"I'm tired, Trinity. Tired of this war, tired of fighting... I'm tired of the ship, being cold, eating the same goddamn goop everyday..."
böyle diyordu cypher, neo'yu öldürmek üzereyken...
ben işbirliği falan yapmayacağım çok şükür, ama birazcık kaçış durumu da yok değil...
3 hafta önce geldim buraya. 4 hafta yapmam gereken stajı 3 haftada bitirip memlekete dönüyorum. bakalım ben cypher olsam ve ankara da gemi olsa, ne derdim?
"yoruldum... yalnızlıktan, çalışmaktan... sabah ve akşamları -yaz mevsiminde-üşümekten, her gün toplam 4 saat otobüs yolculuğu çekmekten... eve 9'da gelip 11'de yatağa girmekten... kırık mutfak musluğundan, çamaşır makinesi olmamasından, yemek yemek için otobüse binmekten... ramazan dolayısıyla iş çıkışı ağzına kadar dolu olan lokantalara gidememekten... her gün aynı lanetolası izbe barda aynı lanetolası tavuklu sandviçi yemekten ve aynı boktan birayı içmekten..."
28 Ağustos 2009 Cuma
24 Ağustos 2009 Pazartesi
En prensipli "odun".
Bağırıyor...
"Yanıma gel!"
Yatağa uzanmış...
En tiksindiğim iki şey... Birincisi köpek gibi çağırılmak, ikincisi ısrar. İkinciye geçmesi çok uzun sürmüyor.
"Mahmut hemen yanıma gelmeni istiyorum."
"Lütfen buraya gelir misin?"
"Uf iyi gelmezsen" gelme diyor ve yastığa sarılıyor.
Seks çok garip bir şey aslında. Türkiye'de bir mücevher erkeklerin ulaşmak için bin bir numara çevirdiği... Benimse kimi zaman tiksindiğim. "Hadi lan oradan!" dediğinizi duyar gibiyim ama olmayınca olmuyor işte. Bütün zevki, tutkuyu, arzuyu kıran bir hareket, bir tavır oluyor.
Bazen, prezervatif almaya banyoya gidiyorum. Dönüşte gördüğüm manzara: cenin şeklinde uzanmış bir kadın yatağımda... Tiksindiriyor. Tecavüz ediyormuş gibi hissediyorum ki bu aslında son dakika direncinden, nazdan ibaret bir tavır. Ama gururu kırılıyor işte insanın... O tutkuyu karşı taraftan da görmeyince...
Film nasıl mı bitiyor? Doğruluyor, oturuyorum yatağın kenarında. Elimde bir sigara, sırtım partnerime dönük... Akabinde iyice soğuyorum karşımdaki insandan ve başka bir şeyle ilgileniyorum. Yazının başındaki diyalog da dejavu misali tekrar ediyor kendini...
Olmayınca olmuyor işte.
"Yanıma gel!"
Yatağa uzanmış...
En tiksindiğim iki şey... Birincisi köpek gibi çağırılmak, ikincisi ısrar. İkinciye geçmesi çok uzun sürmüyor.
"Mahmut hemen yanıma gelmeni istiyorum."
"Lütfen buraya gelir misin?"
"Uf iyi gelmezsen" gelme diyor ve yastığa sarılıyor.
Seks çok garip bir şey aslında. Türkiye'de bir mücevher erkeklerin ulaşmak için bin bir numara çevirdiği... Benimse kimi zaman tiksindiğim. "Hadi lan oradan!" dediğinizi duyar gibiyim ama olmayınca olmuyor işte. Bütün zevki, tutkuyu, arzuyu kıran bir hareket, bir tavır oluyor.
Bazen, prezervatif almaya banyoya gidiyorum. Dönüşte gördüğüm manzara: cenin şeklinde uzanmış bir kadın yatağımda... Tiksindiriyor. Tecavüz ediyormuş gibi hissediyorum ki bu aslında son dakika direncinden, nazdan ibaret bir tavır. Ama gururu kırılıyor işte insanın... O tutkuyu karşı taraftan da görmeyince...
Film nasıl mı bitiyor? Doğruluyor, oturuyorum yatağın kenarında. Elimde bir sigara, sırtım partnerime dönük... Akabinde iyice soğuyorum karşımdaki insandan ve başka bir şeyle ilgileniyorum. Yazının başındaki diyalog da dejavu misali tekrar ediyor kendini...
Olmayınca olmuyor işte.
23 Ağustos 2009 Pazar
Alıntı...
Uzun süredir yazmıyorum... Yaz okulunda bir abazanlık öyküsü yazdık ve bitti bir süreç. Sebebini bilmiyorum. Sanırım çok üşendim bir şeyler karalamaya. Bir şeyler üretmektense bir şeyler tüketmek daha ilgi çekici geldi. Özellikle de "gerçek" Bukowski'ler tüketmek.
Sonra sınavlar girdi araya, ve şimdi Ankara'dayım. Çok kurallara uyan, çok rezil ve çok uyuşuk insanlara sahip bir kent olmasının yanısıra, otobüste müzik dinlerken herkesin size baktığı bir başkent burası. Yalnızım. Stajdayım. Eski sevgili ve burada staj yapmamı isteyen patron dışında kimsem de yok. Kitaplara sardım bu sebeplerden... 2 hafta geçti 5. kitaba geçtim... Can sıkıntısı işte. Her gün 2 saat gidiş, 2 saat de dönüş yolu çekmemden ötürü çıtır çerez gibi gidiyor kitaplar. En çok da Bukowski eserlerini beğendim ne yalan söyleyeyim. Çakma öyküsünü yazdığımda alakam yoktu kendisiyle. Hiç okumamıştım... Ayrıca kitapları beni tek başına olmak ve yalnızlıktan keyif almak gibi durumlara alıştırdı ne yalan söyleyeyim. Ne insanlarla tanışma meğilim var artık, ne de buradaki azıcık tanıdıkla görüşme eğilimim. Herhangi bir izbe bara gidiyor, bar sandalyesine oturuyor ve içiyorum. Ruh halime göre kitap okuyor veya bir içki şişesine gözümü dikiyorum... İnsanlar şaşkınlıkla karşılıyor, terası olan barlar ise "Sadece siz varsanız sigara içilen bölüme geçmeniz imkansız." diyor. Çok da fifi...
Şimdi "Kimse Bilmez Ne Çektiğimi" isimli şiir kitabı var elimde.. 5 10 sayfa sonra bitecek o da... Ardından Factotum'a geçeceğim yüksek ihtimal. Ama şu eserini de paylaşmadan edemedim.
buhran
çok fazla,
çok az,
ya da çok geç
çok şişman
çok zayıf
ya da çok kötü
kahkaha
ya da gözyaşı
ya da kusursuz
kayıtsızlık
nefret edenler
sevenler
ellerindeki şarap şişelerini sallayarak
önlerine çıkanları süngüleyip
kadınların ırzına geçen ordular
ya da ucuz bir pansiyon odasında
marilyn monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar
o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.
o denli büyük ki yalnızlık
onu vegas'ta, baltimore'da ya da münih'te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.
insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.
yeni hükümetlere ihtiyacımız yok
yeni devrimlere ihtiyacımız yok
yeni kadınlara ihtiyacımız yok
yeni yollara ihtiyacımız yok
şefkate ihtiyacımız var.
müşfik davranmıyoruz
birbirimize.
müşfik davranmıyoruz.
korkuyoruz.
nefretin gücü simgelediğini
sanıyoruz.
cezalandırmanın
sevgi olduğunu.
daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler.
bir odada
bir başına acı çeken
öpülmemiş
dokunulmamış
bir başına bitki sulayan
olsa da çalmayacak
bir telefondan yoksun
insanın dehşetini unutuyoruz.
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
boncuklar sallanır, bulutlar örter
köpekler gül bahçesine işer
bir çocuğun kafasını koparır cani
dondurma külahından bir ısırık alır gibi
okyanus bir gelip
bir giderken
anlamsız bir ayın esaretinde.
müşfik davranmıyor insanlar birbirlerine.
Sonra sınavlar girdi araya, ve şimdi Ankara'dayım. Çok kurallara uyan, çok rezil ve çok uyuşuk insanlara sahip bir kent olmasının yanısıra, otobüste müzik dinlerken herkesin size baktığı bir başkent burası. Yalnızım. Stajdayım. Eski sevgili ve burada staj yapmamı isteyen patron dışında kimsem de yok. Kitaplara sardım bu sebeplerden... 2 hafta geçti 5. kitaba geçtim... Can sıkıntısı işte. Her gün 2 saat gidiş, 2 saat de dönüş yolu çekmemden ötürü çıtır çerez gibi gidiyor kitaplar. En çok da Bukowski eserlerini beğendim ne yalan söyleyeyim. Çakma öyküsünü yazdığımda alakam yoktu kendisiyle. Hiç okumamıştım... Ayrıca kitapları beni tek başına olmak ve yalnızlıktan keyif almak gibi durumlara alıştırdı ne yalan söyleyeyim. Ne insanlarla tanışma meğilim var artık, ne de buradaki azıcık tanıdıkla görüşme eğilimim. Herhangi bir izbe bara gidiyor, bar sandalyesine oturuyor ve içiyorum. Ruh halime göre kitap okuyor veya bir içki şişesine gözümü dikiyorum... İnsanlar şaşkınlıkla karşılıyor, terası olan barlar ise "Sadece siz varsanız sigara içilen bölüme geçmeniz imkansız." diyor. Çok da fifi...
Şimdi "Kimse Bilmez Ne Çektiğimi" isimli şiir kitabı var elimde.. 5 10 sayfa sonra bitecek o da... Ardından Factotum'a geçeceğim yüksek ihtimal. Ama şu eserini de paylaşmadan edemedim.
buhran
çok fazla,
çok az,
ya da çok geç
çok şişman
çok zayıf
ya da çok kötü
kahkaha
ya da gözyaşı
ya da kusursuz
kayıtsızlık
nefret edenler
sevenler
ellerindeki şarap şişelerini sallayarak
önlerine çıkanları süngüleyip
kadınların ırzına geçen ordular
ya da ucuz bir pansiyon odasında
marilyn monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar
o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.
o denli büyük ki yalnızlık
onu vegas'ta, baltimore'da ya da münih'te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.
insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.
yeni hükümetlere ihtiyacımız yok
yeni devrimlere ihtiyacımız yok
yeni kadınlara ihtiyacımız yok
yeni yollara ihtiyacımız yok
şefkate ihtiyacımız var.
müşfik davranmıyoruz
birbirimize.
müşfik davranmıyoruz.
korkuyoruz.
nefretin gücü simgelediğini
sanıyoruz.
cezalandırmanın
sevgi olduğunu.
daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler.
bir odada
bir başına acı çeken
öpülmemiş
dokunulmamış
bir başına bitki sulayan
olsa da çalmayacak
bir telefondan yoksun
insanın dehşetini unutuyoruz.
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
boncuklar sallanır, bulutlar örter
köpekler gül bahçesine işer
bir çocuğun kafasını koparır cani
dondurma külahından bir ısırık alır gibi
okyanus bir gelip
bir giderken
anlamsız bir ayın esaretinde.
müşfik davranmıyor insanlar birbirlerine.
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)