Bu parçanın kısa versiyonuna, bir Tarantino filmi aracılığıyla ulaşmıştım. Daha önce de ablamdan aldığım alakasız bir CD, parçayla tanışıklığımı sağlamıştı. Yazarken sık sık dinlerim, Cohen'in ağlak manitasal faaliyet parçaları sarmaz beni; "İstanbul bu gece Cohen'le ağlayacak" toplaması çakma enteller de gözümde hiçtirler, fakat bu parça; adamcağızın dumanlı sesinden ötürü hep etkilemiştir beni. Her şeyi yeterince, kararında, dozunda söylemiş belki fakat dinlerken hayatında ilkokul 2'de yazdığı şiirler dışında herhangi bir şiir yazma girişiminde bulunmayan(öğrenim hayatı boyunca -yani hala- uğraşılan sevgili durumları dahil) ben bile bu kafayla, gecenin 4'ünde şiir yazıyorum bu parça sayesinde. Saygılar Cohen. Tek bir kez, ama yeterli bir kez. Ne yazdığımı, ne bok yediğimi bilmeden paylaştığım nadir yazılardandır bu da; hadi bakalım "gelecek" bizi nereye götürecek?
Bilgisayarlar, teknoloji, iletişim, azgınlar, sapıklar,
Katiller, hastalar, ruhlar, inananlar,
Ona, buna, şuna,
Budist, Hristiyan, Müslüman, Yahudi,
Satanist, Anarşist, Sosyalist, Faşist,
Bunlara ihtiyacımız var mı?
Körü körüne bağlı olanlara,
Karşı görüşü dinlemeyenlere,
Veya herhangi birini dinlemeyenlere?
Yanlışlara saplananlara,
Doğruları görmezden gelenlere?
Hatasını kabullenemeyenlere,
Bu yalnız çöplüğün içinde;
Altındaki dostunu tekmeleyerek çırpınma çabalarında olanlara?
Otoriteye, demokrasiye, siyasilere,
Saygısız gürültüye,
Sevgisiz cinse,
İhtiyacımız var mı?
Sorgulamadığımız sürece,
Araştırmadığımız sürece,
Bencilliğimiz arttığı sürece,
İhtiyacımız tükenmeyecek bu vebaya.
Çünkü kopacağız birbirimizden.
Uzaklaşacağız insanlardan,
Uzaklaşacağız iletişimden.
Yabancılaşacağız.
Ve evet, evet o apokaliptik süreç başlayacak,
Biz ne olduğunu anlamadan,
O girecek hayatımıza.
Fark edeceğiz ki,
Bir kadını öpmek değil mevzu,
Çocuklarını sinemaya götürmek değil mevzu,
Sevgilini koklamak değil mevzu,
Sevişmek değil mevzu,
Mevzu yabancılaşmak çevrene,
Mevzu yabancılaşmak dostlarına,
Mevzu senin işaret parmağının gücü olmadan çalışmayan,
İçinde binlerce rengi barındıran ekranlar.
Mevzu senin sanal alemde gördüğün ve paylaştığın özlü sözler,
Bu sebeple yediğin kadınlar, erkekler;
Sosyal medyada belirttiğin rengin, kendine ait olmayan düşüncelerin;
Paylaştıkların...
Pornografin...
23 Şubat 2011 Çarşamba
22 Şubat 2011 Salı
IF İstanbul ve tam bağımsız muhtar adayları
"http://2011.ifistanbul.com/tr/Movie/too-much-pussyfeminist-slutsa-queer-x-show feministiz, genellikle kadınların seks objesi olarak görülmesine karşıyız ve bunu her ortamda meze ederiz, ironi mi yapıyoruz bilmiyoruz ama dikkat çekmek için seksi kullanıyoruz. bu akşam gönderirim konuyla ilgili yazıyı... "
Az önce Facebook iletisi yaptım bunu. Linke tıklayıp, açıklamayı okuyabilir veya fragmanı izleyebilirsiniz. Fazlasıyla çıplaklık içerir, 18 yaşından küçükler bir zahmet uzak dursun. Hoş, 18 yaşından küçük var mıdır acaba blogu takip eden? Onlar bir el kaldırsın, sonra ellerini indirsin, istiyorlarsa da fragmanı izlesin. Çok da umrumda değil açıkçası, sonuçta ergenken CINE5'teki erotik filmlerin şifresini çözeceğim diye şaşı olmuş bir nesilden geliyorum.
Gelelim konumuza. Lemmy ile alakalı bir film gösterilecekmiş IF Istanbul'da. Lemmy ile alakalı olmasından mütevellit, Erinç'le filme gitmek üzerine plan yapıyorduk. Tarihleri vs konuşurken, bu filmi gönderdi kendisi bana. Önerdiğinden değil, maksat fragmanı izlemem. İzledim, yarısına kadar. Sonra hızlı hızlı geçtim, farklı bir şey olmadığını gördüm ve kapattım.
Amaç neydi? Feminizmle ilgili çılgın bir film yapmak.
Araç? "SEX SELLS, BABY!"
Geri bildirim? Çok büyük ihtimalle harika olacaktır.
Çünkü seks her zaman satar. Fragmandan görüldüğü kadarıyla, çılgın bir kız grubu var. Sokakta göğüslerini açıyorlar, orada pandik, burada öpücük şeklinde takılıyor; erkekleri çıldırttıklarını sanıyorlar (ki kamyoncuyla yiyişen kadını da görmüşsünüzdür videoda. yani çıldırmaktan ziyade rahatlayan erkekler de var.) Çok çılgın şeklinde bir imaj yapıştırıyorlar kendilerine ve anladığım kadarıyla bir yol filmi çekiliyor. Bu da bağımsız film festivalinde gösteriliyor.
Şimdi atladığım noktaya geliyorum, veya anlamadığım noktaya, bilemedim. Kadınların genel şikayeti, kendilerine bir seks objesi gözüyle bakılması değil midir? Veya erkeklerin sadece bacak aralarına girmek istediği, geri kalanını çok da sallamaması, karşı cinste nefret ettikleri nokta değil midir?
Evet. Daha doğrusu bildiğim çoğu kadın için -feminist veya değil- bu sorunun cevabı evet. E siz ne yapıyorsunuz peki? Vermek istediğiniz mesaj; "Biz de erkekleri bir budaklı odundan ibaret görebilir ve onlara istediğimiz gibi davranırız!" mı? Hayır hiç sanmıyorum. Öyle olsa bile bunu yine kullandığınız çıplaklık aracılığıyla satmaya çalışıyorsunuz. Hatta satıyorsunuz. Tabanı feminizm ideolojisi, gövdesi cinsellik ve çıplaklık, baş kısmı da "Çok izlensin, ünlü olalım, yeter..." olan bir filmi rahatlıkla satabilirsiniz çünkü. Bir kısım sinemasever, merağından izler; bir kısmı, ergenliğinden -meme göreceğim diye değil, filmle ilgili büyük beklentiye kapılıp filme toz kondurmamak ve girdiği her ortamda filmin pezevenkliğini yapmak için gider- izler, bir kısım da rastgele...
Satın o zaman. Satın anasını satayım. Filmi izlemedim, yapımda ve yayında emeği geçen herhangi bir arkadaşın cebine bir kuruş, cekedine de zerre ün katasım yok; bu yüzden izleyeceğimi de sanmıyorum ancak yine bir başka uç film olan "Srpski Film" bile, sonuçta seyirciye bir şeyler katabiliyordu o kadar şiddete, vahşete rağmen.
Arada kalmışlık, Testere filmindeki gibi geçirilen dilemmalar, porno endüstrisinin nereye gittiği sorusu, insanların sapkınlığının ulaşabileceği son nokta gibi konular ve sorularla seyirciye servislediği mesajlar vardı. Bundaysa izlemek için herhangi bir çekici yan bulamıyorum kendi adıma.
Şimdi elinizdeki peçeteye yere bırakıp düşünün, bunu mu izlersiniz herhangi bir porno video'yu mu?
Az önce Facebook iletisi yaptım bunu. Linke tıklayıp, açıklamayı okuyabilir veya fragmanı izleyebilirsiniz. Fazlasıyla çıplaklık içerir, 18 yaşından küçükler bir zahmet uzak dursun. Hoş, 18 yaşından küçük var mıdır acaba blogu takip eden? Onlar bir el kaldırsın, sonra ellerini indirsin, istiyorlarsa da fragmanı izlesin. Çok da umrumda değil açıkçası, sonuçta ergenken CINE5'teki erotik filmlerin şifresini çözeceğim diye şaşı olmuş bir nesilden geliyorum.
Gelelim konumuza. Lemmy ile alakalı bir film gösterilecekmiş IF Istanbul'da. Lemmy ile alakalı olmasından mütevellit, Erinç'le filme gitmek üzerine plan yapıyorduk. Tarihleri vs konuşurken, bu filmi gönderdi kendisi bana. Önerdiğinden değil, maksat fragmanı izlemem. İzledim, yarısına kadar. Sonra hızlı hızlı geçtim, farklı bir şey olmadığını gördüm ve kapattım.
Amaç neydi? Feminizmle ilgili çılgın bir film yapmak.
Araç? "SEX SELLS, BABY!"
Geri bildirim? Çok büyük ihtimalle harika olacaktır.
Çünkü seks her zaman satar. Fragmandan görüldüğü kadarıyla, çılgın bir kız grubu var. Sokakta göğüslerini açıyorlar, orada pandik, burada öpücük şeklinde takılıyor; erkekleri çıldırttıklarını sanıyorlar (ki kamyoncuyla yiyişen kadını da görmüşsünüzdür videoda. yani çıldırmaktan ziyade rahatlayan erkekler de var.) Çok çılgın şeklinde bir imaj yapıştırıyorlar kendilerine ve anladığım kadarıyla bir yol filmi çekiliyor. Bu da bağımsız film festivalinde gösteriliyor.
Şimdi atladığım noktaya geliyorum, veya anlamadığım noktaya, bilemedim. Kadınların genel şikayeti, kendilerine bir seks objesi gözüyle bakılması değil midir? Veya erkeklerin sadece bacak aralarına girmek istediği, geri kalanını çok da sallamaması, karşı cinste nefret ettikleri nokta değil midir?
Evet. Daha doğrusu bildiğim çoğu kadın için -feminist veya değil- bu sorunun cevabı evet. E siz ne yapıyorsunuz peki? Vermek istediğiniz mesaj; "Biz de erkekleri bir budaklı odundan ibaret görebilir ve onlara istediğimiz gibi davranırız!" mı? Hayır hiç sanmıyorum. Öyle olsa bile bunu yine kullandığınız çıplaklık aracılığıyla satmaya çalışıyorsunuz. Hatta satıyorsunuz. Tabanı feminizm ideolojisi, gövdesi cinsellik ve çıplaklık, baş kısmı da "Çok izlensin, ünlü olalım, yeter..." olan bir filmi rahatlıkla satabilirsiniz çünkü. Bir kısım sinemasever, merağından izler; bir kısmı, ergenliğinden -meme göreceğim diye değil, filmle ilgili büyük beklentiye kapılıp filme toz kondurmamak ve girdiği her ortamda filmin pezevenkliğini yapmak için gider- izler, bir kısım da rastgele...
Satın o zaman. Satın anasını satayım. Filmi izlemedim, yapımda ve yayında emeği geçen herhangi bir arkadaşın cebine bir kuruş, cekedine de zerre ün katasım yok; bu yüzden izleyeceğimi de sanmıyorum ancak yine bir başka uç film olan "Srpski Film" bile, sonuçta seyirciye bir şeyler katabiliyordu o kadar şiddete, vahşete rağmen.
Arada kalmışlık, Testere filmindeki gibi geçirilen dilemmalar, porno endüstrisinin nereye gittiği sorusu, insanların sapkınlığının ulaşabileceği son nokta gibi konular ve sorularla seyirciye servislediği mesajlar vardı. Bundaysa izlemek için herhangi bir çekici yan bulamıyorum kendi adıma.
Şimdi elinizdeki peçeteye yere bırakıp düşünün, bunu mu izlersiniz herhangi bir porno video'yu mu?
21 Şubat 2011 Pazartesi
Blog?
Biraz daha dürüst olmayı deneyeceğim.
Önündeki trene bakan öküzler misali, monitöre bakan hayvanlarız. Yer yer elimize bu "net" sevdası sebebiyle bir şeyler geçse de, "televizyon ne yea, aptal kutusu" şeklinde yerilen televizyondan bir farkı kalmamaya başladı internetin.
Komik videolar, Facebook'taki arkadaşlar ne yapmış, aa bu bana soru mu sormuş Formspring'de, milliyet.com misali saniye başı kendi kendini yenileyerek "tık" sayısını arttıran web siteleri vs. derken aslında kontrolümüzden fazlasıyla dışarı çıkan birer aptal kutusu halini alıyor bilgisayarlar.
Kontrol et, hükmet? Kimi için hala böyle bir şans var. Ancak tembellik, bilgisayar karşısında geçirilen saatler ve içilen 2.5 litrelik kolalar, paket paket sigaralar elimizdeki tek sonuç.
Bir iki aydır kendimle ilgili sorguladığım yegane konu internet düşkünlüğü. Bilgi, bilgi, bilgi, daha çok bilgi, daha çok video, daha çok Youtube, daha çok televizyon programının tekrarı! Oh, harika, evet, devam, devam, devam.
Dürüstlüğüm ne burada başlıyor, ne de burada bitiyor. Bu teknolojik dijital insan ilişkilerine daha önce de dikkat çeken yazılar girmiştim, hatta sırf bu tepkim sebebiyle "0.facebook.com" dışında hiç bir özelliğini kullanmadığım Samsung cep telefonumu kenara fırlatıp, 3310'a geçiş yaptım. Artık buluştuğum insanların yüzüne daha fazla bakabiliyorum. Mesajlaşmak? Satın aldığım mesaj pakedinin yüzde 10'unu kullanabiliyorsam ne mutlu bana.
İkinci adımım daktilo olacaktı. Biliyorum, bilgisayar başında geçirdiğim zamanın hepsini yazmaya harcamıyorum, ancak biraz daha uzaklaşıp, yazma faslını da daktiloyla devam ettirecektim. Beceremedim, yapamadım. Çünkü hep birileri okusun yazılarımı ve yorum yapsın yazdıklarıma istedim. E malumunuz ne fanzin, ne dergi, ne gazetede yayınlanmadığı için yazılar; blog tekrardan farz oldu. Daktilo mu? Mersin'den getirdim, rulosunu değiştirdim, mürekkebi de çaktım mı kullanıma hazır hale gelecek.
Peki başlık neden "Blog?". Bir kez daha asılacağım herhangi bir yayında yer almak için. Ancak eğer ki öyle bir durum olursa, fanzinin, derginin veye her neyse onun ismini burada verir ve ortamdan komple soyutlarım kendimi diye tahmin ediyorum. Siz de göbeğinizdeki pamukla veya kıç çatalınızla oynaya oynaya değil, biraz daha fazla emek vererek okumak zorunda kalırsınız yazıları ki yüzüne bakacağınızı sanmam bu durumda yazdıklarımın. Dolayısıyla bir sonraki yazı veda maksadı taşıyabilir ama merak etmeyin, "filmini çekerim izlersiniz."
Önündeki trene bakan öküzler misali, monitöre bakan hayvanlarız. Yer yer elimize bu "net" sevdası sebebiyle bir şeyler geçse de, "televizyon ne yea, aptal kutusu" şeklinde yerilen televizyondan bir farkı kalmamaya başladı internetin.
Komik videolar, Facebook'taki arkadaşlar ne yapmış, aa bu bana soru mu sormuş Formspring'de, milliyet.com misali saniye başı kendi kendini yenileyerek "tık" sayısını arttıran web siteleri vs. derken aslında kontrolümüzden fazlasıyla dışarı çıkan birer aptal kutusu halini alıyor bilgisayarlar.
Kontrol et, hükmet? Kimi için hala böyle bir şans var. Ancak tembellik, bilgisayar karşısında geçirilen saatler ve içilen 2.5 litrelik kolalar, paket paket sigaralar elimizdeki tek sonuç.
Bir iki aydır kendimle ilgili sorguladığım yegane konu internet düşkünlüğü. Bilgi, bilgi, bilgi, daha çok bilgi, daha çok video, daha çok Youtube, daha çok televizyon programının tekrarı! Oh, harika, evet, devam, devam, devam.
Dürüstlüğüm ne burada başlıyor, ne de burada bitiyor. Bu teknolojik dijital insan ilişkilerine daha önce de dikkat çeken yazılar girmiştim, hatta sırf bu tepkim sebebiyle "0.facebook.com" dışında hiç bir özelliğini kullanmadığım Samsung cep telefonumu kenara fırlatıp, 3310'a geçiş yaptım. Artık buluştuğum insanların yüzüne daha fazla bakabiliyorum. Mesajlaşmak? Satın aldığım mesaj pakedinin yüzde 10'unu kullanabiliyorsam ne mutlu bana.
İkinci adımım daktilo olacaktı. Biliyorum, bilgisayar başında geçirdiğim zamanın hepsini yazmaya harcamıyorum, ancak biraz daha uzaklaşıp, yazma faslını da daktiloyla devam ettirecektim. Beceremedim, yapamadım. Çünkü hep birileri okusun yazılarımı ve yorum yapsın yazdıklarıma istedim. E malumunuz ne fanzin, ne dergi, ne gazetede yayınlanmadığı için yazılar; blog tekrardan farz oldu. Daktilo mu? Mersin'den getirdim, rulosunu değiştirdim, mürekkebi de çaktım mı kullanıma hazır hale gelecek.
Peki başlık neden "Blog?". Bir kez daha asılacağım herhangi bir yayında yer almak için. Ancak eğer ki öyle bir durum olursa, fanzinin, derginin veye her neyse onun ismini burada verir ve ortamdan komple soyutlarım kendimi diye tahmin ediyorum. Siz de göbeğinizdeki pamukla veya kıç çatalınızla oynaya oynaya değil, biraz daha fazla emek vererek okumak zorunda kalırsınız yazıları ki yüzüne bakacağınızı sanmam bu durumda yazdıklarımın. Dolayısıyla bir sonraki yazı veda maksadı taşıyabilir ama merak etmeyin, "filmini çekerim izlersiniz."
20 Şubat 2011 Pazar
Magdalena
Kasım 2009: Yüzüme bakıyordu. Kaşları kalkmıştı ama bu meraklı bir mimik, veya yargılayıcı, ok gibi fırlatılan bakışlardan biri değildi. Fark vardı aramızda, ben kaşlarımı bu amaçla kaldırmamla bilinirdim; oysa saklamayı beceremediği duygusal yapısıyla.
Kafası karışıktı ve üzgündü. Üzüntüsünün sebebini anlamaya çalışıyordum. Anladığımdaysa beynimden vurulmuşa döneceğimi düşünememiştim.
-Hayır.
-Neden? Baştan başlayabiliriz.
-Hep kavga ediyorduk.
-Tamam, cevabını verdin, peki neden üzgünsün?
Biliyordum, adım gibi, sebebi biliyordum. Ama sormak istedim, duymak istedim o kelimeleri bir kez daha. Mazoşisttim belki de gizliden gizliye ve ona göstermek istemiyordum dünyamın yıkılışını...
-Çünkü aklım, kalbime karşı galip geldi. Bir yanım seninle sonuna kadar gitmeyi isterken, bir yanım senin tehlikeli olduğunu söylüyor.
Gergin, "Neden?" sorularının sık yükseldiği, karakterlerin; önceki olayların üzerine körükle gidildiği anlardan biriydi. Olmayacaktı, biliyordum; ama kafasındaki imajımı da temizlemek istiyordum. Belki bugün çekip gidecek, ama daha sonra hatasının farkına varacaktı, kim bilir? Sırf bu ihtimali düşündüğüm için bile aptaldım.
-Neden aklın böyle bir baskı yapıyor? Türkiye'de bulunduğun sürece dilediğince eğlenebilmek istediğin için mi?
-Saçmalama.
-Her gün Erasmus partiye gitme olayının beni bozduğunu biliyorsun. Hatta genel anlamıyla parti, dans gibi mevzulardan ziyade rakı, meyhane, pub atmosferini sevdiğimi biliyorsun. Bu sebeple sordum.
Bu sebeple sormamıştım. Türkiye'de bulunduğu süre içersinde gelenle gidenle yatmak, veya eğlencenin doruklarında yaşamak isteyebilirdi. Buna da saygı duyardım ama farklıydı ve kendisine fahişe muamelesi yapılıyormuş gibi hissettiği için; toparlamaya çalıştım. Daha doğrusu, kıvırmaya...
-Madem bu kadar çok istiyorsun tekrar başlamayı, neden ayrıldın benden?
-Ne yaptığımı ne zaman bildim ki ben?
-Sana güvenmiyorum. Bana hiç bir zaman güven vermedin Mahmut.
-Bir örnek ver.
-Okulda senden hoşlanan bir kız olduğunu, kızı tanımadığını ve kızın Celal'in sevgilisiyle arkadaş olduğunu söylemiştin.
-Ee, benim burada suçum ne?
-Gördüğün ilgi hoşuna gidiyordu çünkü. Kızı bulmak için gösterdiğin çabayı başka hiç bir zaman görmedim ben.
Cevapsızdım. O zamanlar bırak karşımdakine egomu itiraf edebilmeyi, kendime bile söyleyemiyordum egoistliğimi.
Sustuk. Sessizlik hakim oldu. Yüzüne baktım. Tuesday's Gone'ı açtım bilgisayardan. Terk edilme, reddedilme öykülerimde hep yatıştırmıştı bünyemi.
Kaşları yine kalkmıştı. Benim suratımsa asıktı. Biliyordum, bir daha görüşmeyecektik. Kapıya yöneldi. Gidiyordu. Resmen gidiyordu. Ayakkabılarını giyindi. Nike, uzunlardan. Renkli. Tarzını ne kadar çok beğendiğimi hatırladım.
-Seni bir daha görebilecek miyim?
Kendimden ilk defa emin olsam da, açık kapı bırakmak istedim bir kez daha. Biliyordum, arkadaşça görüşmeyi deneyecek, beceremeyecektik. Ben yine patlayacaktım. Kavga, gürültü, Gossip Girl'e bağlanacaktı her şey. Olmayacaktı. Ama yine de duymak istediğini söyledim ona, o bana duymak istediğim cevabı vermese de.
-Tabii ki.
Şubat 2011: Nasıl aklıma geldi hiç bilmiyorum. Ondan sonra çok kadın girdi hayatıma, kimisi tecavüz etti hayatıma, ama hatırladım yine bir şekilde. Ve o zaman ne tahmin ettiysem o kapıdan çıkarken, hepsi gerçekleşti. Görüştük, kavga ettik. Benim kadar egoist olması zaten hiç bir yere varamayacağımızı gösteriyordu başından beri. Bir iki görüşme daha, girdiğimi iddia ettiği kıskançlık krizlerim üzerine yapılan kavgalar, onun etrafındayken yanımda bambaşka kadınlar olması, gittiğimiz barlarda başkasıyla dans etmesi üzerine öpüştüğüm kadınlar, arap saçı. Duygularının farkında olamayan ben. Onunla ilgili, çoğu şeyi, şimdi bile kendine itiraf edemeyen ben... Yazın Türkiye'ye gelmesi ve benim "Ne görüşeceğim yea!" zihniyetim. Bir yokluk değil, bir bokluk içinde yapılan yüzme dersleriydi onunla ilgili her şey. Ve çoktan çıkmış olduğum bu pis havuza tekrar kendimi bırakmam. Bir geceliğine, veya bir kaç saatliğine... Güle güle Magda, bir kez daha güle güle. Ve hayır, bir daha beni göremeyeceksin, ben de seni göremeyeceğim.
overcome by your moving temple overcome by
this holiest of altars so pure so rare to witness such a earthly
goddess
i lost my self control beyond compelled to
throw this dollar down before your holiest of altars
i'll sell my soul my self-esteem a dollar
at a time
for one chance one kiss one taste of you my
magdalena
i've beared witness to this place, this
lair, so long forgotten so pure, so rare, to witness such a
lovely goddess
and i'd sell my soul my self-esteem a
dollar at a time
for one chance one kiss one taste of you my
black madonna
i'll sell my soul my self-esteem a dollar
at a time
for one taste of you my magdalena
Kafası karışıktı ve üzgündü. Üzüntüsünün sebebini anlamaya çalışıyordum. Anladığımdaysa beynimden vurulmuşa döneceğimi düşünememiştim.
-Hayır.
-Neden? Baştan başlayabiliriz.
-Hep kavga ediyorduk.
-Tamam, cevabını verdin, peki neden üzgünsün?
Biliyordum, adım gibi, sebebi biliyordum. Ama sormak istedim, duymak istedim o kelimeleri bir kez daha. Mazoşisttim belki de gizliden gizliye ve ona göstermek istemiyordum dünyamın yıkılışını...
-Çünkü aklım, kalbime karşı galip geldi. Bir yanım seninle sonuna kadar gitmeyi isterken, bir yanım senin tehlikeli olduğunu söylüyor.
Gergin, "Neden?" sorularının sık yükseldiği, karakterlerin; önceki olayların üzerine körükle gidildiği anlardan biriydi. Olmayacaktı, biliyordum; ama kafasındaki imajımı da temizlemek istiyordum. Belki bugün çekip gidecek, ama daha sonra hatasının farkına varacaktı, kim bilir? Sırf bu ihtimali düşündüğüm için bile aptaldım.
-Neden aklın böyle bir baskı yapıyor? Türkiye'de bulunduğun sürece dilediğince eğlenebilmek istediğin için mi?
-Saçmalama.
-Her gün Erasmus partiye gitme olayının beni bozduğunu biliyorsun. Hatta genel anlamıyla parti, dans gibi mevzulardan ziyade rakı, meyhane, pub atmosferini sevdiğimi biliyorsun. Bu sebeple sordum.
Bu sebeple sormamıştım. Türkiye'de bulunduğu süre içersinde gelenle gidenle yatmak, veya eğlencenin doruklarında yaşamak isteyebilirdi. Buna da saygı duyardım ama farklıydı ve kendisine fahişe muamelesi yapılıyormuş gibi hissettiği için; toparlamaya çalıştım. Daha doğrusu, kıvırmaya...
-Madem bu kadar çok istiyorsun tekrar başlamayı, neden ayrıldın benden?
-Ne yaptığımı ne zaman bildim ki ben?
-Sana güvenmiyorum. Bana hiç bir zaman güven vermedin Mahmut.
-Bir örnek ver.
-Okulda senden hoşlanan bir kız olduğunu, kızı tanımadığını ve kızın Celal'in sevgilisiyle arkadaş olduğunu söylemiştin.
-Ee, benim burada suçum ne?
-Gördüğün ilgi hoşuna gidiyordu çünkü. Kızı bulmak için gösterdiğin çabayı başka hiç bir zaman görmedim ben.
Cevapsızdım. O zamanlar bırak karşımdakine egomu itiraf edebilmeyi, kendime bile söyleyemiyordum egoistliğimi.
Sustuk. Sessizlik hakim oldu. Yüzüne baktım. Tuesday's Gone'ı açtım bilgisayardan. Terk edilme, reddedilme öykülerimde hep yatıştırmıştı bünyemi.
Kaşları yine kalkmıştı. Benim suratımsa asıktı. Biliyordum, bir daha görüşmeyecektik. Kapıya yöneldi. Gidiyordu. Resmen gidiyordu. Ayakkabılarını giyindi. Nike, uzunlardan. Renkli. Tarzını ne kadar çok beğendiğimi hatırladım.
-Seni bir daha görebilecek miyim?
Kendimden ilk defa emin olsam da, açık kapı bırakmak istedim bir kez daha. Biliyordum, arkadaşça görüşmeyi deneyecek, beceremeyecektik. Ben yine patlayacaktım. Kavga, gürültü, Gossip Girl'e bağlanacaktı her şey. Olmayacaktı. Ama yine de duymak istediğini söyledim ona, o bana duymak istediğim cevabı vermese de.
-Tabii ki.
Şubat 2011: Nasıl aklıma geldi hiç bilmiyorum. Ondan sonra çok kadın girdi hayatıma, kimisi tecavüz etti hayatıma, ama hatırladım yine bir şekilde. Ve o zaman ne tahmin ettiysem o kapıdan çıkarken, hepsi gerçekleşti. Görüştük, kavga ettik. Benim kadar egoist olması zaten hiç bir yere varamayacağımızı gösteriyordu başından beri. Bir iki görüşme daha, girdiğimi iddia ettiği kıskançlık krizlerim üzerine yapılan kavgalar, onun etrafındayken yanımda bambaşka kadınlar olması, gittiğimiz barlarda başkasıyla dans etmesi üzerine öpüştüğüm kadınlar, arap saçı. Duygularının farkında olamayan ben. Onunla ilgili, çoğu şeyi, şimdi bile kendine itiraf edemeyen ben... Yazın Türkiye'ye gelmesi ve benim "Ne görüşeceğim yea!" zihniyetim. Bir yokluk değil, bir bokluk içinde yapılan yüzme dersleriydi onunla ilgili her şey. Ve çoktan çıkmış olduğum bu pis havuza tekrar kendimi bırakmam. Bir geceliğine, veya bir kaç saatliğine... Güle güle Magda, bir kez daha güle güle. Ve hayır, bir daha beni göremeyeceksin, ben de seni göremeyeceğim.
overcome by your moving temple overcome by
this holiest of altars so pure so rare to witness such a earthly
goddess
i lost my self control beyond compelled to
throw this dollar down before your holiest of altars
i'll sell my soul my self-esteem a dollar
at a time
for one chance one kiss one taste of you my
magdalena
i've beared witness to this place, this
lair, so long forgotten so pure, so rare, to witness such a
lovely goddess
and i'd sell my soul my self-esteem a
dollar at a time
for one chance one kiss one taste of you my
black madonna
i'll sell my soul my self-esteem a dollar
at a time
for one taste of you my magdalena
18 Şubat 2011 Cuma
Günü yaşadık. Yaşadık di mi lan Kamil?
Zamandan mütevellit, harflerin yerini bulmakta zorlanıyorum. En geç 20 dakikaya yatağa girmem gerekiyor Mehmet Öz'ün sağlıklı uyku tezlerinden ötürü... Bunu nereye kadar başarabilirim bilmiyorum. Yine o kekremsi tat ağzımda olacak uyandığımda. Aynı lokanta, aynı çorba ve "Eline sağlık ana!" tepkileri yükselecek benden çayın son yudumunu alırken.
Sağlıklı, sağlıksız. Ne farkeder ki? Günü yaşayamadıktan sonra?
Son cümleyi bu kafadayken bile yazmam. Günü yaşamak? İçen sıçan her gencin hayat felsefesi... Boş felsefe. "Carpe diem baby!" Bunu diyen birinin Fransızca'yla alakasının da "Bon Jour"dan öteye gitmediğini fark etmekle beraber, günü yaşamak deyişinin sadece Taksim dönüşlerinde içilen son birayla paralel bir konuma getirildiğinin de farkında oldum yıllar yılı. Günü yaşamak; bir bira daha içmek değildi haftasonu sap sap otururken; veya günü yaşamak, ertesi günkü sınavına rağmen karıyla kızla vakit geçirmek ve eve dönüp 31 çekmek değildi...
Günü yaşamak kendin olmaktı, ben buyum diyebilmekti. Günü yaşamak sorgu odasında bulmamaktı benliğini. Çift gördüğünde karakterleri, bununla övünmek ve sabah gördüğün ilk arkadaşına "Geçenlerde de deli gibi içtik 8 tane bira içtim ben." demek değildi.
"Buydu lan işte günü yaşamak!" dediğiniz kaç gününüz oldu? Veya kaç saatiniz? Ben saymadım, ama şunlar şunlar günü yaşadığım hadiselerdi diye böbürlenecek halim de yok. Çünkü intihar edeceğini belirten bir adam intihardan ne kadar uzaksa; günü yaşayan bir serseri de bunu çevresine duyurmaktan o kadar uzaktır. Nokta... Gece için yeterli bir kelime ve noktalama işareti. Eyvallah.
Sağlıklı, sağlıksız. Ne farkeder ki? Günü yaşayamadıktan sonra?
Son cümleyi bu kafadayken bile yazmam. Günü yaşamak? İçen sıçan her gencin hayat felsefesi... Boş felsefe. "Carpe diem baby!" Bunu diyen birinin Fransızca'yla alakasının da "Bon Jour"dan öteye gitmediğini fark etmekle beraber, günü yaşamak deyişinin sadece Taksim dönüşlerinde içilen son birayla paralel bir konuma getirildiğinin de farkında oldum yıllar yılı. Günü yaşamak; bir bira daha içmek değildi haftasonu sap sap otururken; veya günü yaşamak, ertesi günkü sınavına rağmen karıyla kızla vakit geçirmek ve eve dönüp 31 çekmek değildi...
Günü yaşamak kendin olmaktı, ben buyum diyebilmekti. Günü yaşamak sorgu odasında bulmamaktı benliğini. Çift gördüğünde karakterleri, bununla övünmek ve sabah gördüğün ilk arkadaşına "Geçenlerde de deli gibi içtik 8 tane bira içtim ben." demek değildi.
"Buydu lan işte günü yaşamak!" dediğiniz kaç gününüz oldu? Veya kaç saatiniz? Ben saymadım, ama şunlar şunlar günü yaşadığım hadiselerdi diye böbürlenecek halim de yok. Çünkü intihar edeceğini belirten bir adam intihardan ne kadar uzaksa; günü yaşayan bir serseri de bunu çevresine duyurmaktan o kadar uzaktır. Nokta... Gece için yeterli bir kelime ve noktalama işareti. Eyvallah.
Arıza
"Neden böylesin?"
Bunu soran her insan hayatımda yer edinmiştir. Çünkü "Gereksiz atar yapma." gibi yargılamalar veya "Çok havalı..." gibi aptalca çıkarımlar yerine, halet-i ruhiyemin sebebini öğrenmek isterler ve bu her karşılaştığın adama "Naber?" veya "Nasılsın?" gibi kuru bir hal hatır sorma cümlesi değildir.
Bunu şimdiye kadar soran herkesi de hayatıma soktum. Derinden derine, bir şeyleri sorgulayacak ve kesin kanıya, yargısız infaza varmayacak; aynı zamanda da beni önemseyeceklerdi. Önemsenmek? Bazen hoşuma gider. Tabi burada önemseyen insanın kim olduğu, benim için ne ifade ettiği ve bunu nasıl yaptığı önemlidir.
Öte yandan, neden başlık arıza? Bilmiyorum. "Neden böyleyim?" Bilmiyorum. Yanlış giden bir şey mi var? Bilmiyorum. Sorgulamıyorum çünkü kendimi. Genelde verdiğim cevap "Nerede olduğumu bilmiyorum, ne yaptığımı bilmiyorum, nasıl olduğumu bilmiyorum. Sorma artık." olsa da karşımdaki hayatımda bir yer kazanıyor farkında olmadan. Olmasın da, "Sana çok değer veriyorum ben." gibi günümüz sahte cümlelerinin arasında boğmaya gerek yok kimseyi. Tek bildiğim, sek vodkanın acı tadı, kesiklerin bıraktığı kaşıntı hissi, duvar sıvasının sıkılmış yumruklarda beyaz-gri tonlarında durmadığı... Çünkü ben bir arızayım. Fabrika çıkışım defolu. Outlet mağazalarında kendimi sergilemeyecek kadar egoistim, garantisi olmayan ancak deforma olmamış ürünlerin arasına girmekten ziyade, onların zamanla parçalanmalarını, çürümelerini izlerim.
Çürümemiş sağlam olanları yakınımda tutmama rağmen, onların yaptığı jestleri fabrikaya değil; kendi içlerindeki mucizeye bağlarım.
Çoktan unuttum ben kendime nasıl hissettiğimi sormayı. Bıraktım sadece, akışına değil; akıntıya. Kendimi değil, çevremi, durumları, gerçekleşenleri, olayları... Ne bok yerseniz yiyin demek, özen göstermemek sağlıklı kıldı bünyemi. Amaçlarımı, hayallerimi tozlu raflara bir kez daha kaldırmaktan ziyade üç beş sokak kedisinin evine buruşturup fırlatmak, üzerine işemek yerli yersiz çıldırmamı engelledi. Ve ben, bir kez daha diri ve hayatta hissettim. O hayat öpücüğünü sadece kararlarım vermedi bana, alkol tuttu elimden, şiddet ve bir şeyleri parçalama dileklerini gerçekleştirmek; hata olduğunu bile bile o hatayı tatmak, sevdiklerimi kaybedeceğimi bile bile kendimden geriye bir şeyler bırakabilmek, insanlar için değil kendim için; kasmadan ve kısmadan yaşamak kalp masajımı yaptı, kimi değişimleri, değişiklikleri, yenilikleri kabullenebilmek; kimi günümüz teknolojik sünepeliklerine, kimi modern yavşaklıklara sırt çevirebilmek de hayat öpücüğümü verdi.
Karanlıkla aydınlık arasına sıkışmış bir yazı oldu belki de, o zaman size tünelin sonundaki ışığı göstereyim. Ruh gibi olsam da, kirli sakalımın etrafında çakılan bir tanecik kibrit yüzümün alev almasına sebebiyet verecek kadar alkollü olsam da, hiç bir zaman olmadığı kadar hayattayım. Diriyim... Arızayım...
Bunu soran her insan hayatımda yer edinmiştir. Çünkü "Gereksiz atar yapma." gibi yargılamalar veya "Çok havalı..." gibi aptalca çıkarımlar yerine, halet-i ruhiyemin sebebini öğrenmek isterler ve bu her karşılaştığın adama "Naber?" veya "Nasılsın?" gibi kuru bir hal hatır sorma cümlesi değildir.
Bunu şimdiye kadar soran herkesi de hayatıma soktum. Derinden derine, bir şeyleri sorgulayacak ve kesin kanıya, yargısız infaza varmayacak; aynı zamanda da beni önemseyeceklerdi. Önemsenmek? Bazen hoşuma gider. Tabi burada önemseyen insanın kim olduğu, benim için ne ifade ettiği ve bunu nasıl yaptığı önemlidir.
Öte yandan, neden başlık arıza? Bilmiyorum. "Neden böyleyim?" Bilmiyorum. Yanlış giden bir şey mi var? Bilmiyorum. Sorgulamıyorum çünkü kendimi. Genelde verdiğim cevap "Nerede olduğumu bilmiyorum, ne yaptığımı bilmiyorum, nasıl olduğumu bilmiyorum. Sorma artık." olsa da karşımdaki hayatımda bir yer kazanıyor farkında olmadan. Olmasın da, "Sana çok değer veriyorum ben." gibi günümüz sahte cümlelerinin arasında boğmaya gerek yok kimseyi. Tek bildiğim, sek vodkanın acı tadı, kesiklerin bıraktığı kaşıntı hissi, duvar sıvasının sıkılmış yumruklarda beyaz-gri tonlarında durmadığı... Çünkü ben bir arızayım. Fabrika çıkışım defolu. Outlet mağazalarında kendimi sergilemeyecek kadar egoistim, garantisi olmayan ancak deforma olmamış ürünlerin arasına girmekten ziyade, onların zamanla parçalanmalarını, çürümelerini izlerim.
Çürümemiş sağlam olanları yakınımda tutmama rağmen, onların yaptığı jestleri fabrikaya değil; kendi içlerindeki mucizeye bağlarım.
Çoktan unuttum ben kendime nasıl hissettiğimi sormayı. Bıraktım sadece, akışına değil; akıntıya. Kendimi değil, çevremi, durumları, gerçekleşenleri, olayları... Ne bok yerseniz yiyin demek, özen göstermemek sağlıklı kıldı bünyemi. Amaçlarımı, hayallerimi tozlu raflara bir kez daha kaldırmaktan ziyade üç beş sokak kedisinin evine buruşturup fırlatmak, üzerine işemek yerli yersiz çıldırmamı engelledi. Ve ben, bir kez daha diri ve hayatta hissettim. O hayat öpücüğünü sadece kararlarım vermedi bana, alkol tuttu elimden, şiddet ve bir şeyleri parçalama dileklerini gerçekleştirmek; hata olduğunu bile bile o hatayı tatmak, sevdiklerimi kaybedeceğimi bile bile kendimden geriye bir şeyler bırakabilmek, insanlar için değil kendim için; kasmadan ve kısmadan yaşamak kalp masajımı yaptı, kimi değişimleri, değişiklikleri, yenilikleri kabullenebilmek; kimi günümüz teknolojik sünepeliklerine, kimi modern yavşaklıklara sırt çevirebilmek de hayat öpücüğümü verdi.
Karanlıkla aydınlık arasına sıkışmış bir yazı oldu belki de, o zaman size tünelin sonundaki ışığı göstereyim. Ruh gibi olsam da, kirli sakalımın etrafında çakılan bir tanecik kibrit yüzümün alev almasına sebebiyet verecek kadar alkollü olsam da, hiç bir zaman olmadığı kadar hayattayım. Diriyim... Arızayım...
16 Şubat 2011 Çarşamba
Gerizekalı Kadınlar vs. Ben
says:
bu arada
mahmut
sırtın için
cildiyeye git
bence
dokunurken pürüzlü
ister sikine tak ister kafana
DIS says:
ıı ben öyle bişey yaparsam
seni de laazer epilasyonda görebilecek miyim?
says:
ben gittim bebeğim.
DIS says:
ooo vallaha mı lan?
says:
evet ve sana
DIS says:
göğüs aralarına uçak inebiliyor mu artık?
says:
teşekkür ediyorum
DIS says:
bak şimdi işin rengi değişti
says:
sen dedikten hemen sonra gitim
DIS says:
ben bişey demedim ki
selçukla karıştırıyorsun
says:
aynaya bakıp fark ettim
erkeklerin önerilerini dikkate alırım
DIS says:
bak kızım, bak güzelim
says:
yo sen demiştin
bana
DIS says:
iyi halt edersin de
ben sana öyle bişey demedim
selçuk dedi
says:
dedin mk
dedin lan
öff
manyak mıyım hatırlıyorum
DIS says:
ayrıca sırttaki sivilcedir, geçer de ahmaklık geçmez yavrum be
says:
bir epilasyona git gel dedin
DIS says:
şizoluğun da ayrıymış ha...
says:
aynaya baktım doğru dio bu herif dedim
DIS says:
o herif ben değilim işte
says:
öyledir bu işler. bir buçuk sene tedavi gördüm lan ben
uyuyun siz uyuyun hahaha
DIS says:
afferin erol büyükburç
says:
baybay ^^
DIS says:
iyi ki görmüşün o tedaviyi
fitil de verdiler mi?
yook anala biraz meğilin vardı da o yüzden soruyorum.
says:
yok ama o güzel bir şey. neyse karıştırma .
DIS says:
anal güzel, oral güzel, vajinal güzel. deliye her gün bayram şerefsizim.
tamam defol ya kafa açtın akşam akşam.
bu arada
mahmut
sırtın için
cildiyeye git
bence
dokunurken pürüzlü
ister sikine tak ister kafana
DIS says:
ıı ben öyle bişey yaparsam
seni de laazer epilasyonda görebilecek miyim?
says:
ben gittim bebeğim.
DIS says:
ooo vallaha mı lan?
says:
evet ve sana
DIS says:
göğüs aralarına uçak inebiliyor mu artık?
says:
teşekkür ediyorum
DIS says:
bak şimdi işin rengi değişti
says:
sen dedikten hemen sonra gitim
DIS says:
ben bişey demedim ki
selçukla karıştırıyorsun
says:
aynaya bakıp fark ettim
erkeklerin önerilerini dikkate alırım
DIS says:
bak kızım, bak güzelim
says:
yo sen demiştin
bana
DIS says:
iyi halt edersin de
ben sana öyle bişey demedim
selçuk dedi
says:
dedin mk
dedin lan
öff
manyak mıyım hatırlıyorum
DIS says:
ayrıca sırttaki sivilcedir, geçer de ahmaklık geçmez yavrum be
says:
bir epilasyona git gel dedin
DIS says:
şizoluğun da ayrıymış ha...
says:
aynaya baktım doğru dio bu herif dedim
DIS says:
o herif ben değilim işte
says:
öyledir bu işler. bir buçuk sene tedavi gördüm lan ben
uyuyun siz uyuyun hahaha
DIS says:
afferin erol büyükburç
says:
baybay ^^
DIS says:
iyi ki görmüşün o tedaviyi
fitil de verdiler mi?
yook anala biraz meğilin vardı da o yüzden soruyorum.
says:
yok ama o güzel bir şey. neyse karıştırma .
DIS says:
anal güzel, oral güzel, vajinal güzel. deliye her gün bayram şerefsizim.
tamam defol ya kafa açtın akşam akşam.
6 Şubat 2011 Pazar
Evet, bir önceki post'la ilgili.
Sanırım bu gece silerim onu da. Delikanlı olacağım, duygularımı saklayacağım mevzuu sebebiyle değil; nereden laf soksam diye düşünen adsız mal sebebiyle de değil, aile kısmısı görür de "Aman bizim oğlan Rus kızlarıyla kafayı bozmuş!" demesinler diye değil. Sadece canım istemiyor daha fazla o yazıyı tutmayı. En son 17 yaşındayken salt İngilizce yazmıştım sanırım, hatırlamıyorum çünkü sadece alkollüyken yazıyorum. Belki Facebook'ta bir iki not daha... Bunlara bir yenisini, hali hazırda "Wiseblood"'a bağlamışken eklemeye hiç gerek yok.
Ha, hatunla ne mi oldu aramızda? Pucca'ya bağlamamı görmek istemeyenler yazının devamını atlayabilir.
Ertesi gün Mount and Blade kurdum bilgisayara. (Bilkentli kardeşlerimizin oyunu, kral oyun yapmışlar.) Sabah uyanınca ona mesaj attım. Oyunun başına geçtim, akşam 8 gibi cevap geldi. "Üzgünüm mesaj atamadım. Şimdi otele döndüm. Geceyi otelde geçireceğim ve yarın Rusya'ya dönüyorum." Ben de "E napalım artık..." diyip telefonu masaya koydum. Döndüm sonra üç beş karavana daha saldırdım, üç beş köle kestim. Rahatladım. Ertesi gün de uzadı gitti. Ha tabi yazıyı hatuna paslamayı da ihmal etmedim.
Velhasıl ı kelam; Pucca'yı falan siktiret de bu yazıyı görmüş olanlar çok şanslı lan. Senede bir de olsa duygusal yönümü de gördünüz ha, keranacılar sizi...
Ha, hatunla ne mi oldu aramızda? Pucca'ya bağlamamı görmek istemeyenler yazının devamını atlayabilir.
Ertesi gün Mount and Blade kurdum bilgisayara. (Bilkentli kardeşlerimizin oyunu, kral oyun yapmışlar.) Sabah uyanınca ona mesaj attım. Oyunun başına geçtim, akşam 8 gibi cevap geldi. "Üzgünüm mesaj atamadım. Şimdi otele döndüm. Geceyi otelde geçireceğim ve yarın Rusya'ya dönüyorum." Ben de "E napalım artık..." diyip telefonu masaya koydum. Döndüm sonra üç beş karavana daha saldırdım, üç beş köle kestim. Rahatladım. Ertesi gün de uzadı gitti. Ha tabi yazıyı hatuna paslamayı da ihmal etmedim.
Velhasıl ı kelam; Pucca'yı falan siktiret de bu yazıyı görmüş olanlar çok şanslı lan. Senede bir de olsa duygusal yönümü de gördünüz ha, keranacılar sizi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)