Bunu görüyorum, her dakika.
Duvara yaslanmıştım. Sigara içilen derme çatma balkonda; ESN Bar'da 10 liraya kapattığım ve ödediğim 10 liranın hakkını veren, dozu tutturulamamış; bozuk süt aromalı white russian'ı yudumlarken. Kokteyl içen erkeklere oldum olası kılımdır, bu yüzden de bol sulu biralara sahip barlarda white russian(the big lebowski hayranıyım evet) veya jack coke'tan öte gitmez içki kültürüm. Mojito mu? Yok anam kalsın. Zamanında O.C. izlemiş ve aklı ergenliğinde kalan gençlerin sürüyü takip eden koyun misali vazgeçemediği favori içkileriyle aram yoktur.
Gelgelelim; kesmeye başladım ortalığı. Çatır çatır konuşuyordu insanlar. Kimisi dikkat çekmek için yüksek sesle gülüyordu, kimisi ortamda yabancı kızlar olduğu için "yerli" arkadaşlarına bile "Ola" şeklinde selam vererek sempatik olmaya çalışıyordu. Umutsuzluk nerede mi baş gösteriyordu? Saplar geceyi nasırlanmış elleriyle geçireceklerini fark ettiklerinde, kadınlar yeterli ilgiyi göremeyeceğini hissettiğinde. Yalan yok, her daim kadın delisi oldum. Daha fazla kadın, daha fazla seks... Son kullanma tarihimin geçmiş olduğunua ayıktığımda da, bu ilgimi aksiyona dönüştürme frekansım azaldı. Diskolar, barlar, danslar, Lady Gaga'lar, 80'ler 90'lar, kostümler, konsept partiler; yerini meyhanelere, birahanelere, Müzeyyen Abla'ya, Tanju Abi'ye, meyve tabaklarına ve geceyi sonlandıran Türk kahvelerine bıraktı. Parmağımı kıpırdatmadım. Hoşlanmadığım bir kadına, geceyi boş geçmemek adına yapışamadım. Bugün, son bir şans; belki eskiye döner, sosyalleşir kaynaşırım amaçlarıyla ESN'in yolunu tuttuğumdaysa; tespit yapmaya bile mecalim kalmadığını farkettim. Fakat sonuç hüsran; umutsuzluk, çaresizlik vardı herkesin suratında.
Bunun tespiti için ne Freud olmaya gerek vardı, ne psikoloji okumaya... Aynı egolar, aynı saplantılar, aynı dikkat çekme çabası, aynı kasılmalar, aynı kudurmalar. Bir adım daha uzaklaştım sanırım yukarıda bahsettiğim zavallılardan. Ağır hayat. Acı değil, fakat "farkında olan bir insan" için fazlasıyla ağır. Veya belki de hayat değil de ağır olan, İstanbul'un yavşak oğlanları kaşar kadınları insanı çileden çıkartan. Bir kez daha yemin etmiştim İstanbul dün ayak bastığımda buraya. Bu sefer kararlılıktı sesimdeki, sertlikti, hırstı. Bu sefer ötekilerden farklıydı, hala da arkasındayım sözlerimin. "İstanbul sen mi büyüksün ben mi büyüğüm amına koyacam senin" şeklindeki esprili edebiyat değil anlatmaya çalıştığım... Anlatmaya çalıştığım, bugüne kadar hep ben senin şımarıklıklarına, samimiyetsizliklerine, gevşekliklerine, yavşak oğlanlarına-kaşar kadınlarına alışmaya çalıştım. Ancak artık bu iş böyle değil. Artık sen bana ayak uyduracaksın İstanbul. Bu Mersinli genç kimleri dize getirdi, seni mi dize getiremeyecek? Susacak, oturacaksın aşağıya. Sakin olamayacağım çünkü artık, yavaşlamayacağım çünkü artık.
31 Ocak 2011 Pazartesi
13 Ocak 2011 Perşembe
Bother?
Alışmak, hissizleşmek, duyarsızlaşmak... Bu üç kelimenin aslında birbirinden farkı yok. En azından hayatlarımızda.
Tespit yazısı olmayacak bu, ağlaklardan bir tanesi olacak yani. En boktan tecrübenizi düşünün. İlk stajınız, ilk iş deneyiminiz, ilk dersiniz üniversitede vs. Asla bir daha yapmayacağınızı, bu seviyeye inmeyeceğinizi kendinize söyleye söyleye bitirirsiniz ilk günü. Nefret edersiniz, üstlerinizden de; size çaylak muamelesi yapanlardan da... Amerikan filmlerinden fırlamaya çalışan orospu çocuklarıdır değil mi onlar? Çömez ne lan?!
Bir de kayıp vardır, en fazla önemsediğiniz insanı bile kaybettiğinizde hiç bir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını savunursunuz. Bu sevgilinizin sizi terk etmesi olabilir, kaybettiğiniz babanız olabilir vs.
Ama bilmediğimiz bir şey vardır; alışmak, hissizleşmek veya duyarsızlaşmak basittir. Zaman her şeyin ilacıdır çünkü... Geçiverir zaman, buna da alışırsınız. Ah bir de ağrı vardır, psikopata bağlamak vardır, hayat rakibine diz çökmek, yenilmek, kaybetmek vardır ki koyar be adama. Yazmıştım daha önce, sırt duvara yaslanınca güçlü olan, büyük olan savaşmasını bilendir; pes etmeyendir, amansız olandır diye. İşte zayıf rolünü oynadığınızı anladığınız anda, geri dönüş tahmin edildiği kadar kolay olmayabilir be. Çatıdan yüzeye düşen vücudunuzdan ayrılması yüksek ihtimal sahibi başınızın vazgeçilmezi, sözcüsü çeneniz kaplamaya yapışınca; dilinizi ıssırdığınızda; savaşmanın ve karşı koymanın gereksiz olduğunu anladığınız anda, her şey için çok geçtir. Ve dinlersiniz o nakaratı tekrar tekrar, yalnız veya sizi asla anlamayacağını düşündüğünüz kişiler, arkadaşlarla... Siz filozof değilsinizdir, yalnızlık ile beraberlik arasında yürürsünüz sizi anlamayacak arkadaşlarınızla. Ama yalnız da kalamazsınız, onlarla da yapamazsınız. Ketumdur... Ve o köprü bir kez daha çınlar kulağınızda; "I wish i had a reason, my flaws are open season."
Stone Sour - Bother
Wish I was too dead to cry
My self-affliction fades
Stones to throw at my creator
Masochists to which I cater
You don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on,
I won't let go 'til it bleeds
Wish I was too dead to care
If indeed I cared at all
Never had a voice to protest
So you fed me shit to digest
I wish I had a reason;
my flaws are open season
For this, I gave up trying
One good turn deserves my dying
You don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on,
I won't let go 'til it bleeds
[Solo: Corey]
Wish I'd died instead of lived
A zombie hides my face
Shell forgotten
with its memories
Diaries left
with cryptic entries
And you don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on,
I won't let go 'til it bleeds
You don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on:
I'll never live down my deceit
Tespit yazısı olmayacak bu, ağlaklardan bir tanesi olacak yani. En boktan tecrübenizi düşünün. İlk stajınız, ilk iş deneyiminiz, ilk dersiniz üniversitede vs. Asla bir daha yapmayacağınızı, bu seviyeye inmeyeceğinizi kendinize söyleye söyleye bitirirsiniz ilk günü. Nefret edersiniz, üstlerinizden de; size çaylak muamelesi yapanlardan da... Amerikan filmlerinden fırlamaya çalışan orospu çocuklarıdır değil mi onlar? Çömez ne lan?!
Bir de kayıp vardır, en fazla önemsediğiniz insanı bile kaybettiğinizde hiç bir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını savunursunuz. Bu sevgilinizin sizi terk etmesi olabilir, kaybettiğiniz babanız olabilir vs.
Ama bilmediğimiz bir şey vardır; alışmak, hissizleşmek veya duyarsızlaşmak basittir. Zaman her şeyin ilacıdır çünkü... Geçiverir zaman, buna da alışırsınız. Ah bir de ağrı vardır, psikopata bağlamak vardır, hayat rakibine diz çökmek, yenilmek, kaybetmek vardır ki koyar be adama. Yazmıştım daha önce, sırt duvara yaslanınca güçlü olan, büyük olan savaşmasını bilendir; pes etmeyendir, amansız olandır diye. İşte zayıf rolünü oynadığınızı anladığınız anda, geri dönüş tahmin edildiği kadar kolay olmayabilir be. Çatıdan yüzeye düşen vücudunuzdan ayrılması yüksek ihtimal sahibi başınızın vazgeçilmezi, sözcüsü çeneniz kaplamaya yapışınca; dilinizi ıssırdığınızda; savaşmanın ve karşı koymanın gereksiz olduğunu anladığınız anda, her şey için çok geçtir. Ve dinlersiniz o nakaratı tekrar tekrar, yalnız veya sizi asla anlamayacağını düşündüğünüz kişiler, arkadaşlarla... Siz filozof değilsinizdir, yalnızlık ile beraberlik arasında yürürsünüz sizi anlamayacak arkadaşlarınızla. Ama yalnız da kalamazsınız, onlarla da yapamazsınız. Ketumdur... Ve o köprü bir kez daha çınlar kulağınızda; "I wish i had a reason, my flaws are open season."
Stone Sour - Bother
Wish I was too dead to cry
My self-affliction fades
Stones to throw at my creator
Masochists to which I cater
You don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on,
I won't let go 'til it bleeds
Wish I was too dead to care
If indeed I cared at all
Never had a voice to protest
So you fed me shit to digest
I wish I had a reason;
my flaws are open season
For this, I gave up trying
One good turn deserves my dying
You don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on,
I won't let go 'til it bleeds
[Solo: Corey]
Wish I'd died instead of lived
A zombie hides my face
Shell forgotten
with its memories
Diaries left
with cryptic entries
And you don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on,
I won't let go 'til it bleeds
You don't need to bother;
I don't need to be
I'll keep slipping farther
But once I hold on:
I'll never live down my deceit
8 Ocak 2011 Cumartesi
İnsanlar ne ister? [Bonus: İstanbul Bilgi Üniversitesi Porno Skandalı]
Gerçekten ne ister?
Para?
Mevki?
Şan, şöhret? [15 Minutes of Fame? Andy Warhol?]
Aşk?
Dostlar?
Arkadaşlar?
Drama?
Bana kalırsa; hepsini ister... Doyumsuzdur, bu doyumsuzluk tiksinti yaratır bir yerden sonra. "Sex, drugs, rock n roll istiyorum abi ben yeaa" diyen genç, bunu dediği an muhtemelen vapurla mı; yoksa otobüsle mi karşıya geçmesi gerektiğini düşünüyordur salça olduğu hatuna bakarken. "Basit bir hayat istiyorum, Ege'ye taşınacağım." diyen metropol kadınınınsa aklında taşınacağı Ege kentinin isminden ziyade; ertesi günkü seansta masajdan sonra duşa girerse üşütüp üşütmeyeceği vardır. Samimiyetsizlik hakimdir... Belirli bir kesimde değil; her yerde. Acıdır, onların bu samimiyetsizliklerini, yalanlarını veya herhangi bir durumu abartmak üzerine fazlasıyla sarfettikleri çabayı görmek. Daha acıdır, onlara -her ne sebeple olursa olsun- muhtaç olduğunuzu farketmek. Çünkü savaşırsınız, parçalamaya çalışırsınız, uzak durmayı denersiniz; beceremezsiniz. Siz de onlardan birisinizdir doğa itibariyle ve sevişmek, konuşmak, paylaşmak istersiniz alayından tiksinseniz de.
Kontrolünüzün dışına çıktığı için bu durum; çıldırırsınız. Eski bir söyleyiş vardır, "Ne senle, ne sensiz..." şeklinde. Aslına bakarsanız bu söyleyiş sadece manitasal faaliyet için değil; aynı zamanda tüm insanlık için söylenmiştir be... Ne senle, ne sensiz...
Başım ağrıyor. 18 yaşını aşmış herhangi bir kadın gibi "migrenim tuttu" diyemeyeceğim; fazla düşünmekten beynimin patlama kıvamına geldiğini veya kulaklarımın içinden akacağını düşünüyorum ara ara ve dayanamıyorum. Memleketim Mersin'in vazgeçilmez özdeyişi "Dalgana bakacan ortak!" bile geçerli olamıyor, dalgama bakamıyorum ben ortak. Düşündükçe deliriyor; delirdikçe yazıyor, yazdıkça kendimi bitiriyorum.
Sonuç olarak ne istersiniz biliyor musunuz? Hepsini birden. Şan, şöhret, para, saygı, dostluk, aşk, ilişki, çoluk çocuk belki, mevki... Ama bilmezsiniz ki; hepsi, aslında bir hiçtir. Hepsi yoktur, hiç biri de yoktur. Sadece ve sadece sizin ucuz bir romantik komediden fırlamış hayalleriniz vardır. Özelden halka açığa çıkarmaya çalıştığınız özel hayatınız vardır. Pornografiniz vardır. Kendi kendinizi ifşa, ve bir takım evreler sonunda imha etmeniz vardır. Hepsi yoktur. Çünkü kimi vardır, kimi yoktur. Hepsini birden istemek aptallıktır.
Noktayı koymadan önce bir altyazı geçelim İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde yaşanan porno skandalıyla ilgili. Bu okulla uzaktan yakından alakası olan herhangi bir dostuma "Hayırdır ne iş?" diyecek sığlığı göstermedim. Ayıplamadım mevzuyu da. Ancak hadiseden haberdar her erkek gibi hatunu araştırdım. İsmi Elif Şafak Urucu imiş. Öncelikle izlemeyenler için bir not düşelim burada: o hatundan dövmeleri çıkart; makyajı temizle; bildiğin bizim köydeki Sevim. Fikir baştan aşağı aptalca. "Sex sells"'i bu denli kullanıp üzerine de "İsmimi kodlama şeklinde yazmayın, esas o şekilde zayıf görünürüm." diyen amatör pornstar kızımıza da bir çift lafım var; doğru söyle, sen de 15 dakikalık şöhrete sahip olmak istedin değil mi? Andy Warhol göndermesini boşuna yapmadık anam başlangıçta. Hadi şimdi siktir git "para için yapmamış ama özgür iradesi için bikbikbik" diyen hayranlarınla beraber. Ha bir de; o amatör fotoğrafçılarına söyle de, pro makinalarını auto modda kullanmasınlar. Maymun iştahlı sanatınıza kafam girsin.
Para?
Mevki?
Şan, şöhret? [15 Minutes of Fame? Andy Warhol?]
Aşk?
Dostlar?
Arkadaşlar?
Drama?
Bana kalırsa; hepsini ister... Doyumsuzdur, bu doyumsuzluk tiksinti yaratır bir yerden sonra. "Sex, drugs, rock n roll istiyorum abi ben yeaa" diyen genç, bunu dediği an muhtemelen vapurla mı; yoksa otobüsle mi karşıya geçmesi gerektiğini düşünüyordur salça olduğu hatuna bakarken. "Basit bir hayat istiyorum, Ege'ye taşınacağım." diyen metropol kadınınınsa aklında taşınacağı Ege kentinin isminden ziyade; ertesi günkü seansta masajdan sonra duşa girerse üşütüp üşütmeyeceği vardır. Samimiyetsizlik hakimdir... Belirli bir kesimde değil; her yerde. Acıdır, onların bu samimiyetsizliklerini, yalanlarını veya herhangi bir durumu abartmak üzerine fazlasıyla sarfettikleri çabayı görmek. Daha acıdır, onlara -her ne sebeple olursa olsun- muhtaç olduğunuzu farketmek. Çünkü savaşırsınız, parçalamaya çalışırsınız, uzak durmayı denersiniz; beceremezsiniz. Siz de onlardan birisinizdir doğa itibariyle ve sevişmek, konuşmak, paylaşmak istersiniz alayından tiksinseniz de.
Kontrolünüzün dışına çıktığı için bu durum; çıldırırsınız. Eski bir söyleyiş vardır, "Ne senle, ne sensiz..." şeklinde. Aslına bakarsanız bu söyleyiş sadece manitasal faaliyet için değil; aynı zamanda tüm insanlık için söylenmiştir be... Ne senle, ne sensiz...
Başım ağrıyor. 18 yaşını aşmış herhangi bir kadın gibi "migrenim tuttu" diyemeyeceğim; fazla düşünmekten beynimin patlama kıvamına geldiğini veya kulaklarımın içinden akacağını düşünüyorum ara ara ve dayanamıyorum. Memleketim Mersin'in vazgeçilmez özdeyişi "Dalgana bakacan ortak!" bile geçerli olamıyor, dalgama bakamıyorum ben ortak. Düşündükçe deliriyor; delirdikçe yazıyor, yazdıkça kendimi bitiriyorum.
Sonuç olarak ne istersiniz biliyor musunuz? Hepsini birden. Şan, şöhret, para, saygı, dostluk, aşk, ilişki, çoluk çocuk belki, mevki... Ama bilmezsiniz ki; hepsi, aslında bir hiçtir. Hepsi yoktur, hiç biri de yoktur. Sadece ve sadece sizin ucuz bir romantik komediden fırlamış hayalleriniz vardır. Özelden halka açığa çıkarmaya çalıştığınız özel hayatınız vardır. Pornografiniz vardır. Kendi kendinizi ifşa, ve bir takım evreler sonunda imha etmeniz vardır. Hepsi yoktur. Çünkü kimi vardır, kimi yoktur. Hepsini birden istemek aptallıktır.
Noktayı koymadan önce bir altyazı geçelim İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde yaşanan porno skandalıyla ilgili. Bu okulla uzaktan yakından alakası olan herhangi bir dostuma "Hayırdır ne iş?" diyecek sığlığı göstermedim. Ayıplamadım mevzuyu da. Ancak hadiseden haberdar her erkek gibi hatunu araştırdım. İsmi Elif Şafak Urucu imiş. Öncelikle izlemeyenler için bir not düşelim burada: o hatundan dövmeleri çıkart; makyajı temizle; bildiğin bizim köydeki Sevim. Fikir baştan aşağı aptalca. "Sex sells"'i bu denli kullanıp üzerine de "İsmimi kodlama şeklinde yazmayın, esas o şekilde zayıf görünürüm." diyen amatör pornstar kızımıza da bir çift lafım var; doğru söyle, sen de 15 dakikalık şöhrete sahip olmak istedin değil mi? Andy Warhol göndermesini boşuna yapmadık anam başlangıçta. Hadi şimdi siktir git "para için yapmamış ama özgür iradesi için bikbikbik" diyen hayranlarınla beraber. Ha bir de; o amatör fotoğrafçılarına söyle de, pro makinalarını auto modda kullanmasınlar. Maymun iştahlı sanatınıza kafam girsin.
5 Ocak 2011 Çarşamba
Ağlak...
Ağlaktır çoğu ergenin açtığı blog. Özlemdir, acıdır, kalptir, yürektir. Ancak zırlamadır bir yandan da... Sonra aynı ergenler, büyüyünce bir kez daha bakarlar yazdıklarına ve gülerler. Şimdiye kadar çok da ağlak yazdığıma inanmıyorum. Biraz daha kekremsi belki ama ağlak değil, çırpınmak veya silkelenmek oldu genel anlamda felsefem ve sırtım duvara yaslandığında rakibime; yani hayata vurduğum kroşeydi beni toparlayan. Çünkü hep vurabiliyordum, yine vurdum belki; kim bilir... Ama bir şuursuzluk hakim bu ara. Neden mi?
Tarih: 3 Ocak 2011
Ölüm Saati: 11.50
"Bana sürekli hatırlattığın, şu an toprağında yattığın Mersin'imin üç beş kansızdan kurtulduğu gün bırakmayacaktın beni be babaanne..."
Evet ben iyi bir aileden geliyorum, ailemi çok seviyorum ancak babam anam
memur olduğu için beni babaannem büyüttü be... Kendimi bildim bileli babaannem vardı başımda, Mersin'deki evimizde. Dedemi kaybettiğimi hayal meyal hatırlardım, cesedini görmüş olmama rağmen. Çünkü ufaktım. Daha beş yaşındaydım. Hafif hafif olayları hatırlayacak kıvama gelinceye kadar bünye, babaannem bizimle yaşadı. Kah tatlı, kah acıydı onunla anılar. Genellikle öfke beslerdim kendisine karşı, çünkü kendimi hep ona hizmet ediyormuş gibi hissederdim. Dişini, ilacını, gözlüğünü, suyunu getirir; ne zaman "Hakkınızı helal edin." dese, "Ben kendimi bildim bileli babaanneme hakkını helal ediyorum." diye dalga geçerdim. Onunla yaşadığım anıları yazsam buraya, post uzadıkça uzar. Bunları da neden paylaşırım sizlerle bilmem de; açınca bir ufağı; bünye yine geliverdi muhabbete...
İstanbul'da yaşadı son iki senesini. Yani "Dalya"(100) dedikten sonra yaşadığı iki seneyi... 101 yaşında bırakmak zorunda kaldı bizi. O güleç, neşeli, muhabbete doymayan-muhabbetine doyum olmayan, güney aksanlı kadıncağız son zamanlarını ağzını bile oynatamadan geçirdi ya, ben onu o halde gördüm ya...
Bana koyan da ne biliyor musun? Geçen çarşamba gittiğimde son sözlerini bana söylemiş olması. Son bir gazla yanına yanaşmıştım, belki konuşur diye.
-Ben gidiyorum babaanne.
-Nereye gidiyorsun oğluuuum?
-Evime gidiyorum babaanne. Benim evim uzak. Yine geleceğim ama, söz veriyorum.
-Güle güle oğlum, Allah yolunu açık etsin.
Nereden bilebilirdim ki sözümü tutamayacağımı, onu dünya gözüyle bir kez daha göremeyeceğimi?
Ah be babaanne, hayatta tutunduğum dallardan biriydin. O neşeli gülüşün; "avrat"larla ilgili sorduğun soruların, hafızamdan kaybolmayacak gülümsemen, "hadi köye gidelim, Şakire bekler durur" tiradların olmadan, ben kayıbım be babanne.
Huzur içinde yat, biliyorum seni bu halde yanımda görmek isteyecek kadar bencil; veya senin tabirinle "zopçuk"um ama bil ki, şubatta bayram seyran demeden bitivereceğim hemen yanıbaşında...
Tarih: 3 Ocak 2011
Ölüm Saati: 11.50
"Bana sürekli hatırlattığın, şu an toprağında yattığın Mersin'imin üç beş kansızdan kurtulduğu gün bırakmayacaktın beni be babaanne..."
Evet ben iyi bir aileden geliyorum, ailemi çok seviyorum ancak babam anam
memur olduğu için beni babaannem büyüttü be... Kendimi bildim bileli babaannem vardı başımda, Mersin'deki evimizde. Dedemi kaybettiğimi hayal meyal hatırlardım, cesedini görmüş olmama rağmen. Çünkü ufaktım. Daha beş yaşındaydım. Hafif hafif olayları hatırlayacak kıvama gelinceye kadar bünye, babaannem bizimle yaşadı. Kah tatlı, kah acıydı onunla anılar. Genellikle öfke beslerdim kendisine karşı, çünkü kendimi hep ona hizmet ediyormuş gibi hissederdim. Dişini, ilacını, gözlüğünü, suyunu getirir; ne zaman "Hakkınızı helal edin." dese, "Ben kendimi bildim bileli babaanneme hakkını helal ediyorum." diye dalga geçerdim. Onunla yaşadığım anıları yazsam buraya, post uzadıkça uzar. Bunları da neden paylaşırım sizlerle bilmem de; açınca bir ufağı; bünye yine geliverdi muhabbete...
İstanbul'da yaşadı son iki senesini. Yani "Dalya"(100) dedikten sonra yaşadığı iki seneyi... 101 yaşında bırakmak zorunda kaldı bizi. O güleç, neşeli, muhabbete doymayan-muhabbetine doyum olmayan, güney aksanlı kadıncağız son zamanlarını ağzını bile oynatamadan geçirdi ya, ben onu o halde gördüm ya...
Bana koyan da ne biliyor musun? Geçen çarşamba gittiğimde son sözlerini bana söylemiş olması. Son bir gazla yanına yanaşmıştım, belki konuşur diye.
-Ben gidiyorum babaanne.
-Nereye gidiyorsun oğluuuum?
-Evime gidiyorum babaanne. Benim evim uzak. Yine geleceğim ama, söz veriyorum.
-Güle güle oğlum, Allah yolunu açık etsin.
Nereden bilebilirdim ki sözümü tutamayacağımı, onu dünya gözüyle bir kez daha göremeyeceğimi?
Ah be babaanne, hayatta tutunduğum dallardan biriydin. O neşeli gülüşün; "avrat"larla ilgili sorduğun soruların, hafızamdan kaybolmayacak gülümsemen, "hadi köye gidelim, Şakire bekler durur" tiradların olmadan, ben kayıbım be babanne.
Huzur içinde yat, biliyorum seni bu halde yanımda görmek isteyecek kadar bencil; veya senin tabirinle "zopçuk"um ama bil ki, şubatta bayram seyran demeden bitivereceğim hemen yanıbaşında...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)