozma salonlarda almıştı.
Gelgelelim, bir anda Facebook'larla, bloglarla, twitter'la hatta formspring'le çevrildi dört bir yanımız. Sosyal ağlar... Her yere girdik çıktık. Kimisi(ki buna kendimi de dahil ederim rahatlıkla ve dürüstçe) sanal ortamda porno gezegeninde veya şanslıysa bir kademe üstte, yani reelde internetten tanıştığı insanlarla sevişerek cinsel açlığını bastırıyordu, kimisiyse okey salonlarının ayağına gelmesinden hoşlanıyordu. Diyeceğim odur ki, amaçlar çeşitleniyordu... Ve aslında teknolojinin getirdiği kolaylıklar artıyordu.
Fakat o dönemlerde bile rahatlıkla gözlemlenebilen bir durum vardı. Chat'te, oyun salonlarında, MyNet'te ve her yerde... Yalnızdık ve görüşebileceğimiz, konuşabileceğimiz birilerini arıyorduk. Arkadaşlarımızı, ailemizi, çevremizi değil de; tanımadığımız parmak uçlarını ve harfleri önemsiyorduk.
Bugün durum çok mu farklı? Bir internet bağımlısı olarak şunu söyleyebilirim ki kesinlikle hayır. Hatta gelişen teknolojiyle birlikte artık planladığımız görüşmelerde, toplaşmalarda bile ellerimizden telefonlarımız, iphonelar düşmüyor. Yabancılaşıyoruz gitgide... Bitmek tükenmeksizin.
Çözüm mü? Görünürde yok...
Bunları daha önce de vurgulamıştım. Şimdi neden mi vurguluyorum? O sanal karakterlerden biri olma yönünde hızla ilerlediğimi farkediyorum ve içim içimi yiyor bu yüzden. Hayır, yeni bir mobil teknolojik oyuncak satın almadım, ancak bilgisayar başında geçirdiğim zamanın gitgide arttığının farkına vardım. Fikirlerim konusunda insanların ne düşüneceğini merak ettim(ekşisözlük), ne kadar edebi olabileceğimi ve ne kadar takdir edileceğimi merak ettim(blogger-izleyicileri sallamamamın sebebi bu farkındalıktır), çeşitli kadınlarla birlikte içinde bulunduğum fotoğraf karelerine insanların ne kadar salya akıtacağını merak ettim(facebook), "artık kurduğum kısa cümlelerin" ne kadar tekrarlanarak başkalarına ulaştırılacağını merak ettim(twitter) ve bu merağım büyüyor ne yazık ki...
Argh...
Bu sefer suçu, daha doğrusu boku başkalarına atmadan; kendimi de olay mahalinin içine dahil ederek yazmak istiyorum. Her ne kadar şimdiye kadar karaladıklarım spontane bir biçimde yazılsa da, genel ruh halim ve vücudumdaki alkol oranı an itibariyle bu spontaneliğin bir seviye üste geçmesine, langır lungur yazmama sebep olacak.
Sürekli takipçilerim, okuyucularım da kusura bakmasınlar veya baksınlar. Şu anda bunu umursayacak durumda da değilim.
Çok çabuk gelişti aslında her şey. Önce 146 vardı, sonra IŞ.net, Koç.net, 145 derken bir anda adsl teknolojisiyle tanıştık. Eskiden durum ketumdu fazlasıyla. 146 ile internete bağlanıp da evin telefon faturasını kaç hanelere çektiğimizi, ICQ'yu, mIRC'ı vesaire anlatarak "80ler ne garipti değil mi? Şarkılar falan..." modelinde; herhangi bir geçmiş trend partisinde karşısındaki kadına asılmaya çalışan ucuz Casanova'lardan olmak değil amacım. Fakat o zamanki mevcut sosyo kültürel yapıda; bilgisayar ve internet erişimine sahip olmak lükstü kısacası. Bu yüzden internet kafeler patlama yapmış, yurdum genci soluğu nikotin aromalı, nemli; depodan bozma salonlarda almıştı.
Gelgelelim, bir anda Facebook'larla, bloglarla, twitter'la hatta formspring'le çevrildi dört bir yanımız. Sosyal ağlar... Her yere girdik çıktık. Kimisi(ki buna kendimi de dahil ederim rahatlıkla ve dürüstçe) sanal ortamda porno gezegeninde veya şanslıysa bir kademe üstte, yani reelde internetten tanıştığı insanlarla sevişerek cinsel açlığını bastırıyordu, kimisiyse okey salonlarının ayağına gelmesinden hoşlanıyordu. Diyeceğim odur ki, amaçlar çeşitleniyordu... Ve aslında teknolojinin getirdiği kolaylıklar artıyordu.
Fakat o dönemlerde bile rahatlıkla gözlemlenebilen bir durum vardı. Chat'te, oyun salonlarında, MyNet'te ve her yerde... Yalnızdık ve görüşebileceğimiz, konuşabileceğimiz birilerini arıyorduk. Arkadaşlarımızı, ailemizi, çevremizi değil de; tanımadığımız parmak uçlarını ve harfleri önemsiyorduk.
Bugün durum çok mu farklı? Bir internet bağımlısı olarak şunu söyleyebilirim ki kesinlikle hayır. Hatta gelişen teknolojiyle birlikte artık planladığımız görüşmelerde, toplaşmalarda bile ellerimizden telefonlarımız, iphonelar düşmüyor. Yabancılaşıyoruz gitgide... Bitmek tükenmeksizin.
Çözüm mü? Görünürde yok...
Bunları daha önce de vurgulamıştım. Şimdi neden mi vurguluyorum? O sanal karakterlerden biri olma yönünde hızla ilerlediğimi farkediyorum ve içim içimi yiyor bu yüzden. Hayır, yeni bir mobil teknolojik oyuncak satın almadım, ancak bilgisayar başında geçirdiğim zamanın gitgide arttığının farkına vardım. Fikirlerim konusunda insanların ne düşüneceğini merak ettim(ekşisözlük), ne kadar edebi olabileceğimi ve ne kadar takdir edileceğimi merak ettim(blogger-izleyicileri sallamamamın sebebi bu farkındalıktır), çeşitli kadınlarla birlikte içinde bulunduğum fotoğraf karelerine insanların ne kadar salya akıtacağını merak ettim(facebook), "artık kurduğum kısa cümlelerin" ne kadar tekrarlanarak başkalarına ulaştırılacağını merak ettim(twitter) ve bu merağım büyüyor ne yazık ki...
Argh...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)