Google+ boş mideye iki duble viski: Şubat 2014

24 Şubat 2014 Pazartesi

Bir Kadıköy Ballad'ı

Uzun zamandır, cümle şeklinde ismi olan gruplara karşı mesafeli durdum. Hepsi birbirinin kopyası olacakmış gibi bir izlenim bırakıyorlardı bende. Sonra Karga'da yazmaya başladım. Derginin 7. yaşgününde, bize birer cd hediye ettiler. İsmi "Kompile Karga Vol. 4"
Bu tip bir döküman, dergi ya da benzer içerik elime geçtiğinde hemen eve gidip tüketmek gibi bir huyum vardır. Eve gider gitmez, o zamanki sevgilim (evet benim bi' ara sevgilim oldu, yakın zamanda da gitti, o başka bi' hikaye, belki de bu hikaye, bakarız...) ile kanepeye oturup, cd'yi dinlemeye başladık. Tınılar harikaydı, hatta sık sık dalga geçtiğim Mabel Matiz'in parçası bile harikaydı. Ama bir şarkı, çok ilgimi çekmişti. Büyük Ev Ablukada'nın şarkısı sanmıştım başlangıçta. Değilmiş. "Halimden Konan Anlar"...
Kendime Çaylar, parçanın adıydı. Akustik versiyondu. Tekrar tekrar dinledim, birinde bile çay koyup içmeden... Tombul şişeleri yuvarlıyor, kafamı dinliyordum aslında parçayla.
Youtube'da olmadığını gördüğüm an, biraz garipti. Youtube'daki normal versiyonu dinleyince parçadan çok soğumuştum. Belki de o "chill out" tını hoşuma gittiği için şarkıyı çok sevmiştim. Bilemedim. Uzun bir süre de dinlemedim.
Grubun albümünü bile rafa kaldırmıştım ki, bir ayrılık daha yaşadım. Behzat Ç.'de geçen harika bir replik vardır, "Her temas iz bırakır." Bıraktı. Beni bırakırken bende bir iz bıraktı. Geçtiğimiz hafta, ayrılıktan önce kendimle ilgili uydurduğum bir laf vardı, yazamamıştım. Unutkanlık...
"I was made of scars, I've left one at each woman I've been with."
İletiyi yazdım. Ekrana baktım biraz. Parça aklıma geldi. Youtube'u açtım, o ballad halini dinlemek için. Tekrar tekrar, bıkmadan, usanmadan dinledim. Ofiste metin yazarken, sigaraya çıktığımda kendi başıma kulaklıklarımı takıp, ara ara sinirlenip, ara ara sakinleşip. Parçanın bana bir şey ifade edebilmesi için, bir şey hissetmek zorunda olduğumu fark ettim. Yağmurlu bir pazartesi günüydü, içmeyi planlıyordum evde. Ablamla piyano çalışmaktan vazgeçip eve gittim. Kendi fare deliğimdeydim, kendi soundtrack'lerimden biriyle...
"Dışarda çok ses var, içerde uzay, 
Kendime çaylar demliyorum. 
Arkada kaldı gömdüğüm hikayeler, 
Çiçek asfalttan çıkar yüzüm güler." 

14 Şubat 2014 Cuma

The Sopranos Üzerine...

Uzun zamandır merak ettiğim bir konu var.
Şimdiye kadar hep, 90'larda bu yaşımda, yaşamak istediğimi söylemiştim. Söyledim, lafta kaldı, eh; zaman makinası da yok, anca filmlerden, müzikten ve televizyonda hafızamda kalanlardan dolayı hatırlayabilmiştim o dönemi. Şimdiyse her şeye bir tık ile ulaşabiliyoruz. Hatta ve hatta, bu "bir tık meselesi" benim gibi "sosyal medya uzmanları" kattı sektöre, yeni bir iş kolu açıldı.
Dönelim merak ettiğim konuya... Ben bu kadar zamandır 90'lardan bahsettiğim halde, Oz'un ardından neden Sopranos'u patlatmamışım ki? İzlenebilecek yegane dizi benim için bu aralar. Düzenli takip ettiklerimi bile ekip, bir bölüm Sopranos açıyorum. Atmosfer ve müziğin tandansı, İtalyan kültürüyle harmanlanınca benim de karşıma ekran başında kilitleneceğim bir yapıt çıkıyor. James Gandolfini'yi gördükçe, içim bir fena oluyor, orası ayrı ama; şimdinin dizileriyle karşılaştırıldığında bütçe yönünden zayıf değil; çok zayıf, not bakımındansa iyi değil; pek iyi bir yapımmış bu.
Ailenizle izlediğiniz diziler vardı bir zamanlar. Herkes ekran başına kilitlenir, yayın saatinin gelmesini beklerdi. O sırada çaylar, çorbalar, çekirdekler; bir nevi "üç ç". Neredeyse 10 senedir geçerli değil benim için bu, ancak hakikaten yudumlanacağım bir iki şeyi alıp, ekran karşısına geçmek ve izlemek, beni ne kadar tatmin ediyor asla bilemezsiniz.
Bugün 12'ye yaklaşıyordu saat, eve geldiğimde. Yorgunluk, can sıkıntısı, uykusuzluk dinlemeden, açıverdim bir bölüm. Evet, The Sopranos ve rahmetli James Gandolfini; benim konuğum olmuştu artık, 3. sezonunda.
Ne diyelim, her şeyin iyisini HBO bilir.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Lanet olası kediler...

Birazdan karşı karşıya kalacağınız yazı, sinirlerinizi bozabileceği gibi, bana küfretmenize de sebep olabilir. Benim için hava hoş, her türlü...
Belli şeylere karşı mesafeli oldum hep. Bu bir ideoloji, tercih, canlı; olabilirdi. Tabii ki haksızlığa karşı dik durmaya çalıştım. Gerek kendi adıma, gerek yakın olduklarım adına, gerekse mesafeli olduklarım adına. Örneğin, benim için kediler ile homoseksüeller bu potaya girebilir. Olsalar da olur, olmasalar da olur. "Ay iki kedi olsa da oynasak?" veya "Off keşke gay arkadaşımız olsa, muhabbetini dinleyerek güleriz." gibi cümleler kurmadım hayatım boyunca. Yani, olsalar da olur, olmasalar da... Fakat kendini savunamayacak pozisyonda olan bir kediye tekme atan herifi de, cinsel tercihi ya da yaradılışı toplumsal değerlere ters düştüğü için gay'lere karşı ellerinde sopayla yürüyen esnafı da hep sikmek istemişimdir. Veya sike sike öldürmek... Suratlarına, işaret ve orta parmağımın arasına yerleştirdiğim bir jiletle tokat atmak istediğim de doğrudur. Ağır Roman filminin bize öğrettikleri...
Yaklaşık iki aydır ise, kedilerle başım dertte. Onlardan nefret etme aşamasına geldim.
Eve taşındığım gün, sadece bir yatağım vardı. Cumartesi günüydü, akşam dışarı çıktım. Şimdiye kadar her zaman kaldığım yerlerde gerek komşu, gerek güvenlik, gerekse gerizekalı ev arkadaşlarım sebebiyle problemlerim oldu. Hepsini ardımda bıraktığımı ve tek başıma bir hayat kurduğumu düşündüğüm gün; dışarı çıktım. Kapının kilidini açtım, elimdeki poşeti yere bıraktım ve bir tıkırtı duydum. İçeriden geliyordu. Parmaklarımın arasına anahtarlarımı geçirip, "Laaan!" diye bağırarak içeri girdim. Bir kediydi. Lanet olası bir kedi...
Mutfağın filtresini takmamış olduğum için evin içine, apartman boşluğundan dalan bir kedi; sinire kesmeme, dizlerimin titremesine sebep olmuştu. Ama bununla bitmedi tabii ki. Apartman boşluğuna girmelerini sağlayan, tellerin arasındaki boşluktu. Minik bir boşluk, veya; yırtılma diyelim biz ona. O kısmı kiremitlerle kapattım. Yüzsüz mahalle kedileri, bahçe katında olan evimden içeri dalamasınlar diye; pencerelerime de tel filtre yaptırdım. Her şey harikaydı. Ama içinde bulunduğum güvensizlik duygusu, belam olan kedilere de çıkışmama sebep oluyordu.
Apartman boşluğu ile denediler şanslarını ilk. Ama ne deneme... Kiremitleri devirmeye çalıştılar, deviremediler, ferforjla çarpışan kiremit, yatağa girmiş olan benim bir anda elimde ekmek bıçağıyla bahçe kapısına yönelmemi sağlamıştı bile. Kediler, diyip yatağa dönmüştüm.
Bir de, hala pencereden içeri girebileceklerini sandıkları için; pencerenin önündeki ferforja, tellere salça oluyorlardı. Hepsinde uyandım, "Noluyor lan!" diye bağırarak.
Araştırmaya başladım. Elektronik cihazlar vardı, kedi köpek kovucu cinsten. Fikrin ne kadar aptalca olduğunu ise eniştem belirtti. Sonuçta, cihazın yapacağı yüksek frekanslı gürültü; hem beni, hem de apartmanda yaşayan diğer kedi köpeği etkileyecekti. Çözümün ne olduğunu hala bilmiyorum. Hiç birine zarar vermek istemiyorum, ama; beni de rahat bırakın ulan artık.

3 Şubat 2014 Pazartesi

"The Poet And The Muse"

Medium.com açıldığından beri yazamıyorum. Aslına bakarsanız, Medium.com açıldığından beri Medium.com'a yazamıyorum. Siteyi bilen bilir, bizi kısa cümlelere hapseden Twitter'ın kurucuları tarafından yaratılmış bir projedir aslında. İnsanı yazmaya teşvik eden bir yapısı vardır (Blogger ve Tumblr'ın aksine) ancak, ufak bir farkla...
Öyle bir teşvik edici dille konuşur ki girişte Medium, yazmak ve hemen yayınlamak istersiniz. Fakat sadece sizin yayınlamanız yetmez çünkü yazdıklarınızı belli bir kategoride yayınlatabilirseniz okunursunuz. Çünkü etiket kullanmanıza, insanları takip etmenize, takip edilmenize izin vermez.
Geçen hafta haberdar olmuştum oluşumdan. Hoş, 4 yazı yükledim ve 3'ü yayınlandı, çeşitli kategorilerde. Eskileri okuduğunuzda şunu fark edersiniz... Yazarın hayali, yazısının yayınlanması ve karşılığında aldığı ücretle, sık takıldığı barda herkese birer bira ısmarlayabilecek durumda olmasıdır. Şimdiyse yazılarımızı kuru kuruya yayınlatabilmek için yırtınıyoruz. Ne içerdiklerinin önemi yok, tek önemli olan iyi sunulabilmeleri, belli olaylara parmak basabiliyor (duyarlılık, kadın-erkek ilişkileri, Umut Sarıkaya komedisi) olmaları. Ancak bunlar asla yeterli değildir, karaladıklarınızın -ilgi görmesini geçtim- okunması için. Çünkü yazdıklarınızın görsellerle desteklenmesi ve minimal metin düzeyinde tutulması esastır ki, pop müzik gibi çiğnenip tükürülebilsin. "Özet geç" gibi bir söylem girdi literatüre, ötesi mi var? Var. Yılmaz Özdil'in 29 Ekim 2012'de kaleme aldığı yazı ve bu işten hala para kazanıyor olması...
Bu Hakan Şükür triplerini bir kenara bırakıp kendi şikayetime gelecek olursak, tekrarlıyorum; yazamıyorum. Yazsam da okunmayacağını fark ettiğim içindir belki, kim bilir ama olmuyor. Çay edebiyatı? Bana gelmez. Sürekli İngilizce içerik paylaşmak? Size gelmez.
İlham perimi kaybettim, hükümsüzdür.

1 Şubat 2014 Cumartesi

2013'te Tanıştığım ve Tanıştığıma Memnun Olduğum 10 Grup/Sanatçı

Triggerfinger 
Nerede denk geldiğimi hatırlamıyorum pek, ekşisözlük olsa gerek. First Taste, 2013 boyunca en sık dinlediğim şarkı olabilir. Lakin sıkıntı şu ki, Rock N Coke kadrosundaymış bu babalar. Rock N Coke'a gitmemiştim çünkü böyle bir şeyden haberim yoktu. Bu arada, başta söylememiz gereken şeyi şimdi söyleyelim, buraya Youtube linkleri embed etmeyeceğim. Listelist.com değil bu. Çok isteyen araştırsın bi zahmet.

Gary Clark Jr.
Kadim dostum Şahin'in önerisiyle tanıştığım, on numara bir kavruktu bu herif. Benim için çıkışa geçtiği parça kesinlikle Numb'dır. Dinleyin, dinletin. Asla pişman olmazsınız.

The Foals
Late Night klibine denk geldiğimde şoke olmuştum. Bambaşka bir tat var bu heriflerde. Ne Mumford and Sons düşük ritmi, ne Muse gazı. Alternatif müzikle haşır neşirseniz kesinlikle bir bakın derim.

Jamie N. Commons
The Walking Dead soundtracklerinden birinde, bu 24 yaşındaki bebenin şarkısı vardı. Parça adı: Lead Me Home. Parçayı dinleyenlerin, bu arkadaşın 24 yaşında olmasına şaşırmamaları enteresan olur. Ancak viski ve sigara tüketimi, insanın sesini olgunlaştırabiliyor bazen. Plase parçası da Wash Me In The Water'dır.

Ben Nichols
The Walking Dead demişken, geçtiğimiz sezonun ilk bölümünde Vali'nin yalnız yürüyüşlerinde kendini araması sırasında denk geldiğimiz The Last Pale Light In The West şarkısı da bu herife aitti. Bana nedense Jose Gonzalez'i hatırlattı biraz. Country ve Blues sevenler, buna bayılacaktır.

Madrugada
Majesty parçasını Radio Eksen'de dinlediğim an, bu herifler olmuş demiştim. Vokalinin ses rengi gerçekten çok güzel. Tarz olarak çok tuttuğum bir janr değildir alternatif, ama Madrugada'yı pek bir tuttum. Grit albümü kesinlikle arşivlik.

Nouvelle Vague
Misfits'e ağır sardığım zamanlardan birinde tanıştım bu arkadaşlarla da. Yol dolaylıydı gerçi. The Killing Moon parçasını çok sevmiştim Misfits'te, akabinde bu arkadaşların yorumuna denk geldim Youtube'da. Zaten Misfits yapımcıları da benim gibi düşünecek olacaklar ki, final sezonunun bir bölümünde Nouvelle Vague'den The Killing Moon'u dinlettiler bize.

Elle King 
Soundtracklerden gidelim. Mad Men'in CNBC-E tanıtım fragmanında duyduk bu tombulu. Kadın vokalin fazlasıyla önde tutulduğu, hatta ismini vokalden alan toplulukları pek sevmem (Adele, Lana Del Rey vs)  ancak tombul şişe Efes Pilsen'i andıran bu hanım hanım kızımız, fikrimi biraz değiştirdi. Canlı performansı hala rezalet, ancak Playing For Keeps'i herkese öneririm.

Alabama 3 
Sopranos'un giriş jeneriği olan "Woke Up This Morning" parçası da bu kovboylara ait. Bunu biliyordum ancak grubu uzun uzadıya dinlememiştim hiç. Too Sick To Pray, Have You Seen Bruce Richard Reynolds? gibi parçaları beni fazlasıyla etkiledi, telefonuma parça atarken asla pas geçmeyeceğim bir grup haline geldi Alabama 3 de. Çok sesli bir grup olduğunun da altını çizelim.

Murder By Death
Bitirme tezimi yazarken de bu arkadaşlarla tanıştım, Youtube üzerinden. (Arif'in Manchester'a attığı golü arıyordum evet) Özellikle çello kullanımı konusunda aşmış olduklarını düşünüyorum ki gotik ya da senfonik tarzda çalmayan grupların çello katkısıyla yapılarının değiştiği, çoğunun da bitime uğradığı görülmüştür. Bu adamlarda öyle bir durum söz konusu değil. Favori parçam: Desert's On Fire, plase ise Coming Home.