-Sen her gün viski mi içiyorsun?
-Oldukça.
-Nasıl yani?
-Viski olmazsa da bira içiyorum yani.
-Her gün içiyor musun?
-Geçtiğimiz pazartesi içmemiştim mesela.
Uyuşturucuyla ilk haşır neşir oluşumdan (yani Uğur Dündar'ın standart programlarından birinde uyuşturucu üzerine bir "dosya" hazırlanışını ilk gördüğümden) beri, herkesin birer uyuşturucusu olduğuna inanmıştım.
Hobi gibi düşün. Seni uyuşturan, kaslarını gevşeten, gözlerini kısmanı sağlayan bir şey. Kimi için bu beyaz bir kimyasaldı, kimi için aşktı, kimi için futboldu, kimi içinse güçtü.
İnce olan tarafsa, insanlar uyuşturucularının farkında değillerdi. Patronundan aldığı "Aferin" sayesinde uyuşanlar, keşleri suçlarlardı; keşler ise o "Aferin"in peşinden köpek gibi koşan kariyeristleri... Holiganlar, kadınların sosyal medya üzerinden pompaladığı beğenilme kaygısını eleştirirdi; kadınlarsa"futbol, fado, fiesta"yı.
Ben mi? Geride duranlardan oldum hep.
Mutluluk için bir kaç gram kimyasala ihtiyacı olanlara da gülüp geçtim, mutlu olmak için yırtınanlara da. Amacım sabit olmadı hiçbir zaman, ya da mutluluk formülüm...
Ellerim cebimdeyken "Bunu böyle yap." demenin verdiği güç de benim uyuşturucumdu, yalnız oturduğum barlarda söylediğim bir iki duble viski de benim uyuşturucumdu. Zaten hayatta vazgeçemediğim tek şey alkol oldu.
Yıkılan hayatlar, feri silinen gözler gördüm. Alkol sebebiyle... Babamı, alkol sebebiyle kaybetsem ya da aile içi ters ilişkilere sebebiyet veren; aileleri yıkan, hayatımı ucuz bir TV dramasına dönüştürecek şeyin alkol olduğunu öğrensem de, mısır şurubundan; malttan; anasondan vazgeçebileceğimi sanmıyorum.
Bitikler, meteliğe kurşun atanlar gördüm. Uyuşturucu sebebiyle...
Bir kadınım vardı, ilk defa birinin gidişini değil; bitişini izlemiştim. Kokaindi, onu bitiren de.
Fakat hala "Woke Up This Morning" (Alabama3'nin, Sopranos için hazırladığı soundtrack) ya da Elle King'den "Playing For Keeps" dinlerken, etrafımda; güneş gözlüklerini güneş tepede olduğu için değil de, önceki gecenin hatıralarını silmek için kullanan insanlara bakıyorum. Biteceklerine şahit oluyorum, yitip gideceklerine; gün gün, saat saat, dakika dakika, saniye saniye...
İşte o an yaşadığım özgüven patlamasını hiç bir şeye değişemiyorum.
Çünkü, ben az önce dünyayı sırtımda taşıdığımı betimleyen gülümsemeyi giyindim; suratıma. İnanmayacaksın fakat gerçekten Atlas benim. Atlas olmaktan şikayet etmiyorum, senin lattenin kremalı olmasından şikayet ettiğin gibi... Dünyayı sırtımda taşımakla kalmıyor, küçük dünyaları da yaratıyorum. Her gün, her saat, her dakika.
Senin gibi bitmeyeceğim, bitirilemeyeceğim.
Çünkü ben, benim. Yapım; ya da doğam bu.
Bu yüzden sen, yanında oturan kadınla konuşamıyorsun. Bu yüzden sen, pazar günü sahilde ya da parkta yapacağın güzel bir yürüyüşle, "low key" takılıp; sendromlarından uzaklaşamıyorsun. Sen, sadece betonun üzerinde yaşıyor ve bundan şikayet ediyorsun. Stresle mücadele edemiyorsun, şikayet etmeyi seviyorsun.
Ama dedim ya, ben o stresten; senin yaşadığın kaostan besleniyorum. Sen dibe vurdukça, ben yükseliyorum. Yükselmeye de devam edeceğimi biliyorum. Kariyer hırslarım var ya da yok; fakat ben problem çıkaran değil, problem çözen olacağım.
Şimdi sakince yatağına gir, yarın işe giderken giyineceğin kıyafeti düşün ya da okulu bitirince hangi yüksek lisans programına kaydolarak iyi bir geleceğe sahip olacağını, maymun iştahınla. Bense, senin gibi dangalaklara; elimdeki ürünü nasıl satabileceğimi düşüneceğim ve emin ol; sen de herkes gibi emir almaktan, neyi nasıl yapacağının sana söylenmesinden keyif alıyorsun.
Benim kazanmamı sağlayan şey de bu ya, zaten...
Ağlayan palyaço değiliz her birimiz; ancak ağlayan palyaço olmak da zordur, bu yüzden ben; uyuşturucularımı seçtim ve kabullendim. Peki sen, neyi kabullenebildin?
2 yorum:
Cogumuz -mecburen- av olmayı kabullendik galiba
gerçekler acıtır.
Yorum Gönder